SEYYİD:
1. Efendi.
Genç olarak Cennet'e girenlerin Seyyidi Hasen ve Hüseyin'dir." (Hadîs-i
şerîf-Üsüd-ül-Gâbe)
2. Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlullah'a
sallallahü aleyhi ve sellem bağlı bir nesebden (soydan) gelmenin
şerefini taşıyanlara lâyık oldukları tâzimi (hürmeti) gösterememekten
korkuyorum. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyyidler, İmâm-ı Hasen'in torunları olan şerîflerden daha üstündür.
Osmanlı Devleti zamânında Haleb'de seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir
mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik
iddiâ edemezdi. Seyyidlerin kıymeti bil inmeli, hürmette ve hizmette
kusûr edilmemelidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Seyyid-ül-Enâm:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri.
Beşerin yâni insanların efendisi, en yükseği.
Seyyid-ül-enâm Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette, yâni
dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek
bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan
O'nun üstünde değildir. Bu, güç birş ey değildir. Dilediğini yapan, her
istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu medh
edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur.
Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım!"
buyuruyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Seyyid-ül-İstiğfâr:
Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan
günâhın bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en
kıymetlisi.
"Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak
sen varsın. Beni sen yarattın; şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği
kadar, ezelde sana verdiğim ahd ü mîsâk (Allahü teâlâ, rûhları
yarattığında; "Elestü bi Rabbiküm - Ben si zin Rabbiniz değil miyim?"
diye sorduğunda, rûhların; "Kâlû belâ - Evet Rabbimizsin" dediği günkü
verdiğim söz) ve vâ'dim üzerinde duruyorum. Yâ Rabbî! İşlediğim
günâhların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun
nîmetleri ikrâr ve îtirâf ederim (kabûl ederim). Günâhımı da îtirâf
eylerim. Beni affet Allah'ım! Zîrâ senden başka günâhları kimse
affedemez." İşte her kim bu seyyid-ül-istiğfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb
ve fazîletine inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o
kimse Cennetlik olur. Her kim de sevâb ve fazîletine inanarak gece okur
da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet ehlindendir." (Hadîs-i
şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Seyyid-ül-Mürselîn:
Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin
önderi, efendisi.
Seyyid-ül-mürselîn sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse,
bir günâh yapmak istese ve sonra Allah'tan korkup, onu terk eylese, Hak
teâlâ hazretleri, o kula iki Cennet ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul
İlmihâli)
Allahü teâlânın rızâsına; Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıyla yâni
Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın
yolunda olmakla, onların bildirdiklerine tam inanmakla kavuşulur. Bu
doğru îtikâd (inanış) her şeyden kıymetli ve kaz anılan şeylerin en
üstünüdür. Kim bu doğru îtikâda sâhib olursa, bütün şerefleri ve
üstünlükleri toplamış olur. Cennet kapıları, bu îtikâda sâhib olmakla
açılır. Dünyâ ve âhirette üstünlük onunladır. Peygamberler bunun için
gönderilmiş olup, onların sonuncusu Seyyid-ül-mürselîn Muhammed
sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Serahsî)
Seyyid-üs-Sakaleyn:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların
ve cinlerin efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.
Hak teâlâ kullarını Cennet'e dâvet edip cemâlini (güzelliğini) müşâhede
etmelerini (görmelerini) vâd eyledi. Bu devletin ele geçmesine
Seyyid-üs-Sakaleyn efendimiz hazretlerini vâsıta kıldı. O'nu (sallallahü
aleyhi ve sellem) mîrâca götürmesi sebeple rinden ve hikmetlerinden bir
sebep ve hikmet de bu olsa gerektir. (Harâitî)
SEYYİE:
Kötülük, günah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her seyyieye de
nefsin sebeb oluyor. (Nisâ sûresi: 79)
Hiçbir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra (şu)
mescidlerden birine gitsin de Allah, ona attığı her adım karşılığında
bir sevâb yazmasın; her adım karşılığında onun bir seyyiesini affetmesin!
(Hadîs-i şerîf-Müslim)
Mü'minin başına sâbit bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir
hüzün, hattâ kendini üzen bir keder gelirse, onunla seyyielerinden
bâzısı örtbas edilir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kalbe gelen düşünce seyyie olup, terk edilirse sevâb yazılır. Azm edilir,
yapmamaya karar verilirse, bir günâh yazılır. İşlemezse bu da affolur.
Hadîs-i şerîfte; "Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun
hareket edilmedikçe affolur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
SIBTEYN-İ MÜKERREMEYN:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu;
hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).
SIDDÎK:
1. Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru
olan.
Doğru sözlü olmak iyiliğe götürür. İyilik Cennet'e götürür. Kişi doğru
söyleye söyleye Allahü teâlânın katında sıddîk olarak yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olan tüccar kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır.
(Hadîs-i şerîf-Rıyâd-ün-Nâsihîn)
Aralarında şu dört kimseden biri bulunan topluluk helâk olmaz: İmâm,
velî, sıddîk ve üstâd. ( Ebü'l-Hasan)
Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmayan hallerden de sakınır.
Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından
çekinirler. ( İmâm-ı Gazâlî)
2. Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mîrâcdan döndükten
sonra, sabahleyin Kâbe'nin yanına gidip mîrâcını anlatmıştı. Bunu işiten
kâfirler alay ettiler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti.
Mîrâcı duyan Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanına
geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız
mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin
gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü
görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle
nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Senin
her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Ebû Bekr'in
sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye
düşen, îmânı zaîf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem o gün Ebû Bekr'e; "Sıddîk" dedi. Bu adı
almakla, bir kat daha yükseldi. (Ahmed Cevdet Paşa, M. Sıddîk Gümüş)
SIDK:
1. Doğruluk.
Sıdk, sözün süsüdür. (Hazret-i Ali)
İnsanları, sıdktan daha güzel birşey süsleyemez. (Fudayl bin Iyâd)
Sabır bütün hayırların; sıdk ise kurtuluşun ve nîmetlere şükretmek,
bereketin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o en yüksek
mânevî mertebelere kavuşur. (Bâhilî)
Araştırıldığında sıdkın şecâatle, yalanın da korkaklıkla berâber olduğu
görülür. ( İbn-ül-Mugter)
2. Peygamberlerin sıfatlarından.
Bütün peygamberler sıdk sâhibidirler. Her sözleri doğrudur. Aslâ yalan
söylemezler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
SIFAT:
Özellik, hâl, keyfiyyet. Varlıkta kendi kendine duramayıp başka bir şeye
muhtaç olan şey.
Varlıklar birbirlerinden sıfatlarıyla ayırt edilmektedir. (Teftâzânî)
Allahü teâlânın insanlar içinden seçmiş olduğu peygamberler
(aleyhimüsselâm) da insanlık sıfatlarında diğer insanlarla aynıdır. Yâni
onlar da yerler, içerler, soğukta üşürler. Ancak Allahü teâlâ, onlara
husûsî (özel) nîmetler ve çeşitli mûcizeler ihs ân etmiştir. (Harputlu
İshâk Efendi)
Noksan sıfatlar Allahü teâlâda yoktur. O, maddelerin, cisimlerin,
ârâzların yâni hallerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden
münezzehtir (uzaktır). (Ahmed Fârûkî)
Sıfat-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.
Perdeler tamâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığıyla bildirilince anladım
ki, âlemler, mahlûklar (yaratılmışlar) sıfat-ı ilâhiyyenin aynaları ve
esmâ-i ilâhiyyenin (Allahü teâlânın isimlerinin) görünüşleri ise de,
görünenler gösterenin kendi değildir. Bir şeyin görüntüsü o şeyin
kendisi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıfat-ı Ma'neviyye:
Allahü teâlânın subûtî sıfatları.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilinmesi vâcib (lâzım) olan sıfat-ı
ma'neviyye sekizdir. Bunlar; Hayy, Allahü teâlâ diridir. Semi', Allahü
teâlâ sem-i kadîmi (ezelî işitme sıfatı) ile işiticidir. Basîr; Allahü
teâlâ görücüdür. Mürîd; Allahü teâlâ i râde-i kadîm ile (ezeli olan
dileme sıfatıyla) dileyicidir. Alîm; Allahü teâlâ ilm-i kadîmi ile
(ezelî ilim sıfatıyla) bilicidir. Kadîr, Allahü teâlâ kudret-i
kadîmesiyle (ezelî kudreti ile) gücü yeticidir. Mütekellim; Allahü teâlâ
kelâm-ı kadîmi (ezelî, başlangıcı olmayan kelâmı) ile söyleyicidir.
Mükevvin; Allahü teâlâ her şeyi yaratandır. (Kutbüddîn İznikî)
Sıfat-ı Nefsiyye:
Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfat-ı nefsiyye
birdir. Yâni var olmaktır. Kur'ân-ı kerîmdeki İhlâs sûresi ve bu
âlemdeki bütün yaratılmışlar Allahü teâlânın sıfat-ı nefsiyyesi olan
vücûd sıfatının delilleridir. (Kutbüddîn İznikî)
Sıfat-ı Selbiyye:
Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı subûtiyyeden başka sıfatları
ya îtibârî (var kabûl edilen) veya selbîdir. Meselâ Allahü teâlâ cisim
değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. Arâz yâni hal değildir.
Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir ş eye girmiş, bir yere yerleşmiş
değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir
cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli,
ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi (hanımı), çocukları
yoktur. Bunların hepsi mahlûklarda (sonradan yaratılanlarda) bulunur.
Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar sıfat-ı
selbiyyedir. Bütün kemâl sıfatlar Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan
sıfatlar yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıfat-ı Sübûtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka
varlıklarda da sınırlı olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı
hakîkiyye de denir.
Mükellef yâni âkıl ve bâliğ olan, kadın-erkek her müslümanın Allahü
teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini ve sıfat-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve
inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz.
Bilmemek günâh olur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlânın sıfatları sıfat-ı zâtiyye (zâtında bulunan sıfatlar) ve
sıfat-ı sübûtiyye olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı
subûtiyyesi sekiz tânedir. Bunlar; Hayat (diri olmak), İlim (bilmek),
Sem'(işitmek), Basar (görmek), Kudret ( gücü yetmek), Kelâm (konuşmak),
İrâde (dilemek) ve Tekvîn (yaratmak)dır. Allahü teâlânın sıfat-ı
sübûtiyyesi de zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu
olmayan) dirler. Mahlûkların (yaratılmışların) sıfatları gibi
değildirler. Akıl ile zan ile dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar.
Allahü teâlâ bu sıfatlarından birer örnek insanlara sınırlı olarak ihsân
etmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Sıfat-ı Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda
bulunmayan, yalnız Allahü teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların
sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. Bu
sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.
Allahü teâlânın sıfatları, zâtî (kendisine âit olan) ve sübûtî (başka
varlıklarda sınırlı olarak bulunan) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, altı tânedir. Bunlar; Vücûd (var
olmak), Kıdem (varlığının öncesi, başlan gıcı olmamak), Bekâ (varlığının
sonu olmamak), Vahdâniyyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek
olmak; ortağı ve benzeri olmamak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir
mahlûka, yaratılmışa hiçbir bakımdan benzememek), Kıyâm binefsihî
(varlığının kendinden olması, var olmak için hiçbir şeye muhtâc
olmaması). Bu altı sıfatın hiçbiri mahlûkların (yaratılmışların)
hiçbirinde yoktur. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi zâtı gibi ezelî
(başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan)dir. Yâni sonsuz olarak va
rdırlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
SILA:
Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.
Ümmetimden sıla isminde bir zât gelecek, onun şefâati ile grup grup
insanlar Cennet'e gireceklerdir. (Hadîs-i şerîf-Cem-ül-Cevâmi')
Beni iki dünyâ arasında sıla kılan Rabbime hamd olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıla-i Rahm:
Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik
yoluyla olan yakınları ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.
Allahü teâlâdan korkun ve akrabânızı ziyâret edin. Onlara yardım edin!
Çünkü sıla-i rahm sizin için dünyâda bereket, âhirette ise günahlara
mağfirettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nasîhin)
Sıla-i rahm, âilede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün
uzamasına sebeptir. (Hadîs-i şerîf-Evsat)
Üç sınıf kimseye, yarın kıyâmet gününde arşın altında yer verilir.
Birincisi sıla-i rahmi bırakmayan; ikincisi kocası mal bırakmadan vefât
edip de küçük çocukları olan ve bunları kimseye muhtaç etmemek için
koruyan kadın; üçüncüsü yetimleri doyurmak için yemek veren kimsedir.
(Enes bin Mâlik)
"Müslüman olan ve sıla-i rahmde bulunan bir kimseye, yetmiş nâfile hac
sevâbı verilir." (Süleymân bin Cezâ)
SIR:
1. Gizli, gizlenilen şey.
Kader, Allahü teâlânın mahlûku hakkında bir sırrıdır. Allahü teâlâ,
kader ile ilgili bilgiyi mahluklarından, yarattıklarından gizlemiş, onu
araştırmaktan kullarını menetmiştir. (Mengübers Müstensırî)
Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da başkasına söyler.
Mücevherâtı hazînedâra teslim et, ama sırrını kendine sakla. (Sa'dî
Şîrâzî)
Kimse senin sırrını senden daha iyi saklayamaz. (Sa'dî Şîrâzî)
Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin
sözünü kabûl etmek insanı küçük düşürür. (Muhammed bin Ka'b el-Kuraşî)
Sırrın senin esirindir. Onu ifşâ edersen (açıklarsan) sen onun esiri
olursun. (Hazret-i Ali)
İki kişinin bildiği şey sır olmaz. ( Abdülazîz Dehlevî)
2. Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş
mertebesinden biri. Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.
Âlem-i emrin birinci basamağı kalbdir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi
geçtikten sonra sırasıyla ruh, sır, hafî ve ahfâ mertebelerinde
ilerlenir. Âlem-i emrin bu beş latîfesini anlamak ve bunlar üzerinde
bilgi edinmek, ancak Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlerin
büyüklerine nasîb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
SIRÂT KÖPRÜSÜ:
Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin
bilinmeyen köprü. Buna, yalnız sırât da denir.
Herkesten önce ben ve benim ümmetim Sırat köprüsünden geçeriz. Sırat
üzerinden geçerken peygamberlerden başkası birşey söyliyemez. Onlar da;
"Yâ Rabbî! Ümmetlerimize (bize îmân edenlere) selâmet (kurtuluş) ihsân
eyle (ver) " derler. (Hadîs-i şerîf-Tezkire)
Büyük kurban alınız ve kesiniz! Çünkü kurbanlarınız, sırât üzerinde
sizin bineklerinizdir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde
kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacaktır. O gün bütün
peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet (kurtuluş) ver!" diye yalvaracaklardır.
Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet'e gideceklerdir.
Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bâzısı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi
geçecektir. Sırât köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda iken
İslâmiyet'e uyanlar, nefislerine hâkim olanlar, Sırât'ı kolay ve rahat
geçecektir. Nefislerine düşkün olanlar, Cehennemlik olanlar, Sırât'tan
geçemeyip, Cehennem'e düşeceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde
yetişmiş Sahâbe'nin yolunda olan mübârek insanlar), İslâmî bilgilerden
hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına,
kabirde Münker ve Nekir denilen iki mele ğin suâl soracaklarına, sırât
köprüsüne, kıyâmetteki terâziye hemen inandılar. Akıl ermediği için
olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere
uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini
anlattılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına,
aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. (Ahmed Fârûkî)
SIRÂT-I MÜSTEKÎM:
İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol.
Allahü teâlâ âyet-i kerimelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey âdemoğulları! Şeytana itâat etmeyin; o size apaçık bir düşmandır,
diye size öğüd vermedim mi? Bir de bana ibâdet edin; sırât-ı müstekîm
budur (diye emretmedim mi?) . (Yâsîn sûresi: 60,61)
(Ey Resûlüm!) Sen, hemen sana vahy edilen (indirilen) Kur'ân'a yapış
(Onunla amel et!) Şüphesiz ki sen, sırât-ı müstekîm üzerindesin. (Zuhrûf
sûresi: 43)
Hazret-i Âişe, Resûl-i ekrem efendimiz teheccüde (gece namazına)
kalktığı zaman şöyle duâ ederdi diyor: "Ey Mikâil, Cebrâil ve İsrâfil'in
Rabbi olan, gökleri ve yeri yaratan, gizli ve âşikâre her şeyi bilen
Allah'ım! Kullarının arasındaki ayrılıkları düzeltecek olan Hâkim (hüküm
sâhibi) sensin. Beni, hakka, hidâyet eyle. Çünkü sen, dilediğini sırât-ı
müstekîme hidâyet edersin." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Sâdıklar (doğru söyliyenler) ve hakîkate erenler (gerçeği bulanlar,
kurtuluşa erenler) sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstekîm; Ehl-i
sünnet vel-cemâatin, yâni Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde
yetişen Sahâbe-i kirâmın yoludur. (Muhammed Bâkî-billah)
SIYÂM:
Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar,
yemeyi, içmeyi ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)
SİCCÎN:
1. Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize
inanmayanların) ve günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap;
insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs amel defterleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin
kitâbı muhakkak ki Siccîn'dedir. Siccîn'in ne olduğunu sana hangi şey
bildirdi? (O) yazılmış (mühürlenmiş) bir kitabdır. (Mutaffifîn sûresi:
7-9)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen Kâtibîn, bir kişinin amel
defteri ile göğe çıkıp, Allahü teâlâya arz makâmına vardıklarında; "Siz
kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelinde ihlâs
olmadığından yâni Allah rızâsı için yapmadığından, defterini Siccîn'e
koyun" diye Allahü teâlâ vahy eder (bildirir). (Ebüssü'ûd Efendi)
2. Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
Mü'min öldükten sonra, kendisini rüyâda gösterebilir. Çünkü mü'minlerin
rûhu serbest kalır. Kâfirlerin rûhları ise, serbest kalmaz. Siccîn'de
haps olunur. (Selmân-ı Fârisî)
Bir insan eğer îmânsız gittiyse, üç yüz altmış Siccîn melekleri,
Cehennem'den, katrandan daha kara zakkum yaprağı getirip, o îmânsız
çıkan cânı (rûhu), ona sarıp, derhal Cehennem'e iletip yerini
gösterirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Rûhlar, Siccîn'de iken, cesed olunmaksızın da azâb çekerler. (İmâm-ı
Yâfiî)
3. Yerin altında veya Cehennem'in dibinde bulunan büyük bir taş.
SİDRET-ÜL-MÜNTEHÂ:
Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta
değişik rivâyetler vardır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Muhammed aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmı hakîkî sûreti ile) diğer
bir inişinde Sidret-ül-müntehâ'nın yanında gördü. (Necm sûresi: 13,14)
İbn-i Mes'ûd radıyallahü anh anlatıyor: "Resûl-i ekremin ayrılığı
yaklaştığı sırada vâlidemiz hazret-i Âişe'nin evinde ziyâretine gittik.
Resûl-i ekrem bize bakarak gözleri yaşardıktan sonra şöyle buyurdu: "Hoş
geldiniz. Allah sizi mübârek etsin, korusun ve size nusret (kurtuluş)
versin. Takvâyı (Allah'tan korkmayı) size tavsiye ederim ve sizi Allah'a
emânet ederim. Ben sizi O'ndan açıkça korkuturum. O'nun memleketinde ve
kulları arasında O'na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i me'vâya,
Sidre-i müntehâya ve cenâb-ı Allah'a yönelme vakti geldi. Size ve benden
sonra dînimize girenlere Allah'ın selâm ve rahmetini benden okuyun!"
(Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sehâvet (cömertlik), Allah'ın cömerdliğinden gelir. Cömerd olun ki,
Allahü teâlâ da size cömerdlik etsin. İyi biliniz ki, cenâb-ı Hak
cömerdliği bir insan sûretinde yarattı. Başını, Tûbâ ağacının gövdesine
yerleştirdi. Dallarını da, Sidret-ül-müntehânın dallarına bağladı. Sonra
bir kısım dallarını da dünyâya sarkıttı. Bu dallardan birine yapışanı, o
dal çeker Cennet'e götürür. Dikkat edin, cömerdlik îmândandır. Îmân ise
Cennet'tedir... (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûlullah efendimiz, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen
âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden
Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti.
Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şek linde
gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem, Cennet'te bulunduğu makâmın
ismi Vesîle'dir. Burası, Cennet'in en yüksek derecesidir. Cennet'teki
herkese birer dalı yetişecek olan Sidret-ül-müntehâ ağacının kökü
oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dall ardan gelecektir.
(Nişâncızâde)
Saîd, Cennetlik kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir.
Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. Birçok kat
semâyı geçtikten sonra, Sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Orada bu
kimdir diye sorarlar, Cebrâil aleyhisselâm, ya nımdaki bu kimse filandır
diyerek, o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Burada
bulunan melekler; "Hoş ve safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın
rızâsı için yapan zâta merhabâ" der. (İmâm-ı Gazâlî)
SİHR (Sihir):
Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli
sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü. (Bkz.
Büyü)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Mûsâ aleyhisselâma inanan sihirbâzlar Fir'avn'a) "Bize zorla
yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret buyurması için Rabbimize îmân
ettik" dediler. (Şuarâ sûresi: 50)
Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir
yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme
inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle
kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır. (İmâm-ı Nevevî)
Sihir insanları hasta eder, sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede
ve rûha te'sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te'sir eder.
Sihrin te'siri kat'î değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ
isterse te'sirini yaratır. İstemez se, hiç te'sir ettirmez. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bir sâhir (büyücü) sihir ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak
te'sir eder demek ve böyle inanmak küfrdür, îmânı giderir. (S.
Abdülhakîm-i Arvâsî)
SİLİS-ÜL-BEVL:
Devamlı idrar kaçırmak. İdrârını tutamamak. (Bkz. Özr)
Silis-ül-bevl sâhibinin özrü tam bir namaz vaktini kaplarsa yâni bir
namaz vaktinin başından sonuna kadar zaman içinde abdest alıp farz
namazı kılacak kadar bir vakit özrü durmayıp akarsa, o kimse özür
sâhibidir. Her namaz vaktinde yeniden abdest alı p, namaz kılar ve diğer
ibâdetlerini yapar. Silis-ül-bevl sâhibi, özrünü tutma imkânı bulursa,
özür sâhibi olmaktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)
Silis-ül-bevlin ilâcı, bir kaba bir fincan nohut ve iki fincan sirke
konur. Üç gün sonra, her gün üç kere üçer nohut yenir ve birer çay
kaşığı sirke içilir. Yâhut bir kaşık üzerlik tohumu ve zencefil ve
tarçın ve karabiber, ince toz edilip karıştırıl ır. Sabah aç karna ve
yatarken bir çay kaşığı toz, su ile yutulur. (İmâm-ı Süyûtî)
SİLSİLE-İ ALİYYE:
Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve
feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi
ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed,
Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî,
Yûsuf-i Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Ârif-i Rivegerî, Mahmûd-i
İncirfagnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Bâbâ Semmâsî, Seyyid Emîr Külâl,
Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn-i Attâr, Yâ'kûb-i Çerhî, Ubeydullah-ı
Ahrâr, Kâdı Muhammed Zâhîd, Derviş Muhammed, Hâcegî İmkenegî, Muhammed
Bâkî-Billâh, İmâm-ı Ahmed Rabbânî, Mâ'sûm-i Fârûkî, Seyfeddîn-i Fârûkî,
Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Abdullah-ı Dehlevî,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Şemdînî, Se yyid Tâhây-ı Hakkârî,
Seyyid Muhammed Sâlih, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm.
Hâcetlere (dilek ve isteklere) kavuşmak için, Fâtiha, üç ihlâs ve üç
salevât ve sonra silsile-i aliyyeyi okuyup, sevâbını bu mübârek zâtların
rûhlarına hediye etmeli, bunları vesîle yaparak duâ etmelidir.
(Abdullah-ı Dehlevî) Duâ edeceğin zaman Silsile-i aliyyeyi oku hemen
Sâlihleri söyleyince yağar rahmet-i ilâhî Selâm olsun, duâ olsun, bu
garîbden dâimâ Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Rabbî!
(M. Sıddîk Gümüş)
SİLSİLET-ÜZ-ZEHEB:
Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz
ve ilim alarak gelen büyük âlimler silsilesi. (Bkz. Silsile-i Aliyye)
Silsilet-üz-zehebe dâhil olan büyük âlimlerden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr
buyurdu ki: "İnsanın yaratılışından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun
özü ise; her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
SİMÂ' (Semâ'):
Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine
uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren
şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.
Simâ' kalbe rikkat (incelik) verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli müslümana
Allahü teâlâ merhamet eder. Simâ' için âlimler arasında ihtilâf vardır.
Câiz değil diyenler de oldu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Simâ', evliyânın kalbindeki kabz (sıkıntı) hâlini bast (rahatlık) hâline
çevirmek içindir. Gâfillerin (Allahü teâlâyı unutmuş olanların) simâ'
dinlemeleri fıska (günaha) yol açar. (Abdullah-ı Dehlevî)
Yüksek sesle zikr yapabilmek için kalbinde yalan ve gıybet bulunmamak,
boğazından harâm ve şüpheli şey geçmemiş olmak, gönlü riyâdan
(gösterişten), süm'adan (şöhretten) pâk (temiz, uzak) olmak lâzımdır.
İşte simâ' böyle kimselere faydalı olur. (Mahmûd İncirfagnevî)
Ey oğlum! İlim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını
oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma.
Şöhrette âfet vardır. Çok simâ' eyleme. Simâ'ı inkâr etme ki, büyüklerin
çoğu simâ' yapmışlardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Kur'ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm
olan, nağme yapmak yâni sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki; harfler
değişmekte, mânâ bozulmaktadır. Bunları nağme yapmadan ve Allah rızâsı
için okumak şartı ile güzel sesle okumak câizdir. Fakat dinlerini
kayırmayanlar bu şartları gözetmiyeceklerinden simâ'a müsâade etmemek bu
fakîre daha uygun geliyor. (Ahmed Fârûkî)
SİNN-İ BÜLÛĞ:
Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
Sinn-i bülûğun başlangıcı, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları
doldurmaktır. Müntehâsı (sonu), ikisinin de on beş yaştır. On beş yaşını
tamamlayınca bâliğ sayılırlar. On iki ve dokuz yaşlarını doldurup da,
bâliğ olmamış çocuğa mürâhık denir. ( İbrâhim Halebî)
Müslüman ana-babanın çocuğu sinn-i bülûğa erip, âkıl ve bâliğ olduğu
zaman, yalnız "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" demekle müslüman
olmaz. Îmânı bilmesi, anlatması da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek,
inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca s öylemek demektir. Yâni
Âmentü'yü okumak, mânâsını da bilmek ve anlamak lâzımdır. ( İbn-i
Âbidîn)
Yedi ve on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya
sinn-i bülûğa varan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların;
başları, saçları, kolları, bacakları açık olarak yabancı erkeklere
görünmeleri ve erkeklere şarkı söylemeler i, yumuşak ve cilveli
konuşmaları haram olur. (Hâdimî)
Sİ'R:
Fiyat, mala biçilen değer. (Bkz. Narh ve Kâr Haddi)
SÎRET:
Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
İki haslet var ki, bunlar münâfıkta (içi dışı başka olanda) bulunmaz;
güzel sîret ve ahlâk ile din ilmi. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İnsan sîretle insandır, sûretle (görünüşle) değil. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Sîret-i Nebevî:
Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.
Sîret-i Nebevî'yi bütün müslümanların öğrenmesi ve o şekilde yaşaması
lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan
kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur.
(Hâdimî)
SİRKAT:
Hırsızlık.
Herkesin elindeki mal kendi mülküdür. Sirkat, gasb, zulüm, rüşvet, fâiz,
haraç ve hıyânet yollarından biriyle ele geçtiği açıkça bilinen mal,
mülk olmaz. Bu malı satın almak, yemek, içmek câiz değildir. (İmâm-ı
Gazâlî, A. Nablüsî)
Başkasının az veya çok malına sirkat haramdır. (Alâüddîn Haskefî)
SİYER:
Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel
ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış
kitab.
İslâm târihinde ilk yazılan siyer kitabı Muhammed bin İshâk Yesâr'ın
yazdığıdır. Türk edebiyâtında ilk yazılan siyer ise Erzurumlu Mustafa
Darîr'in eseridir ve Mısır'da yazılmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
SÔFÎ (Sûfî):
Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya
(Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü
teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî
derviş.
Sûfînin kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Sôfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır.
(Şems-i Tebrîzî) Sôfî, safâ üzere saf elbise giyendir. Resûlullah
yolunda, izinde yürüyendir. Arzularını yenen, cefâyı zevk edinen Dünyâ
lezzetlerini gerilere itendir.
(Ebû Ali Rodbârî)
Sôfiyye-i Aliyye:
Tasavvuf büyükleri.
Sôfiyye-i aliyyenin tasavvufa âit sözleri, mübârek kalblerine ve temiz
ruhlarına akıp gelmekle anladıkları mârifetler (bilgiler)dir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Ahkâm-ı şer'iyye (İslâmiyet'in hükümleri) ile tam bezenmek, ibâdetleri
yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık, nefsin fânî olmasına
bağlıdır. Bu da sôfiyye-i aliyyenin hizmetine ve onların muhabbetine
bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SÔFİSTÂİYYE:
Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk
bir fırka, topluluk.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş
vehm ve hayâl olduğunu iddiâ ederler. Bunlara inâdiyye denir. Bir kısmı
eşyânın subûtunu (varlığını) inkâr eder. Eşyânın hakîkatinin îtikâda
(inanma şekline) bağlı olduğunu söylerle r. Meselâ; cevher olduğu îtikâd
edilirse, cevher; a'raz olduğu îtikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı
olmayan) veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna îtikâd edilirse, hâdis
veya kadîmdir derler. Bunlara İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve
yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara lâ edriyye denir.
(Teftâzânî)
SOHBET:
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında
yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber
efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
Kişinin kendinden üstün olanla berâber olmasının hakîkati, o zâta
hizmettir. Aşağısında olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir
noksanı gördüğünde onu îkâz edip, kusurundan haberdâr etmektir. Aynı
seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerini n hakîkati,
başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını
görmezlikten gelmektir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun,
yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır.
(Ahmed bin Ebü'l-Havârî)
Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmân kazandırır.
(Sıbgatullah Arvâsî)
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın daha ilk sohbetinde öyle şeyler
kazanmışlardır ki, ümmet arasındaki velîlerin, bunlara en sonda
kavuştukları bilinmektedir. Bunun içindir ki, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı
görenlerin) en üstünü olan Veysel Karânî, hazret-i Ha mzâ'nın kâtili
olan Vahşî'nin, Resûlullah'ın bir kerecik sohbetinde bulunmakla
yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti bütün
fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü bütün üstünlüklerin ve
kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse,
onlardaki feyz ve bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar
kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez. (Ebû Ali Sakafî)
İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu, düşmanını ayırmayan ve sohbet
ehlinden uzak yaşayandır. (Muhammed bin Gâlib)
Nâkıs olanların yâni tasavvufta yetişmemiş olanların sohbeti öldürücü
zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî) Erenlerin sohbeti, ele giresi değil Sohbete
kavuşanlar, mahrum kalası değil Sohbet, kalbi eder pâk ona imrenir eflâk
Âdemi ârif eden tâc u hırkası değil.
(M. Sıddîk Gümüş)
SON PEYGAMBER:
Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm.
(Bkz. Hâtem-ül-Enbiyâ)
SOSYAL ADÂLET:
Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının
karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi. (Bkz. Adâlet)
Sosyal adâlet, millî gelirin en uygun şekilde taksîmini sağlar.
İstismârı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermâyenin çok küçük ve
belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde
hayât hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşm anlık bulunmayan bir
topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hâl ve
istikbâl (şimdiki durumu ve geleceği) bakımından kendilerini emniyette
hissederler. (Abdülhakîm Arvâsî)
SÛ'-İ EDEB:
Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini
bilmemek.
Namaz ta'dîl-i erkânına uymadan yâni rükû ve secdeleri tam yapmadan
kılınırsa, Allahü teâlâya münâcâtta (yalvarmada) sû'-i edeb edilmiş
olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
SÛ'-İ EF'ÂL:
Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî,
Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
(Beykozlu Muhammed bin Recep Efendi)
SÛ'-İ FEHM:
Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası,
âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
(Diyarbakırlı Saîd Paşa)
SÛ'-İ HÂL:
Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya,
mâni sû'i hâl.
(Diyarbakırlı Sâid Paşa)
(Bir kimseyi aşağılamak için zahmet çekerek meşgûl olma. Çünkü, arkadaş
kazanmaya kötü hâl mâni olur.)
SÛ'-İ HÂTİME:
Îmânsız ölmek, kötü son.
Sû'-i hâtimenin birçok sebebleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Bu
sebeblerden ikisi şöyledir: Birincisi; bâtıl bir bid'ate (Rüsûlullah ve
Eshâb-ı kirâm zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkıp, ibâdet
olarak yapılan şeylere) îtikâd etmek (inanm ak) ve ömrünü bu îtikâd üzre
geçirmek. İkincisi; îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok, Allahü
teâlânın sevgisinin az olması. Dünyâ sevgisi gâlib olunca tehlike
başlamış demektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki, sû'-i hâtime ile
gitmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın
emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek.
(Senâullah-ı Pânî Pûtî)
Sû'-i hâtimenin sebeblerinden ikisi de şudur: 1) Îmânı kuvvetli olsa
bile, çok günâh işlemek. 2) Günâhlar az olsa bile îmân zayıflığı. (Yûsuf
Sinânüddîn)
Müslüman olmak nîmetine şükrü terk etmek, îmânının gitmesinden
korkmamak, mü'minlere zulmetmek, haksızlık etmek; sû'-i hâtime ile
gitmeye sebeb olur. (Ebü'l-Kâsım Hâkim)
SÛ'-İ NİYYET:
Kötü niyet.
SÛ'-İ ZAN:
Kötü zan.
Sû'-i zan etmeyiniz. Sû'-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur.
İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz,
münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz,
birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın
kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Müslümanlara sû'-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay
etmemeli, doğru söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû'-i zannı terk eyle. Zîrâ
sû'-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun
tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ
el-Celâ)
SUHUF:
1.Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar.
Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört
kitaptan ilk yüz tânesi.
Yüz suhûftan, on suhûfu hazret-i Âdem'e, elli suhûfu Şit aleyhisselâma,
otuz suhufu İdrîs aleyhisselâma, on suhûfu İbrâhim aleyhisselâma
inmiştir. Bunların hepsini Cebrâil aleyhisselâm indirmiştir. (Muhammed
bin Kutbüddîn)
2. Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve
kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek olan
defter. (Bkz. Amel Defteri)
Suhuflar getirilip açıldığında, gökyüzü yerinden koparıldığında her kişi
(hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar. (Et-Tekvîr sûresi:
10-14)
SULBİYYE:
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.
Sa'd bin Rebî'in hanımı, iki kızını yanına alarak Peygamber efendimizin
huzûruna geldi: "Yâ Resûlallah! Bunlar Sa'd'ın sulbiyyesidir. Sa'd
seninle katıldığı Uhud muhârebesinde şehîd düştü. Bu kızların amcası,
Sa'd'ın bıraktığı malın hepsini aldı" ded i. Resûlullah efendimiz
sustular. Nihâyet mîrâsa âit âyet-i kerîme indirildi. Bunun üzerine
Resûlullah efendimiz Sa'd bin Rebî'in erkek kardeşini çağırttı ve;
"Sa'd'ın malının üçte ikisini onun sulbiyyesine ver. Zevcesine de
sekizde birini ver. Sen de kalanını al" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i
İbn-i Mâce)
SULEHÂ:
Sâlihler, günâh işlememeye gayret edenler. (Bkz. Sâlih)
...Benim velîm ancak Allahü teâlâdır ve sulehâ olan mü'minlerdir.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İyi huylu olmak, iyi huyunu korumak için sulehâ ile, güzel huylularla
arkadaşlık etmelidir. İnsanın huyu, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk
hastalık gibi sârîdir (bulaşıcıdır). Kötü huylu ile arkadaşlık
etmemelidir. Hadîs-i şerîfte; "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur"
buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kıyâmet gününde Arş-ür-rahmân altında, enbiyâ (peygamberler), evliyâ ve
sulehâ ile birlikte gölgelenmek, mü'min için bir bayramdır. (Muhammed
bin Kutbüddîn İznikî)
Ölüm hastasının yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta istemese
de yanına sulehâ girip Yâsîn-i şerîf okumalıdır. (Seyyid Abdülhakîm
Efendi)
SULH:
Barış.
Harb zamânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir hizmeti,
sulh zamânındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile sulh yapmak câiz olur.
(İbn-i Âbidîn)
SULTÂN-ÜL-ULEMÂ:
İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi
birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri
sebebiyle verilen lakab (isim).
Bir kimse, bir günâh işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn-i
Veled'in huzûruna çıksa, Allahü teâlânın izni ile gelenin bu durumu ona
mâlûm olur; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb
ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri b ırakın, güzelce tövbe ederek göz
yaşları akıtın ki, günâh kirleri temizlensin. Evliyânın huzûruna,
günahlarınıza tövbe ve istiğfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine
Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle ve sevgi ile bakın ki, onların
feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz." buyururdu. (Molla Câmi,
Ahmed Eflâkî)
SÛR:
Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil
aleyhisselâmın üfleyeceği, nasıl olduğu bilinmiyen boru.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp
silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır.
(Hâkka sûresi: 13-16)
Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese
bütün beşeriyyet (yaratılmışlar) tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hâzır
olurlar. (Zümer sûresi: 62)
Meleklerin en üstünlerinden ikincisi, sûr denilen boruyu üfürecek olan
İsrâfil aleyhisselâmdır. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri
ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd
buyurduğu (dilediği) vakit; dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar.
Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyah olur.
Dağlar, toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili
incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen
döner gibi deverânla şiddetli bir şekilde hareket eder. Yerde ve gökte
diri kimse kalmaz. Bütün canlılar ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz.
Bütün bunlardan sonra, aradan kırk sene gibi bir zaman geçer. Allahü
teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. O da sûru üfürür. Bu ikinci sûr
ile, her bir rûh kendi cesetlerine girerler. Dağlarda ölmüş olan, vahşî
hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rû hları kendi
cesetlerini bulur. İnsanlar, kabirlerinden kalktıkları vakit, yerleri
dümdüz olmuş bir kâğıt sahifesi gibi görür... (İmâm-ı Gazâlî)
SÛRE:
Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri.
Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin
birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi
sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az
olan sûrelere mesânî (orta), kısa sûrelere de mufassal (yâni fasıllara
ayrılmış) denilmiştir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer
bir sûre söyleyiniz. Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım
isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Bekara sûresi: 23)
Kim yatacağı zaman Kur'ân-ı kerîmden herhangi bir sûre okursa, Allahü
teâlâ ona; uyanıncaya kadar her şeyden kendisini koruyacak bir melek
gönderir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk
iki rek'atinde, ayakta,Kur'ân-ı kerîmden bir âyet okumak, farzdır. Kısa
sûre okumak daha sevaptır. (İbn-i Âbidîn)
SÛRET:
1. Tasvir, resim.
(Büyük olan ve hürmet mevkiinde bulunan) canlı sûreti ile köpek ve cünüp
kimsenin bulunduğu eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Üzerinde sûret bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekrûh olup,
harama yakın günahtır. Cansız sûreti bulunursa mekrûh olmaz. ( İbn-i
Âbidîn)
Üzerinde sûret bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ
böyle şeyler mühândırlar (aşağı, hordurlar), muhakkardırlar (hakir,
kıymetsizdirler), muhterem değildirler. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve
gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan
sûretleri, heykelleri haram etmiş, canlıların anatomik parçalarının ve
bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, a stronomi, inşaat sûretlerini
helâl etmiş, serbest bırakmıştır. İlimde teknikte lâzım olan sûretlerin
yapılmasını, bunlardan faydalanmayı emretmiştir. İslâm dîni her şeyde
olduğu gibi, sûretleri de faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayırmış,
faydalı olanlarını emir, zararlı olanlarını yasak etmiştir. O hâlde
inanmıyanların, müslümanlar sûrete günâh der, bu ise gericiliktir demesi
körü körüne bir iddiâ ve iftirâdır. (Mustafa Sabri Efendi)
Ölüm hastasında ölüm alâmetleri görülünce, yanında çocuk, cünüp, özürlü
kadın bulundurulmamalı, odada ve evde (asılı) canlı sûret bulunmamasına
çok dikkat etmelidir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Kopya, nüsha.
Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan
herşeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. (Ahmed Fârûkî)
3. Dıştan görünen şekil, dış görünüş.
Allahü teâlâ sizin amellerinize, sûretlerinize bakmaz. Ancak
niyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Zâhidâ! Sûret gözetme, içeri gelen cânâ bak. (Ahmed Kuddûsî)
SURRE:
Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde
Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak
bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini
sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere
gönderdikleri para ve değerli eşyâlara verilen ad. Bu hediyeleri götüren
topluluğa da surre alayı denirdi.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye surre gönderme âdetini ilk
olarak beşinci Osmanlı pâdişâhı Sultan Birinci Mehmed Han çıkarmıştır.
(M. Sıddîk Gümüş)
Her sene surre alayı ile gönderilen paralar, Haremeyn'in idâresinde sarf
edilirdi. Mekke emîri bu paradan aşîret reislerine de hediye ederdi.
Aşîretler, Osmanlı Devleti'nin bu yardımından memnun olur, devlete karşı
minnettar kalırlardı. Surrede paral ar dışında gönderilen ve pek nâdir
bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa âvizeler, şamdânlar ve
paha biçilmez el yazması mushaf-ı şerîf (Kur'ân-ı kerîm)ler, levhalar,
örtüler, gümüş perde halkaları, elbiseler, Mekke emîrine mahsûs sırmalı
kaf tan, mücevherli kılıç ve daha pekçok kıymetli hediyeler ise, Mekke
ve Medîne'deki mübârek makamlara, seyyidlere, şeriflere ve fakirlere
hediye edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
SÜÂL:
Soru.
Kıyâmet günü, kulun amelinden ilk süâl namazdandır. Namaz süâlinden
kurtulursa, kurtulmuştur. Kurtulmazsa; zarar ve ziyânda, büyük
tehlikededir... (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Kabirde süâl meleklerine şöyle cevap verilir. Rabbim Allahü teâlâ,
Peygamberim hazret-i Muhammed, dînim dîn-i İslâm, kitâbım Kur'ân-ı
kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâat,
amelde mezhebim İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhe bidir. (Seyyid Abdülhakîm)
SÜBHA NAMAZI:
Abdest aldıktan sonra Allah rızâsı için kılınan iki rek'at namaz.
Eğer bir kulum abdestsiz olursa bana cefâ etmiş olur. Abdest alınca iki
rek'at namaz (sübha namazı) kılmazsa bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp
duâ etmezse bana cefâ etmiş olur. Duâsını kabûl etmezsem ona cefâ etmiş
olurum. Ben cefâ etmem, ben cefâ etmem, ben cefâ etmem. (Hadîs-i
kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, sübha namazı ile ilgili
olarak şöyle buyurdu: Bir müslüman, güzelce abdest alır, kalkar kalbi ve
bedeni ile yönelerek iki rek'at namaz kılarsa, Cennet ona vâcib olur.
(Halebî)
Abdestin edeblerinden birisi, abdest aldıktan sonra iki rek'at sübha
namazı kılmaktır. (İbrâhim Halebî)
"SÜBHÂNE RABBİKE" ÂYET-İ KERÎMESİ:
Kur'ân-ı kerîm okuduktan, duâ ettikten, ders ve va'zlardan sonra
okunmasının çok sevâb olduğu bildirilen "Bütün insanların üstünde,
akılların ermediği, kemâllerin, üstünlüklerin sâhibi olan senin gibi bir
peygamberi yaratan, yetiştiren Rabbin her aybdan münezzehtir, temizdir"
mânâsına Sâffât sûresinin yüz sekseninci âyet-i kerîmesi.
Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol sevâb kazanmak isteyen kimse, bir
meclisten kalkınca, Sübhâne Rabbike âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Hibban)
Kıyâmet günü bol sevâba kavuşmak istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne
Rabbike âyetini sonuna kadar okusun. (Hazret-i Ali)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu âyet-i kerîmeyi okurken ve
ümmetine tavsiye buyururken, Kur'ân-ı kerîmdeki şeklini değiştirmemiş,
hep Sübhâne Rabbike demiştir. Sübhâne Rabbinâ dediği hiç işitilmemiştir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
SÜBHÂNE RABBİYEL A'LÂ:
"Yüce olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına secdede söylenen
tesbih.
Secdede en az üç kerre sübhâne rabbiyel a'lâ denir. (İbrâhim Halebî)
SÜBHÂNE RABBİYEL-AZÎM:
"Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen
tesbih.
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne kor, sırtını ve
başını düz tutar. Rükû'da en az üç kerre sübhâne rabbiyel-azîm der.
(İbrâhim Halebî)
Rükû' tesbihi olan Sübhâne rabbiyel-azîm'de Zı ile Azîm denir ki,
"Rabbim büyüktür" demektir. Eğer ince ze ile (azim) denilirse, "Rabbim
benim düşmanımdır" demek olur ve namaz bozulur. (İbn-i Âbidîn)
SÜBHÂNEKE:
Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının
sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.
Sübhâneke duâsının mânâsı şöyledir: "Ey Allah'ım! Seni noksanlıklardan
tenzîh eder; bütün kemâl sıfatlarıyla tavsîf ederim. Sana hamd ederim.
Senin ismin yücedir. (Ve senin şânın her şeyin üstündedir.) Senden başka
ilâh yoktur.
Cemâatle namaz kılan kimse, imâm Allahü ekber diye tekbir aldıktan
sonra, tekbir alır, sağ elini sol eli üzerine kor, sağ elin küçük ve baş
parmaklarını, sol bilek etrâfına halka yapar, sübhânekeyi okur, başka
bir şey okumaz. Yalnız kılarken sübhânek eyi okuduktan sonra Eûzü (Eûzü
billâhimineşşeytânirracîm) ve Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumak
sünnettir. Cemâate geç gelen, imâm yavaş okuyorsa, sübhâneke okur ve
imâm selâm verdikten sonra kalkınca, tekrar okur. (İbrâhim Halebî)
SÜBHÂNELLAH:
Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak
tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.
Her namazın akabinde, peşinden otuz üç defâ Sübhânellah, otuz üç defâ
elhamdülillah, otuz üç defâ Allahü ekber demek sûretiyle "Lâ ilâhe
illallahü vahdehû lâ şerîkeleh lehülmülkü ve lehülhamdü yuhyî ve yümîtü
ve hüve alâ külli şey'in kadîr" demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin
günâhları deniz köpüğü kadar olsa da affolunacaktır. (Hadîs-i
şerîf-Halebî)
İki kelime vardır: Söylemesi çok kolaydır. Terâzide çok ağır gelirler.
Allahü teâlâ bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânellahi ve bihamdihî
sübhânellahil azîm. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sübhânellah demek, tövbenin anahtarıdır hattâ özüdür. Bunun için
sübhânellah demek günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına
sebeb olur. Bundan dolayı terâzide çok ağır gelir, hasenât, iyilik
kefesini doldurur. Allahü teâlâya sevgili olur. Sübhânellah diyen ve
hamd eden müslüman, Hak teâlâyı O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırınca
ve kemâl ve cemâl sıfatlarının ancak O'nda olduğunu bildirince, kerîm ve
ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın da, o kulu uygunsuz şeylerden
uzaklaştırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur. (İmâm-ı
Rabbânî)
SÜCÛD:
Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere
koyma. (Bkz. Secde)
SÜDÜS:
Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda
bir hisse (pay).
Südüs hisseyi yedi kimse alır. Ölenin babası, anası, sahîh dede ve
nineler, oğlunun kızları, babadan kız kardeş, anadan kardeş. (M.
Mevkûfâtî)
SÜFTECE:
Tahrîmen mekrûh olan bir havâle şekli. Yolcuya borç verip, gittiğin
yerde, falancaya ödeyeceksin demek.
Süftece yoluyla borc vermek tahrîmen mekrûhtur. Çünkü emânet olarak
vermeyip süftece yolunu tercih etmenin sebebi, paranın yolda kaybolması,
çalınması veya elinden alınması gibi tehlikelere karşı, alanın
mes'ûliyetini sağlamak ve parasını emniyete al maktır. Çünkü emânet
olarak verseydi, onun adına zâyi olacaktı. Borç olarak vermesiyle bunu
alan nâmına olmasını sağlamış ve böylece verdiği borçtan menfaat te'min
etme cihetine gitmiş olmaktadır. Bu ise mekrûhtur. Ödünç veren mektub
yazıp, ödünç verdiği yolcunun gideceği yerdeki arkadaşını o yolcuya
havâle etmektedir. İşte, ödünç verme esnâsında süftece denilen borç
şekli şart koşularak borç verilirse, bu haramdır. Şartla alınan borç
fâsiddir. Süftece şartı taşımadan, yolcuya ödünç vermek câizdir.
(Mergînânî, İbn-i Âbidîn)
SÜHREVERDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî
hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i cehri (Allahü teâlânın adını sesli anmak) hazret-i Ali'den on iki
imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali
Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli
halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulun an meşhûr mürşîdlerin
adı verilerek kollara ayrılmıştır. Ebû Ali Rodbârî yolundan Kübreviyye,
Edhemiyye, Çeştiyye, Bedeviyye ve Sühreverdiyye hâsıl olmuştur.
(Abdullah-i Dehlevî)
Sühreverdiyye yolunun kurucusu Şihâbüddîn-i Sühreverdî, oğluna şöyle
buyurdu: "Ey oğul! Bu fânî dünyânın zînetine, süsüne, aldanıp
gurûrlanma. Bir kimse dünyâya meyl ederse, helâk olur. Âhiret
yolculuğuna hazır ol. Fırsat elinde iken Allahü teâlâdan başkasına gönül
bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez." (Hüseyin Vassâf
Halvetî)
SÜKNÂ:
Oturulacak yer, ev.
Nafaka, İslâmiyet'te, taâm (yiyecek, içecek şeyler), kisve (elbise, yâni
giyecek şeyler) ve süknâ demektir. Zevcin (kocanın) zevcesine (hanımına)
yapacağı bu masraflar şehrin âdetine, piyasaya ve akrabâ ve arkadaşlara
göre ayarlanır. Zamâna ve hâle g öre değişir. Her memlekette başkadır.
(İbn-i Âbidîn)
SÜKÛT:
Susmak.
Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâdan kurtarmasıdır. İyilik
olarak insana bu yeter. Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı
şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir. (Ebû Bekr bin Iyâş)
Konuşmak hoşuna giderse sükût et. Sükût hoşuna gidince konuş. (Bişr-i
Hâfî)
SÜLEYMÂN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhisselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm)
ne güzel kuldur. Hakîkaten o, (bütün vakitlerini zikr, tesbîh ve tövbe
ile) Allahü teâlâya dönen bir kuldur. (Sâd sûresi: 30)
Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dâir) ilim
verdik. Onlar da; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, (nübüvvet, kitap ve
sâir ilimler ve hikmetle) bizi (kendilerine bu hasletler verilmeyen)
mü'minlerin çoğu üzerine üstün kıldı" dediler. (Neml sûresi: 15)
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi
mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi Zülkarneyn ile Süleymân
aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi.
Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik
olacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmet-il-Mehdî)
Süleymân'a (aleyhisselâm) verilen (o kadar) geniş mülk, onda huşûdan
(Allah korkusu) başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı
gözünü semâya bile kaldıramıyordu. (Hadîs-i şerîf-Arâis-ül-Mecâlis)
Süleymân aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Gazze'de doğdu.
Babası vefât edince 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra peygamber
oldu. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etti, bildirdi.
Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i A ksâ'yı yedi yılda pek
san'atlı ve gösterişli olarak inşâ ettirdi. Saraylar inşâ ettirip
kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe
körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Ticâret gemileri
yaptı. Kızıldeniz ile Umman denizinde ticâret yaptırdı. Diğer
hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe'
sultanı (melikesi) Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve
havadaki hayvanlara hükm eder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine
verilmişti. Kudret ve ihtişâm sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle
hüküm sürdü ve Kudüs'te vefât etti. (İbn'ül-Esîr, Molla Miskîn,
Nişancızâde)
SÜLÛK:
Tasavvuf yoluna girmek.
Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe
(nefsi kontrol) ve râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne
kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı çıkamaz. İslâmiyet'e
uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâ lık) dereceleri yıkılır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya
yakınlık hâsıl eder. Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan
elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin
bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdı r. Farzların kurb hâsıl etmesi
için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ
hâsıl olur, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden
silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi
kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar.
Böyle insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu
için, vesîleye, vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib
ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım
değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk l âzımdır. Sülûk; tövbe
ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka
belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır.
Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Sülûk Yolu:
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri. (Bkz.
Vilâyet Yolu)
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir. Biri nübüvvet
yolu olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber
efendimizin mübârek arkadaşlarının) hepsi, bu yoldan vâsıl oldular.
Sonra gelenlerden pek az zât da, bu yoldan ermişt ir. Bu yolda sebebe,
vâsıtaya lüzûm yoktur. Sâlik (tasavvuf yoluna giren), kâmil (yetişmiş)
bir zâtın sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerler.
İkinci yol, vilâyet yoludur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve diğer
bütün evliyâ bu yoldan kavuşmuştur. Bu yola sülûk yolu da denir. Bu
yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi
Resûlullah'tır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Ali'dir.
Bu yolda, Resûlullah onu vekîl etmiştir. Hazret-i Fâtıma ve Hasen ile
Hüseyn onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet,
hazret-i Ali'nin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasen ve
Hüseyn bu vazîfeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile On iki imâma
verildi. On iki imâmın sonuncusu o lan Muhammed Mehdî'den sonra
başkasına verilmedi. Bütün evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye
devâm etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu makam ona verildi.
Vefâtından sonra da kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun
rûhâniyetinden gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
SÜLÜS:
Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse
(pay).
Kur'ân-ı kerîmde eshâb-ı ferâizden yâni hisseleri takdîr edilenlerden
(bildirilenlerden) sülüs hisseyi iki kimse alır. 1) Ana; meyyitin
(ölenin) çocuğu, oğlunun çocuğu veya her türlü (ana-baba bir, baba bir
veya ana bir) kardeşten birden fazla yok is e, ana sülüs hisse (pay)
alır. 2) Anadan kardeşler birden fazla oldukları zaman sülüs alıp
aralarında paylaşırlar, erkeği ve kadını hep aynı miktârda alır.
(M.Mevkûfâtî)
SÜLÜSÂN:
Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse
(pay).
Hissesi nısıf (yarım) olanlardan zevcden (kocadan) başka olan birden
fazla olunca, sülüsânı alıp, aralarında eşit olarak pay ederler. (M.
Mevkûfâtî)
SÜMÜN:
Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse
(pay).
Ölüden kalan mîrasın sümün hissesini alacak olan yalnız bir kimsedir. O
da Zevce (hanımı) olup, çocuğu veya oğlunun çocuğu bulunduğu zaman sümün
hisse alır. (M. Mevkûfâtî)
SÜNEN:
1. Sünnetler. (Bkz. Sünnet)
2. Hüküm bildiren hadîs-i şerîfleri toplayan hadîs kitablarına verilen
isim.
Sünen kelimesi yalnız olarak söylenince, dört âlimin kitablarından biri
anlaşılır. Bunlar; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce'dir.
Bunlardan başkasının "Sünen" kitabı söylenirken, yazarının da adı
birlikte söylenir; Sünen-i Dâre Kutnî, Sünen-i K ebîr-i Beyhekî gibi.
(Taşköprüzâde)
SÜNNET:
Yol, kânun, âdet.
1. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni
olmadığı şeyler.
Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır.
(Hadîs-i şerîf-Hadîka)
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak,
nazmaza (ağıza su alma) , iştinşak (buruna su çekme) , tırnak kesmek,
ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları
temizlemek, su ile istincâ (önden ve arkadan necâset, pislik çıkan
yerleri temizlemek) . (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Hakâyık)
2. Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i
şerîfler.
Edille-i şer'iyye, din bilgilerinin elde edildiği kaynaklar dörttür:
Kitab (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ-ı ümmet (bir asırda bulunan,
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen müctehid denilen
derin âlimlerin, dînî bir işin hükmünde bir leşmeleri, aynı sözü
söylemeleri veya aynı işi yapmaları), ve kıyâs-ı fukahâ (hükmü, mânâsı
nasstan yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîften açıkça anlaşılamayan bir
şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye benzeyen başka bir şeyin
hükmünden anlamak)dır. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet, Kur'ân-ı kerîmi tefsir etmekte, açıklamaktadır. Mezheb imâmları
(Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî), sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri
de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışlardır. Kıyâmete kadar da
böyle olacaktır. Sünnet olmasaydı; sul ar ve tahâret (temizlik)
bahislerini, namazların kaç rek'at olduklarını, rükû ve secdede okunacak
tesbihleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, orucun,
haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı
kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. (İmâm-ı Şa'rânî)
3. Şerîat yâni İslâm dîni.
Sünnetimi terk edene, şefâatim harâm oldu. (Hadîs-i şerîf-Şerh-i Hadîs-i
Erbaîn)
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu
garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar insanların bozduğu sünnetimi
düzeltirler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Sünneti en iyi bilen, imâm olur. (Kudûrî)
Peygamber efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O'nun
sünneti üzere yaşayabilmek için; önce doğru îmân etmek, sonra
harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan
sakınmak, daha sonra müstehâbları yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâya götüren en emîn yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde
Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmaktır. (Ebû Ali Cürcânî)
Sünnet-i Gayri Müekkede:
(Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile
arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb
da denir.
İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rek'atlik sünnetleri, sünnet-i
gayr-i müekkededir. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i Hasene:
İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm
zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen,
minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ
emrettiği güzel ve faydalı işler .
Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu
yapanların sevâblarına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Minâre, müstehab olan sünnet-i hasenedir. Çünkü, müezzinin, ezânı
yükseğe çıkıp okuması sünnettir. Minâre, bu sünnete yardım etmektedir.
(Abdülganî Nablüsî)
İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid'atleri (dinde ortaya çıkan, yapılan
yenilikleri) iki kısma ayırdılar. Sünnete muhâlif olmayan yeniliklere,
yâni birinci asırda Eshâb-ı kirâm zamânında aslı bulunanlara, bid'at-ı
hasene (güzel, beğenilen bid'at) dedi ler. Aslı bulunmayanlara (dinden
olmayan ve ibâdet olarak yapılan şeylere), bid'at-i seyyie (kötü, çirkin
bid'at) dediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise, aslı bulunanlara bid'at
ismini bulaştırmadı. Bunlara, sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak,
minâre, türbe yapmak böyledir. Bid'at ismini, yalnız aslı bulunmayanlara
verdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sünnet-i Hüdâ:
Sünnet-i Müekkede. (Bkz. Sünnet-i Müekkede)
Sünnet-i Kifâye:
Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden
sâkıt olan (düşen) sünnet.
Selâm vermek, î'tikâfa girmek (ibâdet niyyetiyle mescidde bir miktâr
durmak) ve dînin izin verdiği işlerin evvelinde Besmele-i şerîfeyi
söylemek, terâvih namazını câmide cemâatle kılmak sünnet-i kifâyedir.
(Kutbüddîn İznikî)
Sünnet-i Müekkede:
Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve
ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.
Sabah, öğle ve akşam namazının sünnetleri, yatsı namazının son iki
rek'at sünneti, sünnet-i müekkededir. Ayrıca ezân okumak, kâmet
getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvâk kullanmak, müekked
sünnetlerdendir. (Abdülganî Nablüsî)
Namazda müekked sünneti terk, tahrîmen (harama yakın) mekrûh olur.
(İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i Seniyye:
Övülen, medh edilen sünnet; İslâm dîni. Resûlullah'ın yolu.
Seâdete (kurtuluşa) ermek için; sünnet-i seniyyeye yapışmak ve
bid'atlerden (dinde sonradan çıkan yeniliklerden, reformlardan) kaçınmak
lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mest üzerine mesh etmenin câiz olduğu, sünnet-i seniyye ile sâbittir.
(Abdullah Süveydî)
Kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır,
paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi,
Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır, uymaktır.
Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin, kalbi karartan is teklerini yok eder.
(Ahmed Fârûkî)
Sünnet-i Seyyie:
İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen
şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da,
onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler.
Bid'at. (Bkz. Bid'at)
...Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve
bunu yapanların günahları kendisine verilir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i
Müslim)
Bid'atler, yâni dinde reformlar, sonradan ortaya çıkarılan yenilikler,
sünnet-i seyyiedir. Namazdan sonra hemen Âyet-el-kürsî'yi okumak yerine
salâten tüncînâ'yı ve başka duâları okumak sünnet-i seyyiedir. İslâm
dîni, din bilgilerinde ve ibâdetlerind e değişiklik yapılmasını şiddetle
yasak etmiştir. (Ali Mahfuz)
Sünnet-i Zevâid:
Peygamber efendimizin, ibâdet olarak değil de, âdet olarak devâmlı
yaptığı işler. Bunlara edeb de denir.
Resûlullah efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri
yapmağa sağdan başlaması sünnet-i zevâiddendir. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i zevâidi yapmak mecbûrî değildir. Fakat yapanlara çok sevâb
verilir. Zevâid sünnetleri terk etmek mekrûh olmaz. Bununla berâber,
âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a tâbi olmak, dünyâda ve âhirette
insana çok şey kazandırır ve çeşitli seâdetl ere (kurtuluşa, huzûra) yol
açar. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet Olmak:
Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.
Çocuğu sünnet ettirmek Peygamber efendimizin mühim sünnetlerindendir.
İslâmiyet'in şiârı, alâmeti ve nişanıdır. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin
bildirilmemiştir. Yedi ile on iki yaş arası en iyisidir. Sünnet ederken,
topluca yüksek sesle bayram tekbîr i söylenir. Sünnet olmayanlarda
çeşitli hastalıklar olur. (Alâüddîn-i Haskefî)
Resûlullah efendimiz doğduğu zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş
görüldü. (İmâm-ı Kastalânî)
Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir. Hiç olmasa da
olur. (Abdülganî Nablüsî)
SÜNNETULLAH:
Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Fakat azâbımızı gördükleri zaman îmânları kendilerine bir fayda
vermeyecektir. Kullar hakkındaki cârî olagelen sünnetullah budur. İşte
kâfirler, burada hüsrâna uğramışlardır. (Mü'min sûresi: 85)
SÜNNÎ:
Peygamber efendimizin ve Eshâbının inandığı gibi inanan ve Ehl-i sünnet
âlimlerine tâbi olan müslüman. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında olan
kimse. (Bkz. Ehl-i Sünnet vel-Cemâat)
Sünnî olanlar, amelde dört mezhebe ayrılmışlardır. Bu dört mezhebde
bulunanlar, birbirlerinin Ehl-i sünnet olduklarını bilirler ve
sevişirler. Dört mezhebden birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet olmaz.
(Ahmed Fârûk) Müslümanlar hep sünnîdir; cümlenin reîsi Nu'mân (İmâm-ı
a'zam) Cennet ile müjdelendi; îmânda bunlara uyan
(Kemahlı Feyzullah)
SÜRME:
Kirpik diplerine sürülen bir çeşit siyah madde, kühl.
Üç şey, gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe ve (bakması helâl
olan) güzel yüze bakmak. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından
ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eyler,
bakardı. Geceleri mübârek gözlerine sürme çekerdi. (İmâm-ı Ahmed
Kastalânî)
SÜRYÂNÎLER:
Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile
konuşan bir hıristiyan topluluğu.
Süryânîler, katolik kısmından Yâkûbiye fırkasındandırlar. Monafisiyye
(Hazret-i Îsâ'da ilâhî ve insânî özelliklerin birleşerek tek tabîat
olduğunu savunanların) inancında olup, Îsâ aleyhisselâma tanrıdır
derler. Urfa patriği olan Yâkûb-i Berdeî taraf ından kuruldu. Antakya
patriği Mihâil-i Süryânî tarafından yayıldı. Sûriye'deki hıristiyanların
bir kısmı süryânî bir kısmı da Marunîdir. (M. Sıddîk Gümüş)
SÜT ANNE:
İki buçuk yaşından küçük olan çocuğu emziren kadın.
Süt çocuğu; süt annesi ve babası ve bunların nesep ve rıdâ'dan (sütten)
olan mahremleri ile ebedî evlenemez. (M. Zihni Efendi)
SÜT KARDEŞ:
Aynı kadından süt emmiş çocuk. (Bkz. Rıda')
İki buçuk yaşından küçük iki çocuk aynı kadından süt emince, süt kardeşi
olurlar. Birbirleri ile evlenemezler. (M. Zihni Efendi)
Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde, bir kadından bir damla bile süt emen
erkek ve kız, süt kardeşi olur. Kadın bunların süt anneleri olur. Şâfiî
ve Hanbelî'de ise ayrı ayrı beş defâ içmedikçe süt kardeşi olmazlar.
Hanbelî'de her yaşta içen süt kardeş olu r. Diğer üç mezheb imâmı iki
buçuk yaşından yukarı iken içince, süt kardeş olmazlar dedi.
(Abdurrahmân Cezîrî)
Öz kardeşinin süt kızı ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşinin öz
kızı ile ve süt kardeşinin süt kızı ile evlenmek de haramdır. (Molla
Hüsrev)
Süt annenin bu emmeden evvel veya sonra başka erkekten de, nesepten
(soydan) veya rıdâ'dan (süt emmeden) olan çocukları ve süt babanın başka
kadınlardan hâsıl olmuş ve olacak, nesepten ve rıdâ'dan çocuklarının
hepsi, bu çocuğun süt kardeşleri olurlar . (İbn-i Hümâm)
SÜTRE:
Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne
diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden
kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.
Bir okla da olsa sütre kullanın. (Hadîs-i şerîf-Ni'met-i İslâm)
Sütre koymak müstehâbdır. (M. Zihni Efendi)
Cemâatle kılınan namazda, imâmın sütresi, arkasında bulunanlar için dahi
sütredir. Çünkü Peygamber efendimiz Ebtah denilen yerde namaz
kıldırırlarken, dikmiş oldukları anzeye (iki ucu demirli bir asâya)
doğru namaz kıldılar. Hâlbuki cemâatin sütreler i yoktu. (M.Zihni
Efendi)
İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri hac yolunda namaza durdukça, önünde sütre
olarak kamçısını koyardı. (M.Zihni Efendi)
|