SEÂDET:
Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.
Eshâbım için, fakir olmak seâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim
için, zengin olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Sâlihlerle berâber olmak sonsuz seâdetin anahtarıdır (Ca'fer-i Huldî)
Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. (İmâm-ı Rabbânî)
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi
olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin,
görünür, görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır.
Bütün seâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet,
yanılmayan, şaşırmayan akılların ka bûl edeceği esaslardan ve ahlâktan
ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran
bilgilerdir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete
göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş dost ile güzel
geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların
işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi,
seâdet alâmetlerindendir. (Ebû Ali Cürcânî)
Seâdet-i Ebediyye:
Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak için müslümân olmak lâzımdır. ( İmâm-ı
Mâverdî)
Cehennem'den kurtulmak ve seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere
aleyhimüsselâm tâbî olmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SEB' ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Eshâbımdan birini seb' edenlere, Allahü teâlâ, melekler ve bütün
insanlar lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir
kimsenin ana-babasına seb' etmesi büyük günâhlardandır." Eshâb-ı kirâm;
"Yâ Resûlallah! Bir kimse ana-babasına sebb eder mi?" dediler.
Resûlullah efendimiz de; "Evet bir kimse başkasının babasına seb' ederse,
o da onun babasına seb' eder. Başkasının anasına seb' ederse, o da onun
anasına seb' eder" buyurdu.
Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılmış
olan yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi, Ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti
yaptıkları hâlde âdil değildirler. Çünkü ya mülhid olarak îmânları
gitmiştir, yâhut bid'at sâhibi olmuşlar dır. Bunlar, Ehl-i sünneti seb'
ederler ki, bu da büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Müslümanları seb' etmek, günahtır. Böyle olanın şâhidliği kabûl olmaz. (Alâüddîn
Haskefî)
SEBBİYYE:
Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötüleyen bozuk
fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler üç grupta toplanmaktadır:Birincisi;
Tafdîliyye; hazret-i Ali Eshâbın en üstünüdür diyorlar. İkincisi;
Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu,
diyorlar. Üçüncüsü; Gulât (azgınlar); hazret-i Ali t anrıdır, diyorlar.
(Abdülazîz Dehlevî)
SEBE' SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.
Sebe' sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. On
beşinci âyet-i kerîmede geçen Yemen'de yaşayan kabîlenin adı olan Sebe'
kelimesinden dolayı, Sûret-üs-Sebe' denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın
ilminin genişliği, Allahü teâlân ın Sebe halkına lütufları ve onların
nankörlük göstermeleri yüzünden uğradıkları felâketler, güzel ve faydalı
işlerden başka hiçbir şeyin insanı Allahü teâlâya yaklaştırmayacağı,
âhirette izin verilenler hâriç kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey sevgili Peygamberim!) Seni, dünyâdaki, bütün insanlara ebedî seâdeti
müjdelemek ve bu seâdet yolunu göstermek için gönderiyorum... (Âyet: 28)
Kim Sebe' sûresini okursa, hiçbir resûl ve nebî kalmaz ki, kıyâmet günü
ona arkadaş olmasın ve müsâfeha etmesin. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
SEBEB:
Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var
olmasını îcâb ettiren şey.
Allahü teâlâ, her şeyin yaratılması için belli şeyleri sebeb yapmıştır.
Belli maddeleri, belli şeylere sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve
mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, birçok şeylerin yaratılmasına
sebebdirler. Allahü teâlâ, bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek
isterse, o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur ve o şey var olur. O
dilemezse hiçbir şey var olmaz. Hikmetini, yaratmasını sebeblerle örtmüş,
gizlemiştir. Çok kimse, yalnız sebebleri görmekte, sebebler arkasındaki
hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da, onun
felâketine sebeb olmaktadır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verir.Sebebleri görenin
işlerini, arzûlarını sebeb ile yaratır. Sebebleri değil de, bunların
sâhibini görene sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde; "Kullarım beni
zannettikleri gibi bulur." buyurmaktadır. Evliyâ (Allahü teâlânın
sevdiği kulları) yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sir
edeni görüp, sebebleri görmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Başkalarının günâh işlemelerine sebeb olmak, yalnız günah işlemekten
daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da,
kıyâmete kadar bunlara sebeb olana yazılır. (M. Hâdimî)
Vakt, namazın sebebidir. Vakit girince namaz farz olur. Vakt, namazın
meydana gelmesinde doğrudan te'sirli olmayıp, sâdece namazın kılınması,
onun var olmasını îcâbettirir. (Serahsî)
Sebeb-i Nüzûl:
Kur'ân-ı kerîmin nüzûl (inme) sebebi. (Bkz. Esbâb-ı Nüzûl)
Sebeb-i Vürûd:
Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi.
Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım
olduğu gibi, hadîs-i şerîflerin de açıklanması, îzâhı için sebeb-i
vürûdlarını bilmek lâzımdır. (İmâm-ı Süyûtî)
SEBEİYYE:
Hazret-i Ali'ye tanrı diyen bozuk fırka. Bunlara Hurûfîler de denir.
Sebeiyye fırkasının kurucusu, Abdullah ibni Sebe'dir. Sebeiyye
fırkasında olanlar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin
arkadaşlarının) hepsine fâsık (günahkâr), hattâ kâfirdir (imânsız)
dediler. İbn-i Mülcem, hazret-i Ali'yi öldürmedi. Şeytan, haz ret-i
Ali'nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Hazret-i Ali bulutlar
içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır dediler.
İran'ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah Hurûfî isminde birisi,
Sebeiyye yoluna daha birçok hurâfe ve yalan da katarak hurûfîlik ismini
verdi. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)
SEBÎL:
Yol; su dağıtılan yer ve dağıtılan şeyler.
Eskiden işlek yollar üzerinde, gelip-geçenlerin su ihtiyâçlarını Allah
rızâsı için ücretsiz olarak karşılamak üzere inşâ edilen çeşme.
İnsanlara insanca muâmeleyi şiâr edinen, onlara her an Allah rızâsı için
hizmet vermeyi kendine vazîfe bilen müslümanlar, asırlar boyunca, inşâ
ettikleri sebiller ve çeşmeler vâsıtasıyla, dînimizce çok sevâb olan su
dağıtımını gerçekleştirdiler. Gene llikle câmi, türbe, mescid gibi umûma
açık binâların bir parçası olarak; pâdişâh, harem mensupları, devlet
büyükleri veya mâlî durumu elverişli olanlar tarafından inşâ edilen
sebillerde, bayram ve kandil günleri, buzlu şerbet dağıtılırdı. (Yeni
Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlılar zamânında, bütün memleket arâzisi boyunca, hanlar ve
kervansaraylar bulunur; buralarda ve hac yolunda, Kâbe-i muazzamada ve
Medîne-i münevverede sebîl dağıtılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
SEB'İYYE:
Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu
fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve
yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu
iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
Seb'iyye'nin kurucusu, Kaddah diye bilinen Meymun bin Deysan'dır. Kaddah,
İran'ın Ahvâz şehri civârında mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm
dînindenmiş gibi göstererek anlattı. Önce kendisinin Ali bin Ebî
Tâlib'in (radıyallahü anh) kardeşi Ukayl'ın neslinden (soyundan)
olduğunu söyledi. Ona tâbi olanlar yediciler mânâsına Seb'iyye ismini
aldılar. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)
SEC':
Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmin î'câzını (eşsizliğini, mûcize olduğunu)
başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu
acîbdir yâni bilinenlerden başkadır. Arab şâirlerinin nazmlarına,
üslûblarına benzemediği için mûcizedir dediler. Sûrelerin başındaki ve
sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısımları da böyledir. Sec'lerin
Kur'ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, insan sözlerindeki sec' gibi değildir.
İnsanlar, bunları Kur'ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabça'yı iyi
bilen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kur'ân-ı
kerîmdeki îcâz, hem belâgatının yüksek olmasından, hem de nazmının garîb
olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm (dizilme) olmasındandır. (İmâm-ı
Rabbânî)
SECÂVEND:
Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve
geçiş yerlerini gösteren işâretler.
Kur'ân-ı kerîmin secâvendleri şunlardır: Cim: Câiz geçmek ondan, hem
revâ Durmak fakat evlâdır sana. Ze: Câiz onda dahi durdular, Geçmeyi
daha iyi gördüler. Tı: Mutlaka durmak nişânıdır, Nerde görsen, orda
hemen dur. Sad: Durmakta ruhsat var dediler, Nefes almağa izin verdiler.
Mim: Lâzım durmak burada elbet, Geçmede küfürden korkulur pek. Lâ:
Durulmaz! demektir her yerde, Durma hiç! alma hem nefes de. Bu tertible
oku, itmâm et Sevâbın cümleye ihsân et.
(Ahmed İbni Kemâl Paşa)
Secâvendlerden ayn harfi rükû demektir. Hazret-i Ömer'in namaz
kıldırırken ayakta okumayı bitirip, rükûa eğildiğini gösterir. Ayn
işâreti hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır. Lâ bulunan yerde durulursa
evvelki kelime ile birlikte tekrar okunur. (M. Sıddîk Gümüş)
SECCÂDE:
Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi
temiz sergi, namazlık.
Üzerinde dînî yazı, hattâ bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi
yere koymak, yere sermek tahrîmen mekruhtur (Harama yakın günâhtır).
Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, o dînî yazıya
hakâret etmek ve kıymet vermemek olur. Bunları, hakâret etmek için
sermek veya kullanmak küfür olur. (Abdülganî Nablüsî)
Üzerinde Kâbe resmi, câmi resmi veya mübârek yazılar bulunan halıları,
seccâdeleri yere sermek câiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara
asmak câiz olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
SECDE:
Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını,
dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.
Kul şu yedi âzâ üzerine secde eder; yüzü, iki avucu, iki dizi, iki ayağı.
(Hadîs-i şerîf-Halebî)
Secde ettiğin zaman, yırtıcı kuşlar gibi, iki kolunu yere döşeme,
avucuna dayan. Pazun ile koltuk arasını vücûduna yapıştırma. Böyle
yaparsan, her uzvun secde etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emir
buyursa idi, ben de kadının kocasına secde etmesini emr ederdim. (Hadîs-i
şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde
kâbiliyeti verdi. Aksi takdirde ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi.
(Sâdî Şîrâzî)
Secde yalnız, Kâbe'ye karşı Allahü teâlâ için yapılır. Kâbe için
yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Secde Âyetleri:
Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on
dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ:
109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24,
Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.
Secde âyetlerinden birini okuyanın veya işitenin, mânâsını anlamasa da,
bir secde yapması vâcibdir. Başkasının okuduğu yerde bulunan, fakat
işitmiyen kimse, secde etmez. Secde âyetini yazan, heceleyen, secde
yapmaz. Secde âyet-i kerîmesinin tercümesi ni okuyan veya işiten bunun
secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar. Namaz kılması farz olan
kimselerin secde âyetini işitince secde yapmaları vâcib olduğundan secde
âyetini işiten cünübün, sarhoşun da abdest aldıkları zaman secde
etmeleri lâzımdır . (İbn-i Âbidîn)
Secde-i Sehv:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya
sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
Birkaç kere secde-i sehv îcâb etse, bir kere yapmak yetişir. (Halebî)
Secde-i Şükr:
Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için
yaptığı secde.
Secde-i şükr, tilâvet secdesi gibidir. Yâni abdestli olarak kıbleye
karşı ayakta durup, elleri kulaklara kaldırmadan Allahü ekber deyip
secdeye gidilir. Önce niyet etmek lâzımdır. Secdede önce Elhamdülillah,
sonra secde tesbihi (sübhâne rabbiyel a'lâ ) okunur. Secde-i tilâvette
ise "Elhamdülillah" okunmaz. Vakit namazlarından sonra secde-i şükr
yapmak mekruhtur, yâni Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır. Bid'at
olur. (Tahtâvî, M.Ma'sum-i Fârûkî)
Secde-i Tilâvet:
Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya
duyanın yapması vâcib olan secde.
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden
yalvararak, on dört secde âyetini ezberden ayakta okuyup, herbirinden
sonra hemen secde-i tilâvet yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve
belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)
Secde Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.
Secde sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. On
beşinci âyetinde geçen Secde kelimesinden dolayı Sûret-üs-Secde
denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın her şeyi güzel yarattığı, öldükten
sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette pişmân olacakları,
hazret-i Mûsâ'nın İsrâiloğullarına yol gösterici olarak gönderildiği
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Secde sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İsrâiloğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları
doğru yola götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât'taki)
âyetlerimizi yakînen biliyorlardı (Âyet: 24)
Kim Secde ve Mülk sûrelerini yatsı namazından sonra okursa, sanki Kadir
gecesini ihyâ etmiş (ibâdetle geçirmiş) gibi sevâb verilir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
SECİYYE:
Ahlâk, tabiat, huy.
Bir insan İslâm âlimlerini görüp, doğru yolu öğrendikten sonra yolunu
şaşırırsa, bu onun seciyyesinin bozukluğundandır. (İmâm-ı Rabbânî)
SEDD-İ ZÜLKARNEYN:
Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan
mübârek bir zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede Sedd-i Zülkarneyn ile ilgili meâlen şöyle
buyurdu:
(Zülkarneyn) Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet
iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hemen hiç söz anlamayan
bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); "Ey Zülkarneyn!
Ye'cüc ve Me'cûc tâifesi (topluluğu) bu yerde fesat (kâtil, tahrip,
zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de
bizimle onların arasında sed yapsan" dediler. (Zülkarneyn); "Rabbimin bu
işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz harâç ve masraftan
hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan âletlerle)
yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana
demir kütleleri getirin" dedi. Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit
oldu. Sonra (çalışanlara) üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi.
Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; "Getirin bana üstüne erimiş bakır
dökeyim" dedi. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc kavmi) onu aşmaya güç
yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar.
(Zülkarneyn) "İşte bu (Sedd-i Zülkarneyn) Rabbimin va'di geldiği vakit
(kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir
haktır. (Kehf sûresi: 92-98) Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir
Aceb hayretteyim ben Sedd-i İskender husûsunda
(Koca Râgıb Paşa)
SEFÂHET:
Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere
sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe,
harama düşkünlük. Akıl azlığı.
Sefâhet kalb hastalıklarındandır. Sefâhet aklın az ve hafîf
olmasındandır. İnsanı israfa alıştırır. (İmâm-ı Birgivî)
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmıyan sefihtir. Akla uygun iş
yapmamak sefâhettir. (İmâm-ıRabbânî)
SEFER:
1. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde
gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden
dışarı çıkmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Sizden biriniz hasta yâhut seferde olursa, bu hâldeki oruçlarını
sonra tutsun. (Bekara sûresi: 185)
Sizden birisi sefere çıktığında kardeşlerine vedâ etsin. Zîrâ Allahü
teâlâ onların duâları sebebiyle o kimse için bereket ihsân eder.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Seferde kavmin seyyidi (efendisi) onlara hizmet edendir. Hizmette önde
olanın fazîletini, şehîdlik müstesnâ, kimse hiçbir şeyde bulamaz.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
2. Harbe gitme, savaş.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Eğer (dâvet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir
sefer olsaydı elbette senin arkana düşerlerdi. Lâkin o meşakkatli mesâfe
(Tebük seferi) onlara uzak geldi. Bununla berâber "Eğer gücümüz yetseydi
sizinle berâber sefere çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar
(bu sûretle) kendilerini helâke sürüklerler. Allah biliyor ki, onlar hiç
şüphesiz ve muhakkak yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 42)
Sefer Der Vatan:
Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf
yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının
sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara,
kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.
Şahsı kötü bir kimse, nereye sefer ederse etsin, kötü çirkin vasıflar
ondan gitmez. Bu sıfatların ondan gitmesi, ancak sefer der vatan ile
mümkündür. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da
vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder gider. Dışardaki zihin
dağınıklığı, kalbe sızamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
SEFERÎ:
Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği
yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa
günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde
gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden
kimse. (Bkz. Vatan)
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazlarını iki rek'at
kılması Hanefî mezhebinde vâcibdir. Mest üzerine üç gün üç gece mesh
edebilir. Oruç tutmayabilir. Kurbân kesmesi vâcib olmaz. Misâfir rahat
ise orucunu bozmamalıdır. Seferî kimse, gitt iği yerde giriş ve çıkış
günlerinden başka on beş gün kalmaya niyet ederse veya kendi memleketine
girerse mukîm olur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde seferî olan, farzı dört rek'at kılarsa, son iki rek'at
nâfile olur. Emri dinlemediği ve nâfilenin iftitâh (başlangıç) tekbirini
ve farzın selâmını terk ettiği ve nâfileyi farz ile karıştırdığı için,
günahkâr olur. (Alâüddîn Haskefî)
Hür kadının, zevci (beyi) veya ebedî mahrem (evlenmesi haram olan)
akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut
âkil, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç
mezhebde de) haramdır. Şâfiî mezhebinde ka dınlar mahremsiz olarak, farz
olan hacca gidebilir. (Hâdimî, Abdülganî Nablusî)
SEFERÎLİK:
Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek
yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak.
(Bkz. Müsâfir, Sefer)
SEFÎH:
Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan.
(Bkz. Sefâhet)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarınızı sefihlere vermeyiniz. (Nisâ sûresi: 5)
Bir kimsede üç şeyden biri bulunmazsa ameli (ibâdeti) kıymet ifâde etmez
ve hesâba değmez. Haramdan alıkoyacak takvâ, Allah korkusu, sefihe
uymaktan men edecek hilm (yumuşaklık) , halk arasında hüsn-i muâmele ile
yaşıyacağı bir ahlâk. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen, sefîh kimselerle
düşüp kalkmayı bıraksın. (İmâm-ı Şâfiî)
Sefîh ve câhil bir kimse, konuşunca; ona cevap verme! Sükût, ona cevap
vermekten daha hayırlıdır. (Muhammed bin İdris)
SEFÎNE-İ NÛH:
Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.
Sefîne-i Nûh'un yapımı bitince, tûfân oldu. Nûh aleyhisselâma inanan
mü'minler bu gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve
geminin üç kat olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. (Nişâncızâde, Kisâî,
Taberî)
SEHÂVET:
Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet
almak. (Bkz. Cömerdlik)
Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır.Cömerd olan onun bir dalını yakalamıştır.
O dal onu, Cennet'e götürmeden bırakmaz... (Hadîs-i
şerîf-Edeb-ül-Müfret)
Sehâvet, iyi huyların en yükseklerindendir. (Muhammed Hâdimî)
SEHER VAKTİ:
Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından
imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep
istiğfâr (tövbe) ederlerdi. (Zâriyât sûresi: 17,18)
Üç ses vardır ki, onları, Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur'ân-ı
kerîm okuyanın sesi ve seher vaktinde istiğfâr edenlerin sesi. (Hadîs-i
şerîf-Sülûk-ul-Ulemâ)
Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabûl olunur.
(Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı.
Seher vakitlerinde ağlamayı ve istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük
iş saymalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Seher vaktinde ibâdet eyle ki, yarın Sırat'tan geçerken her tarafın
aydınlık olsun. (Süleymân bin Cezâ) Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Göz yaşının seher vakti yaptığını, Düşman kaçıran süngüleri çok defâ,
Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)
SEHV:
Yanılma.
Ey dünyâ ile mağrûr olan zavallı, gündüzün sehv ve gafletle, gecen de
uyku ve istirâhatle geçmektedir. Âkıbetin ise üzüntü, elem ve keder
olacaktır. (Ömer bin Abdülazîz)
Sehv Secdesi:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya
sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
(Bkz. Secde)
SE'ÎR:
Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı
değiştirenler yanacaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Yahûdîlerden kimi Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan
yüz çevirdi. O îmân etmeyenlere se'îr alevi kâfidir. (Nisâ sûresi: 55)
SEKAR:
Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i
değiştirenler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ben, onu (Velîd bin Mugîre'yi) Sekar'a atacağım. Sekar'ın ne olduğunu
bilir misin? Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini
helâk eder) hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm
eder. (Müddessir sûresi: 26,27)
SEKER:
Hurmadan elde edilen içki, bir nevi şarap.
Hurma su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa
buna seker denir. Damlası haramdır. Eğer gazlanmaz ve tadı keskin
olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)
SEKERÂT-ÜL-MEVT:
Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de (bakarsın ki) sekerât-ül-mevt, hak (gerçek) olarak gelmiştir. (Ey
insanoğlu!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. (Kâf sûresi: 19)
Misvâk kullanmanın on beş kadar faydası vardır. Bunlardan biri de;
sekerât-ül-mevtte, şehâdet kelimesini (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) söylemeye sebeb olur.
(Hazret-i Ebû Bekr)
İnsan, sekerât-ül-mevt hâlinde iken; cesedi terler, gözleri sür'atle iki
tarafa gider, burnunun iki tarafı çekilir, göğüs kemikleri kalkar,
soluğu kabarır ve benzi sararır. (İmâm-ı Gazâlî)
SEKÎNE:
Rahatlık. Kalb huzûru.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) , îmânları üstüne îmân artırsınlar diye mü'minlerin
kalblerine, sekîne indirdi. Bütün göklerin ve yerlerin orduları Allahü
teâlânındır. Allahü teâlâ, Alîmdir (her şeyi bilir) , Hakîmdir (hikmet
sâhibidir) . (Feth sûresi: 4)
Eğer siz O'na (Resûlüme) yardım etmezseniz, bilin ki Allah vaktiyle O'na
yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri O'nu Mekke'den
çıkardıklarında bizzat Allah O'na yardım etmişti. (Hicret
esnâsındaResûlullah ancak) ikinin ikincisinden ibâretti. O zaman onlar
(Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına
(Ebû Bekr-is-Sıddîk'a); "Mahzûn olma, zîrâ Allah'ın yardımı bizimle
berâberdir" diyordu. Allah onun (arkadaşının) üzerine (kalbine)
sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla
kuvvetlendirmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı...
(Tevbe sûresi: 40)
İlim ve sekîne sâhibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak
söyleyiniz. İlim ile tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz) . (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Allahü teâlâyı anmak için oturan kimseleri melekler kuşatırlar. Onları
Allahü teâlânın rahmeti kaplar. Onlara sekîne iner. Allahü teâlâ onları
kendi katında olanlar arasında anar. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
SEKR:
Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyet'te bulunmayan şeylerle
karşılaşılmakta ve sekr hâli bulunmakta ise de, yolun sonuna varınca bu
bilgilerin ve hâllerin hepsi yok olur. Yalnız İslâmiyet'in bildirdiği
şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sekr hâlinde olan şeyler, vilâyet (evliyâlık) makâmlarında
bulunmaktadır. Sahv (şuurlu olma) hâlinde olan şeyler ise nübüvvet yâni
peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin yolunda gidenlerin büyükleri,
onlara tam uydukları için, onların makâmının sa hvından (uyanıklığından)
pay alırlar. (Muhammed Bâki-billâh)
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. (Şihâbüddîn
Sühreverdî)
Hâlinde doğru ve istikâmet üzere olan sâlik (tasavvuf yolcusu), sekr
ânında sevinçli ve hâlini gizleyici olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Şerîat bilgilerinin hepsi nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için
baştan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler nasıl olursa olsunlar
sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhipleri mâzûrdurlar yâni sorguya
çekilmez, azâb edilmezler. Hallâc-ı Mansû r "Enelhak" sözünü sekr
hâlinde söylemiş olup, mâzûrdur. Yalnız sahv sâhipleri taklid
olunur.Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz.
Bunlara uyanlar mâzûr olmaz, sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar.
(İmâm-ı Rabbânî)
SELÂM (Es-Selâm):
1. Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan
(kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak,
temiz olan.
Eceli gelmeyen bir hastaya elem ve hastalıkları için yüz yirmi bir defâ
Selâm (es-Selâm) ism-i şerîfi okunursa, Allahü teâlânın izniyle o kimse
şifâ bulur veya hastalığı hafifler. (Yûsuf Nebhânî)
2. İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine;
"Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette
selâmette ol, sıhhat ve âfiyet sizin üzerinize olsun" demesi, diğerinin
de; "Ve Aleyküm selâm" yâni "Bana ettiğin bu gü zel duâ senin de üzerine
olsun" diye söylemesi.
Birbirinize selâm veriniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizle sevişmedikçe tam
îmâna kavuşamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? onu yaparsanız,
sevişirsiniz. Aranızda selâmı çok yayınız. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevap vermek,
hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp;
"Elhamdülillah" deyince; "Yerhamükallah" diyerek cevap vermek. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî, Müslim)
Selâmda sünnet şöyledir ki; önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki
ata binmiş olana, attaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene,
ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba
oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve ni' meti çok olan önce verir. İki
müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de birbirine
cevâb vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincisinin
verdiği selâm cevâb yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir
kişi, hattâ bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese de olur.
(MuhammedRebhâmî)
İki müslüman karşılaşınca, birinin "Selâmün aleyküm" demesi sünnet,
diğerinin cevap olarak "Ve aleyküm selâm" demesi farz-ı kifâyedir.
(Muhammed Rebhâmî)
3. Sevginin ve muhabbetin ifâdesi olarak hayır duâ.
Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlullah'a salât ve selâm olsun. Biz bu
dünyâdan gider olduk, Kalanlara selâm olsun. Bizim için hayır duâ,
Kılanlara selâm olsun.
(Yûnus Emre)
SELÂMET:
Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.
Kimi, selâmette olmak sevindirirse, onun san'atı susmak olsun. (Hadîs-i
şerîf-Usûl-ü Aşere)
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın
haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak
selâmetle Cennet'e giriniz. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ur-Râbih)
Sâlih ameller, İslâm'ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb
selâmette olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefsin arzûlarını terk eden temiz olur, âfetlerden selâmet bulur. (Ahmed
Fârûkî)
SELÂMÜN ALEYKÜM:
İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben
müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette
selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.
"Selâmün aleyküm" diyerek selâm vermek sünnet "Ve aleyküm selâm" diyerek
cevap vermek farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
SELEF:
Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve
Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.
Selef-i Sâlihîn:
Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin
büyükleri.
Zamânımız tarîkatçileri, câmilerde mevlid cemiyetleri, ilâhîler,
mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tanbur dinliyorlar. Bunlar
gibi nice bid'atleri, dinde olmayıp, sonradan dîne sokulan şeyleri
tarîkatin îcâbı olarak yapıyorlar, dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla
(açıktan günâh işleyenlerle) birlikte bulunuyorlar. Namazda kavmeye,
celseye ve cemâate hattâ Cumâ namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i
sâlihînin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu. Bunların hiçbiri
İslâmiyet'te yoktu. (İmâm-ı Rabbânî)
Selef-i sâlihînin halefleri (sonra gelenleri) olan Ehl-i sünnet âlimleri
zamânımıza kadar, hattâ bugün bile yazdıkları kitablarında Selef-i
sâlihînin mezhebi olan Ehl-i sünnet îtikâdı (îmân) bilgilerini
savunmuşlardır. (Şeyhzâde)
Eshâb-ı kirâmdan sonra insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve
onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tâbiîn denir. Bunlar
bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbiîn'den sonra
insanların en üstünleri Tâbiîn'i gören ve onların sohbetinde yetişen
müslümanlardır. Bunlara Tebe-i tâbiîn denir. Selef-i sâlihînden sonra
gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullah'ın ve Selef-i
sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, îtikâdda (îmânla ilgili
bilgilerde) ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmayan zekî, akıllı ve
İslâmiyet'in hududlarını aşmayan bir kimse, başkalarının kötülemesinden
korkmaz. (Muhammed Bahît)
SELEFİYYE:
Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda
olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk
îtikâdlı kimseler.
İlk devir müslümanları olan Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat
îtikâdında idiler. Ancak onlar, îmân ve îtikâd bilgilerini, icmâlî
(kısaca), Halef denilen ve sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri ise, îtikâd
bilgilerini tafsîlî yâni açık ve geniş ol arak bildirdiler. Bu iki
tavır, mânâları kapalı olan müteşâbih âyetlerde daha açık görülür.
Meselâ Kur'ân-ı kerîmde müteşâbih lafızlardan olan "yed" kelimesinin
görünen mânâsı el; "vech" kelimesinin mânâsı yüz demektir. Fakat Allahü
teâlâ hakkında bu iki mânâ mahzurlu olduğundan yed lafzını kudret, vech
lafzını ise zât diye te'vil etmişlerdir (yorumlamışlardır). Hicrî
dördüncü asırda Hanbelî mezhebinden dolayısıyle Ehl-i sünnetten ayrılıp,
kendilerine selefiyye veya selefî denilen bâzı kimseler, müteşâbih
nassların (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine (görünen),
konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış
mânâlar verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûkuna
benzetme) gibi bozuk bir i nanışın içerisine düştüler. Sözlerine
inandırabilmek için de Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek,
kendilerine Selefiyyeciler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan
Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i
sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın
cisim olduğunu söyleyenlerin) fırkasından olduklarını bildirerek, bu
fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i Teymiyye (v.
1328/728), bu fitneyi tekrâr alevlendirdi. İbn-i Teymiyye'nin talebesi
olan İbn-i Kayyım el-Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devâm
ettirdi. Hicrî on ikinci asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin
Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i
Teymiyye'nin yolundakil er tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki,
İslâmiyet'te selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve
selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu vardır. Ehl-i
sünnetin ise Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu vardır. Asırlardan
beri müslümanlar Ehl-i sünnet îtikâdını bu iki koldan öğrenerek
gelmişlerdir. (Bkz. Mâturîdî, Eş'arî) (İbn-i Halîfe Alîvî,
Zâhid-ül-Kevserî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
SELEM:
İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli
miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı
satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem
veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya
müslemün ileyh, bu yolla satın alınan mala müslemün fîh denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen (belirlenmiş)
bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. (Bekara
sûresi: 282)
(Buradaki borç mânâsı umûmî olup, selem borcunu da bildirir. İbn-i Abbas
(r.anh) onu (borcu) selem borcu diye tefsir etmiştir.)
Sizden selem satışı (selem akdi) yapan kimse, belirli bir vâdeye kadar
ölçeği bilinen ve tartısı bilinen bir mal ile selem yapsın. (Hadîs-i
şerîf-İhtiyâr)
Selem, söz kesilirken ve malı teslim edinceye kadar geçen zaman içinde,
çarşıda benzeri hep bulunan ve sıfatı, iyilik ve aşağılık derecesi ve
miktârı belli edilebilen, yâni hacm (ölçek), vezn (tartı), metre ve sayı
ile ölçülen ve tayin edilince teayy ün eden (belli olan) malda sahîh
(geçerli) olur. (İbn-i Âbidîn)
Selem yapılan mal, belli zamanlarda taksit ile verilebilir. Semen (para)
pazarlık yerinde hepsi peşin teslim edilmelidir. Hepsi peşin verilmezse,
selem sahîh olmaz. Selem müddeti en az bir aydır. (İbn-i Âbidîn)
Selemden iki taraf uyuşarak vaz geçebilir ve bâyi' (malı satan), semeni
(parayı) veya mislini (benzerini) veya kıymetini geri verir. (İbn-i
Âbidîn)
SELÎM AKIL:
Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve
evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl. (Bkz. Akıl)
Selîm akıl sâhibi, nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen
kimse ise nefsine uyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
SELVÂ:
Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân
ettiği bıldırcın eti. (Bkz. Men ve Selvâ)
SEM':
İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
SEMÂ':
Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı
kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri
dinlemek. (Bkz. Simâ')
Hoş âhenk ve güzel nağmelerden doğan semâ' ve aynı şekilde okunan şiir
ve gazelleri dinlemek; nefsine hâkim olan, onun isteklerine gâlib gelen
ve her türlü gayr-i meşrû yâni dîne uygun olmayan işlerden sakınıp uzak
duran kişiler için mübâhtır. (Mazhar-ı Cânı Cânân)
SEMÂHAT:
Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve
seve vermek.
Resûl-i ekreme, "Hangi amelin daha faziletli" olduğu soruldukta; "Sabır
ve semâhattır" buyurmuştur. (İbn-i Hibbân)
SEMÂVÎ:
Allahü teâlâdan gelen.
Malın iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Eğer
malından en az nasibi olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün
yetiyorsa, Allah yolunda sarfet. (Ebû Zer Gıfârî)
Semâvî Din:
İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü
teâlâ tarafından gösterilen yol.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber
vâsıtası ile insanlara bir semâvî din göndermiştir. Bu peygamberlere
resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar
ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûlle re tâbi olan bu peygamberlere
nebî denir. Bütün peygamberler hep aynı îmânı söylemişler, hepsi
ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat şerîatleri
yâni kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka
başka olduğ undan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Semâvî Kitab:
Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür.
Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris
aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar;
Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl
kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil
olmuş, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)
SEMEN:
Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.
Altın ile gümüş semen olarak yaratılmıştır. Her ne hâlde olurlarsa
olsunlar dâimâ semendirler. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
Kâğıt liralar fülûstur. Bunların zekâtını vermek lâzımdır. Fakat
bunların kıymetleri altın ile gümüşün kıymetleri gibi hakîkî kıymet
değildir. Îtibârî kıymettir. Hükûmetlerin verdikleri kıymettir.
Verdikleri gibi geri de alırlar. Îtibârî kıymetleri g idince semen
olmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Bir satışta semen gösterilmeden akd (sözleşme) yapıp da sonra semen
olarak haram olduğu bilinen şey verilirse, bu şey karşılığı alınan mebî'
(mal) helâl ve tîb (güzel) olur. Fakat haram olduğu bilinen veya
kendinde vedî'a (emânet) bulunan şey semen o larak gösterilerek söz
kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî (mal) haram olur. Haram
semene işâret edip, başka şeyi verirse veya başka semene işâret edip,
haram semeni verirse, mebî (mal) haram ve habîs (pis) olmaz. (İmâm-ı
Kerhî)
Semen-i Misl:
Satılan malın piyasadaki fiyatı.
Semen-i Müsemmâ:
Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî
kıymetine uygun olsun veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları
bedel.
Semen-i müsemmâ, mebîin (malın) hakîkî kıymeti olacağı gibi, az çok
ondan ziyâde veya noksan da olabilir. Meselâ bir kimse hakîkî değeri
elli altın olan bir atı elli altına satsa, semen-i müsemmâ, atın hakîkî
değerine uygun olur. Altmış altına satsa, semen-i müsemmâ atın hakîkî
değerinden ziyâde (fazla) olmuş olur. Kırk altına satsa bu defâ da
hakîkî değerinden noksan olmuş olur. (Ali Haydar Efendi)
Semen-i Râyic:
Bir malın o günkü değeri.
SEMÎ':
İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda
bulunanların, hamdini işitip mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten
ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden söyledikleri sözleri
işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsn âsından (güzel
isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
...O'nun (Rabbinin) sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Semi'de, Alim
de O'dur. (En'âm sûresi: 115)
Allahü teâlâ Semî'dir. O, ne kadar gizli olursa olsun her şeyi işitir.
O'nun işitmesi bizim işitmemiz gibi kulakla ve hava titreşimi ile
değildir. İşitmesi, kulak zarına ses dalgalarının vurmasıyla olmaz.
Bundan münezzeh (uzak)dir. (İmâm-ı Gazâlî)
Duhâ namazından sonra beş yüz kere Semî' ism-i şerîfini okuyan kimsenin
duâsı kabûl olur ve Allahü teâlânın izniyle murâdına kavuşur. (Yûsuf
Nebhânî)
SEMİ'ALLAHÜ LİMEN HAMİDEH:
"Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını
(övgüsünü) işitir" mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz
(tesbih).
Rükûdan kalkarken "Semi'allahü limen hamideh" demek, imâma ve yalnız
kılana sünnettir. Cemâat bunu söylemez. (İbrâhim Halebî)
SEMÛD KAVMİ:
Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri
için büyük bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Semûd'a (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl (peygamber) olarak
gönderdik. (Hûd sûresi: 61)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsî olup,
şiddetli rüzgârla helâk edilince, îmân ettikleri için bu azâbdan
kurtulan mü'minler kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli
bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanla rdan birisi de
Nûh'un aleyhisselâm oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi. Semûd ve
berâberindekiler, Şam ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiinde
yerleştiler. Daha sonra Semûd'un torunları bu beldeden ayrılıp, Âd
kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Buraları îmâr ettiler.
Burada çoğalanSemûd'un torunları önce bir kabîle, sonra da büyük bir
kavim (topluluk) oldular. Dedeleri Semûd'a nisbetle Semûd kavmi
denildiği rivâyet edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde "Eshâb-ül-Hicr" diye
zikredilen bu kavim, Âd kavminin devâmı olması ve onun yerini alması
sebebiyle Âd-ı sânî (ikinci Âd) diye de anılır. (Sa'lebî, Kisâî)
Semûd kavmi, Âd kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara,
tepelere saraylar yapıp, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana
getirdiler. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi bunlara da bol nîmetler ve çok
uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türl ü nîmetler içinde yüzüp, üç yüz
sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nîmetlere
şükrederlerken, sonraları unutup terkederek, zevk ve sefâya düştüler.
Üstelik kabîle reisleri başta olmak üzere zulüm ve haksızlığa dayalı
çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsât ettiler,
bozdular ve putlara tapmaya başladılar. Peygamberleri olan Sâlih
aleyhisselâma inanmadılar. Sâlih aleyhisselâm, kendisine inanan 4000
kişi ile birlikte o beldeyi terk etti. Semûdluların yüzleri kana
boyanmış gibi kırmızı oldu.Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ,
Cebrâil aleyhisselâma, Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk
etmesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini
yakalayıverdi. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlıyarak helâk
oldular. Helâk edilişleri, dillere destân oldu. (Nişâncızâde, Kisâî,
Sa'lebî)
SENÂ:
Hamd, medh, övgü.
Görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün nîmetleri gönderen,
bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın
ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun.
(İmâm-ı Rabbânî)
Hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de sıkıntı
hâlinde de hamd edilmektedir. Şükr ise nîmet zamanlarında olup, devamlı
değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
SENED:
1. Delîl, dayanak.
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun
anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için sened
yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Ya'kûb-ı Çerhî)
Din âlimi olmak, sözü dinde sened olmak için, sekiz yüksek din bilgisini
bütün incelikleri ile öğrenmek, fen bilgilerinde lüzumu kadar ilim
sâhibi olmak lâzımdır. Ancak bunlara İslâm âlimi denir. Bunların her
sözü her açıklaması, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem (kabûle lâyık) ve muhakkak
doğrudur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
Kur'ân-ı kerîm okumak sünnettir ve sevâbı çoktur. Fakat namaz içinde
okunan Kur'ân-ı kerîmin sevâbı daha çok olduğu hadîs-i şerîfte
bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf senedleriyle birlikte
Hazînet-ül-Esrâr'da 22. sahîfede yazılıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
3. Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.
Ödünç verdiğinin senedine ödeme târihi koymak haramdır, fâiz olur.
(Hamza Efendi)
SEREYÂN:
Yayılma, dağılma, sirâyet etme.
Allahü teâlâ için söylenen kurb (yakın olmak), maiyyet (berâberlik),
ittisâl (kavuşma), ihâta (çevirme) ve sereyân gibi sözlere inanmalı,
nasıl olduklarını düşünmemeli ve araştırmamalıdır. Allahü teâlâ bilir
demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
SERMÂYE:
Ana para.
Ortaklardan bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere
kurulan şirketlere müdârebe şirket denir. Kâr, önceden sözleşilen oranda
paylaşılır. Sermâye, iş yapanlarda emânettir. (Ali Haydar Efendi)
Ömrün en kıymetli sermâyesi vakitlerdir. (Ahmed Gazâlî)
SERVER-İ ÂLEM:
Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.
Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim bilmediğimiz bir hayat
ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi (mübârek bedeni) aslâ çürümez.
Kabrinde bir melek durup ümmetinin okudukları salevât-ı şerîfeleri
(Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed sözü ve benzerleri)
kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet
bahçelerindendir. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek gözleri uyur,
kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek
vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz,
sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ
tarafından Resûlullah (peygamber) olduğu bildirildikten sonra şeytanlar
göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler (geleceğe âit şeylerden
bahsedenler) söyleyemez oldu. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) isimleri, hâlleri,
Tevrât'ta ve İncîl'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif
etmesini bekliyordu. Fakat kendi cinslerinden gelmeyip, Arabdan geldiği
için bâzıları kıskandı, inkâr etti. Halbuki bir çok âlimleri ve
akıllıları, insaf edip müslüman oldu. (Abdülhakîm Arvâsî) Server-i âlem!
Sana hayran olup yanarım. Görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
SERVER-İ KÂİNÂT:
Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.
Server-i kâinât, habîb-i Rabbil'âlemîn (Alemlerin Rabbi olan Allahü
teâlânın sevgilisi) aleyhisselâm buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret
birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir.
(Mektûbât-ı Rabbânî)
Server-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylu idi. İyilik
etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi.
Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi.
Cömerd idi. Fakat israf etmez, fâidesiz yer e bir şey vermezdi. Herkese
acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi.
Se'âdet huzûr isteyen onun gibi olmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)
SETR-İ AVRET:
Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş)
bir kimsenin namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan
yerlerini örtmek. (Bkz. Avret)
Setr-i avret namazda da, namaz dışında da farzdır. (Halebî)
Setr-i avret üç şeyle tamam olur:
1) Erkekler göbeği altından dizi altına varıncaya kadar olan yerlerini
örtmekle,
2) Kadınlar yüz, el ve bir rivâyete göre ayaktan başka bütün bedenlerini
örtmek ve göstermemekle,
3) Câriyeler (harpte esir edilen kadın) sırtını ve göbekten diz altına
kadar örtmekle. (Kutbüddîn İznikî)
SETTÂR (Es-Settâr):
"Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.
Ey müslüman! Sen de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem güzel
huyları ile ahlâklanmalısın! Hattâ Allahü teâlânın ahlâkı ile
ahlâklanmak, her müslümana lâzımdır. Çünkü Resûl aleyhisselâm; "Allahü
teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız!" buyurdu. Meselâ Allahü teâlânın
sıfatlarından birisi Settâr'dır. Müslümanın da din kardeşinin aybını,
kusurunu örtmesi lâzımdır. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
SEVÂB:
İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek
mükâfât, iyi karşılık. Ecir. (Bkz. Ecr)
Benim şerîkim (ortağım) yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevaplarını
ondan istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Ümmetimin arasında fitne (ve) fesâd yayıldığı zaman, sünnetime sarılana
yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ, dünyâda iyilik ve ibâdet yapanlara sevâb vereceğini vâd
etmiştir. İyilik ve ibâdet yapana âhirette sevâb verilmesi, vâcib ve
lâzım değildir. Allahü teâlâ lutf ederek, merhamet ederek, bunlara
âhirette sevâb vereceğini vâd etmiştir. Alla hü teâlâ vâdinden dönmez.
Muhakkak yapar. (Muhammed Hâdimî)
Sâlih amellerin sevâbını bütün mü'minlerin rûhuna hediye etmek iyi ve
makbûldür. Herbirine ayrı sevab ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet
edilip okunan ve hediye edilen meyyitin, sevâbı hiç eksilmez. ( Muhammed
Ma'sûm Fârûkî)
SEVÂD-I A'ZAM:
Müslümanların çoğunluğu.
Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzere birleşmez. Bunun için, ayrılık
gördüğünüz zaman sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlâ bu ümmeti aslâ dalâlet (sapıklık) üzerine birleştirmez.
Allahü teâlânın ihsânı, yardımı cemâatledir. Sevâd-ı a'zama tâbi olunuz.
Çünkü topluluktan ayrılan ateşe düşer. (Hadîs-i şerîf-Hâkim)
Dört mezhebden ayrılmak, Sevâd-ı a'zamdan ayrılmaktır. (Şah Veliyyullah
Dehlevî)
Fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine
yapışan ve Hulefâ-i râşidînin yâni dört halîfenin yoluna sarılan
bunlardır. Sevâd-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yolundadır. Bunların
yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. (Seyyid Ahmed
Tahtâvî)
SEV'ETEYN:
Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki
abdest bozma uzvu. (Bkz. Avret)
Mübâşeret-i fâhişe yâni çıplak olarak sev'eteyni sürtünmek erkeğin de
kadının da abdestini bozar. (Halebî)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret mahalli yalnız
sev'eteynidir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Başkasının sev'eteynine bakmak haramdır. (Halebî)
Sev'eteyn dört hak mezhebde de kaba avrettir. Yâni namazda ve namaz
dışında başkalarına göstermek haramdır. Bunları örtmek sözbirliği ile
farzdır. Örtmeye, ehemmiyet vermeyen îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)
SEVK-İ TABİÎ:
İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini
devâm ettirmek için, Hak teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.
Aklı olan kimse, sevk-i tabiîleri, İslâmiyet'in emrettiği, izin verdiği
gibi kullanır ve günah olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak
mubahlardan (izin verilenlerden) dışarı taşar ve günaha girer. Çünkü
sevk-i tabiîleri mübahların dışına çıkmaya zorlar, mübahlardan başka
şeyler de ister. Hayvanlarda kalb, rûh, nefs olmadığından, sevk-i tabiî
ile hareket ederler. Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar bulduklarını
yerler. İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb nefse uyarsa, bulduğu
ile doymaz. Haram olan şeyleri arar. Doyduktan sonra da yer. (İmâm-ı
Rabbânî)
SEVM-İ NAZAR:
Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.
Sevm-i nazar yoluyla alınan mal, fiyatı belli olsun veya olmasın kabz
eden (alan) kimsenin elinde emânet bulunduğundan, bu mal istemeyerek
telef ve zâyi (yok) olsa, bunu alan kimsenin tazmin etmesi (ödemesi)
lâzım gelmez. (Ali Haydar Efendi)
SEVM-İ ŞİRA':
Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir
fiyatta anlaşmaları.
Sevm-i şira' yoluyla uyuşup malı götür, beğenirsen al deyip müşteri de
beğenirsem alırım diyerek alıp götürürken mebi' (mal) telef ve zâyi olsa
(zarar görse veya yok olsa) müşteri kıymetini veya mislini öder. (Dâmâd)
SEYF-İ NEBEVÎ:
Peygamber efendimizin kılıcı.
Seyf-i Nebevînin iki tânesi Topkapı Sarayında bulunmaktadır. Yer yer
altın, birisi de kıymetli taşlarla süslüdür. (Osmanlı Târihi
Ansiklopedisi)
SEYR:
Tasavvuf yolunda ilerleme.
Başka tarîkatlerde seyre nefsin tezkiyesinden yâni temizlenmesinden
başlanır. Cesedi temizlerler. Bundan sonra âlem-i emre sıra gelir. Bizim
yolumuzda ise, seyr kalbden başlar. Kalb de âlem-i emrdendir. Bunun
içindir ki, başkalarının yolunun sonu biz im büyüklerimizin yolunun
başında yerleştirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Seyr-i Âfâkî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı
(dilemesi, istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.
Seyr-i âfâkîde kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde iyi ahlâk
ile ahlâklanmak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Seyr-i Anillah-i Billâh:
Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada)
ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni
yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını
irşâd edip kemâle getirmek içindir. (Muhammed Bâki-billah)
Seyr-i Enfüsî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan
temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.
Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme) insanı matlûbdan (aranılandan)
uzaklaştırır; seyr-i enfüsî ise insanı, matlûba kavuşturur. (Ebû Saîd-i
Harrâz)
İnsan her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek
onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü
teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için
evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok o lur. O hâlde seyr-i enfüsî
muhakkak lâzımdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Seyr-i Fil-Eşyâ:
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce
unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.
Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı,
Peygamberlere mahsustur. (Muhammed Bâki-billâh)
Seyr-i Fillah:
Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın
beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini
sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).
Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların
hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak
lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah
gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyr-i İlallah:
Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan
yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi
hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde
fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın
rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin)
olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Seyr-i Murâdî:
Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek
kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır.
Seyr-i murâdî ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek
derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalb hastalıklarına
(kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun
teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.
(Muhammed Behâeddîn-i Buhârî)
Seyr ve Sülûk:
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemek.
Seyr ve sülûktan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan
temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı nefse düşkün olmak ve onun
arzularına, isteklerine tutulmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
|