ŞA'BÂN AYI:
Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.
Her kim Şa'bân-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda
ona bir yer hazırlar. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Şa'bân-ı şerîf, bana mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri, Arş-ı
a'lânın meleklerine, azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim!
Gördünüz mü, benim kullarım, Habîbimin (sevgilimin) ayına nasıl tâzim ve
hürmet ediyorlar. İzzetim ve celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve
mağfiretime nâil eyledim." (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
ŞÂFİÎ:
1. İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu. (Bkz. İmâm-ı
Şâfiî)
2. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde
olan kimse.
Şâfiî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî
hazretlerinin mezhebi, yolu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
Hanefî mezhebinden sonra en çok mensûbu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı
Şâfiî hayatta iken Mekke, Medîne ve Filistin'de yaşayan müslümanlar
arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya,
Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya adaları gibi
ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun doğu ve güneydoğu bölgelerinde daha
yaygındır. (İslam Târihi Ansiklopedisi)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en
kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde ise
cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek
farzdır. (İmâm-ı Şârânî)
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i
Arabî gibi velîler, herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir.
Bunlardan Bâyezîd-i Bistâmî, Şâfiî mezhebinde idi. (Abdülhak Dehlevî)
ŞÂHİD:
Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu
isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda
ve hasmın karşısında haber veren. (Bkz. Şehâdet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Dâimâ adâletle hareket ediniz. Adâleti yerine getirmeğe
çalışınız. Allah için şâhidler olunuz. (Nisâ sûresi: 135)
Yalancı şâhid, daha şehâdet ettiği yerden ayağını kaldırmadan kendisine
göklerde ve yerde bulunan melekler lânet ederler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Şâhidin âdil olması, yâni büyük günâh işlememesi ve küçük günâha devâm
etmemesi lâzımdır. (Sadrüşşerîa)
ŞÂHİK-UL-CEBEL:
Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da
peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler.
Şâhik-ul-cebel olanların peygamberliğe ve peygamberlerin gönderilmiş
olmasına inanmaları mümkün değildir. Bunlara peygamber gelmemiş gibidir.
Bunlar mâzur görüldü. Peygambere inanmaları emr olunmadı. Şâhik-ul-cebel
olanlar için Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin on beşinci âyetinde; "Peygamber
göndermeden önce azâb yapmayacağız" buyruldu. Bunlar hayvanlar gibi
hesâbdan sonra ölecekler, Cehennem azâbı ve Cennet nîmeti görmeden ebedî
olarak yok edileceklerdir. Kâfirlerin bâliğ olmayan (ergenlik çağın a
ulaşmamış) çocukları için de durum böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
ŞAKÎ:
Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân
etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şakî olanlara gelince: Onlar Cehennem ateşindedirler ki, orada onların (çok
acı) bir nefes alıp vermeleri vardır. (Hûd sûresi: 106)
Evliyânın sevmesi, seâdetin sermâyesidir. Zîrâ onlar dâimâ Allahü teâlâ
iledirler. Onlarla berâber bulunanlar, şakî olmazlar. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Allahü teâlânın indinde saîdlerden mi yoksa şakîlerden miyim? diye
düşünmek, böylece ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır. (Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî)
ŞAKÎK:
Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân).
Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.
Şakikler ve Benü'l-allât yâni yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu,
baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamazlar yâni ölüden kalan
maldan alamazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)
ŞAKK-I KAMER:
Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye
ayırması mûcizesi.
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, Şakk-ı
kamer mûcizesidir. Bu mûcize başka hiçbir peygambere nasîb olmamıştır.
Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke'de Kureyş
kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; "Peyga mber isen ayı ikiye ayır"
dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının,
akrabâsının îmân etmesini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti.
Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer
yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihr yaptı
dediler. Îmân etmediler. (Nişâncızâde)
Apollo-10, ayın her tarafını fotoğraflarla tesbit ettikten sonra,
Apollo-11 ile gelecek olan ay fâtihlerinin iniş yerlerini belirledi.
Apollo-11'in çektiği fotoğraflarda, ayın etrâfını çevreleyen derin ve
geniş bir kanalın bulunduğu görüldü. Fransız gazeteleri bunu; "Bu kanal,
Şakk-ı kameri işâret etmiş olamaz mı? şeklinde, resim altı haber olarak
verdiler. Papalığın îkâzı üzerine, bu haberden bir daha söz edilmemiştir.
(M. Sıddîk Gümüş)
ŞAKK-I SADR:
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması
hâdisesi.
Şakk-ı sadr hâdisesi iki defâ vukû bulmuştur. Birincisi, Peygamber
efendimiz küçük yaşta ve süt annesi Halîme Hâtun'un yanında iken,
ikincisi Mîrâca çıkarken. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "(Habîbim) göğsünü (kalbini)
senin için (açıp da) genişletmedik mi?" buyruldu. (İnşirâh sûresi: 1)
Muhammed aleyhisselâm, süt annesinin yanında bulunduğu sırada çocuklarla
birlikte iken, Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu arkası üstü yatırdı.
Göğsünü açıp kalbini yardı. Kalbinden bir parça et çıkarıp attı ve; "Senin
v ücûdunda şeytânın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın
habîbi (sevgilisi), seni vesveseden ve şeytânın hîlesinden emîn ettik"
dedi. Sonra bir leğen içerisinde zemzem suyu ile kalbini yıkadı ve
göğsünü kapatıp ayağa kaldırdı. Bu hâli gören çocuklar koşup durumu
Halîme Hâtun'a haber verdiler. Yanına geldiklerinde ayağa kalkmış ve
benzi sararmış vaziyette idi. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.anh)
"Ben Resûlullah'ın göğsünde bu yarılmanın izini gördüm" demiştir. İkinci
Şakk-ı Sadr ise, Mîrâc gecesi vukû bulmuştur. Bu gece, Cebrâil
aleyhisselâm gelip Resûlullah'ın mübârek göğsünü yardı.Zemzem suyu ile
yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir leğen getirdi.
Resûlullah'ın mübârek kalbine boşalttı ve göğsünü kapattı. Peyga mber
efendimiz hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Cebrâil gelip göğsümü yardı.
Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir tas
getirip göğsümü boşalttı, sonra kapattı." Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i
Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir . Yine bu iki kitabda Enes bin
Mâlik'ten şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem buyurdu ki: "İşte şuradan şurama kadar yâni boğazın altındaki
çukurdan göğüste kıl biten yere kadar yardı. Kalbimi çıkardı, içi îmân
dolu altın bir tas getirdi. Kalbimi yıkadı sonra da iç organlarımı
yıkadı. Sonra kapattı." (Senâullah-ı Pânî Pûtî, Abdülhâk-ı Dehlevî)
ŞÂMÂNÎLER:
İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına
dayanan sapık bir yolun mensupları.
Şâmânîler, güneşte bulunuyor dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere
tapınır. En büyüğüne şeytan derler. Bugün Sibirya'daki ve Okyanus
adalarındaki vahşîler arasında yaygındır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ŞÂN:
1. Hâl, durum.
Eshâbımın ismini işitince, susunuz. Şânlarına yakışmayan sözleri
söylemeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazâya rızâ,
evliyânın şânındandır. (Fakîrullah)
Haramlardan sakınmak; akıllıların şânı, şereflilerin tabîatındandır. (Hazret-i
Ali)
2. İzzet, îtibâr, şeref.
Gaddârlık (Zulüm, vefâsızlık), herkes için kötü bir şeydir. Şân, şeref
sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir. (Muhammed el-Âmidî)
ŞÂRÎ':
Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için
Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren
Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) g erektiğinde, kapalı hususları
açıklaması bakımından Peygamber efendimize de Şâri' denilir.
Allahü teâlâ Şâri-i Mübîndir. Dinleri gönderen ve değiştiren O'dur.
İnsanların din ismi altında uydurduğu eğri yollara din denmez. Dinlere
âit kânunları da koyan Allahü teâlâdır. Dinleri yayanlar ise,
peygamberlerdir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
ŞART:
Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile
de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.
Şâhitlerin bulunması; nikâhın sıhhati, mûteber olması için şarttır.
Şâhid bulunmadıkça, nikâh meydana gelmez. Fakat şâhidlerin bulunması,
nikâhın bulunmasını icâbettirmez. Şâhidler bulunduğu hâlde, nikâh
yapılmayabilir. Yine namazın sahîh olması için , abdest şarttır. Fakat
abdest, namazın vâcib olmasını, mutlaka kılınmasını îcâbettirmez. (Serahsî)
ŞAVT:
Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve
Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül
esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir
dönüş.
Şavt sona erip Hacer-ül esved taşına gelince şu duâ okunur: Allah'ım!
Rahmetinle beni mağfiret eyle. Borçtan, yoksulluktan, sıkıntıdan ve
kabir azâbından bu taşın Rabbine sığınırım. (İmâm-ı Gazâlî)
Tavâf yedi şavttan ibârettir. Sa'y dahi yedi şavttır. Safâ'dan Merve'ye
her gidiş bir şavt olduğu gibi, Merve'den Safâ'ya her geliş dahi bir
şavttır. Böylece dört gidiş ve üç geliş olur. (M. Zihni Efendi)
ŞA'YÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini
yayıp, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirdi.
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra hak yoldan ayrılıp, bozuk yollara sapan
İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberlere ya kısa dönemler
hâlinde tâbi oldular veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Şa'yâ
aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ et mek üzere peygamber
olarak gönderildi. Şa'yâ aleyhisselâmın peygamberliği Zekeriyyâ, Yahyâ
ve Îsâ aleyhimüsselâmdan önce idi. Şa'yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına
Allahü teâlânın emirlerini bildirip nasîhat etti. Muhammed
aleyhisselâmın geleceğini bi ldirdi. Şa'yâ aleyhisselâm zamânında,
İsrâiloğullarının başında Sudika adlı bir melik vardı. Melik Sudika'nın
vefâtından sonra saltanat kavgaları yüzünden birbirine giren
İsrâiloğullarına, Şa'yâ aleyhisselâm nasîhatte bulundu. Fakat onu
dinleyen olmadı. İsrâiloğulları iyice düşman oldular. Nihâyet Şa'yâ
aleyhisselâmı şehîd ettiler. Böylece Allahü teâlâ tarafından kendilerine
gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük felâkete düştüler. Daha sonraki
yıllarda Bâbil hükümdârı Buhtunnasar tarafından yurtları istilâ edildi.
(Taberî-İbnü'l-Esîr-Sa'lebî)
ŞÂZİLİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasen Şâzilî hazretlerinin tasavvuftaki
yolu.
Ebü'l-Hasen-i Şâzilî 1196 (H. 592)'de Tunus'ta Şâzile kasabasında doğdu.
Silsilesi, bağlı olduğu tasavvuf kolu Sırrî-i Sekatî'den gelmekte ve bu
yoldan Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine bağlanmaktadır. İskenderiyye'de
Şâziliyye yolunu kurdu. Şâziliyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Hasen-i
Şâzilî hazretleri; "Her istediğim zaman Resûlullah'ı sallallahü aleyhi
ve sellem baş gözümle göremezsem kendimi onun ümmeti saymam" buyurdu. (Hüseyn
Vassâf)
Zikr-i cehrî (açıktan zikr) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla
gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'danMa'rûf-i Kerhî
almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde
bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek ko llara ayrılmıştır. Böylece
Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye ile Şâziliyye, Sâdiyye ve Rıfâiyye
meydana geldi. (Abdullah-ı Dehlevî)
Şâziliyye yolunun esâsı beş şeydir: Birincisi; gizli ve âşikâr her
hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. İkincisi; her hâl ve
işinde ve ibâdetindePeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve
Eshâbı'nın (Peygamberimizin arkadaşlarının ) gösterdiği doğru yola uyup,
bid'atlerden, sapıklıklardan sakınmak. Üçüncüsü; bollukta ve darlıkta
insanlardan bir şey beklememek. Dördüncüsü; aza ve çoğa râzı olmak.
Beşincisi; sevinçli ve kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak. (Seyyid
Ahmed-i Zerrûk)
ŞEÂ'İRULLAH:
Görülünce, Allahü teâlâyı hatırlatan şeyler.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bir kimse, Şeâ'irullahı ta'zim ederse, bu iş kalblerin takvâsındandır. (Hac
sûresi: 32)
Safâ ve Merve, Allahü teâlânın, Şeâ'irindendir. (Bekara sûresi: 158)
Şeâ'irullah yalnız Safâ ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka
şeâ'ir de vardır. Allahü teâlânın şeâ'irinin en büyükleri dörttür:
Kur'ân-ı kerîm, Ka'be-i muazzama, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) ve
namaz. (Senâullah Dehlevî)
Şeâ'irullahı sevmek demek, Kur'ân-ı kerîmi ve Peygamberi sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem ve Ka'be'yi sevmek demektir. Hattâ Allahü teâlâyı
hatırlatan her şeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyâsını sevmek de
böyledir. (Şah Veliyullah-ı Dehlevî)
ŞEBEKE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin
bulunduğu Hücre-i seâdet denilen yerin dış duvarı etrâfında yerden
Mescid-i Nebî'nin tavanına kadar yükselen demir parmaklık.
Şebeke-i seâdetin kıble tarafına muvâcehe-i seâdet, doğu tarafına
kadem-i seâdet, batı tarafına Ravda-i mütahhera ve kuzey tarafına da
Hucre-i Fâtımâ denir. ( Eyyûb Sabri Paşa)
ŞECÂ'AT:
Yiğitlik, bahadırlık, cesâret, kahramanlık.
Şecâ'atin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, O'na tevekkül
etmek, O'na güvenmektir. Şecâat sâhibi olan, dertlere, belâlara göğüs
gerer, dayanır, sabr eder. (Muhammed Hâdimî)
Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilm (yumuşaklık) gadab ânında,
şecâ'at harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyâç ânında. (Lokman Hakîm)
ŞECERE-İ PÂK-İ MUHAMMEDÎ:
Muhammed aleyhisselâmın mübârek, temiz soy kütüğü, soy ağacı.
Allahü teâlâ Şecere-i Pâk-i Muhammedî ile ilgili olarak meâlen buyurdu
ki:
Sen, yâni senin nûrun hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.
(Şuarâ sûresi: 219) (Senâullah Dehlevî)
Şecere-i pâk-i Muhammedî'nin ilk ferdi Âdem aleyhisselâmdır. Peygamber
efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem nûru, babadan oğula geçerek
mü'min olan Târûh'a, (İbrâhim aleyhisselâmın babası) ondan da İbrâhim
aleyhisselâma, sonra oğlu İsmâil aleyhiss elâma geçti. Ondan da
evlâdlarından Adnan'a intikâl etti. Şecere-i pâk-i Muhammedî'de bulunan
ve babası Abdullah'a kadar olan dedeleri şunlardır: Adnan, Mead, Nizâr,
Mudar, İlyas, Müdrike, Huzeyme, Kinâne, Nadr, Mâlik, Fihr, Gâlib, Lüveyy,
Ka'b, Mürr e, Kilâb, Kuseyy, Abd-i Menâf (Mugîre), Hâşim (Amr),
Abdülmuttalîb (Şeybe), Abdullah bin Abdülmuttalîb. (Altıparmak Muhammed
Efendi)
ŞECERE-İ RIDVÂN:
628 (H.6) senesinde yapılan Hudeybiye andlaşmasından önce Medîneli
müslümanların, altında Peygamber efendimize ve İslâm dînine bağlı
kalacakları husûsunda bağlılık yemîni ettikleri ağaç.
Hudeybiye andlaşması imzâlanmadan önce Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem anlaşma şartlarını görüşmek ve konuşmak üzere hazret-i
Osman'ı Mekkeli müşrikler tarafına gönderdi. Müşrikler, hazret-i
Osman'ın anlaşmayla ilgili tekliflerini kab ûl etmedikleri gibi, onu
alıkoydular. Bu haber, Eshâb-ı kirâma Osman şehîd edildi diye ulaştı.
Durumu işiten Peygamber efendimiz de, çok üzüldü ve buyurdu ki: "Bu
haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" Sonra
orada bulunan Semûre ağacının altına oturup; "Allahü teâlâ bana bîat
etmenizi emr etti" buyurarak Eshâbını bîate dâvet etti. Eshâb-ı kirâm
da, Peygamber efendimizin eli üzerine ellerini koyarak; "Allahü teâlâ
sana zafer ihsân edinceye kadar önünde çarpışa çarpışa fethi
gerçekleştirmek veya bu uğurda şehîd olmak üzere bîat ettik" diye söz
verdiler. Peygamber efendimiz Şecere-i rıdvân adı da verilen Semûre
ağacının altındaki bîattan çok memnun oldu. (Abdülhak-ı Dehlevî,
Senâullah Pâni Pütî)
ŞECERE-İ TAYYİBE:
Temiz ağaç. Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan İslâmiyet'e
verilen ad.
Zâhir (beden) her zaman İslâmiyet'in emirlerini yapmaya mecbûrdur. Bâtın
(kalb) da hakîkatin işleriyle meşgûl olur. Bu dünyâda amel, ibâdet
lâzımdır. Bu amellerin bâtına çok faydaları vardır. Yâni bâtının (kalb
ve rûhun) ilerlemesi, zâhirin İslâmiyet 'e uymasına bağlıdır. Zâhirin (bedenin)
işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de İslâmiyet'in meyvelerini,
faydalarını toplamaktır. İslâmiyet, bütün kemâlâtın (olgunlukların)
kaynağı, bütün üstünlüklerin ve iyiliklerin temelidir. İslâmiyet'in
fayda ve meyve vermesi sâdece bu dünyâya mahsûs değildir. Âhiretin
kemâlâtı (olgunlukları, üstünlükleri) ve sonsuz nîmetleri de İslâmiyet'e
uymanın netîceleri ve meyveleridir. Görülüyor ki, İslâmiyet öyle bir
Şecere-i tayyibedir ki, onun meyveleri ile bütün âlem dünyâda da,
âhirette de faydalanmaktadır. Bütün faydalar ondan çıkmaktadır. (İmâm-ı
Rabbânî)
ŞEFÂ'AT:
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler,
şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar
ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; gün ahkâr olan mü'minlerin
günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, cennetlik olanların
da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu
hususta vâsıta olmaları.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
O gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden
hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. (Tâhâ sûresi:
109)
Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kıyâmet günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat
edecektir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günâhlarının
affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü
teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Küçük çocuklar, anasına ve babasına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar
bile, anasına ve babasına şefâat ederler. (İmâm-ı Birgivî)
Mahşerde (kıyâmette bütün insanların toplanıp, hesâba çekileceği yerde),
şefâat beş türlüdür: Birincisi; kıyâmet günü, mahşer yerinde
kalabalıktan ve çok uzun beklemekten usanan günâhkârlar, feryâd ederek,
hesâbın bir an önce yapılmasını isteyecekler dir. Bunun için şefâat
olunacaktır. İkincisi; suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için
şefâat edilecektir. Üçüncüsü; günâhı olan mü'minlerin, Sırat'tan
Cehennem'e düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâat
olunacaktır. Dördüncüsü; gü nâhı çok olan mü'minleri Cehennem'den
çıkarmak için şefâat olunacaktır. Beşincisi; Cennet'te sayısız nîmetler
olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin
derecesi, makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır.
Cennet'tekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâat olunacaktır.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlerin sonuncusu, Resûlullah efendimiz gibi bir şefâatçı
olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok
ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat,
Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdu r. Allahü teâlâ, bu ümmete
af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle
merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu
günâhkâr ümmet için ayırmıştır... (İmâm-ı Rabbânî)
Şefâ'at-ı Kübrâ:
Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle,
insanların mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi
ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için
Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes
kendi başının çâresini aramakla meşgûl olur. O gün yalnız Resûlullah
efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!" der ve
ümmetini ister.
ŞEFÎ':
Şefâat eden, bir suçun, günâhın bağışlanması için vâsıta, aracı olan. (Bkz.
Şefâat)
Şefî-i Rûz-i Cezâ:
"Cezâ gününün yâni kıyâmet gününün şefâat edicisi" mânâsına Peygamber
efendimiz Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Şefâat)
Şefî-i rûz-i cezâ Resûlullah efendimizin çeşit çeşit şefâat edeceği
bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde; "Kıyâmet günü mezardan önce kalkan
ben olacağım ve önce şefâat eden ben olacağım" ve; "Şefâatime inanmayan,
ona kavuşamaz" buyruldu. Peygamberimiz en büyük şefâatçıdır; bütün
inananlara şefâat edecektir. Günâhı olmıyanlara da, Cennet'te
derecelerinin artması için şefâat edecektir. (İmâm-ı Rabbânî)
ŞEFKAT:
Acımak, merhamet etmek.
Büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat etmeyen bizden değildir. (Hadîs-i
şerîf-Mişkât)
Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek, yarattıklarına şefkat lâzımdır.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (aşağı, hor) görme, kimse
ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf
büyüklerine (evliyâya) dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer!
Mayan fıkıh ve evin mescid olsun. (Abdülhâlık-ı Goncdüvânî)
ŞEHÂDET:
1. Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında
ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar yalan yere şehâdet etmezler. (Furkân sûresi: 72)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "En büyük günâhları
size haber vereyim mi?" "Evet, yâ Resûlallah" dedik. "Allahü teâlâya
şirk koşmak, anaya-babaya âsî olmaktır" buyurdu. Sonra doğrulup oturdu
ve: "Dikkat ediniz! Yalan sözden ve yalan yere şehâdetten sakınınız"
buyurdu ve bu sözü tekrâr eyledi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Şehâdet, zan ve şek (şüphe) ifâde eden sözlerle olmaz. Bir hâdise
hakkında "zannıma" veya "bildiğime göre şöyledir" şeklindeki haberler
şehâdet sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namaz kılmayanın şehâdeti kabûl olmaz. Çünkü, fâsıktır, açıkça günah
işlemektedir. (İbn-i Âbidîn)
2. Şehîdlik, şehîd olmak. (Bkz. Şehîd)
Cemel ve Sıffîn vak'alarını hazırlayan karışıklıkların ortaya çıkması,
hazret-i Osman'ın şehâdeti ile başlamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
Şehâdet Kelimesi:
Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. (Bkz.
Kelime-i Şehâdet)
Şehâdet kelimesini okumanın yüz otuz kadar fâidesi vardır. Bunlardan
birisi de sırat köprüsünü yıldırım gibi geçmektir. (Kutbüddîn İznikî)
ŞEHÂMET:
İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla
berâber olan cesâret, yiğitlik.
Şecâatten yâni yiğitlik, kahramanlıktan hâsıl olan iyi huylardan biri de
şehâmettir. (Ali bin Emrullah)
ŞEHÎD (Eş-Şehîd):
1. Allah yolunda harb ederken, Allahü teâlânın ism-i şerîfini yüceltmeye
(İslâmı yaymaya) çalışırken veya düşman saldırdığında vatan, din ve
milletini, ırz ve nâmûsunu müdâfâ ederken ölen müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allah yolunda şehîd olanlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler.
Kendilerine her zaman rızk verilir. Onlarda azâb olunmak korkusu yoktur.
Nîmetlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 170)
Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı
akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-i
Mevlâ'da haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i
şerîf-Dürre-tül-Fâhire)
Cennet'te ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle
cevap verir: "Ben Allahü teâlâ yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar
güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defâ daha şehîd olmayı arzû
ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığı m için ağlıyorum." (Ka'b-ül
Ahbâr)
Şehîdin, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını
da, Allahü teâlâ kıyâmette helâllaştıracaktır. Cihâdda ve hac yolunda ve
sınır boylarında nöbette ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerin sevâbı
devamlı verilir. Bedenleri çürümez. Her biri kıyâmette yetmiş kişiye
şefâat eder (İbn-i Âbidîn, Seyfeddîn Fârûkî)
Bütün müslümanlar, kalben ve severek şehidliği arzu etmeye memurdur.
Şehîd olmayı istememek münâfıklıktır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün
mahlûkâtın (yaratılmışların) açık ve gizli şeylerini bilen, kıyâmet
gününde leh ve aleyhlerinde olan amellere şâhidlik eden.
Evden kaçan çocuk üzerine eş-Şehîd ism-i şerîfi söylenirse, hâli düzelir,
hak yola döner.
Ana-baba, isyankâr evlâdının alnından tutar ve Allahü teâlânın eş-Şehîd
ism-i şerîfini okursa, o çocuk Allahü teâlânın izniyle itâatkâr olur. (Yûsuf
Nebhânî)
Şehîd-i Âhiret:
Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya
zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece
hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya
kadar yaşayan veya başka yere götürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.
Şehîd-i âhiret, dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Boğularak, yanarak,
garîb, kimsesiz olarak, duvar, enkaz altında kalarak ölenler, ishalden,
tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sar'a hastalığında,
Cumâ gecesinde ve gününde, din bil gilerini öğrenmekte, öğretmekte ve
yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken
ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler, Allah rızâsı için müezzinlik
yaparken, dîne uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din
bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar, ölünce şehîd-i
âhiret olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i âhiret olan kimselerin cesedi dağılmaz ve çürümez. Cesedlerin
çürümesinde iki âmil vardır. Birincisi, toprağın kendisiyle olan
cisimleri temasla kendisine benzetmesi, toprağa çevirmesi. İkincisi,
vücudda meydana gelen mikropların cesedi yiyer ek yok etmesi. Şehîd-i
âhiret olan kimsenin vücûduna, cesedine toprak nüfûz edip, çürütemediği
gibi, cesedin yok olmasına sebeb olan mikroplar da cesede musallat olup
yiyemezler. Bu sûretle ceset de aslî hâlini muhâfaza eder. Peygamberler
kabirlerinde diridirler. Hayatlarında olduğu gibi, bedenleri her türlü
değişiklikten korunmuştur. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Şehîd-i Dünyâ:
Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı
için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi.
Şehîd-i dünyâya da şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür,
yıkanmazlar. Fakat âhirette hakîkî şehîdlere va'd edilen mükâfatlara
kavuşamazlar. Çünkü niyetleri bozuktur. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i Tâm:
Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam
şehîd.
Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir müslüman, zulüm ile haksız
olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve
vatan düşmanları ile Allah için cihâd ederken düşman tarafından; sulh
zamânında âsîler, yol kesiciler, şehir eşkıyâ ları, gece hırsız
tarafından herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse, bunlar
şehîd-i tâm olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i tâm dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla
olan elbisesi soyulup çamaşırı ile defnedilir. Cenâze namazı Hanefî'de
kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına
kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)
ŞEHR (Şehir):
Cemâati, en büyük câmiye sığmayan yer veyâ İslâmiyet'in emrini
yapabilecek güçte müslüman vâli ve hâkimi bulunan yer.
Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır .
(Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Cumâ namazının birinci şartı, namazı şehirde kılmaktır. Bugün hükûmetin
tasdik ve kabûl ettiği muhtârı bulunan köyler, büyük şehirlerde bulunan
nâhiyelerin herbiri, Cumâ namazı için ayrı birer şehir sayılmaktadır.
(İbn-i Âbidîn)
Kâfirlerin eline geçen İslâm şehirlerinde, vâli ve hâkimler İsâmiyet'e
uygun iş işliyorlarsa, bu şehirler, Dâr-ül-harb olmaz; Dâr-ül-İslâm
sayılır. Böyle şehirlerde, müslümanların seçtiği vâli, hâkim veya
bunların veya cemâatin seçeceği imâm, Cumâ n amazını kıldırır. (İbn-i
Âbidîn)
ŞEHVET:
Nefsin arzu ve istekleri.
Cehennem şehvet perdesiyle kuşatılmıştır. Oraya şehvetler yapılmakla
girilir. Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle kuşatılmıştır; buraya
da ibâdet meşakkatleriyle girilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Şehvet üç çeşittir: Yeme arzusu, konuşma arzusu, bakma ve görme arzusu.
Yemek yeme hâlini, yüce Allah'a îtimâd ve tevekkül ile, dilini doğru söz
söylemekle ve gözünü ibretle bakmak sûretiyle muhâfaza et. (Hâtem-i
Esam)
Şehvet, şeytanın yularıdır. Bu yuları şeytana kaptıran ona kul olur.
(Ebû Bekr Kettânî)
İslâmiyet, şehvetin ve gadabın, kızmanın yok edilmesini değil, her
ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir.
(Şerefüddîn Ahmed Münîrî)
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin
şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir
amele pekçok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)
ŞEK:
Şüphe, zan.
Îtikâdda şek, yakîni bozar, îmânı yok eder. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Cümle âlem bir yere gelse ve bir müslümana Rabbini inkâr et deseler, o
kimse inkâr etmez ve kalbine aslâ şek getirmezse işte onun îmânı, îmân-ı
hakîkîdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
ŞEKÂVET:
Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı.
Şekâvetin alâmeti dörttür: Geçmiş günâhları unutmak; hâlbuki onlar
Allahü teâlânın yanında muhâfaza edilmektedir. Geçmiş iyilikleri
zikretmek (söylemek) ; hâlbuki kabûl edilip edilmediğini bilmiyor.
Dünyâda kendinden üstüne bakmak. Dinde kendinden aşağısına bakmak.
Hâlbuki Allahü teâlâ "Ben onu istedim, o ise beni terk etti. Ben de terk
ederim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Münebbihât)
Seâdet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci
hazînenin anahtarı, tâat (Allahü teâlânın beğendiği şeyler) ve
ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma'siyet, yâni günâhlardır.
(Şerefüddîn Ahmed Münîrî)
ŞEKÛR (Eş-Şekûr):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kendisi için
yapılan az tâate yüksek dereceler ihsân eden, sayılı günlerde yapılan
ibâdete, sayısız mükâfât veren.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân ehli, Adn adlı Cennetlere girerler. Orada altın bilezikler ve inci
ile süslenecekler. Elbiseleri de ipektir. Ehl-i Cennet, bu nîmetleri
görünce derler ki: "Geçim ve âkıbet derdini bizden gideren Allah'a hamd
olsun. Gerçekten Rabbimiz Gafûr'dur, Şekûr'dur." (Fâtır sûresi: 33,34)
"Lâ ilâhe illallah" diyenler için, mezârlarında vahşet (yalnızlık) ,
mahşer meydanında dehşet (korku) yoktur. Sûr'un üflenmesi ânında
başlarından toprakları nasıl silkerek kalktıklarını sanki görür gibiyim.
Hüznü bizden gideren Allah'a hamdederiz. Muhakkak ki bizim Rabbimiz
gafûr (pekçok mağfiret edici, bağışlayıcı) ve şekûrdur. (Hadîs-i şerîf,
Taberânî)
Eş-Şekûr ism-i şerîfini söyleyenin vücûduna âfiyet gelir, sıhhat ve
selâmete kavuşur. Geçimi bollaşır. (Yûsuf Nebhânî)
2. Çok şükreden, kendisine ihsân edilen nîmetlerin kıymetini bilip,
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle O'nun rızâsını kazanmak
için çok gayret gösteren.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphesiz ki bunda (Sebe' halkının hikâyesinde; günahları, nefislerinin
arzû ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları
yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabreden (bütün hâllerde
ve vakitlerde Allahü teâlânın lutf ettiği nîmetlere) , şekûr olan herkes
için, elbette ibretler vardır. (Sebe' sûresi: 19)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz
kılardı. Eshâb-ı kirâm, "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ senin gelmiş geçmiş
bütün günâhlarını affetmiştir" dediklerinde; "Şekûr bir kul olmayayım
mı?" buyurdu. (Müslim)
ŞEMÂİL-İ ŞERÎFE:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek ahlâk ve âdetleri.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin şemâil-i şerîfelerini Eshâb-ı
kirâmdan Ebû Saîd-i Hudrî şöyle anlatmıştır: "Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü.
Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının s öküğünü dikerdi. Çamaşırını
yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken
yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan satın aldığı şeyleri torba içinde
eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce
selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce
uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim
olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi; az olsa da,
hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek
bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi
geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü
görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak
tabîatli değildi. Heybetli id i. Yâni saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat
kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere
bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğikti.
Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen O'nun gibi
olmalıdır." (İmâm-ı Gazâlî)
ŞEMÂTET:
Başkasına gelen belâya, zarâra sevinmek.
Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz. Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ
belâyı ondan alır, size verir. (Hadîs-i şerif-Berîka)
Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek
şemâtet olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek şemâtet olur. Hele
belâların gelmesine kendisinin sebeb olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ
duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. (Mekhûl eş-Şâmî)
ŞEMS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi.
Şems sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On beş âyet-i kerîmedir. Birinci
âyette geçen ve güneş mânâsına gelen şems kelimesi sûreye isim olmuştur.
Sûrede; Allahü teâlânın insan nefsine iyilik ve kötülük işleme
kâbiliyeti verdiği, bu yüzden de kötülükl erden arınan nefsin kurtuluşa
ereceği, kötülüklerle kirlenen nefsin ise, zarâra, ziyâna uğrayacağı ve
Sâlih aleyhisselâmın kıssası bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî,
Taberî)
Allahü teâlâ Şems sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuldu. Nefsini
günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan ziyân etti. (Âyet: 9)
Kim Şems sûresini okursa, güneşin ve ayın üzerine doğduğu her şeyi
sadaka vermiş gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
ŞEMSÎ SENE:
Güneş senesi. Yer küresinin güneş etrâfında bir devir yaptığı (bir kere
döndüğü) sene. 365.242 vasatî güneş günü.
Başlangıç zamânına göre Mîlâdî ve Hicrî olmak üzere, iki türlü sene
kullanılmaktadır. Mîlâdî sene, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen
zamandan başlar ise de, Fransa kralı dokuzuncu Şarl, 1563 senesinde,
yılbaşının Ocak'tan başlamasını emretmişt ir. Hicrî sene, Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellemin Medîne'ye hicret ettiği seneden
başlamaktadır. Hicrî şemsî senenin başlangıcı ise Resûlullah efendimizin
Medîne'ye girdiği Eylül ayının yirminci Pazartesi günüdür. (M. Sıddîk
Gümüş)
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir.
Müslümanların şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının yirminci
gecesidir. (M. Sıddîk Gümüş)
ŞEM'ÛN ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden. İsminin Şemsûn olduğu da
bildirilmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Geçmiş zamanda Şem'ûn
(Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı
için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı" buyurdu.
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Keşke bizim ömrümüz
de uzun olsaydı da biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik"
dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; "Size verilen Kadir
gecesi bin aydan daha hayırlıdır (bu gecenin sevâbı bin ay cihâd etmenin
sevâbından çoktur) " buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Zeyn-ül-Mecâlis)
Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem'ûn
aleyhisselâm, İncîl ehlindendi. Îsâ aleyhisselâma indirilen henüz
bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi.Kavmi ise putlara tapardı.
Şem'ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık
kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir
kimse olan Şem'ûn aleyhisselâm, tek başına yaptığı gazâlarda çok ganîmet
elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için bir
taştan g âyet lezzetli bir su akıtırdı. Kendisine büyük bir güç ve
kuvvet verilmişti. Düşmanları onu çeşitli hîlelerle şehîd etmek için
çalıştılarsa da başarılı olamadılar. (Sa'lebî, Mirhaund)
ŞER:
Dînin ve aklın zararlı gördüğü şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki; Zerre kadar hayır (iyilik) yapan
onun mükâfâtını; Zerre kadar şer yapan da onun karşılığını, cezâsını
görecektir. (Zilzâl sûresi: 7,8)
Kalbe iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı
tasdîk eder. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu, Allahü teâlâdandır ve
Allahü teâlâya hamd etsin. Diğeri şeytandandır; o da vesvese verir. Ve
şerri teşvik eder, hakkı tekzîb (inkâr) eder ve hayırdan men eder.
Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. (Hadîs-i
şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur. Cehennem
kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılarının
hepsi açılır. Kapalı hiçbir kapı kalmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: Ey
hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş. Allahü teâlâ
bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb
vet-Terhîb)
İnanılması lâzım olan altı şeyden (âmentüden) altıncısı; "Kadere, hayr
ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." İnsanlara gelen hayr ve
şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi Allahü teâlâdandır.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalbe gelen hâtıra (düşünce), nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır.
Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. (Hâdimî) Hak
şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı) Şerri öğrendim kötü olmak için değil, Şerri bilmeyen
içine düşer iyi bil.
(İmâm-ı Şâfiî)
ŞERÂB (Şarâb):
Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla
gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması
netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Şarab, kumar, ibâdet için dikilen putlar, câhiliyye
devrinde kullanılan fal okları, hep şeytânın işlerinden birer pisliktir.
Onun için, bunlardan sakınınız ki kurtulasınız. Muhakkak ki şeytan,
içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahü teâlâyı
hatırlamaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca siz
bunlardan sakınmaz mısınız? (Mâide sûresi: 90,91)
Şarab içmek büyük günahların en büyüğü ve bütün fenâlıkların ve
günahların anasıdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Bütün fenâlıklar (kötülükler), bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi
zinâ, anahtarı şarâbdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Sarhoşluk veren her içki şarabdır ve hepsi haramdır. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Âbidîn)
Şarab içen ile arkadaşlık etmeyiniz. Cenâzesine gitmeyiniz. Buna kız
vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şarab
içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili
sarkmış pis kokulu olur. Herkes bunun pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Şarabda, devâ, ilâc hâssası (özelliği) yoktur. Hastalık yapar. (Hadîs-i
şerîf-Seâdet-i Ebediyye)
Şerab içmenin çeşitli hastalıklara yol açtığı meydandadır. Aklı
azaltmakta ve karaciğeri bozmakta, beyin ile sinirleri harâb etmektedir.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
ŞEREF:
Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl
olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma,
iftihâr.
İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan
insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın
verdiği bu izzetten bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi
yine zelîl eder, her şeyden aşağı eder. (Hazret-i Ömer)
İnsanın şerefi ilim ve edeb iledir, mal ve neseb ile değildir. (Hazret-i
Ali)
Şerefli bir insan olabilmek için; edeb sâhibi olmak, farzları edâ etmek,
sâlihlerle sohbet etmek ve fâsıklardan (açıkça günah işleyenlerden) uzak
durmak lâzımdır. (Ebü'l Hayr el-Akta) Kaybetti peygamberin âilesi olma
şerefini, Kötülerle arkadaşlık ettiği için hazret-i Lût'un eşi, Eshâb-ı
Kehf'in köpeği onlarla olunca berâber, Kavuştu haşr olma şerefine
mü'minlerle berâber.
(Sa'dî Şîrâzî)
ŞEREH:
İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli
hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.
Şereh sâhibi, helâl ve haram gözetmeksizin her istediğini elde etmeye
çalışır. Başkalarının zarârına da olsa beğendiği şeyleri toplar. (M.
Hâdimî)
ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp
îzâh etmek.
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye
dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü
ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir. Ön
ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur.
(Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh
olmaz). Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur.
Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye
çevirmeyiniz" buyurdu. Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak
abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere
yaptırmak, yaptırana haram olur. Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren,
zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş
olur). Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları
kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur. Yüksekte
iseler mekruh olmaz. Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen)
mekruhtur. Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki
alâmettir (delîldir). (M. Sıddîk bin Saîd)
Şerh-i Sadr:
1. Peygamber efendimizin çocukluğunda ve peygamberliği sırasında (mîrâc
gecesinde) mübârek göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve yıkanıp
ilim, hikmet ve mârifet ile doldurulduktan sonra yerine konması
hâdisesi. (Bkz. Şakk-ı Sadr)
Yeşil elbiseli iki kimse gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik
diğerinde zümrütten bir leğen vardı. Beni alıp bir dağ başına
götürdüler. Biri sırtım üzerine yatırdı. Göğsümü göbeğime kadar yardı.
Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup ne varsa çıkardılar. O beyaz şey
ile yıkayıp yerine koydular. Biri diğerine; "Kalk ben de hizmetimi
yerine getireyim" dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı. İki parça etti
ve içinden bir şey çıkarıp attı ve; "Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu
idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve
şeytanın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra yüreğimi kendi yanlarında
olan latîf (hoş) ve yumuşak bir şey ile doldurdular. Nûrdan bir mühür
ile mühürlediler. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Ben Kâbe'nin yanında uyur uyanık bir hâlde iken, iki kişi; içinde zemzem
suyu bulunan bir tasla bana geldiler. Sadrım şerh edildi. Zemzem suyu
ile yıkandı. Sonra yerine kondu. İlim, hikmet ve mârifet ile dolduruldu.
Sonra burak getirildi. Onun üzerine binerek, Cebrâille berâber (mi'râca)
gittim. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
2. Göğsün yâni kalbin ilâhî nûr, ilim, hikmet ve mârifet ve sekîne
(ferahlık, rahatlık ve huzûr) ile doldurulup genişlemesi.
Şerh-i sadrın sebeblerinden bâzıları şunlardır: İlim sebebiyle kalb o
kadar genişler açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş
olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, şerh-i
sadrı da o kadar artar. Bu ilimden m urâd (maksad) her ilim değil,
peygamberden mîrâs kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle
vâris olunmaz. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadrın sebeblerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal,
para, makam ve benzeri şeylerde ihsânda bulunmaktır. Kimin eli daha açık
ise, kalbi de o kadar genişler. Kimin eli kısa ve kapalı ise sînesi de o
nisbette dardır. Şerh-i sadrın sebep lerinden biri de,Allah yolunda
kahramanlık, insâf sâhipleri yanında doğruyu söylemektir. Bu da gönül
açıklığına yol açar. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Şerh-i sadr sebeblerinden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme yâni kötü
sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için
olmayan mal ve makâmı, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylardan
temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefs toprağında n yükselen
zulmânî buhâr ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve şerh-i
sadra sebeb olan îmân nûrundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten
(sevgiden) ve zikirden, Allahü teâlâyı anmaktan insanı alıkoyarlar,
mahrûm bırakırlar. Kalb sâhasını ka rartır ve daraltırlar. (Abdülhak-ı
Dehlevî)
ŞER'Î:
Şerîate âit, İslâmiyetle ilgili, İslâmiyet'e uygun. (Bkz. Şerîat)
Bir işten, o işi işleyen kimsenin maksadı, niyeti her ne ise, o iş
hakkındaki şer'î hüküm de, o maksada göredir. Yâni bir kimsenin işlediği
bir iş üzerine düşecek şer'î hüküm, o işten, o kimsenin niyeti, maksad
ve murâdı her ne ise ona göre olur. Mes elâ bir kimse, avlanmak
niyetiyle ava bir kurşun attığı sırada, bu kurşun bir adama isâbet etse
ve o adam ölse, diyet lâzım gelir. Fakat, o adamın ava kurşun atmaktan
maksadı o adamı öldürmek olsaydı, kısas lâzım gelirdi. (Ali Haydar
Efendi)
ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din.
İslâmiyet.
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir
şerîat getirmiştir. Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta
kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı
haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde t anzim eder, hep ileriyi
gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin
mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre
edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine
kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı
îtibâra sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi
arzûlarına, keyflerine uydurmak isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki,
Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve
taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şerîat, kendisinden önce
gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen, her şerîatı
değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup,
kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın
şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
ŞERÎF:
Şerefli. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kızı hazret-i
Fâtımâ'nın oğullarından hazret-i Hasen'in neslinden (soyundan) gelenler.
Hazret-i Fâtımâ ile kıyâmete kadar olan çocukları Ehl-i beyttirler.
Bunları sevmek kalb, beden ve mal ile yardım, hürmet etmek; îmân ile
ölmeye sebeb olur. Sûriye'nin Hama şehrinde hazret-i Hüseyn'in soyundan
gelen seyyidler için mahkeme vardı. Mısır 'daki Abbâsî halîfesi
zamânında hazret-i Hasen'in evlâdına şerîf ismi verilerek beyaz sarık
sarmaları, hazret-i Hüseyn'in evlâdına seyyid ismi verilerek yeşil sarık
sarmaları uygun görüldü. Bu mübârek sülâleden doğan çocuklar iki şâhid
ile hâkim huzûrunda kayd ve tescîl edilirdi. Bu mahkemeleri, Tanzîmât
Fermânını yayınlayarak, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hazırlayan,
İngilizlerin sâdık dostu Mustafa Reşîd Paşa kaldırdı. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Beyt-ül-mâlden (devlet hazînesinden) hakkı olan fakirler, zekât
me'murları, âlimler, muallimler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler,
borçlular, Ehl-i beyt-i nebevî yâni seyyidler ve şerîfler, askerler,
beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları k adar almaları câizdir.
(İbn-i Âbidîn)
Şerîf-i Câferî:
Hazret-i Ali'nin, hazret-i Fâtıma'dan dünyâya gelen Zeyneb adlı
kızınınAbdullah bin Câfer-i Tayyâr ile evlenmelerinden meydana gelen
evlâdına verilen ad.
ŞERÎK:
1. Eş, ortak.
Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden sevâblarını ondan
istesin... (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
(Yâ Ebüdderdâ!) Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile Allahü
teâlâya hiçbir şeyi şerîk yapma!Farz namazları terk etme! Farz namazları
bile bile terk eden, müslümanlıktan çıkar. Şarab içme! Şarab, bütün
kötülüklerin anahtarıdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Bütün varlığımla inanırım ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir ve
şerîki yoktur. Mülk ve saltanat onundur... (Hazret-i Ebû Bekr)
2. Herhangi bir şirkette ortak olan üyelerden herbiri.
Mudârebe şirketi, şeriklerden bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş
yapmak üzere kurulur. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır.
Sermâye, iş yapanlara emânettir; telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)
ŞETM:
Bir kimseye dil uzatmak, sövmek, kötülemek.
Eshâb-ı kirâma yâni Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarına şetm,
Allahü teâlânın Peygamberine şetm olur. Eshâb-ı kirâma saygı
göstermeyen, Allahü teâlânın Resûlüne (peygamberine) itâat etmemiş,
(uymamış) olur. (Ahmed Fârûkî)
ŞEVVÂL AYI:
Arabî ayların onuncusu, Ramazân-ı şerîften sonraki ay.
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutup, ardından Şevvâl ayından da altı gün
daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ramazân-ı şerîf ayında orucunu tutup, ardından Şevvâl ayında altı gün
daha oruç tutan, günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır,
kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şevvâl ayının birinci günü, fıtr (Ramazân) bayramının; Zilhicce'nin
onuncu günü ise, Kurban bayramının birinci günleridir. Bu iki günde,
güneş doğduktan ve kerâhat vakti (namaz kılmak haram olan vakit)
çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak,
erkeklere vâcibdir. Bayram namazlarının şartları, Cumâ namazının
şartları gibidir. Fakat burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur.
Fıtr bayramında, namazdan önce tatlı (hurma veya şeker) yemek,
gusletmek, misvâk kullanmak, en iyi elbise giymek, fıtrayı namazdan önce
vermek, yolda yavaşça tekbîr okumak müstehâbdır. (Enver Şah Keşmîrî)
ŞEYH:
1. İhtiyâr.
Şeyhlere hürmet ediniz. (Hadîs-i şerîf-Lemeât)
2. Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
3. Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
anlatan, dîni, İslâm'ı yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan
rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve şüyûhtur. (Bkz. Meşâyıh)
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda)
bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz.
Nasîhatlarına kıymet veriniz. Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı
Rabbânî)
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde
çözmesi lâzımdır. Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü.
Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin
sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasa vvuf büyükleri ile
karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek, anlamamaktır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî
hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı.
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden
gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen,
dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir"
buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana
çıkar" buyurdu. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde
bu sözün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri
temizleterek, kabrin üzerine güze l bir türbe, yanına da bir câmi ve
imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî)
ŞEYHAYN:
1. Dört büyük halîfeden ilk ikisi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer
için kullanılan lakab.
Şeyhayn bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ
etmektedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim.
(Hazret-i Ali)
Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan
ya câhildir veya inâdcıdır. (Ebü'l-Hasen-i Eş'arî)
2. Fıkıh ilminde, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Ebû Yûsuf'a verilen lakab.
Mîdeden ve ciğerden gelen kan sıvı, şeyhayne göre az olsa dahi abdesti
bozar. (Halebî İbrâhim)
3. Hadîs ilminde İmâm-ı Buhârî ile İmâm-ı Müslim'e verilen lakab
ŞEYHÜLİSLÂM:
İslâm devletinde en yüksek dînî yetkili. Dînî işlerde zamânın en yetkili
ve söz sâhibi âlimi.
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı. Fakat
şeyhülislâm olmak, hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve
müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak
gerekirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han ve İkinci Sultan Selîm'in
saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı
şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd
Efendi'dir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
İbn-i Hacer-i Mekkî, yaşadığı asırda Ehl-i sünnet müslümanlarının
gözbebeği oldu. Asrının şeyhülislâmı idi. Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i
Arvâsî onun için; "İbn-i Hacer-i Mekkî'nin sözleri, yazıları, dört
mezhebde de hüccettir, seneddir" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)
ŞEYTAN:
Kovulmuş, uzaklaştırılmış. Kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın
"Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun
rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblis.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şeytan insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hatırlatır. Şeytanın söz
verdiği şeylerin hepsi yalandır. (Nisâ sûresi: 121)
Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder.
Allah ise kendisinden mağfiret ve fadl vâ'd ediyor. (Bekara sûresi: 268)
Gadab (kızmak) şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su ateşi söndürür.
Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin
Hanbel)
İçinizden her kim, Cennet safâsını isterse, cemâate devâm etsin. Çünkü
şeytan tek kişi ile bulunur. İki kişi olursa uzak olur. (Hadîs-i
şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve
sol eli ile içer. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kalbini, şeytanın oyuncağı yapma. (Ferîdüddîn Genc-i Şeker)
Büyüklerden biri şeytana dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak
istiyorum, ne yapayım?" Şeytan sevinip benim gibi olmak istersen, namaza
ehemmiyet verme ve doğru-yalan her şeye yemin et, yâni çok yemin et"
dedi. O kimse de hiçbir namazı bıra kmayacağım ve artık yemin
etmiyeceğim" dedi. (İbn-i Cevzî)
Birçok istekler insanda bulunmaz, dışarıdan gelirler. Bunlardan faydalı
olanlarını Allahü teâlâ merhamet ederek gönderir. Bir hadîs-i şerîfte;
"Her mü'minin kalbinde Allahü teâlânın bir vâizi (nasîhat edicisi)
vardır" buyruldu. Zararlı olanlarını şeytan gönderir. Şeytan insanlara
hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeytanların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri
unutturup, günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzularını kızıştırırlar.
Şeytanlar, ateş ile havadan yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş
fazladır. Cin ve şeytanlar en ufak yerd en geçerler, insanın içine,
damarlarına bile girerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ŞÎA:
Taraftar, yardımcılar. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer
Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kıymetini
bilmeyen ve onları kötüleyen kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka.
"Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından sonra,
halîfelik hazret-i Ali'ye âitti. Her asırda da imamlık (halîfelik) onun
çocuklarının hakkıdır. Başka kimse hiçbir zaman müslümanlara imâm
(halîfe) olamaz. Başkaları ancak zulüm ile, bunların hakkına saldırmakla
başa geçer" inancı etrâfında birleşen Şîayı kuran ve ilk olarak ortaya
çıkaran Abdullah ibni Sebe adlı Yemenli bir yahûdîdir. (Abdülazîz
Dehlevî)
Eshâb-ı kirâma düşman olan Şîa fırkası üç grupta toplanmaktadır:
1) Tafdîliyye; hazret-i Ali, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kafir oldular,
diyorlar. Bunları sebbediyorlar yâni kötülüyorlar.
3) Gulât; hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler.
(Abdülazîz Dehlevî)
Şîa yirmi fırkadır. On sekizinci fırkası İsmâiliyye fırkasıdır. Bu
fırkaya Bâtıniyye de denir. Şîanın şimdi İran'da ve Hindistan'da en çok
bulunan fırkaları İmâmiyye fırkasıdır. Bunlar kendilerine Câferî
diyorlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Şîa'ya göre imâmlar yâni devlet başkanları mâsûm yâni günâh işlemezler.
Peygamberlerden tek farkı imâmlara vahy gelmemesidir. Yine Şîanın Câferî
koluna göre herkes kazandığının beşte birini din adamlarına vermeye
mecburdurlar. (Şehristânî, Kâşif-ül-Gıtâ)
ŞİFÂ:
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma.
Allahü teâlâ harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Duâ ile ilâç, ömrü uzatmaz. Eceli geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel
bilinmediği için, duâ etmek, ilâç kullanmak lâzımdır. Eceli gelmemiş
olan sıhhate, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâçtan değil, Allahü teâlâdan
beklemelidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem üç türlü ilâç
kullanırdı. Kur'ân-ı kerîm veya duâ okurdu. Fen ile bulunan ilaçlar
kullanırdı. Her ikisini karışık da kullanırdı. "Kur'ân-ı kerîmden şifâ
beklemeyene şifâ nasîb olmaz" buyururdu. Fâtiha sûresini okumanın şifâ
olduğu çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. (İmâm-ı Kastalânî)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbur'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi
binden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden (yâni
Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hadîs-i
şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretle ri bütün dedelerinin
isimlerini sayarak şu kudsî hadîsi okudu; "Lâ ilâhe illallah kal'amdır.
Bunu okuyan kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de azâbımdan kurtulur!"
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i şerîf,
râvîlerin (bildirenl erin) isimleri ile berâber deliye okunursa, aklı
başına gelir. Hastaya okunursa, şifâ bulur. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Balda şifâ vardır. Yetmiş peygamber bala bereket ile duâ etmiştir.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şifâ için okunacak duâ yazmamı istiyorsunuz. Şifâ için, istiğfârı
(Allah'ım! Senden günahlarımı, kusurlarımı affetmeni, bağışlamanı
istiyorum, mânâsına Esteğfirullah ve benzerlerini) çok okuyunuz. Bütün
derdlere, sıkıntılara karşı fâidelidir. Hûd sûr esinin elli ikinci
âyetinde meâlen; "İstiğfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim." buyruldu.
İstiğfâr insanı her murâda, dileğe, âfiyete (sıhhate, iyi hâle)
kavuşturur. (M. Osman Sâhib)
Şifâ Âyet-i Kerîmeleri:
Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti. Tevbe sûresi on dördüncü âyetinin
sonu, Yûnus sûresi elli yedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi altmış
dokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi seksen ikinci âyetinin baş
tarafı, Şuarâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi kırk dördüncü
âyetinin ortası.
Kur'ân-ı kerîmdeki şifâ âyetleri bir tabağa yazılıp, su koyarak
eritilir. Şifâ âyetlerini abdestli olarak bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı,
bir kaptaki suya koymak da olur. Hasta bu suyu içerse, Allahü teâlâ şifâ
ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette ş ifâ verir. Fakat şartların
gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması
şarttır. Hastanın, zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçları almaktan,
soğuktan, haram ve zulümden sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması lâzımdır.
(Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Kuşeyrî)
ŞÎÎ:
Şîa fırkasına mensub kimse. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, düşmanlık eden.
(Bkz. Şîa)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbının kıymetlerini,
üstünlüklerini anlıyarak hepsini sevenlere, hepsine saygı gösterenlere
ve onların yolunda gidenlere Ehl-i sünnet denir. Birkaçını severiz,
başkalarını sevmeyiz diyerek çoğunu kötüleyen lere, böylece hiçbirinin
yolunda bulunmayanlara şiî denir. Şiîler İran'da, Hindistan'da ve
Irak'ta çoktur. (İmâm-ı Rabbânî, Mahmûd Âlûsî)
Şiîler, kendilerine Câferî diyorlar. Hâlbuki büyük âlim ve velî olan
Câfer-i Sâdık, Ehl-i sünnet idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın
üstâdı idi. Kendilerine Câferî diyen şiîlerin, Câfer-i Sâdık'la bir
ilgileri yoktur, onun yolundan çok uzaktır lar. (Âlûsî, İmâm-ı Rabbânî)
Şiîlerin, yaptıkları müt'a nikâhı ve para ile muvakkat (geçici) nikâh
yapmak yâni metres tutmak haramdır. (Abdullah-i Mûsulî)
ŞİRÂ:
Satın almak. (Bkz. Bey' ve Şirâ)
ŞİRK:
Allahü teâlâya eş, ortak koşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı mağfiret etmez. Şirkten
başka her günâhı dilediği kulundan affeder. (Nisâ sûresi 48 ve 166)
Şirkten sakınınız, şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Allah'a şirk koşma! Zîrâ şirk büyük günâhtır. (Lokman Hakîm)
Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günâh, şirktir. (Muhammed Hâdimî)
Şirk-i Asgar:
Riyâ; iki yüzlülük, gösteriş.
Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır.
Şirk-i asgar, riyâ demektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şirk-i Ekber:
Putlara tapınmak. Allahü teâlâya ortak koşmak.
Şirk-i Hafî:
Gizli şirk; riyâ. (Bkz. Riyâ, Şirk-i Asgâr)
ŞİRKET:
Ortaklık, ortak olmak, iki veya daha çok kimsenin bir mala berâber sâhib
olmaları. Bir şeyin birden çok kimseye âit olması, başkasına âit
olmaması veya ortakların yazı ile yaptıkları akd, sözleşme.
İslâmiyet'te şirketler iki kısımdır. 1) Mülk şirketi: İki veya daha çok
kimsenin mîrâs ve hediye sûretiyle veya parasını belirli oranda verip,
satın alarak bir mala berâber sâhib olmaları. 2) Akd ile yâni sözleşerek
kurulan şirket: Bir yazılı mukâvel e yaparak ortakların kabûl etmesi ile
kurulur. (İbrâhim Halebî)
Şirket-i A'mâl:
İki veya daha fazla san'at sâhiblerinin, başkasından iş kabûl ederek
ücretini veya bir fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları
şirket, ortaklık. (Bkz. Sanâyi' Şirketi)
ŞİT (ŞÎS) ALEYHİSSELÂM:
Âdem aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamber. Âdem aleyhisselâmın
oğludur. Babası vefât edince peygamber oldu. Kendisine elli suhuf kitâb
verildi. Şit ismi İbrânice olup Arapça'da Allah'ın hibesi (hediyesi)
mânâsındadır. Şit yerine Şîs de denilmiş tir.
Ebû Zer Gıfârî radıyallahü anh şöyle rivâyet etti. Resûlullaha
sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ kaç kitap
gönderdi?" diye sordum. "Yüz dört kitap gönderdi. Şit'e elli sahîfe
indirdi..." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil'in Hâbil'i şehîd etmesinden beş
veya otuz sene sonra dünyâya gelen Şit aleyhisselâmın alnına son
peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûru intikâl etti ve onun alnında
parladı. Âdem aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı diğer evlâdlarından çok
severdi. Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği
sırada bütün yeryüzünün halîfeliğine onu tâyin etti. Ayrıca ilâhî
sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Şit aleyhisselâm babası Âdem
aleyhisselâm ile veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru kullanarak
taştan yaptı. Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Şit aleyhisselâma
peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teâlâ Şit aleyhisselâma
elli suhuf (forma) gönderdi. Şit aleyhisselâma nâzil olan elli suhufta;
hikmet ve riyâziye (matematik) ilimleri, kimyâ, simyâ ilmi ve çeşitli
san'atlar ve daha pekçok şey bildirildi. Şit aleyhisselâmın dîninin
esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uygun idi. Şit
aleyhisselâm bin şehir kuru p sınırlarını tesbit etti. Her şehrin
kapısında "Lâ ilâhe İllallah, Âdem Safvetullah, (Safiyyullah), Muhammed
Habîbullah" yazılı idi. Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları
kurdukları şehirlerde huzûrlu ve mes'ûd yaşadılar. Şam'dan Yemen'e de
giden Şit aleyhisselâm, Hâbil'i şehîd ettikten sonra Yemen'e gidip
azgınlaşan Kâbil'in çocuklarına ve torunlarına Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlattı. Bu kavim Şit aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyip,
azgınlık gösterdiler. Şit aleyhisselâm onla r ile cihâd (harb) etti. Bu
savaşta kılıç kullandı. Şit aleyhisselâm vefât etmeden önce yerine oğlu
Enûş'u halîfe tâyin etti. Şit aleyhisselâm vefât ettikten sonra kuvvetli
rivâyete göre Minâ'daki mescidin minâresi dibinde medfûn olan Âdem
aleyhisselâmın yanına defn edildi. (İbn-ül-Esîr-Taberî, Kisâî, Muhammed
Mâsûm)
Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şit aleyhisselâma; "Yavrum!
Bu alnında parlıyan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın
nûrudur. Bu nûru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna
da böyle vasiyyette bulun" buyurdu. (Altıparmak Muhammed Efendi)
ŞÖHRET:
Meşhûr olma, ün, şân, adı duyulup yayılma.
Mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun
sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, dünyâda şöhret elbisesi giyerse, Allahü teâlâ ona kıyâmet
günü aynı elbiseyi giydirerek kötü şöhretle teşhir eder ve nihâyet onu
ateş alır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Din ve dünyâ işlerinde
iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu
zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir" buyurdu. Bunun
için şöhret sâhibi olmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. (İmâm-ı Rabbânî)
Tevâzu'un başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selâmı
senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya râzı olman ve şöhretten
uzak durmandır. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ey oğul! Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin
kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın.
Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Şöhret için vâz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak riyâ (gösteriş)
olur. (Ali bin Emrullah)
Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz. (Bişr-i Hâfî)
ŞUARÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi altıncı sûresi.
Şuarâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İki yüz yirmi yedi âyet-i
kerîmedir. İçinde şâirlerden bahsedildiği için, Sûret-üş-Şuarâ
denilmiştir. Sûrede; hazret-i Mûsâ ile Fir'avn arasında geçen olaylar,
İbrâhim, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberl erin kavimlerindeki
inkârcılara karşı verdikleri mücâdelelerden bahsedilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Râzî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Şuarâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O zamanda ki Şu'ayb (aleyhisselâm) onlara; " (Allah'tan) korkmaz
mısınız, şüphesiz ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Artık
Allah'tan korkun ve bana itaât edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret
istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değil.
Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terâzi ile tartın.
İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesâdcılar olarak
bozgunculuk etmeyin" demişti. (Âyet: 177-183)
Kim Şuarâ sûresini okursa, Nûh'u tasdîk edenlerin, Hûd, Sâlih, Şuayb ve
İbrâhim'i yalanlayanların ve Îsâ'yı yalanlayanların ve Muhammed'i
(aleyhisselâm) tasdîk edenlerin adedinin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
ŞUAYB ALEYHİSSELÂM:
Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâmın,
dînini insanlara tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmın veya Sâlih
aleyhisselâmın neslinden olduğu rivâyet edilir. İsminin Arabça Şuayb,
Süryânicede Yesrûb olduğu bildirilmiştir. Mûs â aleyhisselâmın
kayınpederidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şuayb'ı (aleyhisselâm)
gönderdik. O, onlara, "Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip (bir
olduğuna inanıp) O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur.
Alışverişinizde ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben zenginlik ve refâh
içinde olduğunuzu (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdîrde
elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde, ölçü ve tartıda
noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyânetiniz
sebebiyle kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir
azâbın) sizi kuşatarak hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım" dedi.
(Hûd sûresi: 84)
Azâb emrimiz gelince, Şuayb'a ve onunla olan mü'minlere (rahmetimizle)
necât (kurtuluş) verdik ve küfürle nefislerine zulm edenleri (Cebrâil
aleyhisselâmın) sayhası (korkunç, heybetli sesi) yakalayıp, evlerinde
helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)
Şuayb aleyhisselâm, Medyenlilerin neseben (soy yoluyla) kardeşleridir.
Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber gönderilmiştir. (Hadîs-i
şerîf-El-Bidâye ven-Nihâye)
Arabistan'da Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen
bölgesinde doğup büyüyen Şuayb aleyhisselâm, azıtıp sapıtan Medyen
halkına peygamber gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti.
Putlara tapan Medyen halkı, alışverişte hîl e yapmakta da ileri
gitmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm, Medyen halkını Allahü teâlâya îmân ve
ibâdet etmeye, putlara tapmaktan, alış-verişteki hîlekârlıktan ve diğer
azgınlıklarından vazgeçirmeye dâvet etti. Medyenliler, Şuayb
aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmedikleri gibi, karşı çıktılar. Şuayb
aleyhisselâm onları gelecek şiddetli bir azâbla korkuttu. Şuayb
aleyhisselâmın peygamberliği Şam'a kadar duyuldu. Birçok kimse gelerek
ona îmân ettiler. Fakat inanmayanlar, îmân etmek için gelenlere mâni
olmaya çalışıp Şuayb aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulundular. Şuayb
aleyhisselâm ve ona inananları kendi sapık dinlerine dönmedikleri
takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdît ettiler. Şuayb
aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü teâlâya havâle etti. Allahü teâlâ,
Şuayb aleyhisselâma inanmayan ve azgınlıklarına devâm eden Medyen halkı
üzerine azâbını gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası (korkunç,
heybetli sesi) ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı. Hepsi helâk
olup, yok oldular. Sanki o beldede yaşamamışlardı. Şuayb aleyhisselâm ve
ona inananlar bu korkunç azâbdan kurtuldular. Şuayb aleyhisselâm
kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'e yakın, yeşillik, ağaçlık ve
bolluk içinde bir şehir olan Eyke ahâlisine, doğru yolu göstermekle
vazifelendirildi. Medyen ahâlisinin bütün özelliklerini taşıyan Eyke
ahâlisi de onun bu dâvetine karşı çıkıp, mûcize istediler. Gösterdiği
mûcizeler karşısında birçok kimse îmâna geldi. Ancak pekçok kimse de
inanmadı. Allahü teâlâ kıtlık ve kuraklık verdi, yine inanmadılar.
Allahü teâlâ, kâfirlerin üzerine azâb olarak gönderdiği buluttan, ateş
ve kıvılcımlar yağdırdı. Bütün kâfirler ve onlara âit olan şeyler
yanarak helâk oldular. Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkının helâk olmasınd
an sonra Medyen'e yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki
kızı oldu. Kendisi iyice yaşlandı, kızları büyüdü. Gözleri zayıfladı,
vücûdu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır'dan çıkıp,
Medyen'e geldi. Şuayb aleyhisselâmın hizmetinde bulundu ve kızlarından
birisiyle evlendi. Sonra Mısır'a gitti. Mısır'da Mûsâ aleyhisselâmı
ziyâret eden Şuayb aleyhisselâm, bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye
gelip yerleşti. Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı
İbrâhim arasında Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi. (İbn-ül-Esîr,
Taberî, Nişâncızâde)
ŞUHH:
Mala düşkün olup, fakirlere vermeyi sevmemek, cimrilik etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şuhhtan korunan kimse, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ericidir. (Haşr
sûresi: 9)
Şuhhtan kaçının. Çünkü sizden evvel geçenleri o helâk etti. Onları
kanlarını dökmeye ve kendilerine haram olan şeyleri helâl görmeye
sürükledi. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
ŞÛRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk ikinci sûresi.
Şûrâ sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli üç âyet-i kerîmedir. Otuz
sekizinci âyetinde geçen Şûrâ kelimesinden dolayı, Sûret-üş-Şûrâ
denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudret ve azameti, müşriklerin
âhiretteki cezâları, Allahü teâlânın lütfu ve affının çokluğu
bildirilmektedir. (Kurtubî, Ebû Hayyan, İbn-i Abbâs, Râzî)
Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünyâ
menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat âhirette bunların
eline bir şey geçmeyecektir. (Âyet: 20)
Kim Şûrâ sûresini okursa, meleklerin istiğfâr ve merhamet istedikleri
kimselerden olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
ŞUÛR:
1. Anlayış, idrâk.
Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler
var ki, halk katında îtibârı, kıymetleri yoktur; fakat âhirette
kurtulacak olanlar, onlardır. Halk nazarında nice tatlı dilli,
giyimli-kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde k
urtulamayacaklardır. (Abdullah bin Ömer)
2. Tasavvufta kendi varlığından haberi olma; sekrin zıddı, uyanıklık.
Sekr (şuûrsuzluk) hâlinde bulunan evliyânın uygunsuz sözleri söylemeleri
suç sayılmayabilir. Fakat hep şuûrlu olanların böyle sözler
söylememeleri lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
ŞÜF'A:
Başkasına satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satın almak hakkı.
Bu hakka mâlik olan kimseye şefî' denir.
Şüf'a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını
istemesi, iki şâhit yanında tekrâr söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye
başvurması lâzımdır. (Mecelle)
Müşterinin teslim etmesi ile veyâ hâkimin karar vermesi ile şüf'a
sâhibi, satılan binâya mâlik olur. (Mecelle)
Nakl edilebilen şeylerin ve vakıf ve mîrî (devlete âit) toprak
üzerindeki mülklerin satılmasında şüf'a hakkı yoktur. (Mecelle)
ŞÜHEDÂ:
Şehîdler, vatan, din ve milletine hizmette ölenler. (Bkz. Şehîd)
ŞÜHÛD:
Görme. Tasavvuf yolunda ilerleyenin kalb ve rûh ile çeşitli mertebeleri
görmesi.
Keşf (gizli bilgilerin açılması) ve şühûd sâhibi milyonlarca âşık,
Fahr-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret ederek, Allahü
teâlânın sonsuz nîmetlerine kavuşmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Cezbe (çekilmek) ancak bir üst makâma olur. Daha üst makâmlara çekilmez.
Şühûd da böyledir. Bir makam görülebilir. O hâlde kalb makâmında bulunup
sülûk yapmadan (tasavvuf yolunda ilerlemeden) cezb edilenler ancak,
kalbin üstündeki rûh makâmına çekili rler. Rûhun şühûdünü şühûd-i hak
bilirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Şühûd-i Ehadiyet:
Tasavvuf yolunda çalışan kimselerin, mahlûklardaAllahü teâlânın
sıfatlarını görmeleri hâli. Şühûd-i Vahdet.
Şühûd-i Enfüsî:
Kendi hakîkatini görme. Tasavvuf yolunda Allahü teâlâya yakın olma hâli.
Tasavvuf makamlarını kalb gözüyle görme.
Şühûd-i enfüsîye kavuşmak için önce seyr-i âfâkî lâzımdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Şühûd-i İlâhî:
Bu âlem (mahlûklar âlemi) ile hiçbir münâsebeti olmadan Allahü teâlâyı
müşâhede, görme.
Sülûkun (tasavvuf yolunun) sonuna varmadıkça ve orada fenâ-i mutlak (her
bakımdan Allahü teâlâ ile olma, onda yok olma) hâsıl olmadıkça şühûd-i
ilâhî mümkün değildir. Ancak, bu görmek olmayıp başka kelime
bulunamadığı için şühûd denmiştir. (Muhammed Bâki-billah)
Şühûd-i Tecellî (Şühûd-i Sûrî):
Tasavvuf yolunda ilerleyen kimsenin tecellinin sûretlerini müşâhedesi.
Şühûd-i tecellî nasıl olursa olsun hep seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır.
Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler ise aslın yanında hiçtir. (İmâm-ı
Rabbânî)
ŞÜKR (Şükür):
Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma. Allahü teâlâya, verdiği
nîmetlerle isyân etmeme. Nîmetleri kullanırken sâhibini unutmama.
Görülen iyiliğe karşı teşekkür. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
uyma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Îmân eder ve şükür ederseniz azâb yapmam. (Nisâ sûresi: 46)
Nîmetlerime şükür ederseniz elbette arttırırım. (İbrâhim sûresi: 7)
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükür etmiş olmaz. (Hadîs-i
şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Şükürden maksad; aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmektir.
Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nîmete
şükredenlere, onu arttıracağını Allahü teâlâ bildirdi. Nîmetin kıymetini
bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Nîmetin kıymetini
bilmemek onun elden çıkmasına sebebdir. Şük ür ise, onu devamlı kılar ve
arttırır. ( Hazret-i Ali)
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük
kalmayasın (Sa'dî Şirâzî)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi
bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve
şükr ederse, bu medh ü senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya
mahsûstur. Çünkü, her nîmeti yaratan, gönderen hep O'dur. O
hatırlatmazsa ve kuvvet ve kolaylık vermezse, kimse kimseye iyilik ve
kötülük yapamaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim
nîmeti benden bilip kendinden bilmezse nîmetlerimin şükrünü edâ etmiş
olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise
nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur. (Ka'b-ül-Ahbâr)
Ne zaman Hak teâlâ, size sağlık gibi, mal gibi, evlât gibi nîmet verse,
sevinip Elhamdü lillah, bizim Rabbimiz bize ikrâm eyledi dersiniz. Ne
vakit Allahü teâlâ size musîbet verse, yâni size bir belâ verse, gam
çekersiniz, sabr etmezsiniz, şükr etmey i unutursunuz. (Kutbüddîn
İznikî)
İyilik edene, mal ile hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd
ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır.
Kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık
vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan , en büyük iyilik olarak,
yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri
ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve
zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek,
elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebebsiz,
karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan
muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi
olan Allahü teâlâya şükr etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük
kabahât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur. Hele O'na ve
nîmetlerin O'ndan geldiğine inanmamak ve bunları başkasından bilmek en
büyük zulüm, en çirkin yüzkarası olur. (Ali bin Emrullah) Vücûdumun her
kılı, dile gelse de Şükr etmiş olamam, nîmetlerine!
(İmâm-ı Rabbânî)
Şükr Secdesi:
Kendisine nîmet gelen veya bir dertten ve sıkıntıdan kurtulan kimsenin,
Allahü teâlâ için yaptığı secde. (Bkz. Secde)
Şükür secdesi, tilâvet secdesi gibidir. Allahü teâlâ için şükür secdesi
yapmak müstehâbdır. Secdede önce "Elhamdülillah", sonra üç kere"Sübhâne
rabbiyel-a'lâ" denir. Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekrûhtur.
(İmâm-ı Nesefî)
ŞÜPHELİ ŞEYLER:
Helâl ve haram olduğu açıkça bildirilmeyen şeyler; şüpheliler.
Helâl olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. İkisi
arasında örtülü bulunan şüpheli şeyleri tanımak güçtür. Şüpheli şeylerin
etrâfında dolaşan harama düşer. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Şüphelilerden sakınmaya vera', haramlardan sakınmaya takvâ denir.
Şüpheli olmak korkusu ile mübahların (yapılıp yapılmamasında serbest
bırakılanların) çoğunu terk etmeğe de zühd denir. Ebû Bekr radıyallahü
anh buyurdu ki: "Biz, harama düşme korkusund an yetmiş helâli terk
ederdik." (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri
mubâh (serbest) etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu
için, mübahlarla doymayıp, bitmez tükenmez mübahları bırakarak
İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşanlar, şüphe li ve haramlara uzananlar
ne kadar bedbaht (kötü tali'li) ve zavallıdır. Âdet üzere, alışkanlık
ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu
gözeten, haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve
hâlis ibâdet edenleri, âdet (alışkanlık) üzere bozuk ibâdet edenlerden
ayıran fark; Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü namaz ve
orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Dininizin direği, temeli
verâ'dır." Başka bir hadîs-i şerîfte de; "Hiçbir şey verâ' gibi olamaz"
buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de haram ve şüpheli
yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased,
adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir
şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram
yerse, kendisine o yol kapanır. (Abdullah İsfehânî)
Şüpheli olan bir dirhemi sâhibine geri vermeyi, bin dirhem sadaka
vermekten daha çok severim. (Abdullah bin Mübârek)
Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir. (İmâm-ı
Gazâlî)
İnsan mubâh olan, dünyâ işlerine çok dalarsa, şüpheli şeyleri yapmaya
başlar. Belki helâlden çok yiyen, müttekîlerin (takvâ sâhiplerinin)
derecesine eremez. Çünkü mîde helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir.
Böylece, câiz olmayan şeyler yapılabilir . (İmâm-ı Gazâlî)
ŞÜÛNÂT:
Şanlar, haller, keyfiyetler, hâdiseler, vak'alar. İsimlerin zât-ı
ilâhîye nisbetleri ve mertebeleri.
|