SÂAT:
1. Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek (ibâdetle
geçirmek), bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep
böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
Fıkıh kitablarında saat demek, bir miktâr zaman demektir. (Mahmûd bin
Muhammed Buhârî)
İkindi namazından sonra öyle bir saat vardır ki, o vakitte, amellerin en
iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir.
Muhâsebe; gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın yaptıklarını
gözden geçirmesi, ibâdet ve günâhtan p ayına düşenleri ayıklaması,
iyiliklerine şükr, kötülüklerine tövbe, istiğfâr etmesidir. (Ali bin
Hüseyin)
2. Kıyâmet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bilakis sâat onlara asıl vâd edilendir ve o sâat cidden çok zor ve
acıdır. (Kamer sûresi: 46)
Sana sâatten onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: Onun
ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz.
O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. (A'râf
sûresi: 187)
SABAH VAKTİ:
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası
üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.
SABÎ:
Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir.
Bütün insanlara kabir suâli vardır. Sabî iken ölene de cenâb-ı Hak cevab
vermesini ilhâm edecektir (söyletecektir). (Ebû Bekr Sirâc)
SÂBİÎLER:
Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında
yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli
dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o sâbiîler, o nasrânîler, o mecûsîler, o (Allah'a)
eş koşanlar (yok mu?) Allah kıyâmet günü (bütün) bunların aralarını
mutlaka ayıracak (ilâhî hükmünü verecek) tır. Çünkü Allah her şeyi
hakkıyla görüp bilendir. (Hac sûresi: 17)
Şüphe yok ki îmân edenlerle, yahûdî olanlardan, sâbiîlerden,
masrânîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe îmân edip de sâlih amelde
bulunursa, artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da
olacak değillerdir. (Mâide sûresi: 69)
Sâbiîler, yıldızların büyük rûhlarının olduğunu kabûl ederler. Hakîm,
mukaddes, celâl ve azâmetine (büyüklüğüne) ulaşılması imkânsız, fakat
rûhlar vâsıtası ile kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar.
Rûhlar, cevher olarak cismânî (cisim ol an) maddelerden ve cismânî
melekelerden münezzehtirler. Fiilde bunlar eşyâyı meydana getirir,
yenileştirir ve bir hâlden diğer hâle değiştirirler. Yedi seyyârenin (gezegenin)
idârecileri bunlardan olup seyyâreler onların mâbedleri gibidir.
Seyyâreleri rûhlar hareket ettirirler. Dünyâ hâdiselerini, rüzgârları,
fırtınaları, zelzeleleri onlar idâre eder ve her varlığa kuvvet ve
kânunlarını onlar dağıtırlar. Domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuşların
ve güvercinin etini yemezler, sünnet yaptırmazlar . Dînî merâsim dilleri
Süryânîcedir. (Şehristânî)
SÂBİKÛN:
Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak
bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris
olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler
(hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.
Sâbikûn, her hallerinde Peygamber efendimize uymaları vâsıtasıyle,
zâhirde ve bâtında en yüksek mertebeye ulaşmışlar, güzel ahlâk sâhibi
olmuşlar, kavuştukları yüksek mertebeden dönüp, aşağı inmeye ve böylece
insanları Allahü teâlânın beğendiği yola girmeye dâvet etmekle (çağırmakla)
vazîfelendirilmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Mü'minler sâbikûnun sırlarını anlayamaz. Kur'ân-ı kerîmde ayrı harflerle
gösterilen işâretler, bunlara mahsûs sırlardır. Râhat ve rahmet, bunlar
içindir. Kıyâmet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin
dehşetinden, başkaları gibi ürkmez ler. Kıyâmette bunlara husûsî muâmele
yapılır. Kendilerine ayrıca ikrâm olunur. (Ahmed Fârûkî)
Sâbikûn-ı Evvelûn:
Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü
aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki
kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde)
bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya
hicretten evvel müslüman olanlar yâhut, Resûlullah'ı ilk tasdîk
edenlerden olup, kendilerinden sonra insanların peşipeşine İslâm'a
girdiği hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, hazret-i Zeyd bin Hârise, Osman
bin Affân, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs,
Talhâ bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ile Ensârdan (Medîneli
müslümanlardan) birinci, ikinci ve üçüncü Akabe bîatlarında bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhâcirler ve Ensâr'dan olan Sâbikûn-ı evvelûn ve îmânda ve ihsânda
bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü
teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlar için altından ırmaklar akan
cennetler hazırladı. Orada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Tevbe
sûresi: 100)
SABR (Sabır):
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve
musîbetlere tahammül etme, katlanma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et!
Onlara azab verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Ahkâf sûresi: 35)
Rablerine sabah akşam duâ eden ve O'na kavuşmak istiyenlerle birlikte
bulun ve sabr eyle. Onlardan başka bir yere bakma. (Kehf sûresi: 28)
Sabr eden zafere kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Her kim sabr ederse, Allahü teâlâ o kimseye sabrın hakîkatini ihsân eder.
Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsân
verilmemiştir. (Hadîs-i şerîf-Müsannef fil-Hadîs)
Sabrın başı acı, sonu bal gibi tatlıdır. (Fakîrullah)
Sabr dînin yarısıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Sabrın alâmeti, şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir.
(Abdullah Harrâz)
Sabr-ı Cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette
bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ya'kûb aleyhisselâm, oğullarına) dedi ki:Hayır, nefisleriniz sizi
aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı
cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım
isterim. (Yûsuf sûresi: 18)
Sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksadlarla
olursa, buna sabr-ı cemîl denmez. (İsmâil Hakkı Bursevî)
SABÛR (Es-Sabûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti
gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen,
kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri
cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.
Güneş doğduktan sonra yüz kere es-Sabûr ism-i şerîfini söyleyen kimse,
belâlardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
SÂCİD:
Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden. (Bkz.
Secde)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İblîsten başka bütün melekler secde ettiler, o (iblis) sâcidlerden
olmadı. (A'râf sûresi: 11)
SAD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi.
Sad sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir.
Sad harfi ile başladığı için sûreye Sûret-üs-Sad denilmiştir. Sûrede;
müşriklerin (puta tapanların) bozuk yolda oldukları, Nûh, Sâlih, Hûd,
Şuayb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhim, İshak, Ya'kûb, İsmâil, İlyâs,
Zülkifl ve Âdem aleyhimüsselâmın kıssaları, hak yolda peygamberlerin
çektikleri eziyetler ve sonunda nusret-i ilâhiyyeye (Allahü teâlânın
yardımına) kavuştukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ, Sad sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tövbe ederdi.
(Âyet: 17)
Kim Sad sûresini okursa, Allahü teâlânın, Dâvûd aleyhisselâmın emrine
verdiği dağların ağırlığının on katı sevâb verilir. Ve büyük küçük bütün
günahlara ısrardan muhâfaza edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
SADAKA:
1. Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc
olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte,
ihsânda bulunma.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını
harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve
eziyet etmek sûretiyle boşa çıkarmayın... (Bekara sûresi: 264)
Akrabâya sadaka vermek, ecîr (sevâb) bakımından iki kattır. (Hadîs-i
şerîf-Kenzül-Ummâl)
Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır.
Hizmetçine yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır.
(Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Hoş (güzel) söz, bir sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. (Hadîs-i
şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır.
(S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek,
imdâdlarına yetişmek lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Zekât borcu veya başka borcu olanın sadaka vermesi sevâb olmaz, günâh
olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2. Zekât.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât
toplayan) me'murlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara,
(esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna
karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihâd edenlere,
(parasız kalmış) yolcuya mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)
Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından)
temizleyesin, onların (sevâblarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara duâ
et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzûrdur (onların
ızdırablarını yatıştırır) . Allah onların îtirâflarını (senin de duânı)
işitici, kalblerindeki pişmanlığı bilicidir. (Tevbe sûresi: 103)
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah
rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
3. Ganîmet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Onlardan, sadakaların taksimi husûsunda seni ayıplıyanlar
da vardır. Sadakalardan onlara da bir pay verilirse râzı olurlar, şâyet
onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (Tevbe sûresi: 58)
Sadaka-i Câriye:
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra
sebeb olan sadaka.
Bir mü'min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip,
bunların sevâbı amel defterine yazılmaya devâm eder. Bu üç amel;
sadaka-i câriye, faydalı ilim (kitabları) ve kendisine hayırlı duâ eden
sâlih evlâddır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî)
Sadaka-i Fıtır:
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde
zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın,
Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü
oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, h urma veya kuru üzüm yahut
kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir. (Bkz. Fıtra)
Allahü teâlâ, sadaka-i fıtr veren zenginlerinizi günâhlardan temizler
(mallarına, işlerine bolluk ve bereket verir) . Sadaka-i fıtr veren
fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sadaka-i fıtr olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa
veya bu miktâr hurma veya kuru üzüm verilir.Bunların kendisi
verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve gümüş de verilebilir.
(Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
İslâmiyet'in vâcibleri yedidir. Sadaka-i fıtr, yakın akrabânın nafakası,
vitr namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak
ve hanımının kocasına hizmeti. (Alâüddîn Haskefî)
SADÂKAT:
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk.
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i
Allah.
(Ziyâ Paşa)
SÂDÂT:
1. Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler. (Bkz. Seyyid)
Sâdât'ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah'ın torunları olup
O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.
SÂDIK:
1. Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlâdan korkun ve dâimâ her zaman sâdıklar ile
birlikte bulunun. (Tevbe sûresi: 120)
2. Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"Bu (Allahü teâlânın Cennet'te cemâlini göstereceği) zaman sâdıka
sıdkının fayda vereceği zamandır. (Mâide sûresi: 119) Sâdık dost ve
hâlis kimyâ, Az bulunur, hiç arama.
(İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır. (İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık öyle kimsedir ki, dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf
söyler. Sâdık, Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir.
Kılıca karşı duran iki parça olur. (Zünnûn-i Mısrî)
Sâdık kul, amel etmeden, hâlis kul amel edince, amelin tadını alır. (Ebû
Türâb Nahşebî)
SADİST:
Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan
ruh hastası kimse.
Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san'at inceliklerini,
aralarındaki hesaplı bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir
kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine,
kudretine inanmaması mümkün değildir . İnanmayanın, anormal, geri
kafalı, câhil olması, yâhut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala
olması veya nefsinin esiri, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir
sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayat hikâyeleri incelenirse, bu
üç kısımdan biri olduğu hemen ortaya çıkar. (Seyyid Abdülhakîm bin
Mustafa)
SADR-I EVVEL:
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören
müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.
Sadr-ı evvelden sonra, minâre, mekteb, kitab gibi sonradan yapılmış
şeyler bid'at yâni dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı
şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izin vermiş hattâ emretmiştir. (Abdülganî
Nablüsî)
SAF:
Dizi, sıra. Namazda cemâatin sırası.
Saflarınızı düzeltiniz. Dosdoğru yapınız. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû
Dâvûd)
Safları düzeltmek namaz kılmanın bir parçasıdır. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Saflarınız ileri geri olmasın. Böyle olursa kalbleriniz de böyle karışık
olur. (Hadîs-i şerîf-Günyet-üt-Tâlibîn)
Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak
ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer
olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse
gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndek i safa sığmazsa, güvendiği birini
arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. (İbn-i Âbidîn)
Saf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.
Saf sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On dört âyet-i kerîmedir.
Dördüncü âyet-i kerîmede mü'minlerin saf saf olup Allah yolunda
savaştıkları anlatıldığı için Sûret-üs-Saf denilmiştir. Sûrede;
insanların yapamayacakları şeyler hakkında söz vermeleri nin kötülüğü,
düşman karşısında azimle cihâd edenlere karşı Allahü teâlânın muhabbeti,
İslâmiyet'i kabûl etmeyenlerin kötülenmesi, Allahü teâlânın dînini
koruyacağı, en hayırlı işin îmân ve Allah yolunda cihâd etmek olduğu,
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Saf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın (dînini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı
olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; "Allahü
teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?" demişti. Havârîler
de; "Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları" demişlerdi... (Âyet:
14)
Müşrikler istemese de, İslâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak
için resûlü Muhammed'e (aleyhisselâm sebebi hidâyet olan) Kur'ân ve
İslâm dîni ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 9)
Kim Saf sûresini okursa, Îsâ aleyhisselâm ona duâ eder. Dünyâda kaldığı
müddetçe onun için istigfâr (tövbe) eder, kıyâmet günü onun arkadaşı
olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vîl)
SAFÂ VE MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında
sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve
tepesine gidilir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki, Safâ ile Merve Allah'ın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet
etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetlerden) dir. İşte kim o Beyti
(Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları (Safâ ile
Merve'yi) güzelce tavâf etmesinde bir günâh yoktur. (Bekara sûresi: 158)
... İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla annesi Hâcer'i Mekke'ye
bıraktığında erzakları ve suları bitti. Çocuğuna su aramak için önce
Kâbe yakınındaki Safâ tepesine çıktı. Sonra vâdiye karşı durup, baktı.
Kimseyi göremeyince, Safâ tepesinden vâdiye indi. Vâdiye varınca ayağını
çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra çok müşkil bir işle
karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine
geldi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim diye baktı
fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında
yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar Safâ ile Merve arasında
sa'y ederler. Hâcer son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve
iyice dinledikten sonra şimdiki zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir
melek (Cebrâil aleyhisselâmı) görüp oraya gitti... (Hadîs-i
şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Haccın vâciblerinden birisi, Safâ ile Merve tepesi arasında sa'y ederken
Safâ'dan başlamaktır. Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner. Tekbir,
tehlîl ve salevât getirir. Sonra iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp
ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ e der. Sonra Merve'ye doğru yürür.
Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir. (Molla
Hüsrev)
SÂFFÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi.
Sâffât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz seksen iki âyet-i
kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen saf tutmuş melekler mânâsına gelen
Sâffât kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın birliği,
kâfirlerin âhirette uğrayacakları azablar, îmân edenlere âhirette
verilecek mükâfâtlar, Nûh, İbrâhim, İshak, Mûsâ, Hârûn, İlyâs, Lût ve
Yûnus aleyhimüsselâmdan, sâlih kullardan, Allah yolunda olanların
mutlaka gâlib geleceği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî,
Kurtubî)
Allahü teâlâ Sâffât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin
Rabbidir. O, maşrıkların (doğuların) da Rabbidir. Hakîkat biz (size) en
yakın göğü bir zînetle, yıldızlarla (donatıp) süsledik. (Onu itâatten
çıkan) her mütemerrid şeytandan koruduk. Böylece onlar, mele-i a'lâya
kulak verip dinleyemezler, her yandan koğularak atılırlar. Onlar için
(âhirette de) ardı arası kesilmez bir azâb vardır. (Âyet: 5-9)
Kim Yâsîn ve Sâffât sûresini Cumâ günü okur, sonra da Allahü teâlâdan
dilekte bulunursa, Allahü teâlâ ona dilediğini verir. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Neccâr)
Kim kıyâmet günü tam ve kâmil anlamda sevâb almayı arzu ederse,
oturmakta olduğu meclisten kalkacağı sırada, Sâffât sûresinin son üç
âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i İbn-i Kesîr)
SAFİYY:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce
kılıç, zırh ve at gibi seçip aldığı bâzı şeyler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr muhârebesinde zülfikâr
isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm)
SAFİYYULLAH:
"Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın
lakabı.
Âdem aleyhisselâm Safiyyullahtır. Allahü teâlâ onu kendi kudreti ile
halketti (yarattı). Kendi rûhundan üfledi. Aksırınca ona hamdetmeyi, her
şeyin ismini ve faydasını bildirdi. Melekleri ona secde ettirdi. Bütün
insanların babası oldu. Onu yeryüzünd e kendi halîfesi kıldı. Şeytanı
onun sebebiyle ebedî kovdu. Kendisi Safiyyullah olduğundan, temiz ve
habîs rûhları, cennetlik veya cehennemlikleri ayırır, fark ederdi. (Bkz.
Âdem Aleyhisselâm) (Molla Miskin Muhammed Muîn)
SAFİZM:
Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki
homoseksüellik.
Safizm, yabancı erkeklerin bakması ve dokunması gibi haramdır. Allah'tan
korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa
olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAFVET:
Temizlik, hâlislik, paklık.
Safvet ancak güzel ahlâk ile mümkündür. (Celâleddîn Muhammed Devânî)
Safvet niyete bağlıdır. Niyeti hayır olanın âkıbeti (sonu) de hayır
olur. Niyeti bozuk olanın âkıbeti de bozuktur. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
SAGÂİR:
Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar. (Bkz. Günâh-ı Sağîre)
Sagâiri tekrâr işlemekte ısrâr etmek, büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Sagâirden birini yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha
sevâbtır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Farz namazları vakti girmeden önce kılmak ve vakti çıktıktan sonra
kılmak kebâirdir, büyük günâhtır. Büyük günâh, ancak tövbe etmekle
affolur. Sagâiri affettirecek şeyler çoktur. Tövbe ederken kılmadığı
namazları kazâ etmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)
SAHÂBE:
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an
gören, eğer âmâ ise (gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş
büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine veya daha fazlasına verilen
isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet v e saygı için,
"Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek arkadaşları" mânâsına Sahâbe-i kirâm
denir. Ayrıca onların ismi anıldığında; "Allahü teâlâ onlardan râzı
olsun" mânâsına radıyallahü anhüm ecmaîn söylenir. (Bkz. Eshâb)
Bütün din büyükleri buyuruyor ki: "Sahâbe-i kirâm aleyhimürrıdvân,
peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sonra insanların en
efdali, en üstünüdür." Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem bir
kerre gören bir müslüman, görmiyenlerin hepsinden , hattâ Veysel
Karânî'den kat kat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam'a
girince, bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayran kalıp; "Bunlar,
Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden daha yüksektir" dediler. Bu dînin en
büyük âlimlerinden olan Abdullah ibni Mübârek (r.aleyh), buyuruyor ki:
"Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken hazret-i
Muâviye'nin (r.anh) bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin
Abdülazîz'den bin defâ daha üstündür." (İmâm-ı Rabbânî)
Sahâbe-i kirâmın aleyhimürrıdvân üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîfler pekçoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHÂBÎ:
Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ
(gözü görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir
tânesine verilen isim.
Sahâbîleri aleyhimürrıdvân sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden
seçilmiş, beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın
hayat tarzlarına imrenip onlar gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en
büyük nîmetidir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir"
buyrulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennet'te onların
yakınlarında olanlar ile berâberdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
SÂHİB-İ HAYRÂT:
Hayırlar sâhibi.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini
kendilerine düstûr edinen Osmanlı sultanları, sâhib-i hayrât olarak
yaptıkları sayısız vakıflarıyla İslâm âlemini ihyâ etmişlerdir. (Osmanlı
Târihi Ansiklopedisi)
SÂHİB-İ TERTÎB:
Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya
kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı
gözetmesi gereken kimse.
Sâhib-i tertîbin bir günlük beş vakit farzı ve vitir namazını kılarken
ve kazâ ederken tertibi (namaz sırasını) gözetmesi farzdır. (Halebî)
Sâhib-i tertîb olan, bir farz namazını özürsüz yere vaktinde kılmazsa,
bu namazı gelen ilk vaktin namazından önce kazâ etmesi lâzımdır.
(Alâüddîn Haskefî)
Kaçırılan namazlar altı veya daha çok vakte ulaşırsa, kaçırılan namaz
ile vakit namazının her ikisini de kılamayacak şekilde vakit dar olursa;
bu durumda önce vakit namazı kılınır, sonra kaçırılmış namaz kazâ
edilir. Kazâya kalmış olan namaz unutular ak bir sonraki vakit namazının
kılınmasıyla sâhib-i tertîblik vasfı (özelliği) kalkar. (M. Zihni
Efendi)
Sâhib-i tertîb önce kılmadığı namazı namaz içinde hatırlarsa, namazı
bozulur. Kılmadığı namazı önce kazâ eder sonra vaktin namazını edâ eder.
(İbn-i Âbidîn)
Beşten fazla kazâları olan bunları kazâ ede ede azalarak altıdan aşağıya
inince, sâhib-i tertiblik vasfı tekrar geri gelmez. Bunlar, sırasız da
kılınabilir. (M. Zihnî Efendi)
SAHÎFE:
Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere
gönderilen küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.
Kur'ân-ı kerîme ve sahîfelere inanmak îmânın şartlarındandır. Kur'ân-ı
kerîmde bildirilen yüz dört kitab vardır. Yüzü suhûftur. Bunların, on
suhufu Âdem aleyhisselâma, elli suhufu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu
İdris aleyhisselâma, on suhufu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Yüz
kitabdan dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd
aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim
peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur (inmiştir). Bunların
hepsi Cebrâil aleyhisselâm denilen vahy meleği vâsıtasıyla nâzil
olmuştur, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)
SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır.
İbâdetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları
vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh yapılmış, yerine
getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından ku rtulunamaz. Sahîh olup da
kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına
kavuşulamaz. İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört
şartın bulunması da lâzımdır: İlim, niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul
hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmaktadır:
"Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank
(yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez."
(Abdülhakîm Arvâsî)
Sahîh Bey':
Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün
şartlarını taşıyan alış-veriş. (Bkz. Bey')
Sahîh bey'in meydana gelmesi için alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması
yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendisine
satış yapmaması, akd yapılması yâni birinin îcâb yâni teklif edip,
karşısındakinin onu ayrılmadan önce k abûl etmesi yâni söz kesilmesi,
mebîin (malın) ve semenin (bedelin) mal olmaları, mütekavvim
(kullanılmasına dînen izin verilen ve kullanılması mümkün) mal olmaları
lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Mal, sözleşme sırasında satanın mülkünde değilse, sonra satarak teslim
etse, bu sahîh bey olmaz. Mülkünde olmayıp da sonra teslim edeceği malı
satmak için selem satışı yapmalı, yâhut sözleşme yapmayıp semeni
(bedeli) emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık ve sözleşme
yapmalıdır. (İbn-i Nüceym)
Sahîh Ced:
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi
yakın olsun uzak olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya
kadın girmeyen büyük baba. (Bkz. Ferâiz)
Sahîh ced, ya ölenin babası ile bulunur veya bulunmaz. Bulunması hâlinde
babanın varlığı cedd-i sahîhi mîrâstan düşürür. Meyyitin (ölünün) babası
bulunmazsa, sahîh ced baba gibi olur ve babanın hakkı olan hisselerden
alır. (M. Mevkûfâtî)
Sahîh Hadîs:
Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini
bilen kimselerden işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet
edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir yâni birçok Sahâbînin
Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onla rdan naklettikleri
hadîsler ve meşhûr, yâni ilk zamanları bir kişi bildirmişken, ikinci
asırda şöhret bulan hadîsler. (Bkz. Hadîs)
Dört mezheb imâmının (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı
Mâlik ve İmâm-ı Hanbelî'nin) her biri, kendi re'yi (görüşü) ile
konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; "Sahîh hadîse rastlarsanız,
benim sözümü bırakın. Resûlullah'ın hadîsine uyun !" demiştir. Mezheb
imâmlarımız bu sözü, kendileri gibi müctehîd olan derin âlimlere
söylemişlerdir. Çünkü böyle bir işi ancak onlar anlar ve yapabilir...
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Sahîh Kan:
Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut
seneler sonra, sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından
îtibâren tam temizlik (on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve
Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (ye tmiş iki saat) devâm eden kan;
hayız ve aybaşı kanı. (Bkz. Hayz)
Bir kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükten sonra istimrar ederse
(kan devâm ederse), bu kız âdeti belli olan kadın olur. Meselâ beş gün
kan görse, sonra kırk gün temiz olsa, istimrâr başından beş gün hayz,
sonra kırk gün temiz kabûl dilir. Kan ke silinceye kadar böyle devâm
eder. (İbn-i Âbidîn)
Sahîh Kavl:
Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y
ve ictihâdlarından) hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri
kavl, hüküm, söz.
Bir müctehidin veya iki ayrı müctehidin bir iş hakkında iki ayrı kavli
bulunsa, birine sahîh, diğerine esahh kavil dense, esahh kavl ile fetvâ
verilir. (Bkz. Esahh) (İbn-i Âbidîn)
Sahîh Temizlik:
Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra
başlayan ve içinde hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri
olan on beş veya daha fazla sayıdaki temiz gün.
Âdeti beş gün olan bir kadın, sahîh temizlikten sonra altı gün kan
görürse, bu altı gün yeni hayız olur ve yeni âdeti olur. (İbn-i Âbidîn)
Sahîh-i Buhârî:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri
tarafından tasdîk edilmiş olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.
Sahîh-i Buhârî'de yedi bin iki yüz yetmiş beş hadîs-i şerîf vardır.
Bunlar altı yüz bin hadîs arasından seçilmiştir. İmâm-ı Buhârî
hazretleri her hadîs-i şerîfi yazacağı zaman gusül abdesti alıp, iki
rek'at namaz kılar, istihâre ederdi. Sahîh-i Buhâr î'yi on altı senede
yazmıştır. (Ahmed Nâim)
Sahîh-i Buhârî, en kıymetli hadîs-i şerîf kitâbıdır. İslâm âlimleri
sözbirliği ile Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb, Sahîh-i
Buhârî'dir, buyurmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm)
Sahîh-i Buhârî'deki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler
Cehennem'dedir.
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ
kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin Hûrinin
yanına git der.
SAHÎHAYN:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri
tarafından tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile
Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.
Sahîhayn'daki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
Müslüman müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir
kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini
kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu
sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntı lı zamanlarında, Allahü teâlâ
onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse,
Allahü teâlâ kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter.
SÂHİR:
Büyü ve sihir yapan. (Bkz. Büyü)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Sâhir tövbe etmezse muhakkak
Cehennem'dedir. (Muhammed Rebhâmî)
Sâhir, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te'sir eder
diyenin ve inananın îmânı gider. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise,
te'sir edebilir, demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHÛR:
Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri,
seher vakti; oruç tutmak için yemeğe kalkılan vakit.
Sahur yemeğini yeyiniz. Çünkü onda bereket vardır. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Bir yudum su ile de olsun sahur yapınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Sahur yemeğinden gündüzün orucu, kaylûleden de gecenin namazı için
istifâde edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Üç şey vardır ki, bunlar üzerine kul hesâba çekilmez: Sahur yemeği,
iftâr yemeği ve din kardeşleriyle birlikte yenilen yemek. (Hadîs-i
şerîf-Müslim Şerhi)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât)
Ramazân-ı şerîfte, iftarı erken yapmak, sahuru geciktirmek sünnettir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmağa çok önem
verirdi. İftârda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın
aczini, yiyip içmeğe ve dolayısıyla her şe ye muhtâc olduğunu
göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHV:
Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı.
Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan
sonraki bekâ hâli.
Sahv hâlinde olan, emirlere uygunsuz davranabilir. Ancak bu davranış,
Allahü teâlânın lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehabları yapmamak
olup, bundan ileriye gitmez. (Abdullah-ı Dehlevî)
Sahv hâlinde olanlarda sekr (kendinden geçme hâli) hiç bulunmaz
sanmamalıdır. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek
için tuz karıştırmağa benzer. Tuzsuz taam (yemek) tadsız olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
SÂÎ:
Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini
çayırda otlayan) hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını
toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.
Dört çeşit zekât malından ikisine yâni zekât hayvanları ile topraktan
elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını sâî
toplar. Hükûmet, bu toplanan malları (ve âşir) denilen me'murların yolcu
tüccarlardan aldıkları zekâtı beyt-ül- mâl denilen devlet hazînesinde
saklayıp, yedi sınıftan herbirine sarf eder. (İbn-i Âbidîn)
SA'ÎD:
Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sa'îd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler. (Hûd sûresi: 108)
Şakîler dünyâya sarılır, sa'îdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan
âhirete) sarılır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin sa'îd olmasının nişânı (alâmeti) şudur ki, Hak teâlâ
hazretlerinin kazâ ve kaderine râzı olur. Şakî olmasının nişânı da şudur
ki, kazâ ve kadere râzı olmayıp, bağırır, çağırır, çok ağlar, sızlar.
(Süleymân bin Cezâ)
SÂİL:
İsteyen, yoksul, dilenci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sâile gelince (onu) azarlayıp koğma. (Duhâ sûresi: 10)
SÂİME:
Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya
üreme ve beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve
deve cinsinden olan), ehlî hayvanlar.
Sâime hayvan sayısı nisâb miktârı olduktan (zekât sınırına ulaştıktan)
bir yıl sonra zekâtı verilir. Yük taşımak ve binmek için olursa, sâime
denilmez ve zekâtı lâzım olmaz. (İbn-i Hümâm)
Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar birbirlerine ve diğer
ticâret eşyâsına eklenmezler. (M. Mevkûfâtî)
Sâime hayvanlarda; koyunlardan kırk koyunda bir koyun, sığır ve
mandalardan otuz sığırdan kırk sığıra kadar, iki yaşına girmiş erkek
veya dişi bir buzağı, develerde nisâb (zenginlik ölçüsü) beş olup, birer
yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun z ekât verilir.
(Burhâneddîn-i Mergınânî)
SAKAL-I ŞERÎF:
Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi. (Bkz. Lihye-i Şerîf)
Peygamber efendimizin mübârek saçları ve sakal-ı şerîfinin kılı çok
kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları
uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek
saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısal tırdı. Saç ve sakal-ı
şerîfini boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl,
yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve
şekli mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri vardı.
(İmâm-ı Kastalânî)
SAKALÂN (Sakaleyn):
1. İnsanlar ve cinler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sakalân! Yakında (kıyâmet günü) sizi hesâba çekeceğiz. (Rahmân
sûresi: 31)
Sakalân, yeryüzünde bulunan diğer mahlûkâta nazaran yüklendikleri emir
ve yasaklar îtibâriyle daha büyük bir varlığa sâhib oldukları için bu
adı almışlardır. Yâhut bunlar, yeryüzünde ölüleri ve dirileriyle bir
ağırlık vermekte oldukları için kendiler ine sakalân denilmiştir. (Ahmed
Sâvî-Senâullah Dehlevî)
2. Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni
Peygamber efendimizin akrabâlarına) verilen isim.
Ben size sakalânı bırakıyorum: Kitâbullah (Kur'ân-ı kerîm) ve Ehl-i
beytim (akrabâlarım) . (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
SAKÎM AKIL:
Hasta, ileriyi göremeyen akıl. (Bkz. Akıl)
Sakîm akıllılar yaptıklarından hep pişmân olurlar. Niye yaptım diye
dövünürler. Böyle bir akla nasıl güvenilir. Bunların aklı dinde senet
olmaz. (Seyyid Abdülhakîm)
SALÂ:
Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir
bid'attır. Okunması mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
SALÂBET-İDÎNİYYE:
Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve
kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda
düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, " Allah yolunda cihâd edenler,
kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde
bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene
mânî olmamanın zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir.
(Muhammed Hâdimî)
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre
edecek devlet adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar.
Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı olurlar). Onların bütün
meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık d uyguları da,
an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i
dîniyyelerinden ileri gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı
Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça)
SALÂH:
Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı
olma.
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh
etmesi câiz (uygun) olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları
lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf
etmiyen) ve sâlih iyi veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok
vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise, müsâvî dağıtmalıdır.
(Fetâvâ-i Hindiyye)
SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât
ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemi salâtının O'nu melekler
arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu d a rivâyet edilmiştir.)
(Ahzâb sûresi: 56)
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine
getirerek kıl. Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden
men eder, alıkor. (Ankebût sûresi: 45)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa,
hergün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu.
Yanında bulunanlar; hayır, yâ Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit
salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur" buyurdu.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak
bulacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur:
Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin,
tarlasında, kazancında bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda
sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna kav uşamaz. Salât vakti gelince,
kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez. (Gaznevî)
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya
yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve
benzerleri. Çoğulu salevâttır.
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ
ettikten sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ,
kabûle lâyıktır. (Duânın başında ve sonunda olmak üzere) iki salât ile
yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî)
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında
şefâat değildir. Zîrâ bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede.
Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene, mükâfâtta bulunmayı ve
mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ e tmemizi emretmiştir. O hâlde,
üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir
şeyle mükâfattan aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip
emr etti. (İbn-i Abdüsselâm)
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın
fazîleti hakkındaki hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret
iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır. (Nişâncızâde)
Salât u Selâm:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri
anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır
duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme
salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed,
Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56)
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o
kitabda bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü
teâlâya onun günâhını bağışlaması için yalvarırlar) . (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir.
İbâdetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde
salât u selâm okumayan, müslüman kardeş ine rastlayıp selâm vermeyen
kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn)
SALÎB:
Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki
doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından,
Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu
öldürmediler, salîbe germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki
bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar, onu öldürmediler.
Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet
sâhibidir) . (Nisâ sûresi: 156-158)
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara
çizilmiş veya beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak
mekrûhtur. Canlı şeklinde olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir.
Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara benzemek niyeti olmasa
dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara
benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
SÂLİH:
İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın
rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir
zamâna kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden
önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.
(Münafikûn sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler
hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle
değil, cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri
ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla
berâber olmak, ebedî seâdetin anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. (
Hâris el-Muhâsibî)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini
sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen
sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin
noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan
ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib)
Sâlih Amel:
Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih)
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet
yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek,
günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu
şımartması ve işlediği günahların azâbı ndan emin olması vardır. Böyle
bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
SÂLİH ALEYHİSSELÂM:
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından
Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine
kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61)
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı)
yalanladılar. Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm
onlara dedi ki: "Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak)
koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emin bir peygamberim.
Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun emir ve
yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki,
benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ
sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik.
Onlar küfür ve günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan
sonra, felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte
Şam ile Hicâz arasındaki Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un
torunları tekrar Âd kavminin he lâk edildiği yerlere gittiler.
Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal
verdi. Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar.
Her türlü nîmetler içinde bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar.
Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür ve azgınlık
içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak
gönderdi. Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan
sakındırdı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etti. Nûh
aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda kimse
tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih
aleyhisselâmı, büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine
rağmen Sâlih aleyhisselâm yılmadan, t atlı bir dille kavmini îmâna
dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli azâbla korkuttu.
Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd
kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı.
Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu.
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye
başladılar. Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize
göster dediler. Mûcize gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler.
Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler. Deve olmasını istedikleri
kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu mûcize
üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten
Semûdlular bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi
öldürdü ler. Sâlih aleyhisselâma karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer
hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir dediler. Bir takım
acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan
fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun
kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp birbirine haber
verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip, kendisine
inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın
geleceğini bildirdi.
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi
terk ettiler. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha
sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir
sayha (korkunç gürültü) ile helâk et mesini emir buyurdu. Bir sabah
vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın
sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın
şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân
edenlerle birlikte Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti.
Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i muazzama yanında defnedildi.
(İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde)
SÂLİK:
Tasavvuf yolcusu.
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep
şerîate, İslâmiyete uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe
olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak) şerîatin emirlerinden biridir.
İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır. Farzları
yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve
sâlike yol gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek
onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve
bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile
kavuşulur. Başlangıçta olan sâlikler in kalbleri tasfiye bulmadan
(temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun
için Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir
kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu.
(Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Sâlik-i Meczûb:
Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar
yâhut murâd olurlar. Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet
yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım
olan her edebi, pir yardımı ile veya a rada pir olmadan, bunlara
öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey
yapmazlar. Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona
kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsânı, onun her
zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak, işini
görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ,
dilediğini seçerek kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada
vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nîmetlerine
kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı
lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır.
Bakışları şifâdır. Taş kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla
yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, sâlik-i meczûb da,
büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile
fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)
SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM:
Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında
söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her
türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ,
hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir. (Bkz.
Salât)
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem
derse) Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını
bağışlar ve derecesini on kat yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i
Ledünniye)
SALSÂL:
Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden
yarattık (Hicr sûresi: 26)
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir.
Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları
melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif
arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce M uhammed aleyhisselâmın nûru
alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. (Altıparmak
Muhammed Efendi)
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki
uygunluğa, âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ
bundan güzel bir şey halk etti mi?" dediler. (Muhammed Hirevî)
SALVELE:
Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve
Peygamber efendimize okunan hayır duâ.
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele
(hamd) ve salvele ile başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ
kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan duâ geri çevrilmez.
(İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)
SÂM:
Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü.
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan
ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak,
bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh aleyhisselâm o zaman elli
yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları
Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu
Yâm yâni Ken'an bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona
işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu. Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı
kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh
aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç
oğlundan türedi. Nûh aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi.
Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı;
Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering boğazından
Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde,
Kisâî)
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı
bâide denir. Âd, Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır.
Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber
olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın soyundandır. Keldânîler,
Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî,
Nişâncızâde)
SAMED (Es-Samed):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye,
hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların)
kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah
Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1, 2)
SAN'AT:
Ustalıkla, hünerle yapılan iş.
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at,
terziliktir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever.
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî)
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci
derecede ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed
Rebhâmî)
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak
ibâdet etmek olur. Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb
vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır.
(İmâm-ı Gazâlî)
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de,
araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at,
insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin Emrullah)
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı
muayyen (belirli) kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan
şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan
başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece
insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan
yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm
Arvâsî)
SANÂYİ' ŞİRKETİ:
İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek
ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak
üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin
alacağı siparişi, her ortak yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış
yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak, sözleşmedeki oranda
ortaktır. (Ali Haydar Efendi)
SANEM:
Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put)
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir
(Allahü teâlâya ortak koşmaktır.) (Tahtâvî)
SAPIK:
Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri
yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden
(Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara
sapan kimse.
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi
görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan
saparlar, hem de insanları saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir
kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında
veya bir hareketinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân
bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya sapıklık olduğu
kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa
aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya
mürted (dinden çıkan) olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî)
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri)
yanlış te'vîl ederek (yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya
bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrıldığı
için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mân âsı açık olan nasslara
inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak,
Cennet'e sokulacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının)
yolunda gidenler Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir.
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde
kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlim lerinin, Kitâbdan
(Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir.
Çünkü her bid'at sâhibi, yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk
düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet
âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten
çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı
propagandalarına aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SARF SATIŞI:
Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında
satmaktır.
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz
etmeleri yâni eline veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)
SARF VE NAHV İLMİ:
Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen
değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv;
cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl
(nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının
aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.
SARIK:
Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal.
(Bkz. İmâme)
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem bâzan siyâh sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış
uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı)
SARÎH:
Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça
anlaşıldığı lafız (söz).
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh
bir lafzı (sözü) şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında
değil ise, mektup veya vekîli ile bildirince, bir talâk (boşama) olur.
(İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan
ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere
benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde,
karşısındakini suâl sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır.
(Taşköprüzâde)
SAVM:
Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan)
akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek.
(Bkz. Oruç)
SAVMEA:
Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise)
SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i
Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında
usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere
gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf
ve sa'y eder, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde
hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i Âbidîn)
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. ( M. Zihnî Efendi)
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar
tepeye çıkılır. (M. Zihnî Efendi)
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra
tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek.
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed
Fârûkî)
SAYD:
Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise
(domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya
zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de
yolcu olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz
müddet içerisinde size haram edildi. (Mâide sûresi: 96)
SAYHA:
Şiddetli ses; korkunç gürültü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri
tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha
yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)
|