MUSTAFA:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri.
Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz
bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.
(Yûnus Emre) Ümmetim dedi sana çün Mustafâ, Ver salevât sen de âna bul
safâ.
(Süleymân Çelebi)
MUTAFFİFÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi.
Mutaffifîn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi.) Otuz altı âyet-i
kerîmedir. Ölçü ve tartıda hîle yapanları kötüleyerek başladığı için
sûreye, Sûret-ül-Mutaffifîn denilmiştir. Sûrede, Allahü teâlâyı inkâr
edenlerin ve günâhkârların uğrayacağı Cehennem azâbı ile îmân eden
mü'minlerin kavuşacakları Cennet nîmetleri bildirilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ, Mutaffifîn sûresinde meâlen buyurdu ki:
Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım. (Âyet:
1)
Kim Mutaffifîn sûresini okursa, kıyâmet günü, sonunda misk kokusu
bırakan mühürlenmiş saf bir içecekten Allahü teâlâ ona içirir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MUTAHHAR:
Temiz, temizlenmiş mânâsına Muhammed aleyhisselâmın ismi.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm altıncı kat semâda Mutahhar
ismi ile anılır. (Molla Miskîn Muhammed Muîn)
MUTAHHİR:
Temizleyici, temizleyen.
Abdestte ve gusülde kullanılmış (Mâ-i müsta'mel denilen) su; Hanefî,
Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde yalnız tâhir (temiz)dir. Fakat mutahhir
değildir. Mâlikî mezhebinde ise, hem tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb
Şa'rânî)
MU'TEKİF:
İ'tikâf eden. Bir yere çekilip ibâdetle meşgûl olan. (Bkz. Îtikâf)
Mu'tekif, kalbini dünyâ düşüncesinden ayırıp kendini Allahü teâlâya
teslim ederek hak dergâhına sığınmış ve şeytanın ve nefsin mekrinden (aldatmasından)
Allahü teâlânın himâyesine girmiş ve lisân-ı hâl (hâl dili) ile "Rabbim
beni mağfiret etmedikçe b u kapıdan ayrılmam" demiş olur. (Zihni Efendi)
Mu'tekif, ibâdet yerinden ancak ihtiyâç için çıkar. Çünkü zarûret,
mecbûrî ihtiyâcı sebebiyle çıkmaya izin vardır. (Molla Hüsrev)
MU'TEMED:
1. Sözüne güvenilir kimse.
Hudeybiye günü, Tebük ve Buvat gazâlarında ve daha pekçok yerde,
susuzluk baş gösterince, Peygamber efendimizin mübârek parmaklarından
fışkıran sudan Eshâb-ı kirâm içip susuzluklarını gidermişlerdir. Bu
mûcizeler, çok sağlam rivâyetlerde mu'temed (gü venilir) siyer âlimleri
tarafından ittifakla (sözbirliği ile) bildirilmiştir. (Zerkânî)
Müslüman, mu'temed insandır. Emânete hıyânet etmez. Eliyle diliyle
kimseye eziyet etmez. (Seâdet-i Ebediyye)
2. Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz),
ictihad.
MU'TEMİR:
Ömre yapan. (Bkz. Ömre)
Mu'temir, mîkât denilen yerde ihrâm giyerken; "Yâ Rabbî! Ben ömre yapmak
istiyorum. Bunu bana kolay ve kabûl eyle diye duâ eder ve telbiye (Lebbeyk
Allahümme Lebbeyk...) okur. (M. Zihni Efendi)
MU'TEZİLE (Mûtezile):
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden
yâni dînî delillerden önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse
ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile (yer) arasında bir
menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin
ders halkasından ayrıldığı için ayrılanlar mânâsına Mûtezile adı
verilmiştir. Bu fırkaya Kaderiyye de denir.
Mûtezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü
teâlânın yarattığı şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla
bırakıyor. Güzel olduğu akıl ile anlaşılanları Allahü teâlâ yaratmağa
mecbûrdur diyor. Allahü teâlânın insan aklının güzel dediği şeyleri
yaratmağa mecbûr olduğunu söylemek kadar çirkin bozuk söz yoktur. (Abdullah-ı
Süveydî)
Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan Cehmiyye ile Mûtezile fırkası
mîrâc yoktur, mîrâc rüyâdır dedi. Zamânımızda Mûtezile fırkasını taklîd
edenler çoğalmaktadır. (Muhammed Rebhâmî)
Eski felsefecilerden bir kısmı, mû'tezile fırkasının çoğu ve zındıklar;
cin ve şeytanlara inanmadı. "Cin; zekî, dâhi insan demektir. Şeytanlar
da kötü kimselerdir demektir" dediler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mûtezile fırkasında olanlar insan dilediği işi kendi yaratır dediler.
Kazâ ve kaderi inkâr ettiler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MU'TÎ (El-Mu'tî):
Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i
şerîflerinden).
MUTLAK:
Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı
olmayan, delâlet ettiği (gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi
birini ifâde eden lafız (söz).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "... Köle âzâd etmektir."
(Beled sûresi: 13) (Âyet-i kerîmedeki "köle" sözü mutlaktır. Çünkü
müslim veya gayr-i müslim, teklik veya çokluk gibi herhangi bir şey ile
kaydlanmamıştır. Yeminini bozan kims enin keffârete gücü yetiyorsa,
herhangi bir köle veya câriye âzâd eder, hürriyetine kavuşturur. Yâhut
zekât alması câiz olan erkek veya kadın on fakiri bir gün sabahlı
akşamlı olmak üzere iki defâ doyurur veya on fakire bu değerde kumaş,
havlu, mendil, çorap, çamaşır gibi bir şey verir. Bu üçünden birini
yapmayan fakir, üç gün ardarda oruç tutar. (İbn-i Âbidîn)
Mutlak Adâlet:
Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak. (Bkz.
Adâlet)
Âlemleri yaratan Allahü teâlâ hâkimler hâkimi, her şeyin asıl sâhibi ve
tek hâlıkı (yaratıcısı)dır. Allahü teâlâ mutlak adâlet sâhibidir. Onun
için insanlara gönderdiği en son ve en kâmil (üstün ve eksiksiz) dinde
mutlak adâlet vardır. (Harputlu İshâk Efendi)
Mutlak Fenâ:
Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile
unutulması. (Bkz. Fenâ)
Mutlak fenâ hâsıl olmadıkça, Hakk'ın şühûdü (yâni Allahü teâlânın kalbe
tecellîsi) mümkün değildir. (Ahmed Fârûkî)
Sonsuz kavuşmak ve devamlı huzur ancak mutlak fenâdan sonra Bekâ-billah
ile şereflenen kimseye nasîb olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâdan başka şeylere köle olmaktan büsbütün kurtulabilmek için,
mutlak fenâya kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mutlak Müctehîd:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan
hükümleri ve mes'eleleri, açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana
çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki mezheb imâmlarından her
biri. (Bkz. Müctehîd)
Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi dinde
müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehîd denir. Dört mezheb imâmları
mutlak müctehîdlerdir. (Kemâlpaşazâde Ahmed bin Süleymân Efendi)
Mutlak Nezr:
Şarta bağlı olmayan adak. (Bkz. Nezr)
Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek mutlak nezr olup, bunu
söylerken kasd (niyyet) etmese de, söz arasında dilinden çıksa bile,
yapması vâcibtir. Çünkü, talâkta (boşamada) ve adakta niyetsiz,
düşünmeden söylemek, ciddî istiyerek söylemek gibidir. Hattâ; "Allahü
teâlâ için bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde; "Bir
ay oruç tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay tutması lâzım olur.
(Alâüddîn Haskefî)
Mutlak Su:
Yaratıldıkları hâl (durum) üzere bulunan sular. (Bkz. Mâ-i Mutlak)
Yağmur, kar, deniz, göl, kuyu ve ırmak suları mutlak sular olup, hem
temiz hem de temizleyicidir. İçilir, abdest ve gusl alınır. (İbn-i
Âbidîn)
Mutlak Vilâyet:
Evliyâlık.
Vilâyet, husûsî veya umûmî olur. Umûmî vilâyet, mutlak vilâyettir.
Vilâyet-i hâssa (husûsî vilâyet) de vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ
ve ekmel (en olgun)bekâdır. Bunda nefs, râdî ve mardîdir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Mutlak Zuhûr:
Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi
meselâ insanın aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi
böyledir.
MUTMAİNNE:
1. İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmainne olur. (Ra'd
sûresi: 28)
2. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü
teâlâyı zikrederek itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve
tereddütlerden kurtulan nefis.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey mutmainne nefs (Allahü teâlânın nîmetine şükür ve ibâdet mihnetine
sabır eylemen sebebiyle) sen Rabbinin verdiği nîmetten râzı ve Rabbin de
senden râzı olarak Rabbine dön. Haydi benim (sâlih) kullarımın arasına
dâhil ol (ve onlarla birlikte) Cennet'ime gir. (Fecr sûresi: 27-30)
Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikten
(nefsinin kötülüğü emretmesinden) kurtulup mutmainne olur. Bu zaman
şehveti ve gadabı faydalı olarak çalıştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin temiz ve nefsin mutmainne olduğunun alâmeti, bedenin İslâmiyet'e
seve seve uymasıdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır. Kulluk makâmının üstünde
hiçbir makam yoktur. Velîler Hakk'a doğrudurlar. Peygamberlik de hem
Hakk'a hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyânın
nefisleri mutmainne olmuş ise de bedendeki maddelerin ihtiyaç ve
istekleri vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefs mutmainne olunca serkeşliği bırakır ve azgınlığı kalmaz. (İmâm-ı
Rabbânî)
MUVÂCEHE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin
bulunduğu Hücre-i Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında
önünde durulan duvar.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabrini ziyâret etmek
isteyen kimse, Bâb-ı Selâm (Selâm kapısı) veya Bâb-ı Cibrîl'den (Cibrîl
kapısı) Peygamber efendimizin mescidine girip minber-i şerîf yanında iki
rek'at tehıyyet-ül-mescîd (câmiye girince kılınması sünnet olan) namazı,
sonra iki rek'at da şükür namazı kılar ve duâ eder. Duâdan sonra kalkıp
edeble Hücre-i seâdete gelir. Yüzünü Muvâcehe-i seâdet duvarına karşı,
arkasını kıbleye dönerek, Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki me tre
kadar uzakta edeble durur. Resûlullah'ın kendisini gördüğünü, selâmını,
duâlarını işittiğini ve cevap verdiğini, âmin dediğini düşünür.
"Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, Yâ Resûlallah" diyerek ziyâret esnâsında
okunacak duâyı okur. Emânet olan selâmları söyler. Sonra salevât okuyup,
dilediği duâyı okur. (Abdullah Mûsulî, Şernblâlî)
MUVAHHİD:
1.Allahü teâlânın birliğine inanan.
Bir kimse, başkaları görmek için ibâdet eder veya Allahü teâlâ için eder
ammâ başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından
bir karşılık, meselâ bir âferin sözü beklerse, o kimse şirkten kurtulmuş
ve hâlis muvahhid olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
2.Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve
başkalarını unutan. (Bkz. Tevhîd)
Muvahhidlerin gönlüne Allah'tan başka bir şey gelmez. Kulakları,
Allah'tan başka bir şey duymaz. Gözleri, Allah'tan başka bir şey görmez.
Her ne duyar ne görürse, ondan ibret alır ve Allahü teâlânın büyüklüğünü
düşünerek, O'na olan bağlılıkları artar . (İmâm-ı Gazâlî)
MUVAKKAT:
Geçici belli bir vakte bağlı.
Yedi kadın vardır ki, bunlarla muvakkat olarak evlenilemez. Aradaki
sebeb kalkınca, evlenmek helâl olur. Bunlardan beşi, nikâh sebebi ile
haramdır. Bir adam, nikâhladığı (evlendiği) kadının kız kardeşi ile
evlenemez. Nikâhladığı kadın ölürse veya boş arsa, bunun kızkardeşi ile
evlenebilir. Bir kadın nikâhında iken, bu kadının halası veya teyzesini
veya kardeşlerinin kızını da nikâhlamak haramdır. Evlenmesi muvakkat
haram olan yedi kadından altıncısı müşrik yâni kitapsız kâfir olan
kadındır. Müşri k müslüman olursa, evlenmek câiz olur. Yedincisi ise,
hür kadın ile evli iken, câriye (harpte alınan esir kadın) ile de
nikâhlanmaktır. (Mehmed Zihnî)
Muvakkat Nikâh:
Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra
hanımını boşamağı söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm
olan nikâh. (Bkz. Müt'a Nikâhı)
Hacca götürecek erkeği olmayan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca
gitmekte olan bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması,
muvakkat nikâh olduğu için haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Muvakkat nikâh, dört mezhebde de haramdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
MUVATTÂ:
İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin, derlediği (topladığı) hadîs kitâbı.
Kütüb-i sitte denilen, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından
tasdîk edilmiş olan altı hadîs kitâbından biri de Muvattâ'dır. Bu kitâb,
ilk yazılan hadîs kitâbıdır. (Muhammed Tâhir, Abdülhak-ı Dehlevî)
MUZTAR:
Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, size ölüyü (Murdar hayvanı) , kanı, domuz etini, bir de
Allah'tan başkası için kesileni, kesin olarak haram kıldı. Fakat kim
bunlardan yemeye muztar kalırsa, (kimseye) saldırmamak ve haddi
(ölmeyecek miktârı) geçmemek şartıyla, onun üzerine günâh yoktur.
Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhâmet edicidir. (Bekara
sûresi: 173)
Muztar olana, piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fâhiş ile yüksek
fiyata satmak fâsiddir. (İbn-i Âbidîn)
MÜBÂDELE:
Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.
Satış, malı mala rızâ ile mübâdele etmektir. (İbrâhim Halebî)
MÜBÂHELE:
Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu
olduğunu söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl
etmeyen hıristiyanlara, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı,
kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım, sonra hepimiz duâ edip,
yalvaralım. (Îsâ aleyhisselâmın durumu hakkında hangimiz) yalancı ise,
Allahü teâlâ ona lânet etsin, diyelim" demesi emredilen Âl-i İmrân
sûresinin altmış bi rinci âyet-i kerîmesi.
Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti.
İçlerinden ileri gelen üç kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya
başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan "Allah", bâzan
"Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorla rdı. Peygamber
efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu;
îmâna gelmediler. "Biz senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah
efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz"
buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, müslüman olmayıp inâd
ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları
mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
de onlara; "Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu.
Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde Şerhabîl adında biri;
"Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele
edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur.
Muhakkak bir belâya uğrarız" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen
sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder,
vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sell em buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi,
maymuna ve hınzıra dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü
teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar üzerindeki kuşlarını da helâk
ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî)
MÜBÂREK:
Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol.
Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı,
senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle, kalbim kuvvetleniyor.
(Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye geldi de; "İsmâil nerededir?" diye sordu.
İsmâil'in hanımı; "Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz"
dedi. İbrâhim aleyhisselâm; "Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?" dedi.
İsmâil'in hanımı; "Taâmımız av eti, meşrûbatımız (içeceğimiz) de Zemzem
suyudur" dedi. İbrâhim aleyhisselâm da; "İlâhî! Bunların yiyip
içeceklerini mübârek kıl" diye duâ etti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Kalbin huzur ve sükûnuna yardım eden her şey mübârektir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmin her harfi mübârektir. (İbn-i Hacer)
Mübârek beldelere gittiğinde kalbin uyanık olsun. Orada Resûlullah
efendimizin ve arkadaşlarının gezdiğini, oturduğunu unutma. O mübârek
toprakların kıymetini bil... (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)
Mübârek Geceler:
İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban
bayramı ile Mevlid, Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri.
(Bkz. İlgili Maddeler)
Mübârek gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh
işlememekle, ibâdet yapmakla olur. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı
için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri
kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve
tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır. (Muhammed Rebhâmî)
Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı
kerîm okumalı; duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları
sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. (Muhammed
Rebhâmî)
MÜBÂŞERET-İ FÂHİŞE:
Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.
Mübâşeret-i fâhişe, erkeğin de kadının da abdestini bozar. (İbrâhim
Halebî)
MÜBDÎ (El-Mübdî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri,
nümûnesi olmayan, varlıkları yoktan var eden.
MÜBECCEL:
Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen. (Bkz. Tebcîl)
Mevlid gecesi ve günü mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi
kıymeti çoktur. (Celâleddîn Abdurrahmân Kettânî)
MÜBELLİĞ:
1. Tebliğ eden, bildiren, duyuran.
Dinleri, emirleri ve yasakları koyan Allahü teâlâdır.Mübelliği ise,
Allah'ın peygamberidir. (Seyyid Abdülhakîm)
2. Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini
arka saflardaki cemâate duyuran kimse.
Mübelliğ olan kimsenin, aynı namazı kılması lâzımdır. Aynı namazı
kılmayan, dışardan birinin sesine uyan cemâatin namazları olmaz. (İbn-i
Âbidîn)
Cemâatin yalnız imâmın sesine değil, aynı namazı kılan mübelliğin sesine
uyması da câizdir. Böyle olmayan seslere uyanların namazı olmaz.
(Halebî, Dâmâd, İbn-i Âbidîn)
MÜBEŞŞİR:
1. Kabirde, mü'minlere suâl soran melek. (Bkz. Münker ve Nekîr)
2. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr (azâb ile korkutucu) olarak
gönderdik. (Feth sûresi: 8)
MÜBTEDİ':
Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi
varmış gibi gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek
değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.
Mübtedi' ve ehl-i hevâ (isteklerinin esîri), İslâmiyet'e değil,
nefslerine uyarlar. Yetmiş iki sapık fırka böyledir.Bunlardan bâzısının
îtikâdı, küfre (dinden çıkmaya) sebeb olmaktadır. (İbn-i Nüceym)
Mi'râcda Resûlullah'ın Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya
götürüldüğüne inanmayan îmânsız olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere
götürüldüğüne inanmayan ise, mübtedi' olur. (İsmâil Hakkı)
Mübtedi'nin cenâzesinde bulunan kimse, dönünceye kadar hep Allahü
teâlânın gadabındadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Her mübtedi' ve sapık, kendi îtikâdını Kitab ve sünnete uygun bilir ve
kendi kısa ve eksik anlayışı miktârınca Kitab ve sünnetten, uygunsuz
mânâlar çıkarır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜBTEDÎ:
Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan.
Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden
meydana gelen Fıkarât kitabı, başlangıçta olan mârifetleri mübtedîlere
anlatmak için yazılmıştır. "İnsanlara akılları erdiği kadar söyleyiniz!"
gözetilerek yazılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜCÂDELE:
Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve
kendisinin akıl, fazîlet ve şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek
için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.
Haksız olduğu hâlde mücâdeleden vazgeçen kimseye Allahü teâlâ Cennet'in
kenâr yerinde bir ev inşâ ettirir. Haklı olduğu hâlde mücâdeleden
kaçınan kimseye ise, Cennet'in ortasında bir köşk inşâ ettirir. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Mücâdeleyi terkedin; zîrâ onun kârı azdır. Mücâdeleyi terk edin, faydası
az olduğu gibi dostlar arasına hüsûmetin (düşmanlığın) girmesine sebeb
olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kardeşinle mücâdele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme!
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Âdî (aşağı) kimselerle mücâdele etme; seni üzerler. Halîm (yumuşak)
kimselerle mücâdele etme sana küserler. (İbn-i Abbâs)
Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan; münâkaşa ve
mücâdeledir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mücâdele Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli sekizinci sûresi.
Mücâdele sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yirmi iki âyet-i kerîmedir.
Birinci âyetinde geçen Mücâdele kelimesinden dolayı sûreye,
Sûret-ül-Mücâdele denilmiştir. Sûrede; cemiyet ve muâşeret âdâbı
(insanların birbirleri ile olan münâsebetlerinde tut acakları yol) ve
Resûl-i ekremin aleyhinde gizli teşebbüslerde bulunan yahûdîler ile
bunların destekçileri olan münâfıkların (iki yüzlülerin) kötülendiği
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Mücâdele sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın
düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, mü'minlerin anaları,
babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları
sevmezler. Böyle olan mü'minleri Cennet'e koyacağım. (Âyet: 22)
Kim Mücâdele sûresini okursa, kıyâmet günü Allahü teâlânın râzı olduğu
kimselerden yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜCÂHEDE:
1. Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara
yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her hâlde muhsinlerle (iyilik
edenlerle) berâberdir. (Ankebût sûresi: 69)
Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe
etmeyerek, Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir. İşte
sâdık olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 15)
Çoluk-çocuğunun geçimini helâlinden te'mine çalışan, Allahü teâlânın
yolunda mücâhede eden gibidir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ, Müsned-i Firdevsî)
Resûl-i ekreme insanların en efdâli kimdir diye sorulunca; "Canı ve malı
ile Allah yolunda mücâhede eden mü'mindir" buyurdular. (Buhârî ve
Müslim)
2. Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma.
Bir kimse bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse (nefsin
istediklerini yapmama) ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygambere
(aleyhisselâm) uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar
kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz. Hiçbir iş
olmayan yâni bir şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir
parça uyumak (kaylûle yapmak), o büyüklerin emrine uyarak yapılınca,
onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha
kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Açlık ve nefisle mücâhede, hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri)
arttırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikri yerleştirir. Sünnete
(dînimizin emir ve yasaklarına)tâbi olmayı (uymayı) kolaylaştırır.
(Seyfeddîn Fârûkî)
İbâdet yapmaktan maksad; hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem
de kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlaya bağlamak içindir. (Ali
bin Emrullah)
Hevâ (nefsin arzu ve istekleri) ancak mücâhede ile azalıp yok olur.
(Muhammed Hâdimî)
MÜCÂHİD:
Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.
Benim yolumda mücâhid kimse, benim uhdemdedir (zimmetimdedir) . Rûhunu
kabzedersem onu Cennet'e vâris ederim. Memleketine döndürürsem sevâb
veya ganâimle (harpte alınan mallarla) döndürürüm. (Hadîs-i
kudsî-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fîsebîlillah (Allah yolunda) mücâhid olanlar en ufak bir zorlama ile bir
senelik oruç bedeli ve bir senelik gece ibâdeti hak ederler. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah yolundaki bir mücâhidin hâli, gündüz oruç tutup gece ibâdet eden
bir kimseye benzer. Tâ ki dönünceye kadar. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mücâhidlere ezâ vermekten Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah,
peygamberlerine ilişenlere gadab ettiği gibi, onlar için de gadab eder.
Peygamberlerin duâsını kabûl buyurduğu gibi, onların duâsını da kabûl
buyurur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı âlim ve mücâhidlerdir.
Âlimler, peygamberlerin emirleri ile insanları irşâd ederler. Mücâhidler
ise, peygamberlerin emri üzere silâhlarıyla harbederler. (İmâm-ı Gazâlî)
Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni
olmalıdır. Emr-i mârûfu ve nehy-i münkeri, yâni nasîhati elden
kaçırmamalıdır. Fakirlere, mücâhidlere, mal ile yardım etmelidir. Hayır,
hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekten sakınmalıdır. (Muhammed Ma'sûm)
MÜCÂVİR:
Komşu. Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i
şerîfeynde yâni Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i
münevverede ise Mescid-i Nebî'de (Peygamber efendimizin mescidinde)
ibâdetle geçiren kimse.
MÜCEDDÎD:
Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri
yâni İslâm dînine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve
sünnetleri ortaya çıkaran âlim.
Her yüz senede bir müceddîd zâhir olur (ortaya çıkar) . Ümmetimin
işlerini yeniler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi,
peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine,
İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin
vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için he r yüz sene
başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçerler. Hele bin
sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülü'l-azm peygamber gönderdikleri ve
onun işini bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere)
bırakmadıkları gibi, bu ümmett e de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu
zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (Ahmed
Fârûkî)
Rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan
yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle
buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü
teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd k ıldı." (Mîr Hüsâmeddîn)
Müceddîd-i Elf-i Sânî:
Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin lakabı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, Müceddîd-i elf-i sânî ismini
veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir.
(Muhammed Hâşim-i Keşmî)
Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî,
tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan
bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Ma'rûf-i Kerhî, esrâr (sırlar,
gizli) bilgilerinde İmâm-ı Muhammed Gazâl î, feyz vermekte ve kerâmetler
göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî,
tarîkat, hakîkat ve akâid yâni îmânla ilgili bilgilerin inceliklerini
açıklamakta ve kalblere akıtmakta İmâm-ı Ahmed Rabbânî müceddîd-i elf-i
sânî, müceddîd idiler. Hepsi, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine
hizmet ettiler. (Abdullah-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi.
Müctehîd yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim
idi. İslâm âlimlerinin göz bebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş
tâcı idi. Resûlullah efendimizin güzel ahlâ kını açıklayan bir deryâdır.
İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mü'min ve müttekî olanlar yâni Allahü
teâlâdan korkup, haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar yâni
içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i
Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü,
Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine
vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır. (Şâh-ı
Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin buyurduğu kıymetli
sözlerden bâzıları şunlardır:
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok
yaklaştıran şey namazdır.
Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek
felâkettir.
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için
Allahü teâlâyı bırakmak, ahmaklıktır. Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir
eserin Rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin Başkumandanısın sen
velîlerin, erlerin Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜCEDDİDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Müceddidiyye büyükleri buyurdular ki: "Allahü teâlânın ahlâkı ile
huylanmağa, Hakk-ul-yakîn denir. Bu hâl, insanın şuûrunu kaplayınca kalb
nûrlanır." (Abdullah-ı Dehlevî)
MÜCESSİME:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir
(görünen)mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi
organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ
ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşe bbihe de denir.
(Bkz. Müşebbihe)
Allahü teâlâya madde diyen mücessime adındaki kâfirler burada çok
yanıldılar. Allahü teâlâyı insan şeklinde, sûretinde sandılar. Ahmak
oldukları için insanlarda olduğu gibi, Allahü teâlânın organları, duygu
âletleri var dediler. Böylece doğru yoldan saptılar. Çok kimseleri de
saptırdılar. (İmâm-ı Rabbânî)
Mücessime ve müşebbihe fırkaları; Allahü teâlâ cisim gibidir; Arş
üzerinde oturur, iner yürür şeklinde inandıkları için îmânsız
olmaktadırlar. (Şehristânî)
MÜCÎB (El-Mücîb):
Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i
hüsnâsından.
Dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi,
kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ
edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. O mücîbdir. (İmâm-ı
Rabbânî)
MÜCMEL:
Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı
lafız (söz).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: İnsan, hırslı ve sabrı az
yaratıldı. (Meâric sûresi: 19) Âyet-i kerîmede hırslı ve sabrı az
mânâsına olan "helû" lafzı mücmel olup, ondan sonra gelen; "Ona bir
sıkıntı dokunursa, feryâd eder. Ona hayır (mal) isâbet ederse cimrilik
eder" (Meâric sûresi: 20,21) âyet-i kerîmeleri ile açıklanmıştır.
(Serahsî)
Ahkâm (hükümlerle ilgili) âyetlerinin ekserisi, mücmeldir. Bunların
çoğunu Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem açıklamıştır. Meselâ,
mücmel olan salât lafzını; "Ben nasıl salât (namaz) kılıyorsam, siz de
öyle kılın" buyurarak îzâh etmişlerdir. (Serahsî)
Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan
(radıyallahü anhüm) gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr
ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş lügatını bilmeden ve hakîkat (sözün
hakîki, asıl mânâsı) ile mecâzî (hakîki ol mayan mânâsını) düşünmeden,
mücmel, mufassal (geniş mânâsını), umûmî ve husûsî olanları birbirinden
ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebebleri gibi daha pekçok
şeyi araştırmadan verilen mânâyı, Allahü teâlânın murâdı, kasdettiği
mânâ diye sö ylemek doğru değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜCRİM:
Kâfir. Günâhkâr.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
(Ey nîmetleri inkâr eden kâfirler!) Az bir zaman (ölünceye kadar)
dünyâda, hayvanlar gibi yiyin, için, zevk edinin. Şüphesiz ki siz
mücrimlersiniz. (Mürselât sûresi: 46)
Kıyâmet günü, yâni insanlar dirilip bir araya geldikleri gün, Allahü
teâlânın emriyle, Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel ve
tatlı bir şekilde okur, mü'minlerin (Allah'a ve Resûlullah efendimize
inanıp îmân edenlerin) yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ânı kerîme
inanmayanların yüzleri gâyet çirkin olur. Bu anda bir nidâ (ses) gelir
ki: "Ey mücrimler! Şimdi sizler ayrılınız!" denir. O zaman, herkesi
büyük bir korku alır... (İmâm-ı Gazâlî-Kıyâmet ve Âhiret)
Sırât yâni Cehennem'in üzerine kurulacak köprüden geçemeyip düşen
mücrimler, Cehennem hazenesine yâni azâb meleklerine teslim olunurlar.
Ağlayıp inlemeğe başlarlar. (İmâm-ı Gazâlî)
MÜCTEBÂ:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından. Eğer
ümmet isen, ol müctebâya, Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜCTEHİD:
İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî
delillerden hüküm çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün
İslâm ilimleri ve zamânın fen bilgilerinde söz sâhibi âlim. (Bkz.
İctihâd)
Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır.
İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm çıkarma) sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak
sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İctihâd makâmına varan âlimlerin kendi ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hükümlere) göre hareket etmeleri
lâzımdır.Başka müctehide uymaları câiz (uygun) değildir. İctihâd, ibâdet
yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, h içbir müctehid, diğer müctehidin
ictihâdına yanlış dememiştir. (İbn-i Nüceym)
Müctehid Fil-Mes'ele:
Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve
kâidelerine göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.
Müctehid fil-mes'elenin, çıkan mes'elelere âit çıkardığı hükümlerin,
mezheb reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Hassâf, Tahâvî,
Kerhî, Şems-ül-eimme Hulvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî ve
benzerleri olan derin âlimler, bu üçüncü tabak adan olan müctehidlerdir.
(Kemâl Paşazâde, Ahmed bin Süleymân)
Müctehid Fil-Mezheb:
Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere
uyarak, dört delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs,
(Bkz. İlgili maddeler) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i
mukayyed ve müctehid-i müntesib de den ir.
Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a'zâm'ın bunların
derecesindeki diğer talebeleri, müctehid fil-mezhebdir.Bunların
çıkardıkları hükümlerden bâzıları, İmâm-ı a'zam'ın çıkarmış olduğu
hükümlere uymayabilir. İctihâd derecesine yükseldikleri için, kendi
çıkardıkları hükümlere uymaları şarttır. (Kemâl Paşazâde Ahmed bin
Süleymân)
Müctehid fil-mezheb olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, din bilgilerinde bin
kadar kitâb yazmıştır.Talebesinden olan İmâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh
ettiği için, vefât edince, kitâbları İmâm-ı Şâfiî'ye kalarak, onun
bilgisinin artmasına vesîle olmuştur. Bu nun için İmâm-ı Şâfiî; "Yemin
ederim ki, fıkıh (dînî hükümler konusundaki) bilgim, İmâm-ı Muhammed'in
kitablarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû
Hanîfe'nin talebesi ile berâber bulunsun" buyurdu. (Ahmed Zühdü)
Müctehîd fil-mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re'yi
ile fetvâ (dînî suâllere cevâb) verir. Fakat delîlleri, mezheb imâmının
usûl ve kâidelerine göre arar. Bu kâidelerin dışına çıkmaz. (İmâm-ı
Süyûtî)
Müftî, mutlak müctehid değilse (Bkz. Müftî) , müctehid fil-mezheb olması
lâzımdır. Böyle olmayana müftî denilmez, nâkil dînî hükümleri, fetvâları
nakleden denir. (İbn-i Âbidîn)
Müctehid-i Fiş-Şer':
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken,
kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna
müctehid-i mutlak da denir. (Bkz. Müctehid-i Mutlak)
Dört mezhebdeki fukahâ (dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimleri), yedi
derecedir.Birincisi, müctehid-i fiş-şer' olan tabakadır. Dört mezhebin
imâmları böyledir. (Ahmed Cevdet Paşa)
Müctehid-i Mukayyed:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni
hükümler çıkaran İslâm âlimi. Mukayyed müctehid. (Bkz. Müctehid
fil-Mezheb)
Müslümanlar, ya müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ,
hüküm çıkaran İslâm âlimi) olur, yâhut ictihâd derecesine
yükselmemiştir. Müctehid de, ya mutlak müctehid (Bkz. Müctehid-i Mutlak)
olur, yâhut müctehid-i mukayyed olur. Mutlak müct ehidin, başka bir
müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır.
Mukayyed müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine
uyması vâcibdir (gereklidir). Bu usûllere uyarak yapacağı kendi
ictihâdına (hükmüne) uyar. (Abdülganî Nablüsî)
Müctehid-i Mutlak:
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî
delillerden (kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs
kâide ve usûl koyan müctehid. Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i
müstekıl de denir.
Dört mezhebin imâmları, müctehid-i mutlaktır. Bu dört imâmdan sonra
müctehid-i mutlak yetişmedi. Hiçbir âlim müctehid-i mutlak olduğunu
iddiâ etmedi. Yalnız,Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddiâda bulundu ise de,
hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. (İmâm-ı Şa'rânî)
Hicretin dört yüz senesi geçtikten sonra müctehid-i mutlak yetişmediği
için, bu târihten sonra gelen âlimleri taklîd etmek câiz değildir.Bu
târihten evvel yetişmiş olan bir müctehidin mezhebini öğrenmek için,
âlimlerin sözbirliği ile kabûl ettikleri İslâmî hükümleri bildiren fıkıh
kitablarını okumak lâzımdır. (İmâm-ı Menâvî)
Nisâ sûresinin, elli sekizinci âyetinde meâlen; "Uyuşamadığınız din
işlerinde, Kitâba (Kur'ân-ı kerîme) ve Sünnete (Hadîs-i şerîflere)
mürâcaat edin" buyrulmaktadır. Bu emir, müctehid-i mutlak olan âlime
uymak için emirdir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)
Müctehid-i Müntesib:
Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i
şer'iyyeden (dört ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna,
müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid) de denir. (Bkz. Müctehid
fil-Mezheb)
Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin
imâmını taklîd etmez. Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre
arar. İmâmının yolunda, mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu
söylenir. (Bedreddîn Zerkeşî)
Müctehid-i Müstekıl:
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve
kendine mahsûs kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak
müctehid de denir.
MÜD:
Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.
Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın
bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz. (Hadîs-i
şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır,
bir sa' (4.2 litre) su ile gusl ederdi. (İbn-i Âbidîn)
MÜDÂHENE:
Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu,
gücü yettiği hâlde dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni
olmamak.
Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi,
şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ,
müdâhene şeklini almamalıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan
bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebeb olur. Dînine veya dünyâsına
veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni
olmak lâzımdır.Mâni olmamak, susmak harâm olur. Müdâhene etmek, haram
işlemeğe râzı olmağı gösterir. (Muhammed Hâdimî)
Muhabbete müdâhene sığmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları
hadîs-i şerîfte bildirildi. (Seyyid Alizâde)
MÜDÂRÂ:
Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya
belâyı dünyâ menfaati ile savmak.
Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara
müdârâ etmeyi de emretti. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.Talebeye ders
verirken de müdârâ yapılır. (Muhammed Hâdimî)
Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut. Çünkü
latîfe kalb kazanır. (İmâm-ı Mâverdî)
İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir. Herkese, her zaman
lâzımdır. İkinci kısmı, ilaç gibidirler. İhtiyaç zamânında lâzım olur.
Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç olmaz. Fakat kendileri
insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bun lardan kurtulmak için,
müdârâ etmek lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî) Dostlara mürüvvet (mertlik),
Düşmanlara müdârâ etmeli.
(Sâ'dî-i Şîrâzî)
MÜDDESSİR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi.
Müddessir sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir.
İlk âyet-i kerîmede geçen Müddessir kelimesinden dolayı sûreye,
Sûret-ül-Müddessir denilmiştir.Müddessir; örtüsüne bürünen, demektir.
Sûrede, Peygamber efendimize; inkâr yolunda olanları uyarması, Allahü
teâlâyı tekbir etmesi, yüceltmesi, sabırlı olması vs. emredilip,
inkârcıların uğrayacakları cezâlar bildirilmiş, iyilerle kötülerin
mukâyesesi yapılmıştır. (İbn-i Abbâs, Katâde, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Müddessir sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed) ! Kalk da bildir! Rabbini tekbîr et!
Giydiklerini temiz tut! Kötü şeylerden sakın. Yaptığın iyiliği çok
görerek başa kakma! Rabbin için sabret. (Âyet: 1-7)
Kim Müddessir sûresini okursa, Allahü teâlâ, Muhammed'i (aleyhisselâm)
tasdîk (inanan) ve tekzîb edenlerin (inanmayanların) adedinin on katı
sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜDEBBER:
Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin
vefâtına (ölümüne) bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere
denir.
Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere,
4)Usûl (Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına),
5)Zevcesine (hanımına), 6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine
belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak kölesine, 8)Müdebberine, 9)
Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en doğrusu)
vermemektir. 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman
sanarak kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek
verilmiş ise, e sahh olan iâde edilmez. Meyyitin (ölünün) kefeni için de
zekât verilmez.Bir kimse zekâtını fakirden alacağına da sayamaz.
(Kudbüddîn İznikî)
MÜDELLES HADÎS:
Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız
birinci râvisi (rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs. (Bkz.
Hadîs)
MÜDERRİS:
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.
Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine
bakılır, sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli,
cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi. Hâl ve
hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile tal ebelerine örnek
olması arzu edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı
Şâfiî'nin türbesinin yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi
müderris tâyin eyledi. (İbn-i Hallikân)
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği
müddetince Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek
hükümlerini talebelere en güzel bir şekilde anlattı ve öğretti. (Mecdî
Efendi)
MÜDRİK:
Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte
alan, namaza imâmla birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar
imâma uyan, birlikte kılan.
MÜDRİKE:
İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.
İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır.
İnsan, bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten
birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici
kuvvettir. İkincisi, hareket kuvvetidir. (Ali bin Emrullah)
Müdrike kuvvetleri üçtür. Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler
olup, bunlar insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. İkincisi,
akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve
hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş h is organındaki kuvvetlerdir.
Bu kuvvetler insanlara mahsûstur. Hayvanlarda yoktur. Üçüncüsü mânevî
kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere
mahsûstur. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle
anlaşılamaz. Akıl kuvvetleriyle anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en
üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî
kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı,
bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz.
Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da
daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller, bunlardan da üstün
ülü'l-azm dereceleri vardır.Bunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet,
hullet ve nihâyet mahbûbiy yet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü
Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜECCEL:
Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş .
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden
önce ödeme zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen
zekât vermek için lâzım olan miktâra) katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de
câizdir. Te'cil ancak semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve
ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri ve semen, ayn (belli)
olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muay yen (belli) bir vakte
kadar olmak şartı ile câiz olur. (Bkz. Semen) (Ali Haydar Efendi)
Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir.
(M. Zihnî)
MÜEKKED SÜNNET:
Kuvvetli sünnet. Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az
terkettikleri sünnet.
Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki
rek'at son sünneti akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki
rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek,
abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnet lerdendir. (İbn-i Âbidîn)
Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. (M. Zihni
Efendi)
Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur. Başka
dinlerde yokturlar. (Tahtâvî)
Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur. Bir özürle terk eden
sevâbından mahrûm olur. Özürsüz terk eden azarlanır. (Enver Şah Keşmîrî)
MÜELLEFE-İ KULÛB:
Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân
yerleştirilmesi istenilen veya yeni îmân etmiş müslümanlar ve
kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen sekiz
sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine z ekât
verilmesinin nesh yâni hükmünün kaldırıldığı husûsunda Eshâb-ı kirâmın
icmâı (sözbirliği) bulunan kimseler.
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beytülmâl (devlet hazînesi) emîni
(vazîfelisi) olan hazret-i Ömer, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okuyarak
müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemiştir,
kaldırmıştır, dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâ mın hepsi bunu kabûl ettiler;
artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ, söz birliği hâsıl oldu. Nesh,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında olur. İcmâ ise,
Peygamber efendimizin vefâtından sonra olur. İslâmiyet'e yardım için,
düşmanın zararını önlemek için onlara mal, para her zaman ödenir. Fakat
beytülmâlin zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor
ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş,
onlara zekât verilmesi yasak edilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
MÜEZZİN:
Ezân okuyan kimse.
Her kim ezân-ı Muhammedîyi işittiği zaman müezzin ile berâber hafifçe
okursa, her harfine bin sevâb verilir, bin günâhı affolur. (Hadîs-i
şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ezân-ı Muhammedîye ta'zîm ve hürmet edenler ve onun harflerini,
kelimelerini değiştirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden minâreye çıkıp
sünnete uygun okuyan müezzinler, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır.
(Süleymân bin Cezâ)
MÜFESSER:
Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır.
Nass, sevkedildiği mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan salât, zekât gibi kapalı kelimeler, Peygamber
efendimiz tarafından açıklanmıştır. Böylece bu kapalı kelimeler,
müfesser hâline gelmiştir. Müfesserlerle amel etmek vâcibdir. (Serahsî)
MÜFESSİR:
Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen,
kasdedilen mânâyı anlayan âlim.
Müfessirler, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek,
hadîs-i şerîfleri toplayıp tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr
kitaplarını anlıyabilmek için otuz sene durmadan çalışıp, İslâm'ın yirmi
ana ilmini, iyi öğrenmek lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm)
Müfessirlerin baş tâcı Kâdı Beydâvî'dir. Tefsîr ilminde, en büyük
dereceye yükselmiştir. Her meslekte senettir. Her mezhebde önderdir. Her
düşüncede rehberdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜFLİS:
1.İflâs eden.
Bir vasî (bir yetimin veya akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin
malını idâre eden kimse), yetîmin (babası veya anası-babası ölmüş
çocuğun) ekim arâzisini bir müflise satsa; satış gözden geçirilir. Eğer
bu uygun satış ise, kâdı (hâkim), müşteriye ü ç gün mühlet tanır. İmkânı
olursa, bu müddet içinde malın bedelini öder, değilse, satış bozulur.
(Ebü'l-Leys Semerkandî)
2. Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve
eziyet vermiş; bu sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı
olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak
sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.
Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Müflis kimdir, biliyor
musunuz?" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları);
"Bizim bildiğimiz müflis; parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun
üzerine; "Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile
oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat; kimisine sövmüştür, kiminin
malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine
bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse,
hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e
atılır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Âhirette müflis olmaktan çok korkmalıdır. Onun için kimsenin hakkını
yememeli, herkese güler yüzle muâmele etmelidir. (Seyyid Abdülhakîm)
Huzûruna müflis olarak geldim, Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim. Şu
boş zembilime elini uzat, O mübârek eline güvenirim.
(Şâh-ı Nakşibend)
MÜFRİD HACI:
İhrâma girerken ömreye niyet etmeyip yalnız hac yapmağa niyet eden
kimse. (Bkz. Hac)
Mekke'de oturanlar yalnız müfrid hacı olur. (M. Mevkûfâtî)
MÜFSİD:
1. Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
Dünyâ kelâmı konuşmak, kendisi işitecek kadar gülmek, sakız çiğnemek,
farzın birini özürsüz terk etmek, namazın müfsidlerindendir. (Muhammed
bin Kutbüddîn İznikî)
2.Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.
Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkıh öğrenmeyen kimse dinde müfsiddir.
(Ebü'l-Leys Semerkandî)
MÜFTÂBİH:
Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden)
kendisiyle fetvâ verilen.
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken kendi mezhebi
âlimlerinin "Müftâbih olan budur", "En iyisi budur", "En doğru söz
budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÜFTERÂ HADÎS:
Peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra
gelen münâfıkların (kalbi ile inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin),
zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.
(Bkz. Hadîs)
MÜFTÎ (Müftü):
Fetvâ veren.
1. Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir
konuda vermiş oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren
kimse; nakleden me'mur.
Birçok işlerde âdet, nass (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin
hükümleri) gibidir. Bir işin nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş
ise, müctehidlerin ictihâdları ile yâni dînî konuda verdikleri hükümle
yapılır. Bir iş üzerinde çeşitli ictihâdlar va rsa, müftî, bunlar
arasında, zamâna ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zamâna,
âdete uymak bu demektir. Yoksa, dînin emirlerini değiştirmek, ibâdetleri
bırakarak, haramları işlemek demek değildir. (Seyyid Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Müftî, ictihâd etmeğe ehliyetli değilse, İslâm âlimlerinin kitablarında
açıkladıkları bilgileri, nakledip halka bildirmekten başka yetkiye sâhib
değildir. (Müftî Mahmûd Efendi)
Müctehîd olmayan müftîlerin, âyet ve hadîslerden herhangi bir hüküm
çıkarmağa yetkileri yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek
için müctehîd olmak şarttır. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın (açıktan günâh işleyenin), müftî olması uygun değildir. Bunun
verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din
işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Dört mezhebde de böyledir. Böyle
müftîlere bir şey sormak câiz değild ir. Müftînin müslüman ve akıllı
olması da, söz birliği ile şarttır. (İbn-i Âbidîn)
2.Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup
olmadığını bildiren, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden doğrudan
hüküm çıkaran kimse, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yâni
İslâmiyet'i bildiren âlim.
Müftînin, müctehîd (dînî bir hüküm verebilecek makâma yükselmiş âlim)
olması vâcibdir (gerekir). Mutlak müctehîd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm, mânâ çıkarabilen dinde müctehîd âlim)olmayan
müftînin, fetvâ (dînî bir hüküm, karar) vermes i haramdır. Böyle
müftîlerin, müctehîdlerin fetvâlarını nakletmesi câizdir.Müctehîd
olmayan müftîden yeni bir fetvâ istemek câiz değildir. (Mahmûd bin
Abdülgayyûr Pişâvûrî)
Gerçekte müftî müctehiddir. Eğer müctehid değil de müctehidlerin
sözlerini naklediyorsa, bu şahıs müftî değildir. (Fetevâ-i Hindiyye)
Bütün İslâm âlimleri ittifakla bildiriyorlar ki: Müftîler, muhakkak
ictihâd ehli, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ
çıkarmaya ehliyetli, yetkili olmalıdırlar. (Kâdı Zâhireddîn Buhârî)
Müftî-yi Mâcin:
Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din
bilgisi olarak söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.
Müftî-yüs-Sekaleyn:
İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.
Ahmed ibni Kemâl, Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı idi. Cinnîlere de
fetvâ verirdi. Bunun için, müftî-yüs-sekaleyn adı ile meşhûr oldu.
Tefsîr, fıkıh ve hadîste derin âlim idi. Çok kitâb yazdı. (İbn-i İmâd)
Müftî-yüs-sekaleyn Ahmed ibni Kemâl hazretleri buyurdu ki: "Müslümanlara
îmândan sonra farz olan ilk şey, beş vakit namazdır. Çünkü namaz, dînin
direği ve âhiret amellerinin başıdır. Bunun için Peygamber efendimiz;
"Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği de namazdır" buyurdu.
Müftî-yüs-sekaleyn Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân ve İkinci
Selîm'in saltanatları zamânında otuz sene Şeyhülislâmlık yaptı. (Atâî)
MÜHÂYEE:
Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini
taksim etmek.
Mislî eşyâda yâni çarşıda aynı evsâfta (özellikte) benzeri bulunan
eşyâda mühâyee olmaz. Ev, tarla; zaman veya mekân ile mühâyee olur.
(Mecelle)
MÜHEYMİN (El-Müheymin):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun
(yaratılmışın) ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini
bilen, gören, onların bütün hallerinden haberdâr olan.
Müheymin yalnız Allahü teâlâya mahsûs isimlerdendir. Bunu insanlara isim
yapmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Her kim gusül abdesti aldıktan veya namazdan sonra el-Müheymin ism-i
şerîfini söylerse, kalbi aydınlanır, himmet ve şerefe kavuşur. Hâfızası
kuvvetlenir, unutkanlığı gider. (Yûsuf Nebhânî)
MÜHR-İ NÜBÜVVET:
Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol
küreğine yakın kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü. Gümüş teninde,
letâfet vardı, İrice Mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, Mühr-i
nübüvvet, Sağ tarafına yakındı elbet. Bildirdi bize edenler ta'rîf, Bir
büyük ben idi, mühr-i şerîf. Rengi, sarıya yakın, karaydı, Güvercin
yumurtası kadardı. Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar, Birbirine bitişik,
kılcağızlar.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜKÂBERE:
Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük
görmek. (Bkz. Kibir)
MÜKÂFÂT:
İyi karşılık.
Oruç yalnız benim içindir, onun mükâfâtını ben veririm. (Hadîs-i
kudsî-Şir'at-ül-İslâm)
Günâhlar unutulmaz, mutlaka cezâsı verilir. İbâdetler çürümez, sevâb ve
mükâfâtı verilir. (Mâverdî)
Cömertlikten doğan güzel huylar vardır. Bunlardan biri de mükâfâttır
yâni iyiliğe karşı iyiliktir. (Ali bin Emrullah)
Yâ Rabbî! Artık sana rücû etmek (dönmek) zamânım çok yakın. Bundan
sonraki, dünyâ ve âhiret hayâtımın safhaları şu olacak: Dünyâ elemleri,
sekerât-ül-mevt (ölüm hâli), kabir hayâtı, haşr (dirilip toplanma)
âlemi, mükâfât ve mücâzât (cezâ) ihtimâlleri ... (Hayri Aytepe)
MÜKÂŞEFE:
Kalb gözü ile görmek.
Tasavvuf yolunda olanların kalbine gelen müjdeler üç kısımdır. Bunlar;
rüyâ, vâkıa (uyku ile uyanıklık arasında) ve mükâşefeler hâlindedir.
Mükâşefelerle gelen müjdelerin yüzde doksanı hak ve hakîkate uygundur.
Mükâşefe derecesine ulaşanların, delîl bulmaya ve sebeb aramaya
ihtiyâçları yoktur. Gayb nîmetlerine kavuşmuş, zan ve şüphe hücumlarına
uğramaktan kurtulmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ bilinmez ve anlaşılamaz. Görülebilen, anlaşılabilen şühûd
ve müşâhede yoluyla belli olan her şey, O değildir. Allahü teâlâ
ötelerin ötesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜKÂTEB:
Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Hayır ve tâat; Allahü teâlâya, âhiret ve meleklere ve Allahü
teâlânın indirdiği kitablara ve peygamberlere îmân etmektir. Ve Allahü
teâlânın rızâsı için muhabbet ile malını; fakir akrabâsına, fakir
yetimlere ve muhtaçlara, yolda kalmışlara (garib yolculara, misâfirlere)
, isteyen fakirlere ve mükâteb kölelere ve esirlere vermektir... (Bekara
sûresi: 177)
MÜKELLEF:
Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir
ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve
bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimse. (Bkz.
Ef'âl-i Mükellefîn)
Mükellef olan erkek ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet
âlimlerinin yazdıkları akâid (îmân ve îtikâd) bilgilerini öğrenmek ve
bunlara uygun olarak inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mükellef olan kadın, erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı
zâtiyyesini (zâtına âit sıfatlarını ki, bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ,
Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün-lil-havâdîs ve Kıyâm bi-nefsihî'dir) ve
sıfât-ı sübûtiyyesini (Hayât, İlim, Semî', Basar, İrâde, Kudret Kelâm,
Tekvin) doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey
budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâhtır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki: Mükellef olan her müslümanın, her
gün beş vakit namaz kılması farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve
hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü, ölümü çok
hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmağa sebeb olur.
Haram işlemeğe cesâreti azaltır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!"
(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜKEMMİL:
Olgunlaştıran, yetiştiren.
Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil bir rehbere tâbi kimse, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşur. (Abdullah-ı Dehlevî)
MÜKERREM:
Muhterem, azîz, saygı değer.
Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen
bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en
şerefli, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz ve mükerrem ve muhterem
idiler. (Celâleddîn Süyûtî)
MÜKRİH:
Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden.
(Bkz. İkrâh)
Zorla başkasının malı telef edilince, mükrih, malı öder. (Ali Haydar
Efendi)
MÜLÂANE:
Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi
hâlinde, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne
uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen ifâdelerle) karşılıklı yemin
etmeleri ve lânetleşmeleri. (Bkz. Liân)
MÜLCÎ İKRÂH:
Ölümle veya bir uzvunu yok etmek, şiddetli vurma ve hapsetme gibi
tehdidlerle bir kimseyi istemediği şeyi yapmaya zorlama. (Bkz. İkrah)
Mülcî ikrâh ile olan sözleşmeler sahîh (geçerli) olmaz. (Ali Haydar
Efendi)
MÜLEFFIK:
Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin
hükümlerinden kolayına geleni yapıp karıştıran. (Bkz. Telfîk)
Bir işin, bir ibâdetin sahîh (doğru, geçerli) olması için, dört
mezhebden herhangi birine uygun olması lâzımdır. Yâni o işin sahîh
olması için, bir mezhebde uyulması lâzım olan şartların hepsine uygun
olması lâzımdır. Bir ibâdeti yaparken şartlarında n biri bir mezhebe,
diğer şartı da başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahîh olmaz.
Müleffık, mezhebleri birbirine karıştırdığı için, ibâdeti sahîh, mûteber
olmaz. (İbn-i Âbidîn, A. Nablüsî, Şernblâlî)
MÜLHİD:
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan,
yâni îmânı bozuk olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin
arkadaşlarına) söğen.
Mülhid, Allahü teâlâya ve peygamberine inanır ve inandığını söyler.
Fakat, küfre kaymıştır, İslâmiyet'ten ayrılmıştır. Îtikâdı (inancı)
bozuktur. Kendini tam müslüman sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir
der. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜLK:
1. Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan
kullanmağa hakkı olan şey.
Mülk maldır veya malın kendi değil, yalnız menfaatidir. Bir kimsenin her
malı meselâ atı, onun mülküdür. Fakat her mülkü, meselâ kirâcının evi,
malı değildir. (Ali Haydar Efendi)
Ganîmet (savaşta düşmandan ele geçen mal), dâr-ı İslâm'a (İslâm
memleketine) nakledildikten sonra askerin hakkı olursa da, taksim
edilmeden önce, mülk olmaz ve askerin bu hakkını mülk olmadan önce
satması câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Hizmet karşılığı alınacak ücreti, maaş çekini, bonosunu teslim almadan
önce satmak câiz değildir. Ücret, hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş
(ele alınmamış, ele geçmemiş), mülk olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)
Süleymân aleyhisselâm bir seyâhatinde, sağında-solunda insanlar ve
cinler, ardında orduları olduğu ve kuşlar da başı üzerinde gölge
ettikleri hâlde giderken, İsrâiloğullarından bir âbide (ibâdet edene)
uğradı. Âbid; "Ey Dâvûd'un oğlu! Allahü teâlâ sa na muazzam bir mülk
vermiştir" dedi. Süleymân aleyhisselâm âbidi dinledikten sonra; "Kıyâmet
günü mü'minin defterinde, bir tesbîhin (zikr, Allahü teâlâyı ve
büyüklüğünü anmanın) yazılı olması, Dâvûd'un oğlu Süleymân'a verilen bu
mülkten daha kıymetlidir. Zîrâ Süleymân'ın bu mülkü kaybolur gider,
fakat o tesbîhin mükâfâtı kaybolmaz" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Mal
sâhibi, mülk sâhibi, Hani bunun ilk sâhibi? Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
(Yûnus Emre)
2. Tasarruf, saltanat, kudret.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk elinde bulunan Allahü teâlânın şânı ne yücedir! O, her şeye
hakkiyle kâdirdir (gücü yetendir) . (Mülk sûresi: 1)
O, geceyi gündüzün içine sokuyor, gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneşi
ve Ay'ı (insanoğlunun istifâdesine) tâbi ve bağlı kılmıştır. Bunlardan
herbiri muayyen bir vakte (kıyâmete) kadar akıp gidiyor (dolaşıp
duruyor) . İşte bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk
O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız (putlar) ise, bir hurma
çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar. (Fâtır sûresi: 13)
O gün onlar (kabirlerinden dışarı) çıkarlar. Onların hâl ve amellerinden
hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz, (Allahü teâlâ şöyle buyurur): "Bugün
mülk kimindir?" (Hiç kimse buna cevâb veremez. Yine Allahü teâlâ kendi
kendine buyurur); "Vâhid (bir olan) ve Kahhâr olan (her şeye gâlib
gelen) cenâb-ı Allah'ındır. (Mü'min sûresi: 16)
Süleymân aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin
bir mülkü bana ihsân eyle!" diyerek, melik ve emir olmak istemiştir.
(Muhammed Hâdimî)
Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'a; "Îmân et, mülk ve saltanatın sende kalsın"
dedi. Fir'avn da; "Hâmân ile görüşeyim" dedi. Hâmân; "Nasıl olur!
Aramızda tapılan bir rab iken, şimdi ibâdet eden bir kul mu olacaksın?"
dedi. Böylece, Allah'a kul ve Mûsâ aley hisselâma ümmet olmaktan
istinkâf etti (yüz çevirdi, vazgeçti). (İmâm-ı Gazâlî)
Mülk Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi.
Mülk sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i
kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen el-Mülk kelimesinden dolayı,
sûreye, Sûret-ül-Mülk denilmiştir. Ayrıca Tebâreke, Münciye, Mâni'a,
Vâkı'a adları ile de anılır. Sûrede; hayâtın ve ölüm ün yaratılış
sebebi, âlemdeki kusursuz nizam, müşriklerin (Cenâb-ı Hakk'a ortak
koşanların) âhiretteki acıklı durumu, Allahü teâlânın gizli-açık her
şeye vâkıf olduğu anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Mülk sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Sırât-ı müstekîm (İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol) üzere gidenle,
gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen aynı mıdır? (Âyet: 22)
Mülk sûresi kötülüklerden engelleyici ve kurtarıcıdır. Kabir azâbından
koruyucudur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Her gece Mülk sûresini okuyanı Allahü teâlâ kabir azâbından korur.
(Hadîs-i şerîf-Nesâî)
Mülk Şirketi:
İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını
belirli oranda verip satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları;
yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp ortak olmaları.
Mülk şirketi ile müşterek (ortak) olan malların geliri, sâhibleri
arasında hisselerine göre taksim olunur. (Mecelle)
Mülk-i Habîs:
Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından
meydana gelen ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.
Bir kimsenin elindeki malın, gasb edilmiş, çalınmış, zulüm, hıyânet ile
alınmış haram mal olduğu veya mülk-i habîs olduğu bilinmedikçe,
mallarını bu yollardan edinmekte olduğu bilinse dahi, elindeki bu malı
helâl mülkü bilmek lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Verilenin haram mal veya mülk-i habîs olduğu bilinirse, bunu verenden
almak hiçbir sûrette câiz (uygun) olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mülk-i Yemîn:
Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza
(güzel söz ve fiil ile) , akrabânıza (ziyâret etmekle) , yetimlere
(gönüllerini almakla) , fakirlere (sadaka vermekle) , akrabânız olan
komşularınıza (şefkat ve merhâmetle) , uzak komşunuza (onlar için hayır
istemek ve zararı gidermekle) , dost ve arkadaşlarınıza (haklarına
riâyet etmek ve sevgi ile) , yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla) ,
mülk-i yemînlerinizde bulunanlara (yumuşak muâmele etmekle) iyilik
ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik etmeyip)
kibirlenerek insanlara haksız yere övünenleri sevmez. (Nisâ sûresi: 36)
Avret yerini ört! Zevcenden ve mülk-i yemîninden başkasına gösterme!
Yalnız iken de, Allahü teâlâdan hayâ ediniz! (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı
Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
MÜLKİYET:
İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme
yetkisi gücü.
İslâm hukûkunda devlete, cemiyetlere ve ferdlere mülkiyet hakkı
tanınmıştır. Fakat mülk edinirken, haram yollara baş vurmak,
başkalarının haklarına tecâvüz etmek, zayıfları ezmek, kesin olarak
yasaktır. İslâmiyet, mülkiyet hakkını tanımakla berâber, insanların bu
konuda hırslı olmalarını da istemez. Çünkü Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve selem; "Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin anasıdır"
buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜLTEZEM:
Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş
arasında kalan Kâbe duvarı.
Hac esnâsında Minâ'da şeytan taşlandıktan sonra,Mescid-i Haram'a
gelinir.Tavâf-ı sadr veya vedâ tavâfı yapıldıktan sonra, Zemzem suyu
içilir.Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak, Mültezem denilen
yere sürülür.Sonra Kâbe perdesine yapışıp d uâ edilir. Ağlıyarak mescid
kapısından dışarı çıkılır. (Mevkûfâtî)
Bir kimse karnını Kâbe duvarına değdirip, Mültezemi vesîle (vâsıta)
ederek Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan kusurdan
korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Allahü teâlâ, Mültezem
denilen yerdeki birkaç taşa; hayra, faydaya ve sîle olma özelliği
vermiştir. Aspirine ağrı kesmek, alkole aklı gidermek özelliklerini
verdiği gibi, Mültezem denilen yerdeki taşlara başka taşlardan farklı
olarak duâların kabûl olmasına sebeb olma özelliğini vermiştir. (M.
Sıddîk Gümüş)
MÜMEYYİZ:
Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.
Mümeyyiz olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir).
Mümeyyiz çocuğun zararlı işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse de,
sahîh (geçerli) değildir. (Mecelle)
MÜ'MİN (El-Mü'min):
1. Allahü teâlânın Esmâ-ül-hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Her türlü
emân ve emniyet (güven) veren.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, mâlik
ve sâhiptir, münezzehtir, selâmet verendir, mü'mindir, gözetip
koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi
olmayandır. Allahü teâlâ puta tapanların ortak koştukları şeylerden
münezzehtir, uzaktır. (Haşr sûresi: 23)
2.Îmân eden, Resûl-i ekremin bildirdiklerinin hepsini kalbi ile kabûl
edip, dili ile söyleyen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuşasınız. (Nûr sûresi: 31)
Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar.
(Hadîs-i şerîf-Menâzil-üs-Sâirîn)
Mü'min o kimsedir ki, kendi için sevdiğini din kardeşi için de sever.
(Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Mü'minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta
bir vücûd gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer
âzâları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulurlar. (Hadîs-i
şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti (Eşhedü en lâ...) söylemek
yetişmez. Münâfıklar (inanmadığı hâlde müslüman görünenler) de bunu
söylüyor.Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, şerîatin (İslâmiyet'in)
emirlerini seve seve yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kâmil (olgun) mü'minin dört alâmeti vardır:Dili zikreder (Allahü teâlâyı
anar), sessizliğinde tefekkür eder (Allahü teâlânın büyüklüğünü
düşünür), ibret nazarıyla bakar, hayırlı işler yapar. (Ebû Bekr Verrâk)
Mü'minin istirahati âhirettedir. İki üç gün bu fânî dünyâda zahmet
çeker. Bu, günahlarına keffâret olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Mü'min Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin kırkıncı sûresi. Gâfir sûresi de denir.
Mekke-i mükkerremede nâzil oldu (indi). Sûre 85 âyet olup, 56 ve 57.
âyetleri Medîne-i münevverede nâzil oldu. 28-45. âyet-i kerîmelerinde,
Fir'avn'ın âilesinden mü'min bir kişinin vasıfları anlatıldığı için,
Sûret-ül-mü'min denilmiştir.
Sûrede; îmân etmenin önemi, günahları bağışlayan, tövbeleri kabûl eden,
bununla berâber cezâsı şiddetli olan Allahü teâlânın inkârcılara
vereceği cezâlar, Allahü teâlâya itâat etmek ve nîmetlerine şükr etmek
gerektiği bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs,
Râzî,Taberî)
Mü'min sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Size mûcizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah'a
yönelenlerden başkası ibret almaz. (Âyet: 13)
Kim Mü'min sûresini okursa, ona salât (duâ) etmeyen ve onun için
istiğfârda bulunmayan hiçbir nebî, sıddîk, şehîd ve mü'min rûhu kalmaz.
(Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)
MÜ'MİNÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi üçüncü sûresi.
Mü'minûn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on sekiz âyet-i
kerîmedir.Sûrenin ilk âyetlerinde kurtuluşa eren mü'minlerin
ibâdetlerinden, yaşayışlarından ve kavuşacakları âhiret nîmetlerinden
bahsedildiği için Sûret-ül-mü'minûn denilmiştir. Sûrede ayrıca, Allahü
teâlânın insanları yarattığı, onlara neler bağışladığı, Nûh, Mûsâ, Hârûn
ve Îsâ aleyhimüsselâmın karşılaştıkları güçlükler, inkârcıların
uğrayacakları felâketler, Allahü teâlânın büyüklüğü ve kudreti, kıyâmet
günü ve o günde olacak şeyler bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,
Taberî,Râzî, Kurtubî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Mü'minûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Peygamberim! Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!
(Âyet: 52)
Kâfirler, mal ve çok evlad gibi dünyâlıkları verdiğimiz için,
kendilerine yardım mı ediyoruz sanıyor! Peygamberime (sallallahü aleyhi
ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i İslâm'ı beğenmedikleri için onlara
mükâfât mı ediyoruz, diyorlar?Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar,
bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar. (Âyet: 55,56)
MÜMÎT (El-Mümît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan,
ruh bulunan cisimden rûhu alan, öldüren.
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirdiği doksan dokuz isminden
birçoğu, yaratıcı olduğunu gösterir.Meselâ Mukît, Hâlık, Bârî, Musavvir,
Razzâk, Mubdî, Muîd, Muhyî, Mümît,Kayyûm, Vâlî, Bedî' isimleri böyledir.
(İmâm-ı Rabbânî)
El-Mümît ism-i şerîfini söyleyenin nefsi itâate gelir. (Yûsuf Nebhânî)
MÜMKİN-ÜL-VÜCÛD:
Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün
âlem.
Mevcûd yâni var olan şey ikidir. Biri mümkin-ül-vücûd, ikincisi, kendi
kendine hep var olan, başkası tarafından yaratılmayan demek olan
Vâcib-ül-vücûddur. Eğer mevcûd, yalnız mümkin-ül-vücûd olsaydı ve
vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olma zdı. Çünkü yok iken var
olmak bir değişikliktir, bir olaydır.Her cisimde bir olay olması için,
bu cisme dışardan bir kuvvetin te'sir etmesi, bu kuvvet kaynağının bu
cisimden önce mevcûd olması lâzımdır. Bunun için mümkin-ül-vücûd olan
mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta duramaz. Ona bir kuvvet
te'sir etmeseydi, hep yoklukta kalırdı. Var olamazdı. Kendi kendine vâr
edemeyen, başka varlıkları elbette var edemez, yaratamaz. O hâlde,
mümkin-ül-vücûdu yaratanın, Vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır.Bütün
mümkin-ül-vücûdların tek yaratıcısı Vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâdır.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÜMTEHİNE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmışıncı sûresi.
Mümtehine sûresi Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). On üç âyet-i
kerîmedir.Mü'mine olduklarını iddiâ eden kadınların imtihâna tâbi
tutulmalarını emrettiği için sûreye, Sûret-ül-Mümtehine denilmiştir.
Ayrıca İmtihân sûresi de denilmektedir. Sûred e; müşriklerle dostlukta
bulunmanın yasak olduğu ve mü'mine olduklarını iddiâ edip hicrette
bulunan kadınların imtihâna tâbi tutulmalarının gerektiği
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî, Taberî)
Allahü teâlâ Mümtehine sûresinde meâlen buyuruyor ki:
"Ey mü'minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz!
Yâni siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan mü'minler gibi olunuz!
Onlar, kâfirlere dedi ki, bizden sevgi beklemeyiniz. Çünkü siz, Allahü
teâlâyı dinlemeyip, başkalarına tapıyorsunuz. O taptıklarınızı da
sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık aramızda
düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve
emirlerini kabûl etmedikçe, bu düşmanlık, kalbimizden silinmeyecek, her
şekilde kendini gösterecektir. (Âyet:4)
Kim Mümtehine sûresini okursa, kadın-erkek bütün mü'minler ona kıyâmet
günü şefâat eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜMTENİ'-UL-VÜCÛD:
Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.
Allahü teâlâya ortak (eş, benzer) bulunması Mümteni'-ül-vücûddur. Allahü
teâlâ gibi ikinci bir ilâh var olamaz. Bu imkânsızdır. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
MÜNÂCÂT:
Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.
Kul, şehvetlerini (nefsinin isteklerini) benim tâatim üzerine tercîh
ettiği vakit, ona vereceğim cezânın en hafifi, bana münâcât zevkinden
onu mahrûm etmektir. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Aklı başında olan, günü dörde bölmelidir. Birinde Rabbine münâcât
etmeli, diğerinde nefsini hesâba çekmeli, öbüründe Allahü teâlânın sun'ı
bedî' (yarattıklarının güzelliğini) ve azametini tefekkür etmeli
(düşünmeli) , diğerinde de yemesi ve içmesi ile uğraşmalıdır. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ)
Namaz kılmak, münâcât ve gizli yalvarıştır. Gaflet ile münâcât olmaz.
(İmâm-ı Gazâlî)
"İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve
âhirette sıkıntıda bırakma! Muhtâclara, her şeyi gönderen yalnız sensin!
Dünyâda ve âhirette bize, hayırlı ve faydalı şeyleri gönder! Dünyâ ve
âhirette, bizi kimseye muhtâc bırakma!" diye Allahü teâlâya münâcâtta
bulunmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)
|