MU'ÂNAKA:
İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine
secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu. Muhammed
aleyhisselâm zamânında el ile müsâfeha sünnet oldu. (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe
gibi bir şey varsa, mu'ânaka câizdir. (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır. (Şeyh
Ebû Mansûr)
MU'ÂŞERET:
İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları
gereken usûller, kurallar. (Bkz. Edeb)
MU'ÂTEBE:
İtâb etme, kızma, azarlama. (Bkz. İtâb)
MU'ATTALA:
Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni
puta tapan kadınlardır. Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere
tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar
yâni koyu müslüman görünüp küfre sebe b olan şeylere îmânın şartı
diyenler, hep puta tapanlardandır. (Mehmed Zihni Efendi)
MU'ÂVVİZETEYN:
Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü
teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i
şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak
için, Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır. (Seyyid Abdülhakîm)
MU'ÂYEDE:
Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu.
Sultanlar bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla)
selâtin yâni sultanlar tarafından yaptırılan câmilerden birine
giderlerdi. Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda devlet
erkânıyla bayramlaşırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on
dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı. Daha
sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede
salonunda yapılmaya başlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler
alınır, fakir, yetim ve öksüzler sevindirilirdi. Kabirler ziyâret
edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve din büyüklerinin rûhu
için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için
âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi. (Hızır İlyâs
Ağa)
MUBÂH:
Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey)
olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. İnsan, mubâh bir işe başlarken
niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti,
yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, ya pmamalıdır. (Seyyid Abdülhakîm
Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çoktur.Haram
ettiği, yasakladığı şeyler ise, pek azdır.Mubahlarda bulunan lezzet,
harâmda bulunanlardan kat kat fazladır. Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ
sever. Haram işleyenleri sevmez. Aklı o lan, doğru düşünebilen bir kimse,
geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir
şeyi yapmaz. Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince,
bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri
mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için,
mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubahları bırakarak, İslâmiyet'in
hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve ha ramlara uzananlar ne kadar
bedbaht ve zavallıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır. Bir insan, mubâh yâni
İslâmiyet'in izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca
mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram
olanlara yakındır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÛCİD (El-Mûcid):
Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın
isimlerinden.
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne
türlü hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.Benim
buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların
göremedikleri büyük hârikaların ancak, ufacık bir kısmını meydana
çıkarmaktan ibârettir... Ben mûcidim ha...! Hayır, asıl mûcid, asıl
yaratıcı işte O'dur, Allah'tır..." (Edison)
MU'CİZÂT (Mûcizât):
Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât
etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü)
hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir. (Bkz. Mûcize)
MU'CİZE (Mûcize):
Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü
teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o
şeyi mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde (olağanüstü)
olmalıdır. Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de
hâsıl olan mûcize kendisin i yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber
olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden
meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri
mûcize isteyince; "Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz
O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse
ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâd ete kavuşmaları için o anda
mûcize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla
ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık
yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti.
Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir
âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde
olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın
zamânında tıb ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü
teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların
gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar.
Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve
belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları v e okudukları
şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Allahü teâlâ Peygamber efendimize en
büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı,
eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı
olduğunu inkâr edip kâfir o larak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı
olduğunu anlayarak müslüman oldular. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin
meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart
değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder.
(Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup
bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye
bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama
içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi
mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ
verme mûcizesi. (Harputlu İshâk Efendi)
MUDÂREBE ŞİRKETİ:
Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı
üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para
olması lâzımdır. Kâr önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş
yapanlara emânettir.Telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)
MUDILL (El-Mudıll):
Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına,
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî
(hidâyete kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına
Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile tecellî eder. Niye böyle olduğunu biz
bilemeyiz. (İmâm-ı Rabbânî)
MUFÂVADA ŞİRKETİ:
Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit
olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka
parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.
Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve
vekîlidir. Ortaklar, şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden
(sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün malları ile sorumludurlar.
(Mecelle)
Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı
bütün ortaklar arasında müşterek (ortak) olur. (Avrupalılar Müfâvada
şirketini müslümanlardan alıp, Kollektif şirket demişlerdir.) (İbn-i
Âbidîn)
MUGÂLATA:
Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu
sûretle söylenen söz.
Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl
eden felsefî düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir.
(Seyyid Şerîf Cürcânî)
MUĞNÎ (El-Muğnî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı,
her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.
MUHABBET:
Sevgi. Aşırı düşkünlük.
Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için
biraraya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim
için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir. (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i
Pânî Pûtî)
Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi
gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü
teâlâ, onun cesedini ateşe haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her
şeyi mahv (yok)etmesindendir. (Ebû Saîd Eşec)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin
muhabbeti uğruna mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar).
Makâm ve mevkilerini terk eylediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete
dâhildir. Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz. Çünkü insan, ancak
sevdiğine râzı olur ve râzı olduğunu sever. (Amr bin Osman Mekkî)
Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü
teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur. (Abdullah bin
Muhammed Mürteiş)
Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun
alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile
Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine
yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah iç in mü'minleri sevmektir.Bunun
alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris
el-Muhâsibî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle
kavuştum. Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın
sevdiklerini sevmektir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali
Hâfız Efendi) Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten
ne hâsıl
(Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)
Muhabbet-i Resûlillâh:
Peygamber efendimizin sevgisi.
Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış;
cânını ve malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir. (Ahmed Fârûkî)
Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde
yetişen mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir. Onları
sevmenin, muhabbet-i Resûlillah demek olduğunu bilmelidir. Çünkü,
Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurdu.
Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur. (Abdullah Süveydî)
Muhabbet-i Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.
Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve
elemleri (iyilik ve ızdırabları), sevenin yanında eşit olur. Bu zaman,
ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur. Rabbine ancak, O'nun için
ibâdet eder; kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için
olmaz. Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık,
fark) yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHABBETULLAH:
Allahü teâlânın sevgisi.
Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü
teâlâ, halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ,
her gün beş vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb
kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü
teâlâya) kavuşmaya sebeb olur.Namaz kılarken okunan âyetler, tesbihler
ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir. Allahü teâlâ, bunları
okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor. Muhabbetullaha
kavuşmak için ve sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsal
ar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı gelir. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHÂCİR:
1. İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli
müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını
korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah
efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye
hicret eden Mekkeli müslümanlar. Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve
bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü
teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu
Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennet'te sonsuz
kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ
ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ
ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş başaramaz. Çünkü, rûhsuz
bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası ol maz. Bunun içindir ki,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı
zamanlarında, muhâcirlerin fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım
dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle
ederek duâ ederdi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse. Göç eden.
MUHADDİS:
Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle
ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları)
noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış
olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.
Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği
(naklettiği) hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
Hayâ (utanma) îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür.
Kötüler Cehennem'dedir.
Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan)
korkmuyorum. Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece
geçmiş kavimler gibi helâk olmanızdan korkuyorum.
Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği
hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu
vakit sevinmesinden daha çok sevinir.
Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla
gelirler de, Allahü teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder.
MUHÂL:
İmkansız, mümkün olmayan.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve
kusûrsuz sevmek lâzımdır.Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun
düşmanlarını düşman bilmektir. O'nu beğenmeyenleri sevmemektir.
Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığma z. Âşıklar,
sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı
gidenlerle uyuşamaz. Cem-i zıddeyn muhâldir. İki zıd şeyin muhabbeti bir
kalbde, bir arada bulunamaz. İki zıddan birini sevmek, diğerine
düşmanlığı îcâb ettirir. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHÂLAA:
Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması. (Bkz. Hul')
MUHÂLEFET:
Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine
yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır.
(Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir. Hocasına muhâlefet eden bir
kimse, artık onun yolu üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik
kesilir. Kalbi ile hocasına îtirâz eden (karşı gelen) kimse, sohbetinden
ve ilminden istifâde edemez (faydalan amaz). O kimseye tövbe etmesi
lâzım olur. (Ebû Ali Dekkâk)
Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü
beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun
hüsrânının tamam olduğunu bil. (Bilâl bin Sa'd)
MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:
Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde)
yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.
Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her
müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve
inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz,
büyük günahtır. Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni zâtına âit olan
sıfatları altıdır. Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır. 2)Kıdem; varlığının
öncesi, başlangıcı olmamaktır. 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok
olmamaktır. 4)Vahdâniyyet; zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı
benzeri olmamaktır. 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs. 6)Kıyam bi-nefsihî;
varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç
olmamaktır.Bu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların)
hiçbirinde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MUHAMMED ALEYHİSSELÂM:
Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) , peygamberlerden başka (bir şey)
değildir. O'ndan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O
ölür yâhud öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi
döneceksiniz. Kim (böyle) iki ökçesi üzerinde (ardına) dönerse, elbette
Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz. Allah, şükür (ve sebât)
edenlere mükâfât verecektir. (Âl-i İmrân sûresi: 144)
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın insanlara gönderdiği
peygamberidir. O'nunla birlikte olanlar kâfirlere karşı şiddetlidirler.
Biribirlerine karşı pek merhâmetlidirler. (Feth sûresi: 29)
Ben Muhammed'im. Ben Mâhî'yim ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder.
Ben Hâşir'im ki, halk kıyâmet günü benim izimce haşr olunacak
(toplanacak) tır. Ben Âkıb'ım ki, benden sonra peygamber yoktur.
(Hadîs-i şerîf-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlü yâni peygamberidir. Habîbi
(sevgilisi)dir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Babası
Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah, annesi Vehb'in kızı Âmine Hâtun'dur.
Mîlâdın 571 senesi Nisan ayının yirmisine ra stlayan Rebî-ül-evvel
ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'de doğdu. Babası O
doğmadan önce vefât etti. Altı yaşındayken annesi, sekiz yaşındayken
dedesi vefât etti. Sonra amcası Ebû Tâlib'in yanında büyüdü. Yirmi beş
yaşında hazret-i Hadîce ile evlendi. Bundan dört kızı iki oğlu oldu.
Kırk yaşında bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu bildirildi. Üç
sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı. Elli iki yaşındayken bir
gece Mekke'den Kudüs'e ve oradan göklere götürülüp, getirildi. Mîrâc adı
verilen bu yolculuğunda Cennetleri, Cehennemleri, Allahü teâlâyı gördü.
Beş vakit namaz bu gece farz oldu. Mîlâd'ın 622 yılında Allahü teâlânın
emriyle Mekke'den Medîne'ye hicret etti (göç etti). Vefâtına kadar
İslâmiyet'i yaymaya ve insanları iki cihân seâdetine (mutluluğuna)
kavuşturmağa çalıştı. Hicrî on bir (M. 632) senesinde Rebî-ul-evvel
ayının on ikinci Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Salı'yı
Çarşamba'ya bağlayan gece yarısı, vefât ettiği odaya defn edildi.
(İbn-ül-Esîr, İmâm-ı Süyûtî, Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî, Zerkânî)
Muhammed aleyhisselâm beyaz idi. İnsanların en güzeli idi. O her zaman
dünyânın her yerinde olan ve gelecek bütün insanlardan her bakımdan
üstündür. Aklı, fikri, güzel huyları, bütün organlarının kuvveti her
insandan fazla idi. Ümmî idi yâni hiç mekt ebe gitmedi. Kimseden ders
almadı, fakat Allahü teâlânın bildirmesi ile her şeyi bilirdi. (İmâm-ı
Kastalânî)
Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm adındaki bir melek ile Muhammed
aleyhisselâma Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. İnsanlara dünyâda ve âhirette
lüzûmlu ve faydalı olan şeyleri emr etti. Zararlı olanları yasakladı. Bu
emirlerin ve yasakların hepsine İslâm dîn i veya İslâmiyet denir.
Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, faydalıdır.
Muhammed aleyhisselâmın sözlerinden birine inanmayan, beğenmeyen kimse
kâfir (îmânsız) olur. Muhammed aleyhisselâmı sevmek; bütün seâdetlerin
(mutlulukların), rahatlıkların, iyiliklerin başıdır. O'nun peygamber
olduğuna inanmamak ise bütün sıkıntıların, kötülüklerin başıdır.
(Tirmizî, Beyhekî, İmâm-ı Rabbânî,Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Muhammed Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin kırk yedinci sûresi.
Muhammed sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Otuz sekiz
âyet-i kerîmedir. İkinci âyetinde Resûl-i ekremin ism-i şerîfi
geçtiğinden sûreye Sûret-ül-Muhammed denilmiştir. Ayrıca yirminci âyet-i
kerîmede kıtale (adam öldürmeye) işâret olduğu için Sûret-ül-Kıtal da
denilmektedir. Sûrede Resûl-i ekreme inanan ve Hakk'a uyan mü'minlerin
bağışlanacağı, bunların kavuşacakları Cennet nîmetleri, cihâddan
kaçanların Allahü teâlânın gazâbına uğradığı, dünyâ hayâtının geçiciliği
ve cimrilik yapanların kendilerine yazık ettiği bildirilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Taberî, Kurtubî, Râzî)
Allahü teâlâ Muhammed sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım
ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz.
(Âyet: 7)
Kim Muhammed sûresini okursa, Allahü teâlânın ona Cennet nehirlerinden
içirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Muhammed-ül-Emîn:
"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.
Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve
sonra hiç yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile
Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr olduğu güneş gibi meydandadır. İslâm
düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o kadar karartmıştır
ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed
aleyhisselâma son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile
en büyük düşmanları dahi Muhammed-ül-emîn derlerdi. (Kürschner)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken
yağan yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı. Mekkeliler,
binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar. Hacer-ül-esved taşını yerine
koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi kavuşmak
istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü. Dört beş gün süren bu
anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Sonunda orada
bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından ilk gelen kimsenin hakemliğini
kabûl etmeye karar verd iler. O kapıdan girecek kimseyi beklemeye
başladılar. O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine
güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi. İşte
Muhammed-ül-emîn O'nun hükmüne râzıyız dediler. Peygamber efendimiz bir
örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her kabîleden bir kişiye tutturarak
taşı yerine yerleştirdi. Böylece büyük bir anlaşmazlık
Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu. (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm,
Abdülhak Dehlevî)
MUHANNES:
İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek.
Muhanneslik yapanlar mel'ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfte;
"Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten
kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!"
diyen, ta'zîr olunur (cezâlandırılır). (İbn-i Âbidîn)
MUHARREF:
Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.
Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf
(forma), dördü büyük kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi. Bu
kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir kısmı ise tahrîf edildi.
Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muh arreftirler. Papazlar
tarafından değiştirilmiştir. Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı
kerîmdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip
Kudüs'ü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı
yıktı. Tevrâtları yaktı, iki yüz bin kişiyi öldürdü, yetmiş bin din
adamını esir alarak Bâbil'e götürdü. Daha sonra serbest bırakılan
İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular. Tevrât'ı
değiştirerek muharref hâle getirdiler. İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi
saklanamadı; hıristiyan din adamları tarafından değiştirildi. (Harputlu
İshâk Efendi)
Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve
muharref olmayan dinler diye kısımlara ayrılır. Yahûdîlik ve
hıristiyanlık muharref dinlerdir. Muharref olmayan tek din ise
İslâmiyet'tir. (Harputlu İshâk Efendi)
MUHARREM AYI:
Hicrî kamerî yılın ilk ayı.
Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan
oruçtur. Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim
de, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün
sevâbı yazılır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre,
bu ayın en kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü
kabûl buyurmuştur. (Bkz. Aşûre Günü). (Muhammed Rebhâmî)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de,
Zilhicce ve Muharrem aylarında harb etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel
Arablar, Receb veya Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların
yerini değiştirir, ileri veya geri alı rlardı. Resûlullah efendimiz,
hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı
zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası,
Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî)
MUHARREM GECESİ:
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı
gecesi.
Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır. Muharrem ayının
birinci günü müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür.
Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek,
mektuplaşarak tebrikleşir. Birbirlerini ziyâret e der ve hediyeleşirler.
Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine
ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler.
Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar. O
gün, bayram gib i temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler. (M.
Sıddîk Gümüş)
MUHARREMÂT:
1.Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak,
büyüklenmek (kibir), yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek,
ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek (gıybet), kıskançlık
(haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, a lay etmek,
kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş. (Hâdimî)
2.Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.
Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir.
Yâni ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez. (Saidüddîn Fergânî)
Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan
kimselerin yedisi nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet
(evlilik) ile olan akrabâlarıdır. (M. Mevkûfâtî, M. Zihnî Efendi)
MUHÂSEBE:
Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden
evvel hesâbınızı görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her
gece yaptıkları işlerden kendilerini muhâsebe ediyor. Ben, hesâbda
onları geçtim ve işlediklerimle berâber, dü şündüklerimde de kendimi
hesâba çekiyorum. (Muhyiddîn-i Arabî)
Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır. Her gün yatarken, o gün yaptığı
işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan
ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir.
Ziyân ise, günâhlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman
muhâsebe etmesidir. (Kudbüddîn İznikî)
Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde
bulunması, nefsini bir an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu
sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır. Çünkü, ömürden geçen her
nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan
korkma, rızkına Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma,
nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü nefis, kendi arzûlarını, sana
faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslı nda günâhtır. İşlerini
Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için,
kalbini Allahü teâlâya bağla. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHASSER VÂDİSİ:
Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya
giderken durmamaları gereken yer.
Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla
geçer. Çünkü burası Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin
ordusunun durak yeridir. Meşhûr târihçi Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş
yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir. (İbn-i Âbidîn)
MUHAYYERLİK:
Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.
Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer
olabilir. Üç maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer
olamaz. (Dâmâd)
Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta
veya red etmekte muhayyerdir.Satan râzı olursa fiyatını düşürerek satın
alabilir. (Dâmâd)
MUHAYYİRE (Dâlle):
Âdet zamânını unutan kadın. (Bkz. Dâlle)
MUHÂZÂT:
Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.
Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur. (Tahtâvî)
MUHBİR-İ SÂDIK:
Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.
Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü,
şehîdlerin kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar. Mürekkeb ağır
gelir." (İmâm-ı Nevevî)
Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmâ'în kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa
canla-başla çalışmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn." buyurdu.
Yâni; "Sonra yaparım diyenler helâk oldular." (İmâm-ı Rabbânî)
MUHDİS:
Namaz abdesti olmayan kimse.
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır. Ezberden okuması câizdir,
olur. Yatağa abdestli girmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve
sevâbdır. Fakat başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları
bitiştirmelidir. (Seyyid Alizâde)
Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır. Muhdisin girmesi mekrûhtur.
(Molla Hüsrev)
MUHÎT (El-Muhît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden,
çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allahü teâlânın ilmi ve
kudreti her şeyi muhîttir. (Nisâ sûresi: 126)
Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir. Fakat bu ihâta,
çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHKEM:
Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan
âyet. Çoğulu muhkemâttır. (Bkz. Muhkemât)
MUHKEMÂT:
Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i
kerîmeler. Muhkemin çoğulu. (Bkz. Âyet)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi). Onun bir
kısmı muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Bir kısmı da
müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli değildir) . Fakat kalblerinde eğrilik
bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak (hakkı
karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve
isteklerine göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için
müteşâbih olan âyetlerine tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allahü
teâlâdan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sâhibi (derin) âlimler: "Biz
ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ
tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur) " derler. Bunları kâmil (olgun)
akıl sâhiplerinden başkası düşünemez. Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl
sâhipleri öğüt kabûl eder. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır.
(Ahmed Fârûkî)
Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi
hükümlere âit kısımlar muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)
Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından
kaçmadan, müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir. Hem de kendi
cehlini anlamayan kara câhildir. (Ahmed Fârûkî)
MUHLAS:
Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan.
(Bkz. İhlâs)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın
kullarından) muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi.
(Sâd sûresi: 82, 83)
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve
Hakk-ul-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır.
Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda,
nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamı ştır. Böyle ihlâs,
insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile ihlâsı
çalışarak elde eden muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda
ilerleyenlerin, ilimde ve amelde öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan
bilgiler, bunlara k eşf yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibâdetler kolayca,
seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve
gevşeklik kalmaz. Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür.
(İmâm-ı Rabbânî)
MUHLİS:
İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse. (Bkz.
İhlâs)
Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği
için yapmağa niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün
işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbden
gelmesi lâzımdır. İbâdetlere başlarken ya pılan niyet, ihlâs; zahmet
çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm
ediyor.Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Muhlis, niyetini ve ihlâsını
devamlı düzeltmeğe çalışır. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHSAN:
Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına
muhsana denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap
verilenin (yahûdî, hıristiyan vb.) yiyeceği size helâldir, sizin
yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan muhsan olanlar ile
daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan kadınlar da, nâmuslu
olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz
şartıyla size helâldir... (Mâide sûresi: 5)
Zinâ haddi iki çeşittir. Birisi muhsan olan kişi içindir. Haddi (cezâsı)
bir meydanda ölünceye kadar taşlanmaktır. İkincisi muhsan olmayan kimse
içindir. Haddi (cezâsı) yüz sopadır. (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)
Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka
kimse bilmez. İnsan bilgisi bunu anlıyamaz. Meselâ muhsan olan bir
kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana) seksen sopa vurulmasını
emreylemiştir. (Ahmed Fârûkî)
İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük
günahtır. (Alâüddîn-i Haskefî)
MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Bütün mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine
hiçbir şey gizli olmayan.
Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını
cezbeder, itâati altına alır. (Yûsuf Nebhânî)
MUHSİN:
İyilik ve ihsân eden.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler,
öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah
muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden
(kısmından) olursun.
1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.
2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.
3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları
hoş tut. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHTÂC:
İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse,
kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i
şerîf-Nasb-ür-Râye)
Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni
bulacaktır. Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine
muhtâcsın. Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Dünyâ nîmetleri
geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede ol ursa olsun
senindir. (Mu'âz bin Cebel)
MUHTÂR:
Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve
dilediğini yapan.
Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar. Kul bir işi
önce ihtiyâr eder (ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı,
işlerinde muhtâr olmazdı. İrâdesi isteği bulunmazdı. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Muhtâr Kavl:
Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde
mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları
hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs
alınan kavl, söz.
Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd
(îmân etmek) lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin)
kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlere uygun işleri yapmak da
lâzımdır. Mukallidlerin (müctehid olmayanı n), bir müctehide uyması yâni
bir mezhebe bağlı olması lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan
kavline uymalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHTÂRİYYE:
Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de
denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir. (Bkz. Şia,
Keysâniyye)
Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı. İmâmiyye fırkası
Zeyd-i Şehîd'e, İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı. (İmâm-ı
Rabbânî)
MUHTEKİR:
İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan
kimse. Karaborsacılık yapan. (Bkz. İhtikâr)
Muhtekir ne fenâ bir kuldur. Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın
keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muhtekir mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini
yaktırdı. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHTESİB:
Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel
olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî
hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla
vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse. (Bkz. Hisbet)
Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek,
kötülükler yapılır olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i
kerîmede de meâlen; "Sizden, insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun
ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı) emreder ve münkeri
(kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104)
buyrulmuştur. Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir.
(İmâm-ı Mâverdî)
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü
yetmezse, dili ile mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri
el ile yapmak hükûmet adamlarına yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile
yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır.
(Abdülganî Nablüsî)
MUHYÎ (El-Muhyî):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.
El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında
ülfet meydana gelir. (Yûsuf Nebhânî)
MU'ÎD (El-Muîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı
(yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra
onları tekrar dirilten, hayât veren.
MU'ÎN (El-Muîn):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden,
yardımcı.
Âişe'den (r.anhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem bir savaşta idi. Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım
ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve sana ikrâm eden Allahü teâlâya
hamd olsun" dedim." (İbn-i Sünnî)
Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin. Nefsin esiri olmaktan muhâfaza
buyursun. Elinizden geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
sarılınız. Haram işlemekten, kötü arkadaştan çok sakınınız. Allahü teâlâ
muîniniz olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
MU'ÎZZ (El-Muizz):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından
bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz
(üstün) kılan.
El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ
söyliyen, başkalarına heybetli görünür. (Yûsuf Nebhânî)
MUKÂBELE:
Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi
sayfa) olacak şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.
Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun
sünnetlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
MUKADDERÂT:
Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr
ettiği şeyler, kader, alın yazısı (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ herkes onun
Cennetlik olduğunu söyler. Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse
arasında) mânevî yönden bir karış fark kalmaz. Sonra mukadderâtı galebe
çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve Cehennem'e gider. (Hadîs-i
şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi
hâlini düşünerek böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül
etmedi. Sarhoş başını kaldırarak âlime dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun
bu nîmete şükret. Sakın büyüklenme. Zî râ kibirden (büyüklenmeden)
mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de
başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş
olup yerlerde sürünebilirsin." (Sâdî-i Şîrâzî)
MUKADDES:
Mübârek, kutsal. Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz.
Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe!
Zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça
mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz. (Necmeddîn-i Kübrâ)
Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile
yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir. (M.
Sıddîk Gümüş)
Mukaddes Âlem:
Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.
Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet
vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci
olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye
göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikâ d ve amel elde edildikten
sonra mukaddes âleme uçmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mukaddes Kitablar:
Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine
gönderdiği kitâblar (Bkz. Semâvî Kitablar).
Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar
tarafından değiştirilmiş mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve
bunları okumak, dinlemek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)
MUKADDESÂT:
Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.
Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi
titriyorum. (İmâm-ı Rabbânî)
MUKADDİM (El-Mukaddim):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan)
bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine
yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı
meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerin i üstün kılan.
Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet
ve zafer bulur. (Yûsuf Nebhânî)
MUKALLİD:
1.Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin
âlime tâbi olan, uyan kimse.
Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
hüküm çıkaran âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir,
gereklidir. (İbn-i Âbidîn)
Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin
bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm
veremez. (İbn-i Melek)
Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin
sözleridir. (Muhammed Hâdimî)
2. İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece
anasından babasından duyarak îmân eden.
Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur). Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti,
müstehâbı bilmez. Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet
eder. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznikî)
3. Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.
Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder. Bu demektir
ki, kendiliğinden söz söylemez. Onun sözü mezheb imâmının söylediği
sözdür. (M. Sıddîk bin Saîd, İbn-i Âbidîn)
MUKARREB:
Yakınlaştırılmış.
1. Cennette dereceleri en yüksek olan.
Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır.
Bunların hepsi mukarreblerdir. (Vâkıa sûresi: 10)
Üç çeşit fakir vardır.Birincisi, istemezler verince de almazlar. Bunlar
İlliyyînde meleklerledir. İkincisi istemez, verilince alırlar. Bunlar
Cennet'te mukarreblerledir. Üçüncüsü de ihtiyâcı olunca isterler. Bunlar
sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledir ler. (Bişr-i Hâfî)
2. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü
teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı
isteyen.
Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur.
(Hadîs-i şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)
Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten,
yatmaktan, söylemekten sakınırlar. Bunlar, din için niyyet etmedikçe
hareket etmezler. İbâdete kuvvet kazanmak niyyeti ile yerler. Her
sözleri Allah içindir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mukarreb Melek:
Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.
Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir
mukarreb melek ve peygamber giremez. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin
süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her
iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş alınmıştır.
Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmi ş alınmış bulunmaktadır. Meselâ,
meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde
etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri
emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bâzısına yalnız sabah
namazı emredilmişti . Başkalarına başka vakitlerin namazı emredilmişti.
Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden
süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk
etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk
etmek ve hepsine uymak olur. (İmâm-ı Rabbânî)
MUKÂVELE:
Sözleşme, yazılı sözleşme.
Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi
fesh edebilir (bozabilir). (Fetâvâ-i Hindiyye)
Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz.
(Hayrullah Efendi)
MUKÂYADA SATIŞI:
Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal
karşılığında satmak.
İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır.
Böyle satışta, birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin
etmek (belli etmek) şart olup, kabz etmek (ele geçirmek) şart değildir.
(İbn-i Âbidîn)
Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı
aynen vermek lâzımdır. Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu
horozu satın aldım dese kaşığı vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve
şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez. (Ali Haydar Efendi)
MUKAYYED:
Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta
bağlı olan lafız (söz).
Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile
öldürenin, keffâret (cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü
yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması lâzım geldiği bildirilmiştir.
Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyed dir. Çünkü, mü'min sıfatıyla
kayıtlanmıştır. (Serahsî)
Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için
bir köle âzâd etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek
olduğu, bu üçünden birini yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması
îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma" işi ondan önceki üç
şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir. (Serahsî)
Mukayyed Müctehid:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden
(kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de
denir. (Bkz. Müctehid)
Mukayyed Su:
Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış
sular. (Bkz. Mâ-i Mukayyed)
Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir. Bunlar
hilkaten (yaratılış îcâbı) böyledirler. Diğeri ise; mutlak su iken, daha
sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed olmuşlardır. Et suyu, sabun
suyu, safranlı sulardır. Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti
alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa,
mukayyed su olur. Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz
kalır. Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların soğuk suda kalarak,
rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir. (Alâüddîn Haskefî)
MUKÎM:
Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde
oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka
on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî
mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren
mukîm olur.
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması
Hanefî'de vâcib, Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir.
Seferî olanın mukîm olan imâma uyması, Hanefî'de, vaktin farzını edâ
ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kaz â ederken câiz, Mâlikî'de
ikisinde de mekrûhtur. (Abdurrahmân Cezîrî)
MUKÎT (El-Mukît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için
görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.
MUKSİT (El-Muksit):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi,
zâlimden mazlûmun hakkını alan.
El-Muksit ismi şerîfine devâm eden, ibâdette vesveseden kurtulur. (Yûsuf
Nebhânî)
MUKTEDÎ:
İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen.
İmâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitâh tekbîrini imâm ile
birlikte alan), muktedî, mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini
kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhık (iftitâh tekbîrini imâm ile berâber
almış, fakat sonra abdesti bozuldu ğundan, abdest alıp, tekrar imâma
uyan)dır. (Kutbüddîn İznikî)
Namazda; imâm olsun, muktedî olsun ve yalnız olsun, sübhâneke okumak,
sünnettir. (Kutbüddîn İznikî)
MUKTEDİR (El-Muktedir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi,
her şeye gücü yeten.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir. (Kehf sûresi: 45)
Allahü teâlâ kıyâmeti şimdi koparmaya, muktedirdir. İsterse şu anda
bütün mevcûdâtı (varlıkları) yok etmeye gücü yettiği gibi bütün
varlıkların nihâyete ermeyen bir sayıda benzerlerini yaratmaya da
kâdirdir, gücü yeter. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MULTEKİT:
Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran. (Bkz. Lakît)
MURÂBAHA:
Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak
başkasına rızâsı ile satmak.
Murâbaha satışında eklenecek kârın belli olması şarttır. (İbn-i Âbidîn)
MURÂD:
1. İstenilen; arzû edilen şey.
Sizden biriniz sefere çıkmak murâd ettiğinde kardeşlerine (vedâ edip)
selâm versin. Zîrâ Allah onların duâları sebebi ile o kimsenin hayrını
artırır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allah, bir kula zilleti murâd ettiğinde, ona malını, binâda, suda ve
çamurda harcatır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan kitapları
okumamalı, zararlı yayınlardan uzak durmalıdır. İyi huyların faydaları
ve haramların zararları ve Cehennem'deki azâbları hep hatırlanmalıdır.
Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır. Malı,
mevkiyi hayr için arayan ve hayır işlerinde kullanan rahata huzûra
kavuşmuştur. (Hâdimî)
2. Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve
dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler,
istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.
Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda bulunanlar ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar.
Mürîdler; Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler
ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini
yapmaya çalışırlar). Murâdları ise, nazlı naz lı okşıyarak götürürler ve
sıkıntı çektirmeden yakınlık derecelerine ulaştırırlar. (Şihâbüddîn
Sühreverdî)
Murâd olanlar sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler.
Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olanların başı ve
sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (Ali Sincârî)
Murâd-ı İlâhî:
Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet (Resûlullah ve
Eshâbının yolunda olan) âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi bir
îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu
bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhî yi anlayan bu büyük
âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu bunların gösterdiği yoldur. (İmâm-ı
Rabbânî)
MURÂKABE:
1. Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
Ölmek üzere olanı üç şeyde murâkabe edin: Alnı terlediği, gözleri
yaşardığı ve dudakları kuruduğu vakit. Bu kendisine inen Allahü teâlânın
bir rahmetidir. Boğazı sıkılmış gibi horlarlar, yüzü kızarır, dudakları
kurur ve yağlanırsa, bu da Allahü teâlâdan kendisine inen bir azâbtır.
(Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2.Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve
O'nu unutmaması.
Murâkabenin başlangıcı, Allahü teâlânın insanlara olan yakınlığını
kalbin bilmesidir. (Hâris-i Muhâsibî)
İbn-i Mübârek hazretleri adamın birisine "Allah'ı murâkabe et!" dedi.
Adam bu nasıl olur deyince; İbn-i Mübârek; "Dâimâ Allah'ı görür gibi
ol!" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
3.Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.
Nefsin her an gözetilmesi, kontrol edilmesi lâzımdır. Ondan gâfil
olursan, nefs, şehvet ve tembelliği istemekle eski hâline döner.
Murâkabenin esâsı, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü Allahü teâlânın
bildiğini unutmamamızdır. İnsanlar birbirinin dış ını görür. Allahü
teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen kimsenin işleri ve
düşünceleri edebli olur. (İmâm-ı Gazâlî)
MURDÂR:
Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve
domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan
şey (Bkz. Lâşe).
Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helâl diyen kâfir olur. Şerâb
içmek, domuz eti yemek ve murdâr olan şeylere helâl demek böyledir.
(İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde, bile bile Besmelesiz kesilen hayvan murdâr olur.
Murdâr olan hayvanı yemek haramdır. (Kâşânî)
MÛRİS:
Mîrâs bırakan.
Verâsetin olabilmesi için mûrisin vefâtı, mûrisin vefâtı zamânında
vârisin hayatta olması, verâset sebebinin bilinmesi şarttır. (Abdürreşîd
Secâvendî)
Mûrisi öldüren ona vâris olamaz. (Molla Hüsrev)
MÛSÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı
büyük peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında
bir zâtın oğlu, Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) onlara Rab olduğumuza delâlet eden
alâmetler, açık mûcizeler ile geldi. Onlar; "Bu mûcize diye gösterilen
şey ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir. Biz bu sihri veya
peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik" dediler Mûsâ
(aleyhisselâm) dedi ki: "Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle
(peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet'in) kime nasîb
olacağını Rabbim çok iyi bilir. Zâlimler aslâ felâh (kurtuluş)
bulmazlar. (Kasas sûresi: 36,37)
Bir gün Mûsâ aleyhisselâm yolda giderken Allahü teâlâ kendisine nidâ
edip; "Ey Mûsâ! Ben kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allah'ım"
buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; "Buyur yâ Rabbî! Emrine hâzırım" dedi ve
secdeye vardı. Allahü teâlâ; "Başını kaldır yâ Mûsâ!" buyurdu. Mûsâ
aleyhisselâm başını kaldırdı. Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Arşın gölgesinde
gölgelenmek istiyorsan, yetimlere merhâmetli bir baba gibi, dul kadına
da onu muhâfaza eden ve gözeten zevci (kocası) gibi ol. Yâ Mûsâ
merhâmetli ol. Böyle olursan sana da merhâmet edilir. Cezâ verirsen cezâ
görürsün. (Sa'lebî)
Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm) ; "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi
kimdir?" dedikte; gücü yettiği zaman affeden (müslüman kimse) dir
buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da yerleşen ve çoğalan İsrâiloğulları,
Mısır'ın yerli halkı olan Kıbtîlerden ve bunların hükümdârları olan
Fir'avnlardan zulüm ve hakâret gördüler. İsrâiloğullarının doğan erkek
çocuklarını öldürdüler. Bu sırada düny âya gelen Mûsâ aleyhisselâmı,
annesi, Allahü teâlânın emriyle bir beşiğe koyup Nil nehrine bıraktı.
Beşik, Fir'avn'ın sarayı önünden geçerken, Fir'avn'ın hanımı Âsiye Hâtun
bunu alıp büyüttü. Mûsâ aleyhisselâm kırk yaşına gelince,
İsrâiloğullarının y anına gitti. Bir gün Mısırlı bir kıptînin
İsrâiloğullarından birine işkence ettiğini gördü. Kurtarırken kazâ
sonucu kıptî öldü. Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn ve kıptîlerden çekinip
Medyen şehrine gitti. Orada Şuayb aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Şuayb
aleyhisselâma on sene hizmet ettikten sonra, Mısır'a dönerken Tûr
dağında Allahü teâlâ ile konuştu ve peygamber olarak vazîfelendirildi.
Mısır'a gelip, Fir'avn'ı dîne dâvet etti. Mûcizeler gösterdiği hâlde
Fir'avn ve kıptîler ona inanmadılar. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına
serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi. Kâfirlerin suları
kan oldu, kurbağa yağdı, cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu.
Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve İsrâiloğullarına izin verdi.
Mûsâ aleyhisse lâm İsrâiloğullarıyla birlikte Mısır'dan çıkıp Kudüs'e
doğru giderken, Fir'avn pişman olup, askerleriyle arkalarına düştü.
Kızıldeniz'den on iki yol açılıp Mûsâ aleyhisselâm ve berâberindeki
İsrâiloğulları karşıya geçti. Fir'avn geçerken deniz kapandı; Fir'avn,
askerleriyle birlikte boğuldu. Kızıldeniz'den geçip Tih sahrasına
geldikleri sırada Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hûrûn aleyhisselâmı vekîl
bırakıp Tûr dağına gitti. Orada kırk gün ibâdet etti. Allahü teâlânın
kelâmını işitti ve kendisine Te vrât kitâbı indirildi. Mûsâ aleyhisselâm
Tûr dağında iken İsrâiloğulları Sâmirî isimli, inanmadığı hâlde inanmış
görünen bir münâfığın sözlerine aldanarak ve Hârûn aleyhisselâmı
dinlemeyerek altın buzağı heykeline taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr'dan
gelip bu hâli görünce üzüldü; Sâmirî'ye lânet etti. İsrâiloğulları
yaptıklarına pişman oldular, Mûsâ aleyhisselâma yalvarıp,Tevrât'a göre
ibâdet etmeye başladılar. Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût
gölünün güney tarafına geçti. Uç bin Unk adında bir melîk ile harb etti.
Şerîa nehrinin doğusundaki yerleri ele geçirdi. Eriha şehri karşısındaki
dağa çıktı. Ken'an ilini uzaktan gördü. Bu sırada kardeşi Hârûn
aleyhisselâm vefât etti. Mûsâ aleyhisselâm yerine Yûşâ aleyhisselâmı
halîfe bırakıp yüz yirmi yaşında vefât etti. (İbn-ül-Esîr, Abdülhâk-ı
Dehlevî, Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)
MUSALLÂ:
Namaz kılınan yer. Namazgâh.
Eğer imâm, insanlar ile berâber bayram namazını musallâda kılsa, her ne
kadar safların arasında açık veya genişçe yer olsa da, hepsinin
namazları câiz olur denilmiştir. Çünkü musallâ, insanlar için namazın
edâsı (yerine getirilmesi) hakkında mescid ( namaz kılınacak yer, küçük
câmi) hükmündedir. (Kâdihân)
Pâdişâh olsan da derler "er kişi niyyetine". Var, musallâda yatan
mevtâya bak da ibret al! (İslâm Ahlâkı)
Musallâ Taşı:
Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.
Cenâze musallâ taşına konduğunda, imâm efendi; sultan da olsa, bey de
olsa, paşa da olsa er kişi niyetine diye namaz kıldırır. (M. Sıddîk
Gümüş)
MUSALLÎ:
Namaz kılan, beş vakit namazına devâm eden.
Musallînin yukarısında veya karşısında veya sağ ve sol ve arka tarafları
hizâsında hayvan, insan resmi bulunması, üstünde veya elbisesinde insan
veya hayvan resmi bulundurması mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallîye bir kimse selâm verdikte musallînin eliyle veya başıyla selâma
cevap vermesi mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallî mü'min vefâtında güleryüzlü, nûrlu ve parlak yüzlü olur.
(Abdülhakîm-i Arvâsî)
MUSAVVİR (El-Musavvir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel
sûrette şekil veren.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hâlıktır (varlıkları yaratandır) , bârîdir (var edendir)
, musavvirdir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar
O'nun şânını yüceltmektedirler. O, azîzdir, hakîmdir yâni gâlib olan
O'dur, her şeyi hikmeti üzere yapandır) . (Haşr sûresi: 24)
MÛSEVÎ:
Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan
kimse. (Bkz.Mûsevîlik)
Allahü teâlâ, Mûsevîlik dînini İsrâiloğullarına ve Mısır'ın yerli halkı
olan kıbtîlere gönderdi. Kıbtîler, Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri
gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da zulm ve işkence yaptılar. Mûsâ
aleyhisselâm Mûsevîleri alarak Mısır'dan çıkardı. Böylece Fir'avn'ın ve
kıbtîlerin zulmünden kurtardı. Mûsâ aleyhisselâmdan ve diğer İsrâil
peygamberlerinden sonra Mûsevîlik dîni değiştirildi. Kısmen bozulmuş
olan Mûsevîlik zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti. Hattâ bugün
dünyâda yahûdî olarak kalmış olan on beş milyon kadar insandan hakîki
Mûsevîlik dînine ve onun kitâbı olan hakîki Tevrât'a inanan kimsenin
kalmadığını ilmî kaynaklar bildirmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
MÛSEVÎLİK:
Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına
gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma
kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ
aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra gelen Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ
ve Yahyâ aleyhimüsselâm da yine İsrâiloğullarına peygamber olarak
gönderildiler ve insanları Mûsevîlik dînine dâvet ettiler. Dâvûd
aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik dîninin hükmünü
kaldırmadı. Hattâ onu kuvvetlendirdi. Mûsevîlik dîni Îsâ aleyhisselâm
zamânına kadar devâm etti. Îsâ aleyhisselâmın dîni, Mûsevîliği nesh etti
yâni hükmünü kaldırdı. Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp,
Muhammed aleyhisse lâmın dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ
aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat İsrâiloğullarının çoğu,
Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan
yahûdîliğe uymakta inat ve ısrâr ettiler. Muhammed aleyhisselâmın
getirdiği İslâm dîni de, Îsâ aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin
ve İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin hükümlerini kaldırdı.
Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların İslâm
dînine uymaları gerekmektedir. İslâm dîninin hükmü kıyâmete kadar
sürecektir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din yâni
Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu
ve Allahü teâlânın peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu
bildirmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
MUSHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu kitap. Mıshaf da denir.
Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa
bakarak okumaktır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir. Zâlimin yanında
Kur'ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup
okunmayan mushaf. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Muhammed aleyhisselâm, âhireti teşrîf ettiği sene, halîfe hazret-i Ebû
Bekr ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete
bütün Kur'ân-ı kerîmi kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece mushaf meydana
geldi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın h er harfinin, tam yerinde
olduğuna söz birliği ile karar verdi. (İbn-i Hacer)
Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde saklamak câizdir.
(Fetâvâ-yı Hindiyye)
Mushaf yazmak ve hediyye etmek çok sevâbdır. (Seyyid Abdülhakîm)
MUSÎBET:
Âfet, belâ, sıkıntı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nîmeti
olarak gelmektedir. Her dert ve musîbet de kötülüklerine karşılık
gelmektedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır. (Nisâ sûresi:
79)
Size gelen belâlar, musîbetler, kabahatlerinizin, günâhlarınızın
cezâsıdır. Bununla berâber, Allahü teâlâ bir çoğunu da affederek
musîbete mârûz (karşı) bırakmaz. (Şûrâ sûresi: 30)
Kullarımdan herhangi birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir
musîbet verdiğim zaman bu musîbeti sabr-ı cemîl (güzelce sabrederek)
karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân kurmak ve defter açmaktan
(hesaptan) hayâ ederim. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Bir kimseye musîbet erişince; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" desin.
Allahü teâlâ o kulun duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Mü'minin ahlâkı; zenginlikte iktisad, genişlikte şükür, belâ ve musîbet
zamânında sabırdır. Musîbete sabreden, ecir (mükâfât) ve sevâba kavuşur.
(Sehl bin Abdullah)
Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi feryâd eder, ağlayıp sızlarsa,
musîbet iki olur.Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet
öncekinden daha büyüktür. (Abdullah bin Mübârek)
Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryâd etmek,
ağlayıp sızlamak belâ ve musîbeti geri çevirmez. (Şakîk-i Belhî)
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık
etmenin cezâsıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
MUSKA:
Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye. (Bkz.
Rukye ve Mıska)
|