MÜNÂFIK:
İnanmadığı hâlde, müslümanları aldatmak için, inanmış görünen kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey münâfıklar! Allahü teâlâ sizi kendi hâlinize bırakmaz. Hâlis
mü'minleri münâfıklardan ayırır. (Âl-i İmrân sûresi: 179)
Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan
söylemek, vâdini bozmak ve ahdine vefâ göstermemek (verdiği sözde
durmamak) ve mahkemede doğruyu söylememek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Münâfık, iki sürü arasında bulunan bir koyun gibidir ki, o, bir defâ bu
sürüye, diğer defâ öbür sürüye katılır. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ey Allah'ım! Ben, münâfıklıktan, şikâktan (tefrikadan) ve kötü ahlâktan
sana sığınırım. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Münâfıkın alâmeti üçtür. Yalnız olduğu zaman tembeldir. Yanında birisi
olduğu zaman çalışkandır. Bütün işlerinde övülmeyi çok sever. (Vehb bin
Münebbih)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin
kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Münâfık, İslâmiyet'ten bahseder, fakat onunla amel etmez ve ona uymaz. (Huzeyfet-ül-Yemânî)
MÜNÂFİKÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış üçüncü sûresi.
Münâfikûn sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir.
Sûrede münâfıkların (müslüman olmadıkları hâlde müslüman görünenlerin)
davranışları anlatıldığından, Sûret-ül-Münâfikûn denilmiştir. (Muhammed
bin Hamzâ, İbn-i Abbâs, Râzî)
Münâfikûn sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hâtırlamanıza mâni olmasın. (Âyet:
9)
Kim Münâfikûn sûresini okursa, nifâktan kurtulur. (Hadîs-i
şerîf-Tefsîr-i Beydâvî)
MÜNÂKAŞA:
Çekişme, tartışma.
Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen
müslümanın, Cennet'e gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak,
yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennet'e
gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın, Cennet'in yüksek
derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd,
İbn-i Mâce, Tirmizî)
Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan (kötü zan) yanlış karar vermeye sebeb olur.
İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusûrlarını görmeyiniz,
münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz,
birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman, müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münâkaşadan sakın! Dünyâ
işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et,
ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken
araya laf karıştırma! Ey oğlum! Diline sâhib o lmayan sonunda pişmân
olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan kötülenir. (Lokman Hakîm)
Münâkaşa, dostun dostluğunu azaltır. Düşmanın düşmanlığını artırır. (Muhammed
Ma'sûm)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yaparken (iyiliği emredip kötülükten
sakındırırken); niyetin hâlis olması ve işin iyi anlaşılıp, Allahü
teâlânın buradaki emrinin iyi bilinmesi ve sabırlı olup, münâkaşa ve
kavga edilmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapılması lâzımdır. (İmâm-ı
Birgivî)
Halktan veya emrin altında çalışanlardan biriyle münâkaşa etme. Çünkü
böyleleri ile münâkaşa îtibârını giderir. (Ebû Yûsuf)
MÜNÂKEHÂT:
Fıkıh ilminin dört büyük kısmından biri. Evlenme, boşanma, nafaka gibi
hususlar.
Fıkıh ilmi; ibâdât (ibâdetler), münâkehât, muâmelât (alış-veriş, kirâ,
fâiz, mîrâs v.b.) ve ukûbât (cezâlar) olmak üzere dört kısma ayrılır.
Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek, her müslümana farzdır.Münâkehât
ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz -ı kifâyedir. Yâni başına
gelenlerin öğrenmesi farz olur. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilimlerinden
sonra, en şerefli ilim, fıkıh ilmidir. (Ahmed Zühdü Paşa)
Yeni müslüman olan kimsenin veya âkil ve bâliğ olan müslüman evlâdının,
evvelâ Kelime-i şehâdet söylemesi ve bunun mânâsını öğrenip, inanması
lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan
îtikâd, yâni îmân edilmesi lâzım olan bil gileri öğrenip, bunlara
inanması lâzımdır. Sonra dört hak mezhepten birinin kitaplarında yazılı
olan fıkıh bilgilerini, yâni İslâm'ın beş şartını ve helâl, haram olan
şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması
lâzımdır.Münâkehât bilgileri lâzım oldukça, başına geldikçe öğrenilir. (İbn-i
Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)
MÜN'AKİD:
İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen. (Bkz.
Akd)
Alış-verişin ve nikâhın mün'akid olması için uyulması gereken şartları
vardır. (İbn-i Nüceym)
Bey' yâni satış ve nikâh akdi, sözleşmesi îcâb ve kabûl ile mün'akid
olur. (İbn-i Âbidîn)
Mün'akide Yemîni:
İleride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîn. (Bkz.
Yemîn)
Mün'akide yemîni üç türlü olur: Birincisinde zaman bildirilmez.
İkincisinde zaman bildirilir. Üçüncüsü ise şarta bağlanan yemindir.
Üçünde de yemini bozunca keffâret vermek lâzımdır. Yemîn bozulmadan önce,
keffâret verilmez. (İbn-i Âbidîn)
MÜNÂZARA:
Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî
konuşma. Bir mes'eleyi belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir
mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.
Münâzara edecek kişi, gerçeği aramakta kaybını arayan kimse gibi
olmalıdır. (Taşköprüzâde)
Münâzarayı kendisinden istifâde edilmesi umulan âlimlerle yapmalıdır. (İmâm-ı
Gazâlî)
MÜNÂZEA:
Çekişme, anlaşmazlık.
Mü'min beş güçlük arasındadır. Karşısındaki mü'min olur, kendisine hased
eder (çekemez) ; münâfık (inanmadığı hâlde müslüman görünen) olur, buğz
eder; kâfir olursa kendisi ile savaşır; şeytan ise onu saptırmaya
uğraşır; nefs de kendisi ile münâzea eder durur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Münâzeaya götüren her cehâlet (bilgisizlik), bey'i (alış-veriş) ve
icâreyi (kirâlamayı) fâsid kılar (bozar). (İbn-i Âbidîn)
MÜNCİYYÂT:
Felâketlerden kurtarıcı bilgiler; ibâdetler, iyi ameller.
Fıkıh âlimleri yâni İslâmî hükümleri bilen âlimler, ibâdetlerin nasıl
yapılacaklarını bildirdiler. İnceliklerini anlatmadılar. Çünkü, onların
maksadı, ibâdetlerin doğru yapılmasının şartlarını ve şekillerini
bildirmekti. İnsanların işlerine, kalbleri ne bakmadılar. Bunları
bildirmek, tasavvufu yâni kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan
şeyleri ve kalbin, rûhun temizlenmesi yollarını öğreten âlimlerin
vazîfesi idi. İmâm-ı Gazâlî, bedenlerin ve görünen işlerin iyileşmesini
sağlayan fıkıh bilgileri ile, kalbin, iç âlemin temizliğine kavuşturan
tasavvuf bilgilerini birleştirdi. Kitâbında bu ikisine de yer verdi.
İhyâ-ul-ulûm kitâbını dörde ayırdı. İkincisine "Münciyyât" ismini verdi
ise de, ibâdetlerin de müncî (kurtarıcı) olduklarını bil dirdi.
İbâdetlerin kurtarıcı olmalarını sağlamak, İslâmî hükümleri bildiren
fıkıh kitablarından öğrenilir. Kurtarıcı olan kalb bilgileri, tasavvuf
âlimlerinin kitablarından öğrenilir. (Ahmed Fârûkî)
MÜNECCİM:
1.Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini
iddiâ eden, yıldız falına bakan kimse. Astrolog.
Müneccimlere, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmiyen şeyleri
bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri (geleceği) bilir sanmamalıdır.
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Gaybden (gelecekten) verdiği haber konusunda kâhini tasdîk etmek
küfürdür, îmânı giderir.Kâhin; gelecek zamanda ortaya çıkacak hâdiseleri
haber veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine âit bilgilere vâkıf
olduğunu iddiâ eden kişidir. Arablarda, olaca k işleri bildiklerini
iddiâ eden kâhinler vardı. Benim gördüğüm cinler var, onlar bana tâbi
olur, hizmetimde bulunur, bana haber getirirler diye iddiâ ederlerdi.
Diğer bâzıları ise, bana verilen bir anlayış sâyesinde hâdiseleri ve
işleri bilir ve kavrarım diye iddiâ ederlerdi. Yıldızların hareketlerine
bakarak ileride meydana gelecek hâdiseler hakkında bilgi sâhibi olduğunu
iddiâ eden müneccim de kâhin hükmünde olur, yâni gaybden verdiği haber
konusunda müneccimi tasdîk etmek küfr olur. (Teftâzânî)
2. İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.
Yer küresinin ömrünü, yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan zamânı;
eski müneccimler, seyyâre (gezegen) yıldızlarının adedince bin sene yâni
yedi bin sene demişlerdir. Zîrâ onlar gezegen adedini yedi biliyordu.
Târihlerin çoğunda yazılı bulunan ve b âzı din kitablarına da geçmiş
olan yedi bin sene buradan gelmektedir. Böyle söylemek zan ve faraziyye
(teori)den ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ramazan hilâlinin tesbitinde müneccimlerin sözüne îtibâr edilmez. (İbn-i
Âbidîn, İbn-i Vehbân)
MÜNEVVER:
Kalbi aydınlanmış, mânevî kirlerden ve paslardan temizlenmiş.
Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o kimse münevver olamaz. (İmâm-ı
Rabbânî) Namaz kalbi temizler kötülükten men eder Münevver olamazsın,
namazı kılmadıkça.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜNEZZEH:
Kusur, eksiklik ve muhtâçlıktan uzak. Allahü teâlânın noksan sıfatlardan
uzak olduğunu bildirmek için kullanılan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan
bir meliktir. Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve
kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri sonsuz azabdan emîn kılmıştır. Her
şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir. [İnsanlar bir şey
yapmak isteyince, O da irâde ederse, isterse o şeyi yaratır. Hâlık (yaratıcı)
yalnız O'dur. O'ndan başka kimse hiçbir şey yaratamaz. O'ndan başka
kimseye hâlık (yaratıcı) denilemez. İnsanların dünyâda ve âhirette râhat
ve h uzûr içinde yaşamalarını, sonsuz saâdete kavuşmalarını sağlayan
kurtuluş yolunu göstermiş ve bu yolda yaşamalarını emretmiştir. Azamet (büyüklük)
ve kibriyâ (yücelik) ancak O'na mahsustur.] Allahü teâlâ müşriklerin (puta
tapanların) şirklerinden (ortak koşmalarından) ve iftirâlarından
münezzehtir. (Haşr sûresi: 23)
Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan
münezzehtir. Kemâl (noksanlık bulunmayan) sıfatları vardır. (Kutbüddîn
İznikî)
MÜN'İM (El-Mün'im):
Nîmet veren. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden.
Asıl mün'im Allahü teâlâdır. Bu sebeble Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem, yemeği önüne getirilip konulduğu zaman; "Allah'ım! Bize verdiğin
rızka bereket ver ve bizi ateş azâbından koru. Bismillah" derlerdi. (İbn-i
Sünnî)
MÜNKATI':
Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc
kalanlar.
Zekât, sekiz sınıf kimseden yedisine verilir: 1) Nafakasından fazla,
fakat nisâb miktârından az malı olan fakîre, 2) Bir günlük nafakasından
fazla bir şeyi olmayan miskine, 3) Âmile (zekât me'muruna), 4)
Efendisinden kendisini satın alıp, borcunu öde yince âzâd olacak olan
mukâteb köleye, 5) Munkatı'a, 6) Medyûn'a (borçlu olup, ödeyemeyen
müslümanlara), 7) İbn-üs-sebîl'e, memleketinde zengin ise de bulunduğu
yerde yanında mal kalmamış olan kimseye, 8) Müellefe-i kulûba (şerlerinden,
kötülüklerinden sakınılmak istenilen kâfirler veya îmânları zayıf
kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler). Hazret-i Ebû Bekr zamânında
Müellefe-i kulûb'a zekât vermeye lüzûm kalmadı. (Bkz.Müellefe-i Kulûb) (İbn-i
Âbidîn)
MÜNKER:
Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve
müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen
şey; günah. (Bkz. Haram)
Şüphesiz insanlar münkeri görüp de men etmedikleri zaman, onların
hepsine Allahü teâlânın cezâ vermesi çabuklaşır. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i
İbn-i Mâce)
Münker iki kısımdır. Birinci kısım münkerler meydanda olup, âlim olan ve
olmayan bunları bilir. Zinâ, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık,
yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb etmek gibi
şeylerin haram olduğu birinci kısım münkerd ir. İkinci kısmı yalnız
âlimler bilir. Bunlar daha ziyâde îmânda, îtikâtta olan bozukluklardır.
(Abdülkâdir Geylânî)
Münkeri (haramı) işleyeni görüp de gücü yettiği hâlde tatlı dil ile nehy
(yasak) etmemek îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn
İznikî)
Münker ve Nekir:
Kabirde suâl soran melekler.
Münker ve nekir melekleri, suâl ve cevâbdan sonra meyyite (ölüye) "Cehennem'deki
yerine bak, Allahü teâlâ değiştirerek, sana Cennet'teki yeri ihsân
eyledi" derler. Bakar ikisini birlikte görür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Münker ve Nekir ismindeki iki melek kabirde suâl soracaktır.Bu suâle
cevap vermek bir derttir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirde Münker ve Nekir meleklerine cevâb olarak şunları
hazırlamalıdır:Rabbim Allahü teâlâ, peygamberim Muhammed aleyhisselâm,
dînim dîn-i İslâm, kitabım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda
mezhebim Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı a'zam Ebû
Hanîfe'nin mezhebidir. (Muhammed Demir Hâfız) Münker ve nekir kabre
geleler, Namazı doğru kıldın mı diyeler, Hemen kurtuldun mu sandın
ölünce, Senin için azab hazır diyeler.
(Seâdet-i Ebediyye)
MÜNKİR:
İnanmayan, kabûl etmeyen, inkâr eden kimse. (Bkz. İnkâr)
MÜNTEKİM:
İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders
olacak şekilde cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli
azâb ile azablandıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın âyetleri hâtırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kimdir?Biz mücrimlerden (müşriklerden) müntekimiz. (Secde
sûresi: 22)
MÜNTEHÎ:
Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin
sonuna varan velî.
Müntehîlerin vazîfesi, halk arasında Hak ile olmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Müntehînin terakkîsi (ilerlemesi) namaz ibâdetine bağlıdır. (Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî)
MÜNZEVÎ:
İslâmiyet'in emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kötülüklerden
korunmak ve kalb huzûru ile ibâdet yapabilmek için bir köşeye çekilmiş
olan kimse.
MÜRÂHIK:
Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi
gösteren erkek çocuk.
Mekke'den üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan hür kadının hacca
gidebilmesi için, üç mezhebde, zevcenin veya nikâhı düşmeyen ebedî
mahrem akrabâsından fâsık ve mürted olmayan âkıl ve bâlig veya mürâhık
bir erkeğin berâber gitmesi lâzımdır. Bunun yol parasını verecek kadar
kadının zengin olması da lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÜRÂHIKA:
Dokuz yaşına girdiği hâlde henüz bâliğa olmamış yâni ergenlik çağına
gelmemiş kız çocuğu.
Mürâhıka, erkeklerle aynı safta namaza dursa, onun yanında bulunanın
namazı bozulur. (İbn-i Âbidîn)
MÜRÂÎ:
İki yüzlü, olduğunun aksine kendisini iyi gösteren, gösteriş yapan,
riyâkâr. (Bkz. Riyâ)
Mürâînin üç alâmeti, işâreti vardır:1)yalnız iken tenbel olur.
2)İnsanlar arasında çalışkan ve hareketli olur. 3)Övüldüğü zaman çok,
kötülendiği zaman az çalışır. (Hazret-i Ali)
MÜRCİE:
"Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan
günâh işleyen) azâb görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber
efendimizin ve Eshâbının yolunda olanlardan) ayrılan bozuk fırka.
Cebriyye mezhebi; insan aslâ bir iş yapmaz. Cansızlar gibi hareket eder.
İnsanın kudreti, kasdı ve ihtiyârı (dilemesi) yoktur diyor. İnsanlar iyi
iş yapınca, sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor.
Kâfirler, günâh işleyenler mâzurdur, me s'ûl olmazlar. Çünkü insanın her
işini Allah yapıyor, insan istese de istemese de Allah günâh yaratıyor,
insan günâh yapmaya mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür,
îmânsızlıktır. Bunlara Mürcie de denir ki, mel'ûndurlar (lânetlenmişlerdir).
Günâh insana zarar vermez; âsî, fâsık, azâb görmeyecektir, dediler.
Mürcienin inanışı tamâmen yanlıştır, bozuktur. Çünkü ihtiyârî istekli
hareketimiz ile titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır.
Elimizle bir şey tutmamız elbette ihtiyârımız (isteğimiz) iledir. Göz
seğirmesi, kalbin çalışması ise böyle değildir. Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîfler bu fırkanın bozuk olduğunu bildirmektedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Mürcieden, Allah dilediği kâfirleri affedecektir ve dilediği mü'minlere
ebedî (sonsuz) azâb yapacaktır diyenler ve ibâdetlerimiz elbet kabûl
olacak, günâhlarımız da elbet affolacak diyenler ve bütün farzlar nâfile
ibâdettir, bunları yapmamak günah ol maz diyenler kâfir oluyorlar. (Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî)
MÜREKKEB:
Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.
Ruh basîttir. Mürekkeb değildir. Böyle olsaydı, basît olan bir şey bunda
yerleşmezdi. Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şeyin de
parçalanması lâzım gelir. Basît olan şey ise parçalanamaz. (Ali bin
Emrullah)
MÜREVVİC-ÜŞ-ŞERÎA:
İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed
Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah
Serhendî'nin lakabı.
Mürevvic-üş-Şerîa Muhammed Ubeydullah Serhendî kaddesallahü sirreh,
Hazînet-ül-meârif kitabında yüz kırk beşinci mektubda diyor ki: "Ebû
Dâvûd, Mu'âz bin Cebel'den ve Enes bin Mâlik'ten gelen şu hadîs-i şerîfi
haber veriyor:
"Bir kimse, yemek yedikten sonra; "Elhamdülillahillezî etamenî
hâzetta'âm ve rezakanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ-kuvveh" derse,
geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu affolunur. Yeni bir elbise giydiği
zaman; "Elhamdülillahillezî kesânî hâzessevb ve razekanî min gayri
havlin minnî ve lâ kuvveh" derse geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu
affolur."
MÜRÎD:
Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın
terbiyesi altına giren talebe.
Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü
gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan
mürîd, bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu
kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah'tan korkar, titrer. Allahü
teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri y apmak için çırpınır. Her işinde
sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür.
Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile (Allahü teâlâyı unutmuş
olarak) yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar.
Kalbleri, Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini;
"radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu
söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Mürîd olanlar, severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği,
arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye
çalışırlar. (Ali Sincârî)
MÜRSEL:
Şerîatle (yeni bir din ile) gönderilen peygamber. (Bkz. Mürselîn)
Mürsel Hadîs:
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek
insanların) ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp,
sohbetinde yetişen kimselerden) birinin, doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu
ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında (Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümde) sünnete tâbi olmakta herkesten
ileri gitmiş, mürsel hadîsleri bile, müsned hadîsler (Peygamber
efendimizden rivâyet eden sahâbînin ismi de bild irilen hadîs-i
şerîfler) gibi, sened (delîl) olarak almış ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini,
kendi ictihâdının (re'yinin, hükmünün) üstünde tutmuştur. Onların,
Peygamber efendimizin yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile
kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır.
(Müfti Mahmûd Efendi, Tahtâvî)
MÜRSELÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş yedinci sûresi.
Mürselât sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli âyet-i kerîmedir.
Gönderilenler anlamına gelen Mürselât kelimesi ile başladığı için
sûreye, Sûret-ül-Mürselât denilmiştir. Sûrede; kıyâmetin vukû bulacağı,
âhiretin bir hüküm günü olduğu, inananlarla i nanmayanların o gündeki
durumları anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî,Taberî,Kurtubî)
Allahü teâlâ Mürselât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O (kıyâmet günü) , bir zamandır ki, onlar (kâfirler) söylemezler ve
söylemeğe izin de verilmez. (Âyet: 35, 36)
Kim Mürselât sûresini okursa, onun için müşriklerden (Allahü teâlâya
ortak koşanlardan) olmadığına dâir bir sened yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜRSELÎN:
Gönderilenler, şerîatle (yeni bir dinle) gönderilen peygamberler.
Resûller. (Bkz. Resûl)
Ali radıyallahü anhtan rivâyet edildiğine (nakledildiğine) göre, Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, ona şöyle buyurmuştur: "Ebû Bekr ve
Ömer, nebiyyîn (nebîler) ve mürselînden başka, önce gelen ve sonra gelen
bütün Cennetliklerin, saçları ağarmaya başlayanların seyyidleridir
(efendileridir) . Yâ Ali! Hayatta oldukları müddetçe onlara bunu haber
verme!" (Sünen-i İbn-i Mâce)
MÜRŞİD:
İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları
için, insanları terbiye eden, âlim ve velî.
Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki
türlüdür:Birincisi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde
giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek
için) halkın derecesine indirilmiş olan m ürşidlerdir. İkincisi,
yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli
olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin
anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o
kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn ibni Arabî)
Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi
yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve
onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker Genc)
Mürşîd-i Kâmil:
Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna
ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.
Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan
başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini
bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları insanların kalbinden siler,
süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşîd-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar;
İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel'dir.Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir.
(Abdülhak-ı Dehlevî) Mürşid-i kâmil, mürîdi evvel ehl-i hal ider Sonra,
Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider Nice yıllar sa'y ile eremediği
menzile Bir nefeste mürşid-i kâmil onu îsâl ider
(Abdülehad Nûrî)
MÜRTECÎ:
İslâmiyet'in pâk ve temiz yolunu bırakarak, câhiliyet devri yoluna ve
yaşayışına dönen; gerici, irticâ eden. (Bkz. İrticâ)
MÜRTED:
Müslüman iken dinden çıkan, kâfir olan kimse. (Bkz. İrtidâd)
Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri,
Allah için sevmedikçe, kâfirlere ve mürtedlere, Allah için düşmanlık
etmedikçe, hiçbiri kabûl olmaz. (Hadîs-i şerîf, Berîka)
Mürtedin müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin, iyiliklerin hepsi yok
olur. Âhirette ona fâidesi olmaz. Ölmeden önce müslüman olursa, affolur.
Tertemiz mü'min olur. Yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını ve
oruçlarını kazâ etmez. Önceden kazâya bırakmış olduklarını kazâ etmesi
lâzımdır. Çünkü mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz. (Muhammed
Hâdimî)
Helâli, harâmı ayırd etmeyen, farzı yapmağa, haramdan kaçınmağa
ehemmiyet vermeyen mürted olur. Kelime-i şehâdet getirse, namaz kılsa,
ben müslümanım dese de müslüman olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine
inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye piş man olması, tövbe etmesi
lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
MÜRTEZÂ:
Beğenilmiş, râzı olunmuş mânâsına hazret-i Ali'nin lakabı.
Âdem'in (aleyhisselâm) hilm sıfatını ve Yûsuf'un (aleyhisselâm) güzel
ahlâkını görmek isteyen, Ali Mürtezâ'ya baksın. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı
Çıhâr-ı Yâr-ı Güzîn)
Eshâb-ı kirâmdan herbiri bir peygambere benzemektedir. Ebû Bekr-i Sıddîk
Muhammed aleyhisselâma, Ömer-ül-Fârûk Mûsâ aleyhisselâma, Osmân-ı
Zinnûreyn Nûh aleyhisselâma, Aliyyül-Mürtezâ Îsâ aleyhisselâma, Mu'âviye
hazretleri de Dâvûd aleyhisselâma benz er. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜRÛR-I ZEMÂN:
Zaman aşımı, zaman geçmesi.
Ödünç vermekten veya satıştan ve kirâdan, vedîa, âriyet gibi emânetler,
vergi, mülk, akar ve mîrâstan olan şahsî alacakları için on beş hicrî
sene özürsüz terk edilmiş dâvâlar, borçlu inkâr ederse, dinlenmez. Yâni
mürûr-ı zemâna uğrarlar. Fakat alaca klıların hakkı zâyî olmaz. Yâni
borçlu borcunu ikrâr ve îtirâf ederse, borcunu ödemesi her zaman lâzım
olur. (Mecelle)
MÜRÜVVET:
İnsanlık, yiğitlik. Muhtâc olanlara, lâzım olan şeyleri vermek,
başkalarına faydalı olmak, iyilik yapmak arzusu, insanlık. Adâleti
yerine getirme ve hiç kimseden intikam almayı istememe.
Her kim insanlarla muâmele ederken onlara zulüm etmezse, onlarla
konuşurken yalan söylemezse, onlara verdiği vaadi yerine getirirse,
mürüvveti tam, adâleti açık, dostluğu vâcib olur. (Hadîs-i
şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)
Haram işlememek, günâhlardan sakınmak, insaf ile hüküm vermek, zulm
etmemek, hakkı olmayana göz dikmemek, kölesi olmayan kimseyi karşılıksız
çalıştırmamak, zayıfa karşı kuvvetliye yardım etmemek, alçak olanı
şerefliye tercih etmemek, vebâl ve günâh o lan şeylere sevinmemek, kötü
isim yapacak olan hareketlerde bulunmamak mürüvvetin şartlarındandır.
(İmâm-ı Mâverdî)
Mürüvveti bulunmayanın ibâdeti kâmil (olgun) değildir. (Dâvûd-i Tâî)
Kimim var hazretinden gayri arz eyleyeyim hâlim, Yüce zâtına âiddir
mürüvvet, yâ Resûlallah!
(Adlî)
Malı, şerîatin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya, isrâf
veya tebzîr denir. (Birgivî)
MÜSÂFEHA:
İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş
parmağın yanlarını birbirine değdirerek el sıkışması.
İki erkek veya iki kadın müslüman karşılaştıkları zaman, müsâfeha
ederlerse, ayrılmadan önce, günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Her kim bir mü'min kardeşini ziyâret eyleyip, müsâfeha ederek üç kerre
elini sallasa, ellerini ayırmadan her ikisinden Hak teâlâ râzı olur.
Ağaçtan yapraklar döküldüğü gibi, o şahıslardan günâhlar öylece dökülür.
(Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimse ile müsâfeha edince o
kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse yüzünü
çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanına
otururken iki diz üzerine oturur, ona sa ygı olmak için mübârek bacağını
dikip oturmazdı. (Ebû Saîd Hudrî)
Müslümanların, birbiri ile karşılaştığı zaman, müsâfeha etmeleri
sünnettir. Şimdi moda olan parmakları tutarak avucuna koyarak yapılan
tokalaşma, müslüman âdeti değildir. Sünnet olan ise, karşılaşınca selâm
söyleşirken, sağ el dört parmak içleri, çıp lak olarak eldivensiz,
örtüsüz, karşısındakinin sağ eli dışına baş parmağı tarafına
yapıştırmaktır. Baş parmakta bulunan damardan muhabbet (sevgi)
yayılır.Müsâfeha ederken birbirine muhabbet geçer. (Tahtâvî, Seyyid
Abdülhakîm)
Her karşılaştıkta müsâfeha sünnettir. Muayyen vakit tâyin etmek
bid'attir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜSÂFİR (Misâfir):
Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde
gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin
dışına çıkan kimse. (Bkz. Seferî, Seferîlik)
Allah'a ve âhiret gününe îmân eden müsâfire ikrâm etsin. (Hadîs-i
şerîf-Meşârik-ul-Envâr)
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, müsâfirin ve
ana-babanın. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet- Terhîb)
Bir kimse üç günlük yere gitmeyi niyet etmeden yola çıksa, bütün dünyâyı
dolaşsa bile müsâfir olamaz. (İbn-i Âbidîn)
Müsâfir dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılar. Mukîm olan
(müsâfir olmayan) imâma uyarsa, dört rek'at kılar. Müsâfir imâm olursa,
dört rekatli farzların ikinci rekatının sonunda selâm verir. Cemâat ise,
namazlarını tamamlamak için ikişer reka t daha kılar. (İbrâhim Halebî)
Müsâfir, mest üzerine, üç gün üç gece (72 saat) mest edebilir. Kurban
kesmesi vâcib değildir. (Tahtâvî)
Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap!
Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki
yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster.
(Süleymân bin Cezâ)
Misâfiri çok severim. Çünkü rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey
yapmıyorum. Bununla berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor. (Şakîk-i
Belhî)
Dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme! Biz bu dünyâda
müsâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. (Azîz Nesefî)
MÜSÂHİB:
Arkadaş.
Resûlullah'ın eshâbının (arkadaşlarının) hepsi, sözbirliği ile
âdildirler, hak üzeredirler. Allahü teâlâ onları seçip yaratılmışların
en üstünü ve var olanların en şereflisi, Resûl-i kâinât olan habîbi
Muhammed'e sallallahü aleyhi ve sellem eshâb ve müsâhib etmiştir.
(İmâm-ı Birgivî)
MÜSÂKÂT ŞİRKETİ:
Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için,
toprak sâhibi ile çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.
Çalışan kimse hastalanınca veya taraflardan biri ölünce, müsâkât şirketi
bozulur. (İbn-i Âbidîn)
MÜSÂLEMET:
Uyuşmak; fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek;
sertliği, bölücülüğü, ayrıcılığı istemeyip, barışmak istemek.
Müsâlemet, iffetten (insânî rûhun yapıcı kuvvetinin iyi olmasından)
doğan iyi bir huydur. (Ali bin Emrullah)
MÜSÂMAHA:
1. Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlâ Cennet'te, içerisinde keskin misk
kokuları esen bir şehir yarattı. Suyu selsebil kaynağından gelir.
Ağaçları nûrdandır. Şehirde kusursuz güzellikte hûrîler dolaşır ki, her
biri yetmiş perçemlidir. Hûrîlerden bir tânesi yeryüzünde görünseydi,
doğu ile batının arasını aydınlatır ve yer ile gök arasını güzel
kokusuyla doldururdu" buyurunca, dinleyenler; "Ey Allah'ın Resûlü! "Bu
yer kimin içindir?" diye sordular. Peygamber efendimiz; "Alacağını,
müsâmaha hoş görürlülük ile isteyen içindir" buyurdular. (Müsned-i
İmâm-ı A'zâm)
2. Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk
etmek.
Müsâmaha, cömertlikten doğan güzel bir huydur. (Ali bin Emrullah)
MÜSÂREAT:
İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeye müsâreat ediniz. (Âl-i
İmrân sûresi: 133)
MÜSÂVÂT:
Eşitlik, denklik; aynı halde ve derecede olma.
İslâm dînindeki hürriyet ve müsâvât, gayr-i müslimlerin çoğunu dâimâ
kendine çekmiştir.Pekçoğu bu sebepten dinlerini değiştirmiş, müslüman
olmakla şereflenmişlerdir. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
Her ticârî sözleşmede, iki tarafın zarar ve kârda müsâvât, adâlet
bulunması esastır. (Ebû Zühre)
MÜSÂVÎ:
Eşit, denk.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mekke şehri alınmadan önce din düşmanları ile harb edenler ve mallarını,
Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıktan sonra bunları yapanlar,
müsâvî değildir. Birinciler elbette daha yüksektir. Allahü teâlâ hepsine
Hüsnâyı, yâni Cennet'i söz verdi. (Hadîd sûresi: 10)
Ağırbaşlı kimse, medh olunmayı sevmez, yerilmekten de üzülmez. Fakirle
zenginleri müsâvî tutar. Tatlıyı acıyı ayırmaz. (Ali bin Emrullah)
Resûl-i ekrem Mekke'den Medîne'ye hicretleri sırasında Eylül ayının
yirminci ve Rebî'ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü Kubâ köyüne
geldiler. Gece ve gündüzün müsâvî olduğu Eylül'ün yirmi üçüncü gününü
burada geçirip, Rebî'ul-evvelin on ikinci Cumâ günü Medîne'ye ulaştılar.
(Kâdı Beydâvî)
MÜSEBBİB-İ HAKÎKÎ:
Bütün sebepleri yaratan Allahü teâlâ.
Her varlığın hâlıkı (yaratıcısı), hâkimi (hükm edicisi), müsebbîb-i
hakîkîsi Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın her şeyi sebepsiz vâsıtasız
yaratmağa gücü yeter. Fakat âdeti onları bir sebeple yaratmaktır. Meselâ
bir şeye ateş dokunmadıkça yakmağı yara tmaz. Yakan, yanma işini yapan
ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron
alış-verişi de değildir. Yakan yalnız Müsebbib-i hakîkî olan Allahü
teâlâdır. Bunların hepsini yanmak için sebeb olarak yaratmıştır.
Müsebbib-i hakîkî olan Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz
yaratırdı. Ateşsiz yakardı, yemeden doyururdu. Uçak olmadan uçururdu.
Fakat lütf ederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir
sebebe bağladı. Belirli şeyleri belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşl
erini sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÜSELLES:
Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte
ikisi uçup üçte biri kalan üzüm suyu.
Kısrak, inek, deve sütleri mayalanıp, tadı keskin olunca, müselles gibi
olurlar.Birincisine kumis, ikincisine kefir denir. Bira gibi
haramdırlar. (İskilipli Âtıf Efendi)
MÜSENNEM:
Balık sırtı gibi yuvarlak.
Kabrin üzerini müsennem yapmak sünnettir. Peygamber efendimiz kabirleri
bu şekilde yaptırırlardı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSEVVİF:
Hayırlı işleri sonraya bırakan, sonra yaparım diyen, iyi işleri
geciktiren, bugünün işini yarına bırakan kimse.
Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na
yalvarmalıdır. Belki tövbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i
şerîfte; "Müsevvifler helâk oldu" buyruldu. Boş zamânı
kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şey leri
yapmalıdır. Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir.
Allahü teâlâdan her an bu nîmeti istemelidir. Gençlik zamânı kazanç
zamânıdır. Merd olan bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz.
İhtiyârlık herkese nasîb olmaz, nasîb olsa da rahat, elverişli vakit ele
geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamânında yarar iş
yapılamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli
değildir.Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmıyanları yarına
bırakmalıdır. Çünkü müsevviflerin helâk olacağı, ziyânda oldukları
bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSKİR:
Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, aklı gideren ve keyf veren madde.
Her müskir haramdır. Her kim dünyâda içki içer ve içmekte devâm eder ve
tövbe edemeden ölürse, o kimse âhirette Cennet şerbetlerinden
içemeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Esrâr otu müskirdir. Çünkü esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar.
Keyf vermeseydi böyle yapmazlardı. (Abdullah Menûfî)
MÜSLİM:
1. Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul
edilen, Kütüb-i sitte denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
Müslim-i şerîfteki hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Üç kişi bir arada bulunduğu zaman ikisi, diğerini bırakıp da kendi
aralarında konuşmasınlar.
Cehennemlikleri size haber vereyim mi?Onlar katı yürekli, malını
hayırdan esirgeyen, kibirli kimselerdir.
Kalbinde zerre kadar kibir (yâni küfür) bulunan kimse Cennet'e giremez.
2. Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla
gönderdiklerine îmân edip, O'nun emirlerini yerine getiren,
yasaklarından kaçan kimse. (Bkz. Müsliman)
MÜSLİMAN (Müslüman):
Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed
aleyhisselâma îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren,
yasaklarından kaçan kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allahü teâlânın
rızâsı için cihâd, muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp ibâdet
edenlerden daha üstündür. Hepsine Cennet'i söz veriyorum. (Nisâ sûresi:
95)
Müslüman demek, müslümanlara eli ile, dili ile zarar vermeyen kimse
demektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, onun yardımına koşar,
onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına,
nâmusuna zarar vermesi haramdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Lemeât)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâyânîden (faydasız şeylerden)
kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât)
Bir müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip
tatbik ediyorsa, Allahü teâlâ da onu, o miktâr azîz eder. Diğer
müslümanların kalbine de onun sevgisini verir. (İbrâhim Havvâs)
Müslüman, iyi insan, aklı başında kimse demektir. Hakîkî müslüman,
Allahü teâlânın emirlerine itâat eder. Allahü teâlânın emirlerine
uymamak günâh olur. Kul borçlarını öder. Müslüman, günâh yapmaz ve suç
işlemez. Vatanını, milletini ve bayrağını seve r. Herkese iyilik eder.
Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle olan müslümanı Allah da sever,
kullar da sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSNED HADÎS:
Peygamber efendimize isnâd eden sahâbînin ismi bildirilen hadîs-i
şerîfler. (Bkz. Hadîs)
MÜSTAĞFÎR:
İstiğfâr eden, Allahü teâlâdan günâhlarının bağışlanmasını isteyen.
(Bkz. İstiğfâr)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(O takvâya erenler); "Ey Rabbimiz, biz îmân ettik. Artık bizim
günâhlarımızı bağışla ve bizi o ateşin azâbından koru" diyenler,
sabredenler (îmânlarında) gerçek olanlar, Allahü teâlâya itâatle boyun
eğenler, infâk edenler, seherlerde müstağfîr olanlardır. (Âl-i İmrân
sûresi: 16, 17)
MÜSTAĞNÎ:
1. Başkasına muhtâç olmayan.
Allahü teâlâ bütün varlıklardan müstağnîdir. Bütün canlılar îmân etse,
itâat etse, O'na hiçbir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir (inançsız) olsa,
azgın taşkın olsa, karşı gelse O'na hiçbir zarar vermez. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
2.Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen.
İhtiyâcını başkalarına söylemiyen.
Ebû Hâzim'e; "Malın nedir?" diye sordular. O da; "İki şeydir; biri
Allahü teâlâdan râzı olmak, diğeri de insanlardan müstağnî olmaktır"
buyurdu. "Öyle ise fakirsin" denilince; "Yerler, gök ve bunların
arasındaki şeyler Allahü teâlânın iken ve ben de O'nun muhlis (ihlâslı)
kulu iken nasıl fakir olurum" buyurdu. (Mâverdî)
MÜSTA'MEL SU:
Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet
olduğu için el yıkamak gibi) kullanılan su. (Bkz. Mâ-i Müsta'mel)
Müsta'mel su, İmâm-ı a'zam'a göre kaba necâsettir. Müsta'mel suyu içmek
ise mekrûhtur. (Halebî)
MÜSTECÂB:
Makbûl, kabûl olunan, geri çevrilmeyen.
Kişinin din kardeşi için gıyâbında (arkasından) yapılan duâ müstecâbdır.
Başucunda âmin diyen bir melek bulunur. O kişi mü'min kardeşine hayır
duâ ettikçe, melek; âmin, hayrın misli senin için de olsun der. (Hadîs-i
şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Duânın müstecâb olduğu zamanlar; Receb ayının birinci Cumâ gecesi olan
Regâib gecesi, Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berât gecesi ve günü,
mübârek geceler, Cumâ günü, hatîb minberde iki hutbe arasında oturduğu
vakitten namaz kılıncaya kadar, her gecenin son üçte birinde (seher
vaktinde), ezân ve ikâmet okunurken, bilhassa hayyealelfelâh dedikten
sonra, Allah yolunda cihâd ederken, her namazdan sonra, Kur'ân-ı kerîmi
okuduktan sonra, her secdeden sonra, cemâat arasında, yağmur yağarken,
Kâbe -i muazzamayı görünce, zemzem suyu içince yapılan duâ müstecâbdır.
Musîbete uğrayanın o andaki duâsı da müstecabdır. (Kâdızâde Ahmed bin
Muhammed Emîn Efendi ve İbn-i Cezerî)
MÜSTE'CİR:
Ücret ödeyen.
1. Kirâcı.
Âcir yâni mal sâhibi, müste'cirden günlük kirâyı her akşam isteyebilir.
Kirâya verilen mal, müste'cire teslim edilince, emânet olup, müste'cirin
elinde kasdsız telef olunca, ödemez. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Hayvan, binmek ve yük taşımak için; elbise, giymek için kirâlanır. Şarta
uymayıp, hayvan, ev ve elbise zarar görürse, müste'cir tazmîn eder,
öder. Zarar vermeyen şeyleri şart ederse, yapmak lâzım olmaz. Meselâ
evde iki üç kişi oturacak denirse, üç, b eş de oturabilir. Hayvana,
kamyona konacak eşyânın cinsi değil, ağırlık şart edilir. Fakat zararlı
şey yüklenmez. Hayvanı, çekerek veya döğerek sakat ederse öder.
(Fetâvâ-yı Hindiyye)
2. İşveren.
San'at sâhibleri işçilik ücretini müste'cirden alıncaya kadar, eşyâyı
vermeyebilir. Eşyâ telef olup, teslim edemezse ücret alamaz. (Fetâvâ-yı
Hindiyye)
MÜSTEHAB:
Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları;
yapılınca sevâb verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.
Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri
yapmakta gevşeklik, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek
davranan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Müstehabları hafif görmemelidir. Bunlar Allahü teâlânın sevdiği
şeylerdir ve beğendikleridir. Eğer bütün dünyâyı vermekle beğendiği bir
işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyâyı verip o iş yapılabilse çok
kâr elde edilmiş olur ve birkaç saksı parç ası verip kıymetli bir elması
ele geçirmek gibi olur.Yâhut birkaç çakıl parçası verip, ölmüş bir
sevgilinin rûhunu geriye getirmek, hayat kazandırmak gibidir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Müstehab, Hak teâlâya dost eder ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya
vesîledir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İmâmın, son sünneti, farz kıldığı yerde kılması mekruhtur (ibâdetin
sevâbını giderir). Cemâatin kılması mekrûh değil ise de, başka yerlerde
kılmaları müstehabdır. Müstehâbı yapmayanın namazı noksan olmaz;
sevâbından mahrûm kalır. (Şernblâlî)
Beş vakit namazı vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı
namazını kış aylarında gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek
müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSTEHLİK EVLİYÂ:
Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine
indirilmeyen, geri döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük
olup, O'ndan başkası ile meşgul olmayan zâtlar.
Müstehlik olan evliyânın peygamberlik makâmının kemâlâtından
(üstünlüklerinden) haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez
(yetiştirip olgunlaştıramaz). (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSTEKAR:
1. Karar kılınacak, yerleşilecek yer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (cehennem) ne kötü bir müstekar ve kalınacak yerdir. (Furkân sûresi:
66)
2. Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez.
İslâmiyet, insanların mukadderâtını (işlerini) belli müstekar bir adâlet
temeline bağlamış, diktatörlerin, zâlimlerin, câhillerin, şahıslar ve
zümreleri kayıran veya ezen, birbirine uymayan ahkâm (hükümler)
yapmalarına hâcet bırakmamıştır. Halkın muk adderâtını tesâdüfe, şansa
değil, beyâza-siyaha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil
hükümlere bağlamıştır. Fıkıh kitabları, her ilerlemedeki zorlukları
çözen, her çağda huzûr ve seâdeti sağlayan ilâhî hükümleri
bildirmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSTEKÎM:
Doğruluk üzere olan, doğru yolda yürüyen. Doğrulukla sıfatlanmış kimse.
(Bkz. Sırât-ı Müstekîm ve İstikâmet)
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni. (Diyâr-ı Bekrli Saîd Paşa)
MÜSTE'MİN:
Eman dileyen, sığınan.
Kendi memleketinden başka bir devletin topraklarına izinle giren kimse.
Müste'min Kâfir:
Müslüman bir memlekete onların izni ile giren müslüman olmayan kimse.
Dâr-ül-İslâm'a (İslâm ülkesine) müste'min olarak gelen bir kâfir, burada
yaşamakta olan bir zımmî gibi, yâni gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz
yaşar. Onun haklarına mâlik olur. Müste'mine veya zımmîye olan borcunu
ödemeyen müslüman hapsolunur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da bulunan müste'min kâfirin yalnız muâmelâttaki (İslâm
hukûkunun alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi hususlardaki)
hükümlere uyması lâzımdır. İslâm memleketinde, müste'min ile de,
müslümanlar ile yapılması câiz olan sözleşmele r yapılır. Alınması
dînimizde lâzım olmayan malları alınamaz. Âdet olsa da, alınması yine
câiz olmaz. Meselâ Meryem anayı ziyâret için Kudüs'e gelenlerden ve
turistlerden ayakbastı parası veya başka isimlerle bir şey almak câiz
olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Müste'min Müslüman:
Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren
müslüman.
Dâr-ül-harbde bulunan bir müste'min müslümanın, kâfirlerin mallarını,
onların rızâsı ile alması câizdir. Fakat, gadr, yâni sözünde durmamak,
hıyânet etmek, her yerde haramdır. Gönül rızâsı ile malını almak, gadr
değildir. Malına, canına, kadınına, kı zına saldırmak gadr olur. Haram
olur. Fakat, müslüman memleketinde bulunan müste'min kâfirin malını,
gönül rızâsı ile olsa bile, câiz olmayacak yol ile almak gadr olur.
Çünkü, İslâm memleketinde, şerîatin emirlerine uygun hareket edilir.
(İbn-i Âbidîn)
MÜSTEŞRİK:
Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden
araştırıp tesbite çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist,
şarkiyâtçı.
Meşhûr İngiliz müsteşriki George Sale, Kur'ân-ı kerîmi İngilizce'ye
tercüme ettiği eserinin önsözünde diyor ki: "Hicretten evvel, Medîne-i
münevverede müslüman olmayan hiçbir ev kalmamıştı. Yâni Medîne'de her
eve İslâmiyet girmişti. Eğer bir kimse; " İslâmiyet diğer memleketlere
ancak kılıç kuvveti ile yayıldı diye bir iddiâda bulunursa; bu kuru bir
suçlama ve cehâlettir. Çünkü İslâmiyet'i kabûl eden ve kılıcın ismini
bile işitmeyen pekçok memleket vardır. Bunlar kalblere te'sir eden
Kur'ân-ı kerîmi işitmekle müslüman olmuşlardır. (Harputlu İshâk Efendi)
MÜŞÂHEDÂT:
Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin
çoğuludur.
Ahvâl ve mevâcid (hâller ve kendinden geçme) ve müşâhedât ve tecelliyât
(hakîkatlerin kalbe yerleşmesi) tasavvuf yolunun başlangıcında ve arada
meydana gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda vâki olan müşâhedât tamâmen zıllere, gölgelere bağlıdır ve hayâl
kaydından, bağından kurtulmuş değildir. (Muhammed Ma'sûm)
MÜŞÂHEDE:
Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.
Kalbde tevhîdin yâni tek olan Allah'a inanmanın bulunduğunun alâmeti;
O'nunla berâber bir ikincisinin olmadığını her an müşâhede etmektir.
(Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir)
MÜŞÂHİN:
Müslümanların cemâatini terk eden, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimse.
Allahü teâlâ, Şa'bân'ın (Şa'bân ayının) on beşinci gecesi (Berât gecesi)
bütün kullarına merhamet eder. Yalnız müşrik (Allahü teâlâya ortak
koşanı) ve müşâhini affetmez. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
MÜŞÂRATA:
Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk
basamağı olup, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma,
beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma husûsunda nefsle
sözleşme.
Din büyükleri, dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile
alış-verişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennet'tir.
Ziyânı (zarârı) da Cehennem'dir. Yâni kârı, ebedî seâdet (kurtuluş),
ziyânı da sonsuz felâkettir. Din bü yükleri, nefslerini, ticâretteki
ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile önce müşârata yapılır. Sonra,
işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesâblaşılıp,
hıyânet yapmışsa (sözünde durmamışsa) mahkemeye verilir. Din büyükleri
de, nefsleri ile müşârata edip şirket kurmuşlar, onu murâkabe edip
gözetmişler, hesâba çekmişler, cezâlandırmışlar, onunla uğraşmışlar ve
onu azarlamışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
MÜŞÂVERE:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde
konuşma, görüşme, danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma. (Bkz.
Meşveret)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... (Ey Resûlüm!) Eshâbın ile müşâvere et. Onlara danış. (Âl-i İmrân
sûresi: 159)
İslâm halîfelerinin hepsinin müşâvirleri (her işte danışacakları
kimseler), meclisleri, ilim adamları vardı. Müşâvere etmeden bir şey
yapmazlardı. (Muhammed Hâdimî)
Müşâvere yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır: 1) Akıllı ve
tecrübeli olmalıdır. 2) Dindar ve takvâ sâhibi (Allahü teâlâdan korkarak
haramlardan kaçan olmalıdır. 3) Nasîhat eden bir dost olmalıdır. 4)
Zihnini meşgul eden bir sıkıntısı olmamalıdı r. 5) Kendisine danışılacak
işte onu ilgilendiren bir maksâdı ve onu etkileyecek bir arzu ve menfeat
olmamalıdır. (Mâverdî)
Müslümanlığın çok mantıkî oluşu ve sâdeliği, câmilerin insanı kendine
çeken câzibesi, bu dîne mensûb olanların dinlerine büyük bir ciddiyet ve
muhabbet ile bağlanmaları, işlerde müşâvere edip, insanlara dâimâ
merhamet ve şefkat ile muâmelede bulunmal arı, yoksullara yardım
etmeleri ilk defâ olarak kadınlara da mal sâhibi olma hakkını vermeleri
gibi pekçok şeyler, o zamâna göre yapılan en muazzam medenî inkılablar
benim üzerimde çok büyük te'sirler yaptı. (Donald Rockwell)
MÜŞEBBİHE:
Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki
müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri görünen lugat mânâsına göre
açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ
eden bozuk fırka.
Müşebbihe bozuk yolunu ilk defâ ortaya çıkaran aslen bir yahûdî olan
Abdullah bin Sebe'dir.Hicrî birinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin
Sâlim el-Cevâlikî ve Hişâm bin Hakem gibi kimseler de
müşebbihedendirler. Müşebbiheye göre; "Mâbûdları (ibâdet ettikleri
tanrı) cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk genişlik ve derinlik
sâhibidir. O, parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir
inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır.
Mâbûd bâzan hareket eder, bâzan hareketsiz durur. O, kendi karışıyla
yedi karıştır." (Abdülkâhir Bağdâdî)
Müşebbihe esasta ikiye ayrılır. Birincisi Allahü teâlânın zâtını insana
benzetenlerdir. İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve
diğer yaratılmışların sıfatlarına benzetenlerdir. (Şehristânî)
Kendilerine selefiyye adını veren ve bulundukları memleketlerdeki Ehl-i
sünnet (Peygamberimizin ve Eshâbının yolunda olan) din adamlarını her
fırsatta kötüleyen kimseler, bugün müşebbihe ve mücessimeye âit
fikirleri benimsemekte ve yaymaya çalışmakta dır. Kendilerine haşevî adı
verilen, Allahü teâlâyı, yarattıklarına benzeten, madde ve cisim diyen
kâfirlerin büyük bir kısmı müşebbihe ve mücessimedirler. (Ebû Zühre,
İbn-i Cevzî)
MÜŞEKKİK:
Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat,
özellik.
İlim, âlimlerin bâzısında az, bâzısında çok olan bir sıfattır.Bu sebeple
din bilgilerinde, ilmi en çok olan âlime güvenilir. Akıl da ilim gibi
müşekkik olup, insanlarda eşit olarak bulunmaz. Hiç yanılmayan, hatâ
etmeyen selîm akıl, peygamberlerde ale yhimüsselâm bulunur.
Peygamberlerin akıllarına yakın olan akıllar, Eshâb-ı kirâmın
(Peygamberimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin),
Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenlerin) ve diğer din büyüklerinin
akıllarıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜŞFİK:
Şefkatli, merhametli, acıyan.
Merhametli ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk, ilim ve ahlâk
edinemez, yükselemez. İyi rehber, yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu
felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur. (İmâm-ı Gazâlî)
Hoca müşfik ve mâhir; talebe zekî ve çalışkan olursa öğrenilmeyecek bir
mes'ele yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid, talebesini alçak dünyâ için kızıp
azarlamaz. Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın,
onların yanında sivrisinek kadar kıymeti yoktur. (Abdülmecîd Şirvânî)
MÜŞRİK:
Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan. Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde
put veya benzeri şeyleri de ilâh, tanrı edinen. (Bkz. Şirk)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Mekke kâfirleri, Muhammed ölecek, O'ndan kurtulacağız diyorlardı. Allahü
teâlâ da evet sen öleceksin. Fakat, o müşrikler de, elbette ölecekler.
Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri,
açık bir câhilliktir. (Zümer sûresi: 30)
Müşriklerin kendileri değil, îtikâdları ve kalbleri pistir. Îtikâdları
düzelirse, kendileri de temiz olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Müşrik, Hak teâlâdan başkasının ibâdetine tutulmuştur. (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜŞTEBEH:
Şübheli olan şey.
Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Müştebeh olanlar ikisi
arasındadır.Kıyâmete kadar böyledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin
anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak îtikâdı düzeltmektir.
Îmânı düzelttikten sonra farzları, vâcibleri, sünnetleri, müstehâbları,
haramı, helâli, mekrûhu ve müştebehi öğrenmek ve fıkıh (ilmihâl)
bilgilerine göre amel etmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜŞTERÎ:
Satın alan.
Bir malı satan ile müşteri arasında anlaşılan değere malın bedeli,
fiyatı denir. (Ali Haydar Efendi)
Satış sözleşmesi tamam olunca, mebî (satılan mal) müşterinin mülkü olur.
(Alâüddîn Haskefî)
Müşteri, satın aldığı bir şeyin kusûrunu düzeltse, geri vermek hakkı
kalmaz. Satın alınan bir hayvana binmek, kabûl etmek demektir. (İbn-i
Âbidîn)
MÜTÂBE'AT:
Tâbi olmak, uymak.
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin
efendisi olan Muhammed aleyhisselâma mütâbeat iledir. O'na mütâbeat
için, îmân etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in emir ve
yasaklarını) öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat; dînimizin emir ve yasaklarına uymak ve kâfirlik
âdetlerini terketmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat niyyetiyle gün ortasındaki uyku (kaylûle);
mütâbeatla olmayan çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedelerden üstündür.
(İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat olmadıkça kurtuluş muhâldir (imkânsızdır).
(Sa'dî-i Şîrâzî)
MÜT'A NİKÂHI:
Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman
için berâber yaşamağı sözleşmek.
Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt'a nikâhı yapmanıza izin vermiştim.
Fakat şimdi bunu, Allahü teâlâ harâm etti. Kimin yanında böyle kadın
varsa, onu salıversin ve ona verdiği malı geri almasın! (Hadîs-i
şerîf-Müslim, İbn-i Mâce)
Müt'a nikâhı, dört mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) de
harâmdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
MÜTASARRIFA:
İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası
ile elde edilen duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde
etmeye yarayan kuvvet.
İnsandaki görünmeyen his organları beştir:Birincisi hiss-i müşterek; his
organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te'sirlerin
hepsi, burada toplanır. İkincisi, hayâldir. Hiss-i müşterekte toplanıp
anlaşılan, his edilen şeyler burada sa klanır. Üçüncüsü vâhimedir.
Meselâ düşmanlık, korku gibi, hissedilenler burada saklanır. Dördüncü
kuvvet hâfızadır. Vâhimenin anladığı mânâları saklar. Beşincisi
mütasarrıfadır. (Ali bin Emrullah)
MÜTEAHHİRÎN:
Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde
Şems-ül-Eimme Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.
Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ücret ile ezân okutmak, imâm tutmak,
Kur'ân-ı kerîm öğretmek, din dersi öğretmek câiz değildir. Müteahhirîn
din âlimleri, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için
para ile adam tutmak câiz olur dedi. Bunlara sözleşilen ücretin
verilmesi lâzım olur. Aslında ücret ile ibâdet yaptırmak câiz değildir.
Ancak son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur'ân-ı kerîm ve din
bilgilerinin unutulmaması, imâmlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için
ücretl e yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. (İbn-i Âbidîn)
MÜTE'ÂL (El-Müte'âl):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen,
akla gelen, hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve
yüce olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir. Büyüktür, Müte'âl'dir.
(Ra'd sûresi: 9)
El-Müte'âl ism-i şerîfini söyliyenin hâli düzelir, derecesi yükselir.
(Yûsuf Nebhânî)
MÜTEASSIB:
Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden,
haksız yere düşmanlık eden.
Müteassıb papazlar olmasaydı, hıristiyanların hepsi müslüman olurdu.
(İmâm-ı Birgivî)
Mektebde okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün
müteassıb ve gaddar olduğu öğretilmişti. Hâlbuki hayâtımın en güzel
günleri İstanbul'da geçti. Kendileri ile temas ettiğimiz müslümanlar,
son derece nâzik, kibar ve medenî insanlardı . Ancak bizi asıl şaşırtan;
Türklerin Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmemeleri ve ona da bir peygamber
olarak inanmaları oldu. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor,
ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize bir insan olarak hürmet
ediyorlar, bizim müslümanları şeytana uymuş Allah'sızlar olarak
görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı en ufak bir fenâ kelime bile
kullanmıyorlardı. Evet müteassıb olan bizdik. (Georgina Max Müller)
MÜTEAYYİN:
Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan. (Bkz. Teayyün)
MÜTEHASSIS:
İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir
ilim dalında veya meslekte mâhir olan.
Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına
ve zamânının zulmetine ve fesâdına (bozukluğuna) uygun olarak rûhun
ilâclarını hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır.
(Sarı Abdullah Efendi)
İslâm bilgilerinin ve tasavvuf bilgilerinin mütehassısı Seyyid
Abdülhakîm Efendi; "Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra İslâm
kitâblarının en üstünü İmâm-ı Rabbânî'nin, Mektûbâtıdır" ve "İslâm
âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbâtı kadar kıy metli bir kitab daha
yazılmamıştır" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)
MÜTEKADDİMÎN:
Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde
Şems-ül-Eimme Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri.
Mütekaddimîn âlimlerine göre, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve
ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz değildir. Dînen uygun
değildir. Fakat müteahhirîn (sonradan gelen din âlimleri) ise câiz olur,
dedi. Çünkü, son zamanlarda, dinde gevşe klik olduğundan, Kur'ân-ı
kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın yapılabilmesi için
bunların ücret ile yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. Fakat bu fetvâ
bütün ibâdetlerin ücretle yapılabileceğini göstermez. Yalnız
saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda bırakılmaktadır.
Hâfızlara ücretle Kur'ân-ı kerîm okutmak, zarûret olmadığı için, câiz
değildir. Büyük âlim Tâc-üş-şerîa, Hidâye şerhinde (açıklamasında) diyor
ki: "Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb
hâsıl olmaz." Aynî, Hidâye şerhinde diyor ki: "Hâfızlar, para için, mal
için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren de günâha girer." Câiz
olmayan; ücretle Kur'ân-ı kerîm öğretmek değil, ücretle Kur'ân-ı kerîm
okumak veya okutmaktır . Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır.
(İbn-i Âbidîn)
MÜTEKÂMİL:
Kemâle erişmiş, olgun, üstün.
İslâm dîni dünyânın en mütekâmil, en mantıkî ve en son dîni olduğundan,
onun hakkında bir kitap yazabilmek için, yazanın yüksek tahsilli yâni
ilim sâhibi olması, Arabî, Fârisî ve bir ecnebî lisânı bilmesi, en yeni
tabiî ve fennî bilgiler yanında İslâ m ilimleri ile de mücehhez
(donanmış) olması lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜTEKAVVİM MAL:
Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.
Bir satışın sahîh (dîne uygun) olması için malın mütekavvim olması
lâzımdır.Müslümünlar için şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya
kesmeden öldürülen hayvan, mütekavvim mal değildir. Denizdeki henüz
tutulmamış balık mütekavvim mal değildir. Çünkü t utulmadığı için
kullanılması veya satılması mümkün değildir. (İbn-i Nüceym, Ali Haydar)
MÜTEKEBBİR (El-Mütekebbir):
1.Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından
uzak, vehim ve aklın anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük)
sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her şeyden yüce ve yüksek olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan
bir meliktir. Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve
kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri sonsuz azâbdan emîn kılmıştır. Her
şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir.Mütekebbirdir. Allahü
teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından münezzehtir (uzaktır) .
(Haşr sûresi: 23)
El-Mütekebbir ism-i şerîfini söylemeye devâm eden kimse, hayırlı rızık
ve bereketlere kavuşur. Allahü teâlâ bu ism-i şerîfi okuyanlara hayırlı
evlâd nasîb eder. (Yûsuf Nebhânî)
2. Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen.
(Bkz. Tekebbür)
Mal ile, evlâd ile, mevkî ile ve rütbe ile mütekebbir olmak insana hiç
yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip
geçer, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (Hâdimî)
MÜTEKELLİM (El-Mütekellim):
1. Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
Allahü teâlâ hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (kudret sâhibi) ve
mütekellim olarak ve sonsuz zamanlarda hep hâzır ve nâzırdır
(görücüdür). Hayât, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız ve mekânsız
olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mek âna bağlı değildir.
Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlemlerin şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz. Fen her sene
bunların yenilerini bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın hayy (diri), âlim
(bilici), kâdir (gücü yetici), mürîd (dileyici), semî' (işitici), basîr
(görücü), mütekellim ve hâlık (yar atıcı) olması lâzımdır. Çünkü, ölmek
ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık, körlük ve
söyleyememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi
bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu
sıfatların bulunması olacak şey değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Kelâm âlimi. (Bkz. Mütekellimîn)
MÜTEKELLİMÎN:
Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî
delillerle îzâh eden, açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.
Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Sahâbe-i kirâmdan
(Peygamberimizin arkadaşları) sonra, fitneler (karışıklıklar) ve
bid'atler (sapıklıklar) çoğaldı. Îmân bilgilerini ve fıkıh (amel)
bilgilerini bildirmek vazîfesi din imâmlarına yâni müctehidlere verildi.
Bu müctehîdlerden (yüksek din âlimlerinden) îmânı bildirenlere
mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi. (Seyyid Abdülhakîm)
Mütekellimîn; dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli
olan naklî (dînî) ve aklî delîlleri bildirirler ve şüphelerin
giderilmesine çalışırlar. (Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, Ebû Mansûr Mâtürîdî,
İmâm-ı Gazâlî, Fahreddîn-i Râzî gibi âlimler mütekellimînden olup, Ehl-i
sünnet ve cemâat îtikâdını (inancını), sapık ve bid'at ehli kimselere ve
kendilerine İslâm filozofu adı vere n kimselere karşı müdâfaa
etmişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)
MÜTEMETTİ' HAC:
Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y
yapıp, traş olup ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene
terviye gününde veya daha önce, ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac
yapma. (Bkz. Hac)
Kârin ve mütemetti' hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibdir.
Kesmeyeceklerse, Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve
bayramdan sonra yedi gün daha oruç tutmaları lâzım olur. Hepsi on gün
olur. (M.Mevkûfâtî)
MÜTESAVVIF:
Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden
temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu
cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî,
mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesa vvifûn, mütesavvifîn ve
mütesavvife'dir.
MÜTEŞÂBİH ÂYET:
Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır. (Bkz.
Müteşâbihât)
MÜTEŞÂBİHÂT:
Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler (Bkz. Âyet) .
Müteşâbihâta îmân etmeli, mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar,
Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların sembolleri,
işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sana Kur'ân'ı indiren O'dur (Allah'tır) . Bunun bir kısım âyetleri açık
ve kesindir. Bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Diğer bir kısım âyetler de
vardır ki müteşâbihâttır. İşte kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne
aramak ve te'viline gitmek için Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerine uyarlar.
Hâlbuki, o müteşâbihin te'vilini yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olan kimseler ise; "Biz ona (müteşâbihe) inandık. Açık ve kapalı bütün
âyetler Rabbimiz tarafındandır" derler. Bunları ancak akılları tam
olanlar iyice düşünür. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkem olan (mânâsı açık olan âyetlere) uyunuz. Müteşâbihâta inanınız.
Bunlara inandık hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz. (Hadîs-i
şerîf-Akîdet-üs-Selef)
Müteşâbih iki kısımdır. 1)Lafzı (sözü) müteşâbih olan âyetler olup yirmi
dokuz sûrenin evvellerindeki Sâd, Tâhâ, Elîf lâm mîm, Yâsîn gibi
harflerdir. 2) Mânâsı müteşâbih olan âyetlerdir ki, görünen mânâsını
vermek günâh olur. Meselâ İsrâ sûresinde; "Allah'ın eli onların
ellerinin üstündedir." meâlindeki âyet-i kerîme gibi. Allahü teâlâ
bununla neyi murâd ediyor ise öylece inandım demelidir. Bunun mânâsını
ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir demek en iyi yoldur. Müteşâbih
âyetlerin mânâsını a ncak Allahü teâlâ ve Allahü teâlânın kendilerine
İlm-i ledün (kendisi tarafından verilen ilim) ihsân ettiği derin
âlimler, bildirdildiği kadar anlayabilir. Meselâ tefsîr âlimleri
müteşâbihâttan olan "el" kelimesine "kudret, gücü yetmek" mânâsını
vermişlerdir. (Kâdızâde Ahmed Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Râzî,
Süyûtî)
MÜTEVÂTÎ:
Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan
sıfat, husûsiyet, özellik.
İnsanlık yâni insan olma, insanın bütün ferdlerinde en yüksek derecedeki
insan ile en aşağı bir insan da eşittir. Meselâ, insan olma bakımından
bir peygamber ile peygamber olmayan aynıdır. Yine yüksek makam sâhibi
birisi ile bir köy çobanındaki insan lık eşittir. Birinde daha çok,
diğerinde daha az olmaz. Çünkü insanlık, mütevâtîdir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Tâbi olmak, uymak kelimesi (sözü) mütevâtî sözlerdendir. Çünkü uymak
demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir
kimse bir büyüğe uyarsa o kimseye tâbi; uyulan büyük zâta metbû' yâni
kendisine uyulan denir. Tâbiin, metbûa uyma sının az ve çok olması ve
uyduğu zamânın az ve çok olması, kısa ve uzun olması, uymağı
değiştiriyor ise de, bu değişiklik, farklılık, uymak işinin özünü
değiştirmez. Bunun mütevâtî olmasını bozmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜTEVÂTİR HADÎS:
Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan
işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber
verdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
MÜTEVEFFÂ:
Vefât etmiş. Ölmüş kimse. (Bkz. Ölüm)
Müteveffânın bıraktığı maldan, önce borçları ödenmelidir. Borçları
ödenmedikçe, rûhu iyiler derecesine kavuşamaz. Zevcesine vaktiyle
ödemediği mehr yâni nikâh parası da borcudur.Daha sonra günâh olmayan
vasiyetleri yerine getirilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜTEVELLÎ:
Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde
idâre etmek üzere, vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.
Mahalle câmisinin gelirini toplaması, tâmirini, masraflarını idâre
etmesi için mahalle halkının bir mütevellî tâyin etmesi câiz ve
lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Vakf eden kimse bir mütevellî tâyin edip, malı buna teslim eder. Bir
vakfın bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi
olmadan bir şey yapamaz. (İbn-i Âbidîn)
MÜTTEKÎ:
Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen
şeylerden sakınan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhâmetim, her şeyi kaplamıştır.
Bu rahmetim (âhirette) , müttekîlere, zekâtlarını verenlere ve bizim
âyetlerimize îmân edenleredir. (A'râf sûresi: 166)
Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden
sakınmadıkça müttekî olamaz! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Müttekî âlim ile namaz kılan, bir peygamber ile kılmış gibidir. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Âbidîn)
Mütekkîlerin verâ'ı; harâm ve şüpheli olmayan fakat, helâl olup, şüpheli
veya harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı
Gazâlî)
Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî
sınıfına geçemez. (Bekr bin Abdullah Müzenî)
MÜVAKKİT:
Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili
âletleri kullanan, tâmirini ve ayarını yapan vazîfeli kimse.
İslâm devletlerinde câmi ve mescidler, İslâmiyet'in ilk zamanlarından
beri ilim merkeziydiler. Müvakkit adı verilen me'murlar, câminin hemen
yanındaki müvakkithâne denilen yerlerde kalırlardı. Müvakkithâneler,
zamanlarında tatbîki (uygulamalı) olarak astronomi eğitimi yapan birer
okuldular. Müvakkit inceleme, tatbik ve hesaplamada kullandığı,
usturlap, güneş saati, rubu' tahtası, kıble nümâ (pusula) ve saat gibi
âletleri kullanır, ayar ve tâmirlerini çok iyi bilirdi. Bugün radyo ve
televizyonla belli zamanlarda saat ayarı verilerek bütün saatlerde
berâberlik sağlanmaktadır. Zamandaki berâberliği eskiden muvakkitler
hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı. Büyük şehirlerde herkesin
görebileceği şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebebden
yapılmıştı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MÜVÂLÂT:
1. Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
Müvâlât, Hanefî mezhebinde sünnet, Mâlikî mezhebinde farzdır. (A.
Şa'rânî)
2. Dostluk, karşılıklı sevgi. (Bkz. Velî) Tebrik ile terdif ederim arz-ı
hulûsu, Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.
(Ahmed Mekkî)
MÜVÂSÂT:
Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak
etmek, onlarla iyi geçinmek.
Cömertlikten, birçok iyi huylar doğar, bunların sekizi meşhurdur.
1)Kerem; herkese faydalı olmayı, yardım yapmayı sevmek. 2) Îsâr;
ihtiyâcı olan malı, muhtâc olan başkasına verip, yokluğuna kendisi
sabretmek. 3) Afv etmek, 4)Mürüvvet; başkalarına iyi lik etmeyi sevmek.
5) Vefâ; arkadaşlarına geçimlerinde yardımcı olmak. 6) Müvâsât. 7)
Semâhât; vermesi lâzım olmayan şeyleri de seve seve vermek. 8) Müsâmaha
etmek; başkasının kabahatini, kusurunu görmezlikten gelmek. (Ali bin
Emrullah)
MÜVEKKEL:
Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.
Her kim sabah namazının farzını cemâat ile kılarsa, kıyâmet gününde yüzü
ayın on dördü gibi parlar. Öğle ve ikindi namazlarının farzlarını cemâat
ile kılsa, Hak teâlâ o kula bir saf melek müvekkel kılıp, kıyâmet gününe
kadar onun için tesbîh ederler. Her kim akşam namazını cemâat ile kılsa,
Hak teâlâ hazretleri o kişiyi peygamberlerle haşr eder. Her kim yatsı
namazını cemâat ile kılsa, o kimse ile Hak teâlâ arasında hicâb (perde)
kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
MÜVEKKİL:
Vekil eden, bir kimseyi kendi yerine geçiren. (Bkz. Vekîl)
Vekil, müvekkilden ayrıca izin almadıkça veya, "istediğini yap" diyerek
umûmî vekîl edilmedikçe, başkasını kendine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât
vermek için olan vekil, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekîl
yapabilirler. (M. Mevkûfâtî, İbn-i Âbidîn)
MÜZÂREA ŞİRKETİ:
Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni
toprak birinden, çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen
nisbette (miktârda) aralarında paylaşmak üzere, kurulan şirket.
Müzâreaya verilmiş bir toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, alan
kimse toprak kurtuluncaya yâni mahsûl kaldırılıncaya kadar bekler. Yâhut
mahkeme yolu ile satışı bozdurur. (İbn-i Âbidîn)
MÜZDELİFE:
Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem
aleyhisselâmla hazret-i Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.
Hac esnâsında Arafât'tan dönüşte Müzdelife'de bir müddet durmak
vâcibdir. (İbn-i Nüceym)
Arefe (Kurban bayramından önceki gün) gecesi Müzdelife'de yatmak
sünnettir. Arafât'tan Müzdelife'ye gelip burada yatsı vakti olunca,
akşam ve yatsının farzları birleştirilerek cemâat ile kılınır. Akşam
namazını Arafât'ta veya yolda kılanların Müzdeli fe'de tekrar cemâat ile
veya yalnız olarak yatsı ile birlikte kılması lâzımdır. Müzdelife'de
fecr (tanyeri) ağardıktan sonra vakfeye durmak da haccın
sünnetlerindendir. Gece Müzdelife'de yatıp fecr açılırken sabah namazını
hemen kılıp sonra Meş'ar-il-haram denilen yerde ortalık aydınlanıncaya
kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir.
(Mevkûfâtî)
Hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekke'ye, Medîne'ye girerken,
Müzdelife'de vakfeye dururken, cenâze yıkayacağı zaman, hacâmat (kan
aldırma) olduktan sonra, Kadr, Arefe, Berât geceleri ve deli iyi olunca,
çocuk bâliğ ve kâfir müslüman olunca gusl et meleri (boy abdesti
almaları) müstehâbdır. (Ebû Bekr Ali)
MÜZİLL (El-Müzill):
Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i
hüsnâsından (güzel isimlerinden).
El-Müzill ism-i şerîfini yetmiş beş kere söyliyen ve sonra duâ eden
kimse, hased edenin hasedinden ve zâlimin zulmünden emin olur. (Yûsuf
Nebhânî)
MÜZZEMMİL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.
Müzzemmil sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyet-i
kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen el-Müzzemmil kelimesinden dolayı
Sûret-ül-Müzzemmil denilmiştir. Müzzemmil, örtünüp bürünen demektir.
(İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Müzzemmil sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed!) Gecenin yarısında, istersen biraz sonra,
istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'ân oku!
Doğrusu biz sana taşıması güç bir görev vereceğiz. (Âyet: 1-5)
Kim Müzzemmil sûresini okursa, Allahü teâlâ ondan dünyâda ve âhirette
zorluğu kaldırır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîrî)
|