METBÛ':
Kendisine tâbî olunan, uyulan.
Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her
zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi
olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)
İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim
metbûdur, amel ise ona tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise,
melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir). İlim yalnız olduğu hâlde
nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, i limsiz fayda veremez. (Kudbüddîn
İznikî)
METÎN (El-Metîn):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli,
kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik,
güçsüzlük meydana gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır. (O),
kuvvet sâhibidir, metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)
2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile
isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat
kendisi, lafızları, sözleri.
Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek
nâdir hâllerde mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya
ikisi arasında bir derece ile vasıflandırılması, senette yer alan
râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşı mamaları, râvi sayısının
çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili)
olması v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf
seneddeki bu durumlara göre; sahîh, hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve
âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
METRÛKÂT:
1. Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.
Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi
lâzımdır. Özür ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın
vaktini geçirmek büyük günâh olup, kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca
tövbe de etmelidir. Fıkıh kitapları nda, müslümana hüsnü zân (iyi zan)
edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât
denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn
Haskefî-İbn-i Âbidîn)
2. Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz.
Terîke ve Mîrâs)
ME'VÂ CENNETİ:
Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere
karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)
MEVÂCİD:
Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)
Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid,
ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir.
Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir.
Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâ sıtadan başka bir şey değillerdir.
(İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun
en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve
mevâcidden vaz geçmek, ilim ve mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar
gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıd ır. (Muhammed Bâkî-billah)
Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin
başlangıçlarıdır. Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve
mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan
hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya
sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize
verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize
yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber
efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl
ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
MEVÂT ARÂZİ:
Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a,
baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir
kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi
duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik
uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.
Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü)
olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
MEVCÛDÂT:
Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.
Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç
cinse ayrılır. Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en
kıymetlisi, en şereflisi insandır. Her cinsin nev'ileri (türleri,
çeşitleri) arasında üstünlük sırası va rdır. Meselâ nebâtâttan hurma
ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı
erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek
ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi
bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma
ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında
beyaz bir şey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey
yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin Emrullah)
MEVDÛ HADÎS:
Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve
senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i
şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye
Muhyiddîn ibni Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı
Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs doludur derdi. Onun bu tür
iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâb ı vermişlerdir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların,
câhillerin dîne soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M.
Sıddîk bin Saîd)
Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar,
mevdû hadîslerin hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları
yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)
MEVHİBE:
İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.
İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi
çalışarak elde edilir. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır.
Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine
verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
MEVHÛM:
Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan.
Hayâlî. (Bkz. Vehm)
Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini
görmek de tatlı gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi
dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve vehim olup, kendisi
değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine ben zemektedir. Allahü
teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd
(var olan) şeylerin tesirlerine, işlerine benzettiği için, mevhûm
olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay almak ümidi
meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)
MEVKÎ':
Yer, mahâl, makam.
Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde
nifâkı münâfıklığı yâni için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i
şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal
ve mevkî sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok
değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi)
iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir:
Birinci sebeb; nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram
yollardan elde edilmesini ister. İkincisi; kendinin ve başkalarının
haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müs tehâb olan meselâ, sadaka vermek
için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler
yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve
çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya
zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine ve müslümanlara
hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken,
İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk
etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini
eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi, mevki'den de lezzet
almaktadır... (Muhammed Hâdimî)
MEVKIF:
Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra
toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)
Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm
olduktan sonra, bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler)
ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni
Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkes i büyük bir korku alır.
Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler
insanlar ile karışır. (İmâm-ı Gazâlî)
MEVKÛF SATIŞ:
Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde;
başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.
Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın
satılması, o kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o
mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)
MEVLÂ:
1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel
yardımcıdır. (Enfâl sûresi: 40)
De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O,
bizim mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip,
dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)
Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan
sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur.
Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
2. Sevgili, sevilen.
Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i
şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi,
efendisi.
4. Âzâd edilmiş köle.
5. Kölesini âzâd etmiş olan kimse.
Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile
arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her
ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)
MEVLÂNÂ:
1. "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı
ifâdesi.
Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ
Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan
şeyi terk etmek vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur.
(Abdülhay Lûknevî)
Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren
Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim
darlığından askere geldi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid
Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş
olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve
bâzı büyüklerin lakabı.
MEVLEL-MUVÂLÂT:
Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî
yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile
îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın
(velîmsin), şâyet ben bir cinâyet ( suç)işlersem diyetini (borcunu) sen
ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir mukâvele (sözleşme)
teklifinde bulunması.
Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir
yakını bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ
altında bulunan vefât ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen
kadın olup da yalnız zevcini (kocas ını) geride bırakırsa, bunlar
muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal
mevlel-muvâlâta âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)
Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek
Zevilerhâmdan kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M.
Mevkûfâtî)
MEVLEVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin
tasavvuftaki yolu.
Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir
çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî;
Mesnevî'nin birinci beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen
kâmil (olgun) yüksek insan olduğun u bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştüğünden, ney'i
çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe
başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve
Celâleddîn-i Rûmî' nin beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf
üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı
bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar zamânında
gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil
ve ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı.
Sultan İkinci Mustafa Han'ın hocası olan Vânî Muhammed Efendi,
Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin
rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman
Efendi, Tezkiye-i Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına
vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
MEVLİD:
Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya
gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.
Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya
gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu
övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir
dirhem harcayan, Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir.
(Hazret-i Ömer)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına
sebeb olan dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)
Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)
Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para
düşünmeden Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)
Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir: Âmine Hâtun Muhammed
Ânesi, Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
Mevlid Gecesi:
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu
Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına
ziyâfet verir, dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri
anlatırdı. Müslümanlar bu geceye çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün
mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine
müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye sevinmektedirler.
(İbn-i Hacer-i Heytemî)
Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı,
vefâtından sonra O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun
doğumu için sevinmek Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur. Bu geceye
hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur.
Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının
durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de
azâb yapılmaz. Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka,
hediy e vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn
Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)
Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri
yedirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek
bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve
çok sevâb olur. Bunları yalnız f akirler için yapmak şart değildir.
Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)
Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece
Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)
Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar,
hayr ve hasenât yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar.
(Şemseddîn Sehâvî)
MEVT:
Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)
MEVZÛN:
Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.
Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen)
veya mevzûn olan bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)
MEYL-İ TABÎ'Î:
İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin
istemesi.
Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir
mahlûku, varlığı kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak
istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak,
kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü teâlânın
sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan
kurtulur. İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin
özelliklerinden, ihtiyâçlarından ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en
son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği kulları olan
evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ
hepsinde vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı
içmeği severdi. Nefs itminâna kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle
gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket enerjisinin kötü
isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)
Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri
yoktur. Tabîat kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir.
Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya
mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister. (İmâm-ı
Rabbânî)
MEYTE:
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen
hayvan. (Bkz. Leş, Murdar)
MEYYİT:
Vefât etmiş, ölü.
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında
oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir.
(Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)
Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye
benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği
gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek
bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine
verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Rabbânî)
Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i
şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için,
fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi
olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)
Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım
lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
MEZÂR:
Kabir, ölünün gömüldüğü yer.
Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur.
Bunları hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden,
orada ibâdet eden fakirlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu
sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında a dak hayvanı da kesilmez.
(İbn-i Âbidîn)
MEZHEB:
Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz
sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili
olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan)
hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce
mezhebinden bugün dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen
unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî
mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketler inde ve
ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde
bulunması lâzımdır. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim,
birer müctehîd idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte,
zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta (ahlâk ilminde) birer deryâ
idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlull ah'ın sallallahü aleyhi ve
sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken
sözlerini işitmekle az zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile
amel etmek lâzım geleceğinden her birinin mezhebi vardı.Mezhebleri az
veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i tâbiîn
(Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin
mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı.
Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. (Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)
Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması
lâzımdır. Dört mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört
mezhebden birine tâbi olmak için bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi
öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazıl mış fıkıh ve ilmihâl
kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)
Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü
de Ehl-i sünnet îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında
olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî, Tahtâvî)
Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü
aleyhi ve selleme uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde
açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile
ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, K ur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i
şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır.
(Abdülganî Nablûsî)
Mezheb İmâmı:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din
bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça
bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça
bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd.
(Bkz. Müctehid)
Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat
bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı
kirâmın hepsi derin âlim ve müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi.
Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üst ün idi. Fakat bunların kitabları
olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)
Mezheb Taklidi:
1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına
tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla
amel etme.
Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre
kendisine daha kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer.
Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün
işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu mezhebe girmiş olur.
Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Peygamber
efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur.
(Şernblâli)
Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak
değildir. Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine
uymak, yâni kitâb ve sünnete uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî,
Nablüsî)
Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından
öğrenmekten başka çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer.
Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O
mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya
zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük)
bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu mes'eleyle ilgili şartlarına
uyarak faydalanma.
Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde
bildirilen ölçüler çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç
mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o mezhebin o hususla ilgili
bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzım dır. Meselâ Hanefî
mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset
(pislik) bulaşmış kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa,
yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe riâyet etmesi ve imâm arkasında
Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır.
Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir.
(Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)
Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi
taklîd etmez. Fakat bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o
işi başka mezhebi taklîd ederek yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)
MEZHEBDE MÜCTEHİD:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden
(kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i
mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir. (Bkz. Müctehid)
İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup,
mezhebde müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden
ve yayan odur. Güzel ahlâkı ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i
Âbidîn)
MEZHEBSİZ:
Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde,
dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî
delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden
veya böyle birine uyan kimse.
İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır.
Bunlardan dördü de haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî,
Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her müslümanın bu dört mezhebden birinin
fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uy gun yapması lâzımdır.
Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber
efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir.
(Tahtâvî, Hamdullah Decvî)
Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır.
Îmânda ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i
sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak mezhebden birine uymayan, bid'at
(sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine beşinci mezheb
diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf
Nebhânî)
Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl
etmezler. Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm
çıkarabileceklerini söylerler. Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri
câhillikle ithâm ederler. Bin sened en beri gelmiş hâlis müslümanları ve
mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek
müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm
âlimi olarak tanıtırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)
Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen
bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık
olarak bildirilmemiş şüpheli olan delîlleri te'vîl ederek (kendine göre
yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise , ehl-i bid'at (sapık) olur.
(Hamdullah Decvî)
MEZMÛM:
Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.
Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet
olarak yâni her kavmin her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir.
Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere
benzemeği düşünmeyerek kullanmak g ünâh değildir. Pantolon, fes ve
çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve
herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere
ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler
olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah
olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve
yapmak harâm olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı,
onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan şeylerd ir ki,
bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır. (İbn-i
Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)
MEZY (Mezî):
Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf
sıvı.
Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz
bulanık koyu sıvı) ve mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması
gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M. Mevkûfâtî)
Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i
Âbidîn)
Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy
abdesti) de lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)
MIRDAR:
Leş. (Bkz. Leş)
MISHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)
MISKA:
Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz.
Rukye)
Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir
ve insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve
her harfi mübârektir, muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)
MİHRÂB:
Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı
yer.
İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında
olunca, mihrâb içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)
Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan
yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire,
fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i
Âbidîn)
MİHRİCÂN GÜNÜ:
Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.
Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların
isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek
hediye vermek, îmânı götürür. Bu günlerde hürmet için kâfire yumurta
bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)
MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak,
ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil!
Mîkâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda,
Cebrâil (aleyhisselâm; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne
dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap verdi. (Muînüddîn Hirevî)
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı
yaratmıştır. Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve
hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)
MÎKÂT:
Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.
Mîkâtlar şunlardır:
Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler,
Zülhuleyfe'den; Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi
Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma
girerler. (M. Zihni Efendi)
Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak
olan şeyi işlediği için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî) Olunca
vâsıl-ı haddî mîkât İki ihrâmdan aç; iki kanat.
(Nâbî)
(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan
ibâret olan ihrâmını giy.)
MİL:
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil
uzak olan kimse, niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)
MÎLÂD:
Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel
gecesi. (Bkz. Noel Gecesi)
Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı
günü veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir
veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitablarda yazılıdır. (Hasib
Bey)
Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî
târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor.
Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni
Rehber Ansiklopedisi)
MÎLÂDÎ YIL:
Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve
365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.
Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce
gelmektedir. Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri,
şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmektedir. Çünkü
müslümanların mübârek günleri, güneş ayların a göre değil, hicrî kamerî
aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı
adında bir râhip altıncı yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı.
(Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük
âlim, İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin
bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki
zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk Gümüş)
MİLHAFE:
Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.
Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin
zevcesine (hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)
MİLLET:
1. Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu,
kavim.
Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni
hıristiyan ve yahûdîler olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki
sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika milletleri kitablıdır.
İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler ol up, her şeyi yapan bir
Allah'ın bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için
Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz
çevirir. Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek
sâlihlerdendir. (Bekara sûresi: 130)
(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet
bulasınız" derler. Sen de, deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan
İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman müşriklerden (puta
tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)
(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki:) Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un
milletine uydum. Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu
bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Lâkin insanların çoğu
şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)
Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde
Hanefî mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin
Kudbüddîn İznikî)
MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):
Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat
birliği.
İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını
câhiliyye devri âdetleri olarak reddetmekle birlikte, aslâ,
müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr etmeye dâvet
etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. K aldı ki;
"Vatan sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve
"Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah
efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin ve milliyetçiliğin aleyhine
kullanmak mümkün değildir. İslâmiye t bunları yok etmez, kardeş olmaya
dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)
MİNÂ:
Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol
üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre
(şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban
etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.
Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin
kuzeyindedir. Son yapılan asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası
4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4
kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)
Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe
okumasıdır. Birisi Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi,
dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi namazlarından önce Arafât'ta,
üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da okunur.
(İbn-i Nüceym)
Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram
denilen yerden Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en
uzak olan Cemre-i akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet
parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzakta n Cemre yerini
gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Sonra hiç durmadan
buradan gidilip kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve
bütün hacılar bayram namazı kılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin
altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı
bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i Buhârî)
MİNÂRE:
Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.
Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i
Muâviye'nin emri ile yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması
sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve
oyun havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i
Âbidîn)
MİNBER:
Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek
yer.
Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i
şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve
konuşması haram olur. (Kâşânî)
Minber-i Nebevî:
Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.
MİNNET:
1. Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı
İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa
çıkarmayın. (Bekara sûresi: 264)
Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır.
Böyleleri bir kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya
davranışlarla açıklamaya kalkışarak zavallıyı mahcub eder ve gönlüne
ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)
2. Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal
onların rızâsını almaya çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle
olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakları
çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd
bir hayâta kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle
olanlara minnet borcum çoktur. (Ömer Mita-Japon)
3. Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât
ve selâm ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız
ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli
efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyo r. Her geçen an, ömrümüzü
azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza
toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey
geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun
yaşamaya çalışmalıyız! Anc ak böylece kurtulmamız umulur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak,
O'na yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes,
hayâtın devâmını sağlar. Verilen nefes, insanı rahatlatır. O halde, her
nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da
götürebileceğimiz biricik servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek
(O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak,
O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)
4. Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü
teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini
beğenme hâlinin) zıddı.
MİNNETDÂR:
Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.
Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i
Ömer'dir). Bugün bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya
koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren, Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün
insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye benzer.
(Veliyyullah-ı Dehlevî)
Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi
vardır. O da İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)
Mİ'RÂC:
1. Merdiven.
Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya
geldikleri zaman, peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır
bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile
çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında
uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi
yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan
göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, g etirilmesi.
Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar.
Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı.
"Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk
edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram
yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış
köşkler gördüm. Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu
ki: "Öfkesini yutanlar ve insanları affedenler içindir. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden
bir takım insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil!
Bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?"
Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar, başkalarının ayblarını
(kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en
şereflilerinden biri de, O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi
O'ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den
Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsr â sûresinin birinci
âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ'
denir). Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını
meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve
fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu,
Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve
kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh
hadîsler bildirmektedir. Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık
iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda
rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi,
uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak
Dehlevî, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Behâüddîn)
Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem, mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı
gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ görmesi ile değil, âhiret görmesi ile
oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çe vresinden dışarı çıktı. Bu görmeğe
dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü ve
yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÎRÂS:
Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin
hükmünü istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle
beyân eder: Eğer bir kimse ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba
bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi olursa, terikenin yarısı
bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi
bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok
kız kardeşi varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler
erkek ve kadın olurlarsa erkek için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız
diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla
bilendir. (Nisâ sûresi: 176)
Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları
bulunan hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik
yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına bırakması daha iyidir. (İbn-i
Âbidîn)
Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen)
çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)
MÎRÎ TOPRAK:
Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)
MÎSÂK:
Söz verme, sözleşme, andlaşma.
1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan
gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb
buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri.
(Bkz. Ahd)
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu
okurken kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü
gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu, azâb
verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonr a da nehy
(yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur.
Şüphesiz bunları gereği gibi düşünen insan hem mahzûn olur, hem de
ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın
bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.
Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum
(söz veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i
Haskefî, Halebî)
MİSKAL:
Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.
Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45
gramdır. (Süleymân bin Cezâ)
Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir
miskal bulaşmış ise yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn
İznikî)
Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)
MİSKÎN:
1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi
olmayan müslüman.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya
güç yetiremeyenler üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek
lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)
Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını)
büsbütün saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)
Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve
miskînleri sevmektir. Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet
günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah
efendimiz ona; "Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular.
(Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn)
2. Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın
dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..
(Yûnus Emre)
MİSLÎ:
Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları
farklı olmayan mal.
Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan
şeyler ve sayı ile ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı
büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır. (İbn-i Âbidîn)
Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden,
kıymetini öder. (İbn-i Âbidîn)
MİSVÂK:
Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve
Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.
Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir.
(Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan
yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)
Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli
sünnettir). Misvâk, düz ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış
boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da yetişen Erak ağacının dalıdır.
(Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası birkaç saat
suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa,
zeytin dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son
nefeste) Kelime-i şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini
pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız kokusunu giderir, Allahü
teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvv etlendirir, gözleri
nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş
olur, ağzı temiz olur, fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur,
şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki rek'at namazın sevâbı,
misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok olur.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye
kadar kal'a feth edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm
askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth edilemedi. Kâfirler İslâm
askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur
işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye
başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi.
"Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu
için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble misvâksız namaz
kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona;
"Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar
okumaya başladı. Bir saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar
Ansiklopedisi)
MİSYONERLİK:
Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda,
henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde
çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık
propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları y ürüten râhib, papaz ve
din adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik
teşkîlâtı adı verilir.
Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri
hıristiyanlaştırmak için misyoner teşkîlâtını kurdular. İktisâdî
(ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen kilise
ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler.
Hıristiyanlığı İslâm memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm
düşmanlığı başlattılar. İslâm memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı
öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler. Bugün de güzel
memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve
broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt
dışından adreslere gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü
vâsıtayı mübâh (sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya
ve Afrika milletlerini, asırlar boyu sömüren devletlerin en büyük
yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teş kîlâtları olmuştur.
Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla
meşgûl olmazlar. O memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî
değerleri tahrib ederler. Tahrîb ettikleri millî duyguların enkazı
üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde bulunan
bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MİŞNÂ:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının
iki kısmından biri.
Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline
getirilmiş ilk hâlidir. Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ
aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı emirleri) verdiği
gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi . Mûsâ aleyhisselâm
bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da
kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb
aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler hahamlardan hahamlara rivâyet
edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde çeşidli
Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri,
hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de
karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını
ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en son
ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda
tarafından yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler
ve şerhler yapmışlardır. Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve
Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın yazılmasından
maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri
tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle
şekilleri onlarda n çok farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde
bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir. Vâki' olmuş
hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak
Tevratların âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir:
1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek günler. Bayram ve oruç günleri
gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim (Mukaddes
şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye,
risâleler de cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)
Mİ'YÂR:
1-Ölçü âleti.
Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve
onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini
kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O hâlde, peygamberlerin
bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın i nanmaktan başka çâre yoktur.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın
istediği, beğendiği bir yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin
edâ edilemediği vakit.
Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan
başka bir oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse
Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca niyet etse, o yine Ramazan orucundan
sayılır. (Serahsî)
MİZÂC:
Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz.
Huy)
Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış
olduğundan; bu kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış),
düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve fikir diye bir şey kalmaz. Nice
insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kız arlar. Hattâ, yüzünden
gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur.
Zîrâ gadab, ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: "Mizâcın burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı)
söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)
MİZÂH:
Latîfe, şaka.
Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu
Ulûmiddîn)
Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını
(ağırbaşlılığı) azaltır. (Hazret-i Ömer)
Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı
âdet ve meslek hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla
şaka, mizâh vakti öldürür ve çok güldürür. Çok gülmek ise, kalbi
karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb
temizleyicidir. Mizâhta aşırılığa kaçmamalı ve devamlı
olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb olur. Çok
gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)
MÎZÂN:
1.Terâzi, ölçü âleti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size
açık mûcize geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını
yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi
olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle)
fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim)
sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya,
insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü
teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)
2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu
bilinmeyen terâzi.
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse
hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi
kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız) . Hesâb gören olarak biz
(herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)
Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn,
umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse,
onlar kendilerine yazık edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî
kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)
Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i
şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün
görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu
defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günâhı
sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e giderken, Allahü
teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir
şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur.
Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur.
(Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)
İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle
gelecek, mîzâna konacaktır. (İbn-i Abbâs) Ömür tamam olup defter dürülür
Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur Hakk'ın dergâhında elbet durulur Buyruğu
tutulur ferman eğlenmez.
(Aziz Mahmûd Hüdâyî)
MİZMÂR:
1. Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak
üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar.
İslâmiyet'i bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı
kerîmi mizmârlardan yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için
değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb
verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i
şerîf-Müsâmere)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken
buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek
çoğalır. Gençler ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur.
Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile
güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile
şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı,
içki içenlerin âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti
harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta) askerin moralini
kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da
hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir.
(İmâm-ı Gazâlî)
2. Güzel ses.
Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû
Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû
Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu
Ulûmiddîn)
Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni
kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı
Dehlevî)
MU'ACCEL:
Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey. (Bkz. Mehr)
Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel
olduğu bildirilmedi ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre
söylenilenin bir miktârı mu'accel olur. Mehrin hepsi mu'accel denildi
ise mu'accel olur. (Fetavâ-yı Hindiyye)
MUÂHEDE:
Andlaşma. (Bkz. Ahd)
İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci
düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere
yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi
bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır. (Abdürreşîd İbrâhim Efendi)
MUÂHEZE:
Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin
etmek) ile muâheze etmez. Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz
yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan söyleyerek veya ilerde yapacağım
yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemi n etmekte) muâheze eder. Onun
keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri
doyurmaktır. Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer
elbiseyi on fakire giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir. Bu üçünden
birini yapmaya gücü yetmiyenin üç gün müteâkiben (peşpeşe) oruç
tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir.
Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz) . (Mâide
sûresi: 89)
Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez. Herkesin
kazandığı kendi lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir. "Ey Rabbimiz!
Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi muâheze etme. Ey Rabbimiz! Bize,
bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize
gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme. Günâhlarımızı affet. Bizi
bağışla. Bize merhâmet eyle. Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler
gürûhu (topluluğu) üzerine bize yardım et (dediler) " (Bekara sûresi:
286)
Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş
defâ istiğfâr ederse (günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü
teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez. (Mekhûl eş-Şâmî)
MUAHHİR (El-Muahhir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri
(inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden
uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.
El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur. (Yûsuf
Nebhânî)
MU'ÂMELÂT:
İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler,
fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin
dört kısmından biri.
Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın
sözü de kabûl edilir. Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek
gibidir. (Alâüddîn-i Haskefî)
MU'AMMÂ:
1.Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir. Fakat, nasıl olduğu
bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir.Nasıl olduğu bilinmeyeni,
anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur.
Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alı r ve öyle görür. Bu,
bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden
seçilmişlere bildirilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.
On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir. (Yeni
Rehber Ansiklopedisi)
|