KIYÂMET:
1. Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl
olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme)
ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık
âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması , kıyâmetin kopması. (Bkz. Sâat)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kıyâmet muhakkak gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. (Hac sûresi: 7)
Ey insanlar! Rabbinizin azâbından korkun. Muhakkak kıyâmetin zelzelesi (sarsıntısı)
pek büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, analar, emzirdikleri
çocuklarını bırakıp unutur, hâmile kadınlar çocuklarını düşürür. O günün
dehşetinden sen insanları sarhoş bir hâlde görürsün, hâlbuki onlar
sarhoş değillerdir. Fakat Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir. (Hac
sûresi: 1,2)
Kıyâmet kötü insanlar üzerine kopar (iyi insanlar bulundukça, Allahü
teâlâ kıyâmeti koparmaz). (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Yeryüzünde Allah diyen bir kimse kalıncaya kadar kıyâmet kopmaz. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd
buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin
bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz
hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldı zlar, dizili incinin kopup
dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi
döner ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Bâzan toplanır, bâzan da
dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emr eder. Yedi
kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her
canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Yerde taş
üstünde taş kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz. (İmâm-ı Gazâlî, Kurtubî,
Kâb-ül-Ahbâr)
2. Her canlının ölüp, âlemin nizâmının düzeninin bozulmasından bir
müddet sonra, yine Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın
ikinci defâ sûra üfürmesi ile bütün ölülerin yeniden dirilip, hayat
bulmasından, yeni bir hayâtın başlamasından sonr a herkesin bulundukları
yerden, kabirlerinden kalkıp, mahşer (Arasât meydanı) denilen yerde
toplanıp, dünyâda yaptıklarından hesâba çekilecekleri ve herkesin
Cennet'e veya Cehennem'e gidinceye kadar devâm edecek olan zaman. Bu
zamâna kıyâmet günü de denir.
...O (Allahü teâlâ) elbette sizi kıyâmet günü mahşerde (Arasât
meydanında) kabirlerinizden toplayacaktır. Bunda aslâ şüphe yoktur... (Nisâ
sûresi: 87)
Kıyâmet günü, herkes dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan
kurtulamayacaktır. Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti?
Malını nereden kazandı ve nerelere harcadı? Cismini bedenini nerede
yordu, hırpaladı? (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kıyâmet Alâmetleri:
Kıyâmetin kopmasının yaklaştığına dâir Resûlullah efendimizin haber
verdiği büyük ve küçük alâmetler, işâretler.
On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz. Bunlar: Duhan (duman),
Deccâl, Dâbbet-ül-erd, güneşin batıdan doğması, Îsâ aleyhisselâmın
gökten inmesi, Ye'cüc ve me'cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve
Arabistan'da yer batması, bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp,
insanları bir araya getirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kıyâmet alâmetleri, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Küçük
alâmetlerin sayıları pekçok olup, bir kısmı ortaya çıkmış ve çıkmaya
devâm etmektedir. Bâzıları şunlardır: İnsanlardan ilim, emânet kalkar,
câhillik artar. Emîn kimse bulunmaz. Oyun v e çalgı âletleri çok
kullanılır. Adam öldürmek ve fitne çok olur. İnsanlarda, birbirine karşı
sevgi kalmaz. İslâmiyet'e uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. (İbn-i
Hacer-i Mekkî, İmâm-ı Süyûtî)
Kıyâmet-i Kübrâ:
Büyük kıyâmet. Canlıların öldükten sonra tekrâr diriltildikleri gün,
zaman. Kıyâmet günü.
Kıyâmet-i Suğrâ:
Küçük kıyâmet, herkesin kendi ölümü.
KIYÂS:
Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında
nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü,
buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne
benzeterek anlama.
Haşr sûresi ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey ilim sâhipleri! Îtibâr
ediniz (yâni bilmediklerinizi bildiklerinize kıyâs ediniz) "
buyurulmuştur. Îtibâr etmek, benzetmek demektir. Bu âyet-i kerîme, kıyâs
ve ictihâdı emr etmektedir. (Beydâvî)
Kıyâsı, müctehîd (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ
çıkarabilen) âlimler yapar. Böyle olmayanlar kıyâs yapamaz. Hicrî
dördüncü asırdan sonra kıyâs yapacak derin âlim kalmadı. (İbn-i Âbidîn,
İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Nebhânî)
Kur'ân-ı kerîmden her ince bilgi elde edilir. Abdullah ibni Mes'ûd
radıyallahü anh; "Onda, öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilimleri
vardır" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükümler sonsuzdur. Ancak
bu bilgilerin bir kısmı kapalı ve örtülüdür. Ehli olanlar bunları ilim
ve ihlâsı kadar anlayabilir. İşte, sünnet, icmâ' (müctehid denilen
âlimlerin bir hususta sözbirliği etmeleri) ve kıyâs ile; Kur'ân-ı
kerîmdeki kapalı bilgiler meydana çıkarılıyor. Kıyâmete kadar, bütün
insanlara lâzım olacak hükümleri, dört mezheb imâmı anlamış ve
kitaplarına yazmışlardır. (Seyyid Alizâde)
Kıyâs, bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir yenilik) değildir. Çünkü
kıyâs, nüsûsun yâni âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını
meydana çıkarmaktadır. Yoksa bu mânâlara başka şey eklememektedir.
(Ahmed Fârûkî)
Dînî hükümlerin isbâtında; Kitâb(Kur'ân-ı kerîm), sünnet (Peygamber
efendimizin sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadıkları şeyler), icmâ-ı
ümmet (müctehid denilen, derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde
sözbirliği etmeleri) ve kıyâs mûteberdir (ge çerlidir, kıymetlidir).
(Ahmed Fârûkî)
Zarûrî olarak bilinen îtikâdî mes'elelerde yâni inanılacak şeylerde
kıyâs yoktur (olmaz). (Serahsî)
Nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunan yerde kıyâs yapılmaz. Biz,
zarûret olmadıkça kıyâs yapmayız. Bir suâl (soru) sorulunca, onun
cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararız. Bulamazsak, hadîs-i şerîflerde
ararız. Yine bulamazsak, Resûlullah efen dimizin sohbetinde yetişmiş
Eshâb-ı kirâmın herhangi birinin sözlerini ararız. Bu suâlin cevâbını
bunlarda da bulamazsak, kıyâs yaparak cevâbını buluruz. (İmâm-ı a'zam
Ebû Hanîfe, Hamevî, Hâdimî)
Bir kişinin haber verdiği hadîs-i şerîfleri veya kıyâs ile anlaşılan
bilgileri kabûl etmeyen, beğenmeyen kâfir olmaz ise de, bid'ât ehli yâni
doğru yoldan sapmış olur. (İbn-i Âbidîn)
KIYEMÎ:
Çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan mal.
Uzunluk ile ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı ve elbise, ev,
dükkân, el yazması kitab, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdirler. (İbn-i
Âbidîn)
KIYMET:
Değer, îtibâr, üstünlük.
İnsanın kıymeti ilim ve edeb iledir. Mal ve neseb (soy) ile değildir. (İmâm-ı
Şâfiî)
İnsanın kıymeti, îmân ve mârifetle (Allahü teâlâyı tanımak, bilmekle)dir.
Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
KİBR (Kibir):
Kendini başkasından üstün görme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Onu hatırla ki, meleklere; "Âdem'e (hürmet olarak) secde edin" demiştik
de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak iblis secde etmekten yüz
çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimi anlamaktan (Kur'ân-ı
kerîmi kabûlden) çevireceğim. Onlar her mûcizeyi görseler de onu
kendilerine yol edinemezler. Fakat sapıklık yolunu görürlerse, onu yol
edinirler... İşte böyle hareket etmeleri, âyetlerimizi yalan
saymalarından ve onlardan gâfil bulunmalarından dolayıdır. (A'râf sûresi:
146)
Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet'e girmeyecektir. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Kibir, gurur ve övünme gibi duygular insanın içine çuvaldız gibi
saplıdırlar. İnsanın kibirlenmesi, kendinde gördüğü fazîletlerden ileri
gelir. Ancak, insan evliyâdan bir mübârek zâtı tanıdığı zaman, bütün bu
fazîletlerin, kesinlikle ve gerçek olarak Allahü teâlâda bulunduğunu
anlar. Kendisinde bulunan her şeyin, Allah tarafından emânet olarak
verildiğini görür (Ali Havvâs).
Kendisinden daha fazla ilmi olan bir kimseyi görüp de ondan kibir ve
gururundan dolayı istifâdeye çalışmayan kimse, en büyük câhildir. (Ahmed
Rifâî)
KİBRİYÂ:
Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik.
Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen buyuruyor ki: "Kibriyâ, üstünlük ve
azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehennem'e atarım,
hiç acımam. (Berîka)
Kibriyâ sıfatı Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar
aşağılarsa, Allahü teâlânın yanında kıymeti o kadar yükselir. Kendine
kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)
KİLÂBİYYE:
Ebû Abdullah Kilâb'ın kurduğu bozuk fırka.
Yetmiş iki bid'at (sapıklık) yolunun esâsı dokuz fırkadır. Bunlar hâricî,
şiî, mu'tezile, mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve
kilâbiyyedir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve dört
halîfesinin (aleyhimürrıdvân) zamâ nında bunların hiçbiri yoktu. (Abdülkâdir
Geylânî)
KİLE:
Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.
Birkaç kimse arasında müşterek, ortak olup, kile veya vezn (tartı) ile
ölçülen bir malı, ölçmeden paylaşmak fâiz olur.
Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsten olmayanlar, birbiri ile (meselâ
arpa buğdaya karşılık) satılırken, hacimleri aynı olsa da, veresiye
satmak fâizdir. (Ömer Nesefî)
KİLİSE:
Kenîse; hıristiyanlara mahsûs ibâdet yeri. Hıristiyanlıktaki mezheblere
de kilise denilmektedir.
Hıristiyanlar, Romalılar zamânında ibâdetlerini gizli olarak
mağaralarda, mahzenlerde yaparlardı. Açık ibâdet yerleri yoktu. Çünkü
Roma imparatorları, hıristiyanlığı yasakladıkları gibi inananları da
yakalayıp öldürüyorlardı. Bizans imparatoru Konsta ntin'in, resmî din
olarak hıristiyanlığı kabûl etmesinden sonra, kiliseler yapılmaya
başlandı. Konstantin'den sonra birçok kilise yapıldı ve kilise mîmârîsi
ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın çeşitli siyâsî sebeplerle mezheplere ayrılmasından
sonra, kiliseler de ayrıldı. Merkezi Roma'da bulunan ve rûhânî lideri
papa olan katolik kilisesi, merkezi İstanbul'da bulunan ve rûhânî lideri
patrik olan ortodoks kilisesi ve İngilte re'de gelişen Anglikan kilisesi
bunlardandır. (Harputlu İshâk Efendi)
Necs (pis) olmak ihtimâli bulunan yerlerde, meselâ kabristânda, hamam
içinde ve kilisede namaz kılmak mekrûhtur. Soğuk ve başka sebeble açık
yerde namaz kılınamaz ve başka yer bulunamazsa, kilisede hem yalnız, hem
cemâat ile kılmak câiz olur. Namazda n sonra hemen çıkmalıdır. Çünkü
kilisede şeytanlar toplanır. Kilisede bulunan küfür alâmetleri
boşaltılırsa namaz kılmak mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bugün hıristiyanların kiliselerinde ve yahûdîlerin havralarında
kalblerin ve ruhların değil de, nefislerin ve düşüncelerin
birleştirilmesine çalışılmaktadır. Bunun için kiliseler, havralar bir
mâbed (ibâdethâne) değil, bir politika ve konferans yeri olup, insanları
uyuşturarak, liderlerin, şeflerin arzû ve düşünceleri istikâmetinde
sürüklenmektedirler. (M. Sıddîk bin Saîd)
KÎL-U-KÂL:
Dedi-kodu. Gîbet. (Bkz. Gîbet) Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki,
kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.
(M. Sıddîk bin Saîd)
KİN:
Gizli düşmanlık. (Bkz. Hıkd)
Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke iyi düşünmeyi
daraltır, insanı yanıltır. (Hacı Bayram-ı Velî)
KİNÂYE LAFIZLAR:
Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde
kullanılan sözler.
Erkek kinâye söyleyince, boşamağa niyet etti ise veya öfkeli ise
karısını boşamış olur. "Var yıkıl git. Artık seni istemem, babanın evine
git. Seni boşamak istiyorum" gibi sözler, boşamak niyyet edilmedikçe
talâk, boşama olmaz. Bırakmak, terketmek la fızları (kelimeleri) kinâye
iseler de boşamak için kullanılmaları âdet olduğundan boşamada kinâye
değil, sarîh (açık) sözlerden sayılır. Bunlarla derhâl boşama meydana
gelir. (İbn-i Âbidîn)
KİRÂ:
Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret.
Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek
hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli
bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi. (Bkz. İcâre)
Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı olduğu
gibi teslim etmesi lâzımdır. Teslim etmezse, gasb etmiş olur. Fakat
kullanma sebebi ile herkes için meydana gelmesi âdet olan harâblık,
yıkılmalar ve bozulmalar kabahat sayılmaz. (Ali Haydar Efendi)
Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslim etmezse, geçen zamânın
ücretleri mülkünden çıkar; kirâcıya geri vermesi lâzım olur. (Fetâvâ-i
Hindiyye)
KİRÂMEN KÂTİBÎN:
İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki
melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hâlbuki üzerinizde gözetleyici, amellerinizi yazan (Allah indinde)
Kirâmen kâtibîn melekleri vardır. (Ki onlar, hayır ve şerden)
işlediklerinizi (yaptıklarınızı) bilirler. (İnfitâr sûresi: 10-12)
Kirlenince çabuk gusl (boy) abdesti alın! Çünkü, Kirâmen kâtibîn
melekleri cünüp gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kirâmen kâtibîn denilen meleklerden sağ taraftaki melek, soldakinin
âmiridir ve iyi işleri, ibâdetleri yazar. Soldaki melek, kötülükleri
yazar. (Kemahlı Feyzullah)
Kirâmen kâtibîn, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. Helâda
iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Helâdan çıkınca
yazarlar. (Kutbüddîn-i İznikî)
Bir kimseye selâm verirken, çok kimseye verir gibi vermelidir. Çünkü
mü'min yalnız değildir. Kirâmen kâtibîn adındaki iki melek, onunla
berâberdir. (M. Muhammed Rebhâmî)
KÎSÂNİYYE (Keysâniyye):
Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk
fırka. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması
sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de
denir.
Hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye'nin babasından sonra
imâmetini (halîfeliğini) kabûl eden Keysâniyye fırkası, Allahü teâlânın
bedâ (önceki hükmünü değiştirme) sıfatı olduğunu söylerler. Muhammed bin
el-Hanefiyye'nin Radvâ dağlarında ya şadığına, sağında ve solunda birer
arslanın ve bir parsın onu koruduğuna ve onun gelecek Mehdî olduğuna
inanırlar. (Abdülazîz Dehlevî)
Keysâniyye mensupları, dine, namaz, oruç, zekât v.s. gibi hükümlerin
te'vilini (yorumunu) öğreninceye kadar uyar. Farzların bir kısmını terk
ederler. (Abdülkâhir Bağdâdî)
KİSVE:
Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu
kimselere te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
...Onların (annelerin) âdet olduğu şekli ile yiyeceği ve kisvesi; çocuk
kendisinin olana (babaya) âittir. Kimse gücü yettiğinden fazlasıyla
sorumlu tutulmaz. (Bekara sûresi: 233)
Dînimizce nafaka; yiyecek, kisve ve oturacak yer demektir. Kitapların
çoğunda, yalnız yiyecek mânâsına kullanılmak âdet olmuştur. Fakir olan
zevcin, zengin olan zevcesine, orta hâllilere âdet olan nafaka vermesi
lâzımdır. Fakir nafakası verip, aradak i farkı, zengin olunca öder.
(İbn-i Âbidîn)
Kisve, senede iki gömlek ve iki himâr (baş örtüsü) ve iki milhâfedir.
Milhâfe (ferâce veya manto), kadının sokağa çıkarken giydiği bir şeydir.
Bunların biri yazlık, biri kışlıktır. Şimdi kisveye, iç donu, cübbe
(kalın manto), yatak, yorgan da ilâve e tmek lâzımdır. Kış mevsiminde,
gömlek yünden, manto ve himâr ipekten olur. Ayakkabı, mest sokağa çıkmak
için olduklarından, nafakaya dâhil edilmemiştir. Fakat zaman ve
memleketin âdetine göre dâhil edilirler. Memleketin âdetine göre, kadına
lâzım ola n gıdâ, elbise ve ev eşyâsının hepsi nafakaya dâhil olur.
Zevcin bunları getirmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)
Kisve-i Şerîfe:
Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları hücre-i seâdet üstündeki
kubbe üzerine serilen örtü.
Hücre-i seâdetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük
kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye, Kubbet-ün-nûr denir. Osmanlı
pâdişâhlarının gönderdikleri kisve-i şerîfe bu kubbe üzerine örtülürdü.
Kubbet-ün-nûr üzerine gelen, mescid-i seâdetin büyük yeşil kubbesine
Kubbet-ül-hadrâ denir. (Eyyûb Sabri Paşa)
KİTÂB:
1. Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin)
birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîm.
Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği,
mushaflarda yazılı, bize kadar tevâtür yoluyla, yalan üzere birleşmeleri
aklen mümkün olmayan bir topluluk tarafından Arabca olarak nakledilen
kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür) . Bütün insanların dünyâ ve
âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri bilgileri içerisinde
bulundurur. İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esaslarına
dâir hükümler, mükelleflerin söz ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve
mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit hükümlerdir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
2. Amel defteri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz azîmüşşân, insan için sahîfesi açılmış olarak, kendisine vâsıl olan
kitab göndeririz. (İsrâ sûresi: 13)
Kitâb ve Sünnet:
Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri (söz, iş ve
görüp de bir şey demedikleri hususlar) mânâsına olan bir terim.
Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır: "Kitâb ve sünnet"
birlikte söylenince; Kitâb, Kur'ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler
demektir. (Farz ve Sünnet) denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri,
sünnet ise Peygamberimizin sallallahü aleyh i ve sellem sünneti yâni
emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, şerî'at
yâni bütün ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmiyet'teki emirler ve yasaklar)
demektir. (M. Sıddîk Gümüş)
Ezan, Kitâb ve Sünnet ile bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Bir velî, İslâmiyet'e uydukça ilerler. İlhâmları artar fakat, velîlere
gelen ilhâmlar kitab ve sünnetin üstüne çıkamaz. (Muhyiddîn ibni Arabî)
İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed
aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, mezhebler, tarîkatler,
rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı seâdete kavuşturmazlar.Kur'ân-ı kerîmin
ahkâmını, hükümlerini öğrenmeyen, hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil
ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz kitâb ile
sünnettir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Çok vakit kalbime düşünceler geliyor.Kitâba ve sünnete uygun bulursam
kabûl ediyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)
Kitâb-ı Mukaddes:
Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve
Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.
Îsâ aleyhisselâma İncîl isminde bir kitâb nâzil oldu. Fakat yahûdîler bu
kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Sonradan ortaya çıkan ve
hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları
Kitâb-ı Mukaddes iki kısımdır. Birincisi, Ahd -i atîk (Eski ahd), o
zamâna kadar gelen peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve bilhassa Mûsâ
aleyhisselâmın bildirdiklerini ihtivâ eder. İkincisi Ahd-i Cedîddir
(Yeni ahd). Esas olarak Îsâ aleyhisselâma inananlardan Matta, Markos,
Luka ve Yuhannâ'nın ya zdıkları kitablar olup, Îsâ aleyhisselâmın
hayâtı, yaptığı işler ve verdiği nasîhatları ihtivâ eder. Fakat Kitâb-ı
mukaddes içinde bulunan hakîki bilgilere birçok yanlış düşünceler,
efsâneler ve hurâfeler eklenmiştir. (Manastırlı Müderris Hâcı Abdullah
Abdi Bey)
Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları
Kitâb-ı mukaddeste zulmü, vahşeti emr eden pekçok yerler vardır. Ahd-i
atik'in Huruç (çıkış) kitâbının 23. bâbının 23. ve 24. âyetlerinden
sonra Mûsâ aleyhisselâmın kadınları sağ bır aktığı için subaylarına
kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emr
ettiği yazılıdır. (Harputlu İshâk Efendi)
Bugün elde bulunan Kitâb-ı mukaddeste mevcut olan ilim, akıl ve ahlâk
dışı yazılar meydandadır. Buna karşılık İslâm âlimlerinin akla, ilme,
fenne ve medeniyete ışık tutan yazıları da dünyâ kütübhânelerini
doldurmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
KİTÂBET:
Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
1. Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve
kâideleri.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran
bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: Ulûm-i âliyye (yüksek din
bilgileri) ve ulûm-i ibtidâiyye (âlet ilimleri). Yüksek din bilgileri
sekizdir. Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilm ek için lâzım olan
âlet ilimleri on ikidir. Bunlar; sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı
kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân, me'ânî, bedî, belâgât ve inşâ
ilimleridir. Din âlimi olmak için sekiz yüksek din bilgisini bütün
incelikleri ile fen bilgilerini de lüzûmu kadar öğrenmek lâzımdır.
(Abdülgânî Nablüsî)
2. Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine
getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir
sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme. (Bkz. Mükâteb)
KİTABLI KÂFİRLER:
İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler.
(Bkz. Ehl-i Kitab)
Müslüman erkeğin kitablı kâfir kadını nikâh etmesi câizdir. Başka kâfir
kadınla ve mürted olmuş, dinden çıkmış kadınla evlenmesi câiz değildir.
(İbn-i Âbidîn)
KİTABSIZ KÂFİRLER:
Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizler.
Müslümanlar, âhirete inanıyor. Kitabsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar
dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar
etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.
(Hazret-i Ali)
Kitabsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve kız verilmez.
(Muhammed Hâdimî)
Her müslüman iyi bilsin ki, bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu
düşünerek, bir san'ata yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitablı
kâfirler keşf etsin, bulsun, ister kitabsız kâfirler, her san'atı
öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en i leri şekilde yapmağa
çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
KOMŞU:
Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.
Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola
çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz! (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşuya hürmet etmek ana-babaya hürmet etmek gibi lâzımdır. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Zımmî (gayr-i müslim vatandaş) komşunun bir hakkı, müslüman komşunun iki
hakkı, akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, bir sâlih müslüman hürmetine, komşularından binlerce
belâyı, felâketi uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşusunun aç yattığını bildiği hâlde, kendisi tok yatan, kâmil (îmânı
olgun, tam) bir mü'min değildir. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Hukûk-i ibâd, kul hakkını gözetmektir. Kul hakkının en önemlisi,
ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla,
onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca
hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı, sonra hü kûmetin hakkı gelir.
(Abdülhakîm bin Mustafâ)
Dünyâda en kıymetli şey; müslüman, sâlih, Allahü teâlânın ve mahlûkların
haklarını bilen ve gözeten komşudur. Herhangi bir kimseye yapılması
haram olan bir fenalık, komşuya yapılırsa, günâhı katkat daha fazla
olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevâ b olan bir iyilik, komşuya
yapılırsa, sevâbı katkat daha fazla olur. (Seyyid Alizâde)
Kâfir olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak, ihsân etmek
lâzımdır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
KONAK:
Tasavvufta ilerlerken her iki derece arası.
Allahü teâlâya yakın olmak, ulaşmak husûsunda tasavvuf büyükleri;
"İnsanı kavuşturan konaklar sonsuzdur, bitmez tükenmez" demişlerdir.
(İmâm-ı Rabbânî)
KÖLE:
Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Bir de ana-babaya
iyilik edin. Akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizdeki kölelere de iyilik
edin. Çünkü Allah büyüklenen ve övünen kimseyi sevmez. (Nisâ sûresi: 36)
Şu iki güçsüz, yâni köle ve kadın hakkında Allah'tan korkunuz. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyâhut onu döğse, onun keffâreti
(cezâsı) köleyi âzâd etmesidir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
İslâmiyet, bütün kölelere ve hizmetçilere iyi muâmele edilmesini, onlara
şefkat ve merhametle davranılmasını emretmiştir. (Van Denberg)
KÖTÜ ARKADAŞ:
İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve
âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.
İşin temeli iyi insanlarla konuşmak, kötü arkadaştan sakınmaktır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı (arzu ve
istekleri), önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytan. Bunların hepsi
insanın îmânını almak isterler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını,
parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların
en kötüsü, en zararlısı, insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını,
ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâ ve âhiretine, ebedî seâdetine
saldıranlardır. Îmânımızı, bu düşmanların şerrinden ve İslâm
düşmanlarının aldatmalarından Allahü teâlâ emîn eyleye. (Muhammed
İznikî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi' olup, İslâmiyet'e
uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette seâdete, huzûra kavuşur.
Kötü kimselerin iğfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse,
şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb kararır, bozulur. Nurlu, temiz
kalb, İslâmiyet'e uymayı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse,
şeytâna uymayı sever. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, dünyânın
her yerinde yeni doğan çocukların kalblerini temiz olarak yaratmaktadır.
Bunları, sonraları anaları, babaları ve kötü arkadaşları karartmakta,
kendileri gibi yapmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kötü arkadaş kötü yılandan daha kötüdür. Zîrâ kötü yılan can alır. Kötü
arkadaş ise can ve îmân alır. (Ali Râmitenî)
KÖTÜ DİN ADAMI:
İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile
amel etmeyen, insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din
adamı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kâbe'yi tavâf ediyorken; "Hangi
insan daha kötüdür?" diye soruldu; "Kötü olanı sorma, iyi olanı sor!
Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler bilerek
günâh işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm ; "Kötü din adamları, su yolunu
kapayan kaya gibidir. Su kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni olur"
dedi. Hadîs-i şerîfte; "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi
kendisine faydalı olmayan din adamınadır" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen hâtıranın (düşüncenin) cinsini anlamak için, İsâmiyet'e
uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih (iyi, dindar)
olan bir âlime sorulur. Sâlih olmayan, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden
kötü din adamına sorulmaz. Yâhut, Res ûlullah sallallahü aleyhi ve
selleme kadar üstadlarının hepsi bilinen hakîkî bir rehbere, yetişmiş ve
başkalarını yetiştirmeye ehil bir İslâm âlimine sorulur. (Muhammed
Hâdimî)
İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete,
Cehennem'e sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din
düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünyâ
isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan, din adamı da, dünyânın en
kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan
çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş
oturuyor görüp, sebebini sormuş, Şeytan demiş ki: "Bu zamânın kötü din
adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için bize iş
bırakmıyorlar." (İmâm-ı Rabbânî)
KÖTÜ HUY:
Dînin ve aklın beğenmediği huy.
İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu
olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da, hatâları eritir.Sirke balı
bozduğu gibi, kötü huy; hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) mahveder.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine
götürür. Bâzan küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kötü huylar, kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun
ölümüne sebeb olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, küfür (Allahü
teâlâya ortak koşmak) ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir, hemen
öldürür. Îmânı olmayanın kalbi temiz olmaz. Ölmüş, kokmuş olan kalbin
temiz olması düşünülemez. (Muhammed Hâdimî)
Her müslüman, kalbinden kötü huyları çıkarıp, iyi huyları
yerleştirmelidir. Bir kaçını çıkarıp, birkaçını yerleştirmekle, insan
güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı olgunlaştıran yoldur. Böyle olmayan
yola tasavvuf denmez. (Muhammed Hâdimî)
KUBÂ MESCİDİ:
İslâm târihinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
hicreti sırasında Medîne-i münevvere yakınında bulunan Kubâ'da ilk defâ
inşâ edilen mescid.
Bir kimse evinde güzel bir gusl abdesti alarak Kubâ mescidine gelir de
bu mübârek mescidde namaz kılmaktan başka bir niyeti olmazsa bir umre
etmiş gibi kendisine sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye
hicret buyururken, Medîne-i münevvereye yakın olan Kubâ köyünde birkaç
gün misâfir kaldı. İlk iş olarak müslümanlarla birlikte Kubâ mescidini
yaptı. Cumâ günü Medîne'ye doğru yola çı ktı. Raûna vâdisinden geçerken
öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu.
(Abdülhâk-ı Dehlevî)
KUBBE-İ HADRÂ:
Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin
üzerindeki yeşil kubbe.
Kubbe-i hadrâ, müslümanların göz bebeğidir. Müslümanlar, kubbe-i
hadrânın altında bulunan mübârek hücre-i seâdeti ziyâret etmeyi,
kurtuluşlarına sebeb bilirler. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem; "Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib olmuştur"
buyurmuştur. (Abdullah-ı Mûsulî, Tâcüddîn Sübkî)
Mısır Türkmen sultânı Seyfeddîn Sâlih Klâvûn rahmetullahi aleyh, 1279
(H. 678) senesinde Hücre-i seâdet üzerine bugünkü Kubbe-i hadrâyı ilk
olarak yaptırıp kurşun ile kapattı. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KUBÛR:
Kabirler, mezârlar.
İnsanların ölünce defnedilmeleri, gömülmeleri için dîne uygun kazılan
yerler. (Bkz. Kabir)
KUDDİSE SİRRUH:
Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi
anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun
mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi
için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad hazretlerinin üstâdı
(hocası) ve Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülkuddûs kuddise
sirruh, oğluna yazdığı bir mektubunda buyuruyor ki: "Oğlum! Vaktin
kıymetini bil. Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış. Her zaman abdestli
bulun. Beş vakit namazı sünnetleri ile ve ta'dîl-i erkân (rükûda,
kavmede yâni rükû'dan kalkıp ayakta iken, iki secdeyi yaparken ve
celsede yâni iki secde arasında oturmada bütün âzâlar, organlar
hareketsiz kaldıktan sonra, Sübhân allah diyecek kadar durmak) ile,
huzur (kalben Allahü teâlâ ile berâber olmak) ve huşû (Allahü teâlâdan
korkmak ve tevâzu hâli) ile ve şerîatin sâhibinin (Peygamber
efendimizin) bildirdiği gibi kılmaya çalış. Bunları yapınca, dünyâda ve
âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun." (M. Hâşim-i Keşmî)
KUDDÛS (El-Kuddûs):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve
celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren
şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra
gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan v e özellikten münezzeh, pâk
ve temiz olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah'tan başka ilâh yoktur. O, mülkü hiç yok olmayan bir Mâlik (sâhib)
tir. Kuddûs'tur..." (Haşr sûresi: 23)
Her gün bin defâ el-Kuddûs ism-i şerîfini söyliyen kimsenin gönlü
dağınıklıktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
KUDRET:
Güç, güçlü olma.
1. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her
şeye gücünün yetmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve
azametini gösterir, kesin delîller vardır. (Âl-i İmrân sûresi: 190)
Ebû Mes'ûd el-Bedrî anlattı: Hizmetçimi kamçı ile dövüyordum. Arkamdan;
"Ey Ebû Mes'ûd! Sen bil ki..." diye bir ses işittim. Öfkemden, bu sesin
mânâsını anlayamadım. Bana yaklaşınca, bir de ne göreyim Resûlullah
efendimiz bana hitâben; "Ey Ebû Mes'ûd! Allahü teâlânın senin üzerindeki
kudreti, senin bu hizmetçiye karşı kudretinden daha büyüktür" buyurdu.
Bunun üzerine ben; "Bundan sonra hizmetçimi bir daha dövmeyeceğim"
dedim. (İmâm-ı Müslim)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde; "Sizden evvel gelip
geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri,
gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri canlıları,
cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördükleriniz in içini, özünü
araştırınız. Bütün bunlarda, yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi,
büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız" meâlinde
emirler buyurmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kıyâmet günü bütün canlılar, mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel
defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları; yerleri, gökleri,
zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ
yapacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Dil, şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz.
Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler
için değildir. Göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir.
Eşin dostun ayıbını görmek için değild ir. (Sa'dî Şîrâzî)
İnsanın esas özelliği; âcizlik ve muhtâç olmasıdır. Hak teâlânın sıfat-ı
zâtiyyesi ise; kudret ve gınâ (kimseye muhtâc olmamak) dır. (Bursalı
İsmâil Hakkı)
2. Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.
Kul her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini elbette
seçecek; iş, iyi veya fenâ olacak, günâh veya sevâb kazanacaktır. Allahü
teâlâ kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret
ve ihtiyâr (beğenmek, seçmek güc ü) vermiştir. Daha çok vermesine, lüzûm
yoktur. Lüzûmu kadar vermiştir. Buna inanmayan, Kolay şeyleri anlamayan
kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, İslâmiyet'e uymamaya bahâne
aramaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) Bugün elinde var iken fırsat, Âhiret
hazırlığı yap hemen Çünkü sende bulunan bu kudret Elden ele geçer gider
dâim.
(Sa'dî Şîrâzî)
KUDÜS:
Filistin'de, Süleymân aleyhisselâm tarafından inşâ ettirilen Mescid-i
Aksâ'nın bulunduğu şehir. Bu şehir târih kitaplarında İlyâ adıyla da
zikredilir.
Târihi çok eskilere dayanan Kudüs şehri, târih boyunca pekçok işgâl ve
yağmaya uğradı. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukatnazar) Kudüs'ü zabt
ettiği zaman şehri yakıp yıktı. Mescîd-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve
diğer mücevherleri Babil'e götürd ü. M.S. 70 senesinde Romalılar
tarafından tekrar işgâl edilerek yakılıp yıkılan Kudüs şehri, 120
yılında tâmir, hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında da müslümanlarca
fethedildi. 1099 (H.492)'de haçlılar (hıristiyanlar) Kudüs'ü istilâ
edince yakıp yı ktılar. Pek çok müslümanı kadın ve çocuk demeden
kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ'yı da yağmalayıp üstüne haç
diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan
Salâhaddîn-i Eyyûbî 1187 (H. 583)'de Kudüs'ü haçlılardan kurtarıp,
Mescid-i Aksâ'dan haçları ve putları kaldırttı. Yavuz Sultan Selîm Han
zamanında Osmanlı idâresine giren Kudüs, Birinci Dünyâ savaşından sonra,
müslüman Türklerin elinden çıktı. 1967 (H. 1387)'deki Arap-İsrâil
savaşında Kudüs, yahûdîler tarafından işgâl edildi. (İslâm Târihi
Ansiklopedisi)
Müslümanlar hicretten on altı ay sonraya kadar Kudüs'teki Mescid-i
Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi
ve sellem mîrâca buradan yükseldi. (Abdullah-ı Dehlevî)
Hazret-i Ömer Kudüs'ü feth edince, Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması
için emir verdi ve hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Kudüs ahâlisine bir de
emannâme (emniyet belgesi) verdi. Emannâmede buyurdu ki: "İş bu mektûb,
müslümanların emîri Ömer bin Hattâ b'ın, İlyâ (Kudüs) ahâlisine verdiği
emân mektubudur ki, onların; varlıkları, hayatları, kiliseleri,
çocukları, hastaları sağlam olanları ile öteki milletler için
yazılmıştır..." (Taberî)
KUL:
1. İbâdet eden, itâat eden, hizmet eden, canlı mahlûk (insan, melek ve
cin).
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum!Emrettiğim farzları yap, insanların
en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ' sâhibi olursun.
Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâc
kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ben kulum. Kullar gibi yere oturur yerim. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı; onların kendisine ibâdet
etmeleri ve başka hiçbir varlığı O'na şirk (ortak) koşmamalarıdır.
(Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul
olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun hakîkî îmâna kavuşması için, dört şey lâzımdır; bütün farzları
edeble yapmak, helâl yimek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan,
yasaklardan sakınmak ve bu üçüne ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek.
(Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî)
2. Köle. (Bkz. Abd ve Köle)
Kul Hakkı:
Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.
Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden
önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün
hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa,
hak sâhibinin günâhları buna yüklenecektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Rabbânî)
Kul hakkının en mühimi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile güler yüzle
yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmağa çalışmalıdır. Sonra
komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaşlık hakkı gelir.
(Muhammed Rebhâmî)
Allah yolunda şehîd olanın, kul haklarından başka bütün günâhları
affolur. Kul haklarını da Allahü teâlâ, kıyâmette helâllaştıracaktır.
(Ahmed Zühdü)
İşlenen günahlarda kul hakkı varsa, buna tövbe için; kul hakkını hemen
ödemek, hak sâhibi ile helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır.
Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istiğfâr edip, çocuklarına,
vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
KULLETEYN:
Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96
santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl
yâni 220 kg su.
Hanefî mezhebinde akar suya ve büyük havuza, Şâfiî mezhebinde kulleteyn
miktârı olan suya, Mâlikî mezhebinde herhangi miktardaki bir suya pislik
düşerse, pisliğin üç eserinden biri, yâni rengi, kokusu veya tadı belli
olmayan her tarafından abdest ve gusl (boy abdesti) câiz olur (alınır).
(İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde küçük havuza, Şâfiî'de ise kulleteynden az olan suya,
az necâset (pislik) düşerse üç sıfatı (özelliği) yâni rengi, tadı,
kokusu değişmese de necs (pis) olur. İnsan içmez ve temizlikte
kullanılmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
KUMAR:
Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin
aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin
isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile
kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak
bahse tutuşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans
okları birer şeytan işi, pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa
eresiniz. (Mâide sûresi: 90)
Kumar ile ele geçen mülk olmadığı için, satılması ve satın alınması ve
yenilmesi câiz değildir, haramdır. (Kâdızâde Muhammed Ârif)
KUNÛT DUÂSI:
İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde
zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının
ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının
yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan
sonra okunan duâ.
Resûlullah efendimiz zamânında Bi'r-i Mâûne vak'asında, Sahâbe-i
kirâmdan (Peygamberimizin sohbetinde yetişen mübârek arkadaşlarından)
yetmiş kurrâ (hafız), Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik'in
yeğeni Âmir bin Tufeyl ve adamları tarafından şehîd edilmişlerdi.
Peygamber efendimiz bu hâdiseye çok üzüldüler. Bu elîm hâdiseyi yapan
kabîlelere, belâ için bir ay sabah namazında o müşrikler aleyhine duâ
buyurdu. İşte kunût duâsının başlangıcı budur. Ondan evvel kunût
okunmazdı. (İmâm-ı Buhârî)
KUR'A ÇEKMEK:
Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen
isim.
Hâkimin bir malı, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur'a ile
taksim ettikten sonra, ortaklardan bâzısı, çekilen kur'adan vazgeçemez.
(İbn-i Âbidîn)
Mülk sâhiplerinin haklarının miktârlarını değiştirmek veya ortaklardan
birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan
kur'a harâm olur. (İbn-i Âbidîn)
KUR'ÂN-I KERÎM:
Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma
yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu
şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı
insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması
ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve
getiremeyeceği son ilâhî kitap.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, (belâgat, güzel
nazm ve kâmil mânâda) bu Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini ortaya koymak
için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya
koyamazlar. (İsrâ sûresi: 88)
Kur'ân-ı kerîm için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür, dedi. İşte
bunu söyleyeni, şiddetli bir ateş içinde, Cehennem'e atacağım. Şiddetli
ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O, (içine girenleri) ne çıkartır, ne
azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada on dokuz
(azâb yapan melek) vardır. (Müddessir sûresi: 24-30)
Her kim beş vakit farz namazda Kur'ân-ı kerîm okursa, Hak teâlâ her
harfine yüz sevâb verir. Her kim namazdan başka vakitlerde Kur'ân-ı
kerîm okursa, her harfine on sevâb verir. Her kim, (tegannîsiz ve
hürmetle okunan) Kur'ân-ı kerîmi ayakta veya oturarak hürmet ile
dinlerse, her harfine bir sevâb verir. Her kim Kur'ân-ı kerîmi hatm
eylese (baştan sona okusa), o kulun duâsı Allah indinde kabûl edilir.
(Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Kur'ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir olsalar bile, azâbları
hafifler. (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
Kur'ân-ı kerîme, ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennem'de azâb
görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kur'an-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Allah kelâmıdır.
Hiçbir insan öyle düzgün söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin
hepsine İslâmiyet denir. Hepsine inanan insana mü'min ve müslüman denir.
Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni küfür denir. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmin her bir harfinde bin bir derde bin bir türlü devâ
(şifâ) vardır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Modern ilmin on dört asır geriden tâkib ettiğiKur'ân, ben şehadet ederim
ki, Allah kelâmıdır. (Kaptan Dr. Coustea)
Kur'ân'ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu
tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi
kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.
(Goethe)
İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ân'da cihân medeniyetinin dayandığı bütün
temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın,
Kur'ân'ın bildirdiği temel kâideler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz
gerekir. (Gaston Karl)
KURB:
Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya yakın olmak.
Sâlikin, tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir.
Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş
gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O
seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya yakınlığa ermiş olanların kurba en
büyük vesîleleri, farzları (Allahü teâlânın emirlerini) yerine
getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü teâlânın kulunu sevmesi için
vesîledirler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan
elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü
teâlâdan korkup, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı
farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)
Kurb ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha
çok olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem
azâbından daha kötüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i Ebdân:
Bedenlerin birbirine yakın olması.
Kurb-i ebdânın, kalblerin birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun
içindir ki, hiçbir velî, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmadığı
için bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı
yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallall ahü aleyhi ve sellem) hiç
görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi.
Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki: "Hazret-i Muâviye ile
Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye
(r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken,
atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir"
buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için
çalışmalıdır. Nîmetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık sebeblerini elden bırakmamalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i İlâhî:
Allahü teâlâya yakın olmak.
Allahü teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi
unuttuktan) sonra evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı Ensârî)
Kurb-i Nübüvvet:
Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.
Kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler
aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve bunların sahâbîleri (arkadaşları)
Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i Velâyet:
Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve
bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.
Bir velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna
kavuşması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir.
(İmâm-ı Rabbânî)
KURBAN:
Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ
(ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman
erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban
bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci
günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib olan koyun, keçi, sığır ve
deve gibi hayvanlardan her biri. Kurban kesilen günlere Eyyâm-ı Nahr
denir.
Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin
için namaz kıl ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi
emrolundu. Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki
kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kes enleri överlerdi. (İbn-i
Âbidîn)
Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban
kesmeyendir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb
yazılır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne
salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ
şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve
ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur.)
Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe
işlemiş olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet
günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip
terâzinin sevâblar kefesine koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün
müslümanlar ortaktır) . (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban kesen kendini Cehennem'den âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i
Âbidîn)
Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka
vermek sevâbından daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)
Kurban keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü
ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden
kesilir. Bismillahi derken (H)'yi belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Kurban Geceleri:
Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.
Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red
olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve kurban bayramının birinci geceleri,
Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i
şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı nahr denir. (M.Zihni Efendi)
KURBET:
Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak.
Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek kurbettir. (Muhammed bin
Kutbüddîn İznikî)
Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)
Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla hadesten
tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbettir ve
tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle azâd etmek ve sadaka, Hanefî
mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl olması
için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet
değildirler. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet
edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar ibâdet olarak emr olunmadı.
(Abdülhakîm Efendi)
KUREYŞ:
Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin
on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve
torunları.
Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti.
İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i
seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından
Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İsmâil aleyhisselâmın torunlarından olan Adnân'ın oğulları arasında
Mudar ve Rebîa meşhûr oldu. Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin,
Sakîf, Temim, Müzeyne kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş,
Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları
kolundan, annesi Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları
kolundandır. Yâni baba ve anne tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî,
Abdülhak-ı Dehlevî)
Arablar arasında cömertlik üstün bir vasıf olarak kabûl edilirdi. Hac
mevsiminde Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe hizmetlerine
önem verilirdi. Özellikle Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin kendisine âit
olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sa yardı. Kureyş kabîlesi bu
hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)
Kureyş Lehçesi:
Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu
lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.
Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında toplanarak
mushaf yâni kitab haline getirildi. Hazret-i Osman; Zeyd bin Sâbit,
Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As, Abdurrahmân bin Hâris bin Hişâm'dan
(r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu) vaz îfelendirerek Kur'ân-ı
kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka
Kureyş'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey
üzerinde ihtilâf ettiğiniz zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o,
Kureyş lehçesiyle nâzil olmuştur (indirilmiştir)" buyurdu. (Zehebî,
İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak
âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu
kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek
kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbın a (mübârek
arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi, Kureyş
kabîlesinin dili, lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini
(lehçesini) bilmek lâzımdır. (Taşköprüzâde)
Bir mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere
açıkça anlaşılan mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek
câiz değildir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve
lehçesi iledir. Kelimelere Peygamber e fendimiz zamânında Hicâz'da
kullanılan mânâları vermek lâzımdır. Zamanla değişip bugün kullanılan
mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Kureyş Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.
Kureyş sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Kureyş
kavmine câhiliyet devrinde verilen bâzı imtiyâzlardan (haklardan)
bahsettiği için sûreye, Kureyş sûresi denilmiştir. (İbn-i Abbâs, Taberî,
Râzî)
Allahü teâlâ Kureyş sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Kureyş'i emniyet ve selâmete, kış ve yaz onları (Kureyşlileri) gidiş ve
gelişlerde râhatlığa kavuşturduğundan dolayı (hiç olmazsa) şu Beyt'in
(Kâbe'nin) Rabbine ibâdet etsinler. O, (Allah ki) onları açlıktan
(kurtarıp) doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir. (Âyet: 1-4)
Kim, Kureyş sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, Kâbe'yi tavâf edenlerin
ve orada îtikâfta bulunanların adedinin on katı hasene (iyilik) verir.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Kureyş
(Liîlâfi) sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece
hiç olmazsa on birer defâ okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
KURRÂ:
Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları. (Bkz. Kârî)
Kurrâ-i Seb'a:
Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu)
Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.
Kurrâ olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân
bin Ebû Nuaym, ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû
Amr bin Alâ, dördüncüsü, İbn-i Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû
Bekr-i Esed, altıncısı, Hamzâ bin Ha bib bin Ammâret ibni İsmâil,
yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)
KUSVÂ:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden
Medîne-i münevvereye hicret etmek istediği sırada Kusvâ adlı devesine
bindi. Allahü teâlânın medhettiği beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i
mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı, har em-i şerîfe (Kâbe-i muazzamanın
etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; "Vallâhi! Sen
Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en
sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden
daha güzel daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış
olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım" buyurdu.
(Hadîs-i şerîf-Halebî)
Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin
ileri gelenleri Kusvâ'nın yularını tutup, Peygamber efendimizin kendi
evlerine misâfir olmasını istediler. Onlara; "Devemin (Kusvânın)
yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada
misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek ilerledi
ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının
bulunduğu yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi.
Hayvan tek rar ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü
ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ'nın üzerinden inip;
"İnşâallah menzilimiz (ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)
KUŞLUK VAKTİ:
Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk
dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına
ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti.
(Bkz. Duhâ Vakti)
KUŞLUK NAMAZI:
Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Bkz. Duhâ Namazı)
KUTB:
İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan
büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana
medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana
irşâd kutbu denir. (Bkz. Kutb-i Medâr ve Kutb-i İrşâd)
Kutb-ı Ârifîn:
Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.
Kutb-ı ârifin Zünnûn-i Mısrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu: "Her
âzânın bir tövbesi vardır: Kalbin tövbesi, mâsiyeti (günâhı) terk etme
husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi, haramlara bakmamasıdır; elin
tövbesi, kendisinin olmayan şeyi almama sı; kulağın tövbesi, bâtıl (boş,
yanlış ve bozuk, kötü) şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi, helal
yemesi; avret mahallinin tövbesi, kötü işlerden, zinâdan uzak durmadır.
Kutb-i Ebdâl:
Kutb-i aktâb, Kutb-i medâr.
Kutb-i İrşâd:
İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve
kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.
Kutb-i irşâd, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta
olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar
olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem, zamânını n kutb-i irşâdı idi. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Kalbi
bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline
dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında
zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası b ozuk olana tatlının acı
gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve
yetiştirebilen) olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra,
bir tâne bulunursa yine büyük nîmettir. Her şey onunla nurlanır. Onun
bir bakışı kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü
huyları silip süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd çok az bulunur.
Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir.
Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve
hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küres inin ortasından
Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun yolu ile gelir.
Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun
hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları
gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ sanki buz tutmuştur. Hiç
dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse
yâhut o, bir kimseyi sever onun yükselmesini isterse, o kimsenin
kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre,
o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikr
ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz
alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse,
yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışs a, Allahü teâlâyı zikretse bile
rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz
yolunu kapatır. O zât bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun
zarârını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür
ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu
düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de yalnız sevdikleri
için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i Medâr:
Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık,
barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük
zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.
Kutb-i medâr, her zaman bulunur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak)
lâzımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları kendilerini bile
bilmezler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta
durabilmesi için feyz (mânevî ilimlerin ve fâidelerin) gelmesine vâsıta
olur. Herşeyin yaratılması rızıkların gönderilmesi, dertlerin belâların
giderilmesi, hastaların iyi olması bedenleri n âfiyette olması, kutb-i
medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet
yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-i irşâd'ın feyzleri ile olur.
Kutb-i ebdâl'in (medarın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır.
Âlemin on dan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı
kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası
tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü âlemin rüşd, hidâyet ve
îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd
kutbu idi. O zamanda kutb-i ebdâl ise, hazret-i Ömer ve Üveys-i Karnî
idiler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-ül-Aktâb:
Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık,
barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i
gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler,
kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur.
(Bkz. Kutb-i Medâr)
KUTBİYYET:
Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi. (Bkz. Kutb)
KUVVE-İ ÂLİME:
Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike
de denir.
İnsan rûhu yalnız insanlarda bulunur. İnsan bu iki kuvvet ile
hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, kuvve-i âlimedir.
İnsan kuvve-i âlimesi ile tecrübî ilimleri yâni deneye dayanan fen
bilgilerini elde ederek, maddenin hakîkatini, ne o lduğunu anlar. Yine
kuvve-i âlimesi ile ahlâk bilgilerini öğrenip, iyi huyları ve yararlı
işleri kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. İkincisi, kuvve-i âmile
yâni yapıcı kuvvettir. (Bkz. Kuvve-i Âmile) (Abdülhakîm Arvâsî)
KUVVE-İ ÂMİLE:
İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve
başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen
bilgilere göre iş yapan kuvvet.
İnsan rûhunun iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan
ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, idrâk edici olan kuvve-i âlime
ve müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi kuvve-i âmiledir. İnsan
rûhunun kuvve-i âmilesi, akla dayanır. Bir işte, iyilik, fâide olduğunu
akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan ve zarar olacağını anlarsa, o
işi yapmaz. Şehvet ve gadab (kızma) kuvvetlerini idâre eder. (Ali bin
Emrullah)
Rûhun gerek kuvve-i âlimesi ve gerekse kuvve-i âmilesi meleklerdir.
Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir.
Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya, ölünceye
kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler
vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak
ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de bunu göstermektedir. (İmâm-ı
Gazâlî)
KUVVE-İ DERRÂKE:
Anlayıcı kuvvet, akıl.
Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. İyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan
ayırmak için yaratılmıştır. (Bkz. Kuvve-i Âlime) (Abdülhakîm Arvâsî)
KÜBREVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki
yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük)
lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.
Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenen
Necmeddîn-i Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye yoluna pekçok kimse girdi.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası Sultan-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile
Ferîdüddîn-i Attâr'ın hocaları Mecdüddîn Bağdâd î, Baba Kemâl Cündî,
Semnan pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye yolunda
ilerleyerek yükselmişlerdir. (Molla Câmi)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, tasavvufa dâir yazmış olduğu "Usûl-i
aşere" adlı kitâbında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde
açıklamıştır: Allahü teâlâya kavuşmak arzûsunda bulunan ve bu yolda
ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esâsa ba ğlıdır. Bunlar;
tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyâya gönül bağlamamak),
tevekkül (her işinde Allahü teâlâya güvenmek), kanâat (yemek-içmek
husûsunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak),
devamlı zikir (Allahü teâlâyı an mak), teveccüh (tamâmen Allahü teâlâya
yönelmek), sabır, murâkabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hîle ve
tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rızâ (nefsin arzularını terk ederek,
Allahü teâlânın hiçbir hükmüne îtirâz etmemek) dır. (Necmeddîn-i Kübrâ)
KÜÇÜK GÜNAH:
Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha
küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar. (Bkz. Sağîre)
Tahrîmen (harama yakın) mekrûh işlemek küçük günahtır. Küçük günâha
devâm etmek, büyük günah olur. (İbn-i Nüceym)
Küçük günâhı işlemekte ısrar etmek büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok
az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri
toplamından daha iyidir." Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini
yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısın a göre küçük
görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
Haramları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de,
küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı
küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ intikam alıcıdır. İstediğini
yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazâbını, düşmanl ığını günâhlar içinde
gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb
olabilir. (Muhammed Rebhâmî)
KÜÇÜK HAVUZ:
Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz. (Bkz.
Havz)
KÜFR (Küfür):
Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve
inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden)
tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu
herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmeme k.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar
için birdir. Onlar îmân etmezler. (Bekara sûresi: 6)
(Fir'avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları
ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için biz de kendilerinden
intikam almak diledik ve hepsini denizde boğduk. (A'râf sûresi: 136)
Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez.
Günâh olduğuna inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek haram işlemek
ve küfre, dinden çıkmağa sebeb olan işleri yapmak, sevâbların hepsini
yok eder. (Muhammed Hâdimî)
Küfr, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzu ve isteklerinden)
doğar. Küfürden teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa,
bunlardan doksan dokuzu küfre sebeb olsa ve biri müslüman olduğunu
gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı
Birgivî)
Küfr Alâmetleri:
Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.
Küfr alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfr
alâmetleri âdet olup, müslümanlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz.
Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr takan, kâfir olur, dinden çıkar.
(Şehzâde Muhammed)
Müslüman olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti
olan ve İslâmiyet'i inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr
edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir olur. (Ahi Çelebi, Dâmâd)
Küfr-i Cehlî:
İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan
şeylere inanmamak.
Küfr-i Cehlîye düşen kimsenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve
istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi, îmânını tâzelemesi ihtiyâtlı olur.
(Hâdimî)
Küfr-i Cühûdî:
Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd
etmek.
Küfr-i cühûdî, kibirden, mevkı sâhibi olmayı sevmekten veya
ayıplanmaktan korkmaktan hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların
küfrü böyle idi. (Muhammed Hâdimî)
Küfr-i Hükmî:
İslâmiyet'in îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri
yapmak.
Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri
güldürmek, hayrete düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen
sözlerde küfr-i hükmîden korkulur. Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen
sözler de böyledir. Bunun için insa n, sözünün ve işlerinin nereye
varacağını düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır. (Muhammed
Hâdimî)
Küfr-i İnâdî:
Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.
Küfr-i inâdî ile mürted (dinden çıkan) olanların, tövbe etmeleri için
yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan
şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Erkek veyâ kadın bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri
bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ
hezl, yâni güldürmek için söylerse veya yaparsa, mânâsını düşünmese dahi
küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî)
Küfr-i Nifâkî:
Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek. İnanmamak
Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse bağışlanmaz. (Vâhidî)
Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini
yerine getirir. Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı mûteber
değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
KÜFRÂN-I NÎMET:
Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak.
Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde
kullanmamak.
İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak küfrân-ı
nîmettir. (İmâm-ı Rabbânî)
İnsanın düşünmesi ve Allahü teâlâdan aralıksız olarak kendisine gelen
nîmetleri görmesi, bilmesi ve bunun netîcesi olarak da, şükrü kendine
vâcib bilmesi lâzımdır. Nîmetler bu yolla artar. Ancak insanların çoğu
kendini nîmet içinde gördükleri hâlde k üfrân-ı nîmette bulunurlar.
Nitekim Allahü teâlâ bundan haber veriyor ve Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Biz insana (sağlık ve genişlik gibi) nîmet verdiğimiz zaman, Allahü
teâlâyı anmaktan yüz çevirip, uzaklaşır. Ona fenâlık dokununca da pek
ümidsiz olur (Allahü teâlânın ihsânından ümîdini keser) " buyuruyor.
(İsrâ sûresi: 83) (Muhammed Rebhâmî)
KÜFV (Küfüv):
Eş, denk. Evlenecek kız ile erkeğin din bilgileri, takvâ (haramlardan
kaçmak), neseb (soy), mevki ve servet bakımından denk olması.
Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde (girince) kıl!
Hazırlanmış cenâzenin namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince
hemen ver. (Hadîs-i şerîf-Eşi'ât-ül-Lemeât)
Namaz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tembellik ederek
kılmayan kişi fâsık (büyük günâh işliyen) olup, sâlihâ (dînine bağlı)
kızın küfvü değildir. (Ömer Nesefî)
Kadını, kızı küfvüne vermek lâzımdır. Küfüv zengin olmak, maaşı çok
olmak demek değildir. Küfüv olmak, erkeğin sâlih (dînine bağlı) müslüman
olması, Ehl-i sünnet îtikâdında (doğru îmân sâhibi olması), namaz
kılması, içki içmemesi, yâni İslâmiyet'e uy ması ve nafaka kazanacak
kadar iş sâhibi olması demektir. Erkeğin böyle küfv olmasını düşünmeyip
de, zengin ve apartman sâhibi olmasını isteyenler, kızlarını felâkete
sürüklemiş, Cehennem'e atmış olurlar. Kızın da namaz kılması, tesettüre
(örtünmeye) dikkat etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
KÜLLÎ İRÂDE:
Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı. (Bkz.
İrâde)
KÜN EMRİ:
Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri. (Bkz. Emr)
KÜRSÎ:
Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın
altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük
varlıklardan biri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O'nun (Allahü teâlânın) Kürsîsi, göklerden ve yerden geniştir. (Bekara
sûresi: 255)
Kürsî, âlem-i halktan (madde âleminden) olup, göklerden ayrı olarak
yaratıldığı için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım gelir.
Nitekim, âlem-i halktan olan su, altı günün dışında ve daha önce
yaratıldı. (Ahmed Fârûkî)
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi,
Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka
kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan
hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)
KÜRSÜF:
Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul
kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez
veya saf nebâtî pamuk.
Kadınların kürsüf kullanmaları ve buna koku sürmeleri müstehâbtır
(iyidir). (Halebî)
KÜSÛF NAMAZI:
Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.
Peygamber efendimiz, husûf (ay tutulması), küsûf zelzele, şiddetli
rüzgârlar, devamlı yağmur, yakıcı yıldırımlar, korkunç karanlık, korkunç
sel, salgın hastalıklar ve korkulu, üzüntülü zamanlar için buyurdular
ki: "Bu gibi felâketleri gördüğünüz zaman namaza sarılın." (M. Zihni
Efendi)
Hicretin onuncu yılında Peygamber efendimizin bir buçuk yaşındaki oğlu
İbrâhim'in vefâtı sırasında güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in vefâtı
için olduğunu söyliyenlere karşı cevâben cemâatle iki rek'at küsûf
namazı kıldıktan sonra; "Güneş ve ay, cenâb-ı Hakk'ın âyetlerindendir.
Hiç kimsenin vefâtı yâhut hayâtı için tutulmazlar" buyurdu. (M.Zihni
Efendi)
Küsûf namazı ezânsız, kâmetsiz ve hutbesiz olarak kılınır. Kırâet
(okuma) uzun olur. (Dört rek'atte müsebbihatten dört sûre okunur.
Müsebbihat yedi sûredir. Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Saf, Cum'â, Tegâbün
ve A'lâ sûreleridir). Rükû ve secdelerle edâ ed ilir. Namazdan sonra
güneş açılıncaya kadar duâ edilir. Cemâat âmin der. (Senâullah Dehlevî)
KÜTÜB-İ SÂLİFE:
Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan
peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş
olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.
Kütüb-i sâlifeden bildirilenler, Kur'ân-ı kerîm ile yüz dörttür.
Bunlardan on suhuf (forma) Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit)
aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim
aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat, Mûsâ ale yhisselâma, Zebûr
kitâbı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı
kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, indirilmiştir. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın mûcize taraflarından en kuvvetlisi fenlere,
ilimlere âit olan âyetlerdir. Kütüb-i sâlife baştan başa okununca,
görülecek ki, Kur'ân-ı kerîmdeki tıb, astronomi, hikmet
(fizik-biyoloji), teşrih, kimyâ, nebâtat (botanik), yerin ta bakalarına
âit âyetlerin hiçbirisi onlarda bulunmamaktadır. Asırlar sonra keşf
edilen bir şeyin, Kur'ân-ı kerîme uygunluğundan büyük mûcize tasavvur
olunabilir mi? (Erzurumlu Hoca Muhammed Nusret)
KÜTÜB-İ SİTTE:
Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan
hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından
tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar;
İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i,
İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı (veya İbn-i Mâce'nin Sünen'i), İmâm-ı
Tirmizî'nin Sünen'i, Ebû Davûd Süleymân'ın Sünen'i, İmâm-ı Nesâî'nin
Sünen'idir.
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen
derin âlim) olabilmek için, bilinmesi gereken ilimlerden birisi de;
Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs kitablarındaki yüz binlerce hadîsi
ezberden bilmek ve her hadîsin ne zaman ve ne için buyrulduğunu ve
mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya
sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler
üzerine buyrulduğunu ve kimler tarafından nakl olunduğunu ve nakleden
kimselerin ne hâlde ve ahlâkta olduklarını bilmek lâzımdır. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbn-i
Âbidin'de yazılı âyet-i kerimeyi ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan
Mu'âz hadîsini okuyarak, müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini
Resûlullah nesh etmiştir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu
kabûl ederek nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi
için icmâ hâsıl oldu. (M. Sıddık Gümüş)
Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den olan diğer dört kitabda yazılı
binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin
sözbirliği ile bildirilmiştir. (M.Sıddîk bin Saîd)
Bâzı âlimler Kütüb-i Sitte'yi sayarken İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı yerine
İbn-i Mâce'nin Sünen'ini sayarlar. (Taşköprüzâde)
İbâdet ve ahkâm bilgileri hadîs kitaplarından kolay anlaşılmaz. Ahkâm,
helâl, harâm olan şeyler demektir. Hadîs kitaplarının en sağlamı Buhârî,
Müslim ve Kütüb-i Sitte'nin diğer dört kitabıdır. (Hâdîmî)
Muhammed aleyhisselâmın, peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren
yüzelli hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı Kütüb-i Sitte'de
yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın gökten ineceği de zarûrî bilinmektedir.
Bunlara inanmayan kâfir olur. (Enverşah Keşmirî)
Mezhebsizler, bâzı hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler
arasında, nasıl oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara
deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelenlere kusur olmaz. Bu
hadîs-i şerîfler Kütüb-i Sitte'de yok tur derlerse, hadîs-i şerîflerin
sayısı, Kütüb-i Sitte'de bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs
kitaplarında da sahîh hadîslerin bulunduğu sözbirliği ile
bildirilmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
|