KAVED:
Kısas olarak, öldüreni öldürme. (Bkz. Kısas)
Bir insanı haksız olarak, amden (kasten, bile bile) öldüren kimseye
kaved lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Muhârebede, iki tarafın askeri karıştığı zaman, kâfir sanarak, müslümanı
amden (kasten, bilerek) öldürene kaved lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn)
KAVİYY (El-Kaviyyü):
Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam
olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm
ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ Kaviyy'dir. Îmândan yüz çevirene ıkâbı (azâbı)
şiddetlidir. (Enfâl sûresi: 52)
El-Kaviyy ism-i şerîfini söyliyenin cismine, bedenine kuvvet gelir. (Yûsuf
Nebhânî)
KAVL:
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde
edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.
Öğle namazının vakti, zevalden yâni her şeyin gölgesi en kısa olduğu
zamandan, kendi boyu kadar veya boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm
eder. Birincisi, İmâmeyn'in (İmâm-ı Ebû Yûsuf'la, İmâm-ı Muhammed'in)
kavli, ikincisi, İmâm-ı a'zam'ın kavli dir. Şimdi ikindi ezânları,
İmâmeyn'in kavline göre okunmaktadır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Kavl-i Kadîm:
İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun
mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı
eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve
âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dikkate) alarak yaptığı yeni
ictihâdlarına kavli cedîd (yeni ictihâdları) denildi.
Keffâret-i iskât yâni meyyiti (ölüyü) namaz, oruç gibi dünyâda iken
yerine getiremediği borçlarından kurtulmak için, borcu kadar, fidye
denilen belli miktârda mal veya paranın fakirlere dağıtılması husûsunda
vasiyet etmedi ise, velînin (meselâ babası nın) keffâret iskatı yapması
Hanefîde lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde vasiyet etmedi ise de, velînin
iskat yapması lâzımdır. Şâfiî'nin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin
namaz ve oruçlarını kazâ eder. (Muhammed Mazharî)
KAVME:
Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az
bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.
Namâzı cemâat ile kılmak ve tümânînet (uzuvların hareket etmemesi) ile
kılmak, rükûdan sonra kavme yapmak ve iki secde arasında celse yapmak (sübhânallah
diyecek kadar durmak) sünnettir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu
bildiren âlimler de vardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Peygamber efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmına; "Hırsızların büyüğü
kimdir bilir misiniz?" buyurdu. "Bilmiyoruz. Siz buyurun!" dediklerinde;
"Hırsızların büyüğü, namazından çalandır ki, namazın erkânını tamam
yapmaz" buyurdu. Bu hırsızlıktan da sakınmalıdır ve büyük hırsız
olmaktan kurtulmalıdır. Niyeti doğru yapmalıdır. Niyet doğru olmazsa,
ibâdet sahîh, doğru olmaz. Kırâati doğru okumalıdır. Rükû'u, secdeleri,
kavmeyi ve celseyi, itminân ile yapmalıdır. Yâni rükû'dan kalkınca tam
dikilip, bir t esbîh miktârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup
yine bir tesbih miktârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede,
itminân (tumânînet, hareketsizlik) hâsıl olur. Böyle yapmayanlar,
hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır. (İmâm-ı Rabbânî)
KAYLÛLE:
Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da
yapılabilir.
Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i
şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na
uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece
ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu
vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı
Gazâlî)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar
suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle
yapardı. (Temîmî, Mekkî)
KAYYÛM (El-Kayyûm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve
mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur.
(Bekara sûresi: 255)
Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa
okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir.
(Yûsuf Nebhânî)
Kayyûm-i Âlem:
Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve
seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm
denilmiştir.
Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak,
ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile
olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun
asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed Ma'sûm)
KAZÂ:
Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı
gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez
Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Kazâ Etmek:
Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.
Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve
nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti
kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur ve sünnet
sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
Kazâ-i Muallak:
Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart
meydana gelince yarattığı şeyler.
Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü
yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı
olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir
veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin bağlı
olduğu sebepler levh-i mahfûzda gös terilmiş, meleklere bildirilmiştir.
İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i
mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi
değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp
duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader
tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken
korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka
siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü
teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kazâ-i Mübrem:
Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği,
yaratılması muhakkak olan şeyler.
Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i
muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak
yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez" meâlindeki yirmi
dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirme ktedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz
askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz.
Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm
târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurd u. Talebeleri; "Duâ
buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu,
kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)
Kazâ Namazı:
Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.
Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki
namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra
önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın.
(Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak
haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten
sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak
günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövb e edince namazı terk günâhı
affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin
kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr
olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu.
Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun
için vaktinden sonra kazâ edilmeleri em rolunmadı. Sabah namazının
sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ
edilir. Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman
kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış
olur. (Kara Çelebizâde)
Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki
özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol
gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı
hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)
Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz.
Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine
getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez" buyurdu.
(Mecma'-ül-Fetâva)
Kazâ Orucu:
Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle
vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast
(bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının
birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün
tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.
Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut
şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp
helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder.
(İbn-i Âbidîn)
Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.
Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye
veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa, Ramazan
oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tuta r. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ ve Kader:
Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı
olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip
takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından
yaratılması ve meydana çıkması. Allahü t eâlânın birşeyin varlığını
ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen
şeyin zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri
birbirinin yerine de kullanılır.
Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara
sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın.
(Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü
teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek
her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir.
Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb -ı Hakk'ın kullarından
gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)
KAZF:
Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit
getiremeyenler (var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey
hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl
fâsıklardır (günâhkârlardır) . (Nûr sûresi: 4)
İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk
(ortak) koşmak, sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek,
fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan kaçmak ve muhsan
(nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır.
(Alâeddîn-i Haskefî)
Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur.
(İbn-i Âbidîn)
Kazf Haddi:
Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara)
verilen sopa cezâsı. (Bkz. Had)
KEBÂİR:
Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.
Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın
irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider.
Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi
Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür.
2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3 ) Sihir yâni büyü yapmak. 4)
Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından
kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın
büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî,
Reyhâvî)
KEBÎR (El-Kebîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından
önce yokluk geçmemiş olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur.
Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)
El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf
Nebhânî)
KEFÂLET:
Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü
(verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği,
sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı
üzerine almak.
Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır.
Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı korkusunda
bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği takdirde
şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu
gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi
faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet,
âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)
Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine,
kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)
KEFEN:
Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez
parçaları.
Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen
getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr
koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar.
Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize
böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)
Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında
birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr
ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)
Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr
(genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası),
kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek
uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçlar ı büzülüp bezle bağlanan
kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü)
ve göğüs bezidir. (Zeylâî)
Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının
vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir.
(Halebî)
Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen
içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr Varlığa mağrur olan mecnûn
değil de, yâ nedir.
(Lâ Edrî)
Kefen-i Farz:
Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir
parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.
Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i
İznikî)
Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe
(başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp
bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)
Kefen-i Kifâye:
Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli
sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.
Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla
baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)
Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür.
Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)
Kefen-i Sünnet:
Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.
Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun
gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş
örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)
KEFFÂRET:
Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını
affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu
keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ
durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), z ıhar, yemîn, oruç ve hac
keffâreti olmak üzere beş kısımdır.
Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar,
aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u
Ulûmiddîn)
Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz
ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir
fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)
Keffâret-i Salât:
Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün
iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.
(Bkz. İskât ve Devr)
Keffâret-i Savm:
Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı. (Bkz. Oruç)
Keffâret-i Yemîn:
Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek
yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan
şey. (Bkz. Yemin)
Keffâret-i Zıhâr:
Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu,
kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram
olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın
sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi
için olan çâre. (Bkz. Zıhâr)
KEFÎL:
Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen
kimse. Kefîle, dâmin de denir. (Bkz. Kefâlet)
İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e
girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu
gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)
Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de
isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i
Âbidîn, Ali Haydar Efendi)
Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm
yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir.
Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun.Bir sadakanın yerine on
misli ile mukâbele edildikten sonra, çal ışana karşılığı verileceğine
hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)
KEFİR:
İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü
bir içki.
Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles
(ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız,
ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf
Efendi)
KEHÂNET:
Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi
yapana kâhin, falcı denir. (Bkz. Kâhin)
Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri,
benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn,
Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve
benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum
dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez . (Muhammed Ma'sûm-i
Fârûkî)
Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye
cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru
çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve her
dilediğini yapacağına inanmak olup, kü fr olur, îmânı giderir.
(Abdülganî Nablüsî)
KEHF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.
Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı
Kehf'in kıssasını anlattığı için, Sûret-ül-Kehf denilmiştir. Sûrede,
Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı Kehf hâdisesi, Allahü
teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri
ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn
aleyhisselâm ile ilgili olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır.
(Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil olan ve nefsinin
arzuları peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin dışına taşan
kimseye itâat etme! (Âyet: 28)
Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın fitnesinden
korunur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
KELÂM:
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve
sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbimin kelâmını yazmak için bütün denizlerin suyu mürekkeb
olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbimin sözleri
tükenmeden o denizler tükenir. (Kehf sûresi: 109)
2. Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim. (Bkz. İlm-i
Kelâm)
Kelâm sıfatı basîttir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir,
yasak, haber vermek gibi ve Arabî, Fârisî, İbrânî ve Süryânî olmak gibi
başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Kelâm-ı İlâhî:
Allahü teâlânın kelâmı. Kur'ân-ı kerîm.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler
mahlûktur (yaratılmıştır). Bu harf ve kelimelerin mânâsı kelâm-ı ilâhîyi
taşımaktadır. Bu harflere kelimelere Kur'ân-ı kerîm denir. Kelâm-ı
ilâhîyi gösteren mânâlar da Kur'ân-ı k erîmdir. Bu kelâm-ı ilâhî olan
Kur'ân, mahlûk değildir. Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezelî
(başlangıcı olmayan) ve ebedîdir. Yâni sonu yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı
anlayan ve anlatan âlimlere müfessir denir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Kelâm-ı Kadîm:
Ezelî yâni başlangıcı olmayan söz, kelâm; Kur'ân-ı kerîm. (Bkz. Kur'ân-ı
Kerîm)
Kelâm-ı Lafzî:
Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından
çıkan harfler topluluğu.
Kelâm-ı Nefsî:
Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni
kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.
Kelâm-ı nefsî, hakîkî sıfattır. İrâde ve kudret sıfatları gibi ezelde
Allahü teâlâ ile kâimdir. Onda ses ve harf yoktur. Allahü teâlâ kelâm-ı
nefsî ile ezelde mütekellimdir (konuşucudur). (İmâm-ı Birgivî)
KELİME-İ İHLÂS:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü Kelime-i tevhîd de
denir. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)
KELİME-İ ŞEHÂDET:
"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım
ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa
hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım
ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın hem kulu, hem
peygamberidir. O'nun gönderilmesi ile, O'ndan önceki peygamberlerin
dinleri tamâm olmuş, hükümleri kalmamıştır. Ebedî seâdete, kurtuluşa
kavuşmak içi n, ancak O'na uymak lâzımdır. O'nun her sözü, Allahü teâlâ
tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli
yoktur."
...Ramazan ayında dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok
sever. Bunlar; Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini
de, zâten her zaman yapmanız lazımdır. Bunlar da, Allahü teâlâdan
Cennet'i istemek veCehennem ateşinden O'na sığınmaktır... (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet Terhîb)
İhlâs ile (yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünerek) Kelime-i şehâdet
getiren Cennet'e girer. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kelime-i şehâdet söylemenin dört şartı vardır: Dil ile söylerken, kalb
hazır olmak. Mânâsını bilmek. Hulûs-i kalb ile (ihlâsla yâni Allahü
teâlânın rızâsını düşünüp, inanarak) söylemek. Tâzîm ile (hürmetle)
söylemek. (Kutbüddîn İznikî)
İnanarak Kelime-i şehâdeti söylemenin yüz otuz kadar faydası vardır.
Bunlardan, ölürken olan beşi; 1) Azrâil aleyhisselâm ona güzel sûrette
gelir. 2) Yağdan kıl çeker gibi rûhunu alır. 3) Cennet kokuları gelir.
4) Müjdeci melekler gelir. 5) Merhabâ y â mü'min! Sen Cennetliksin
denir. (Kutbüddîn İznikî)
KELİME-İ TAYYİBE:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Kelime-i tevhîd de
denir. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)
...Kelime-i tayyibe bir sadakadır (Allahü teâlânın rızâsını kazanmak
için birşey vermek, iyilik etmek gibidir). Namaza gitmek için sâhibinin
attığı her adım da bir sadakadır. Yolda gelip geçene ezâ veren şeyleri
gidermek de sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
KELİME-İ TEHLÎL:
"Lâ ilâhe illallah" sözü. (Bkz. Kelime-i Tevhîd, Kelime-i Tehlîl)
KELİME-İ TEMCÎD:
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak
Allahü teâlâdandır" demektir.
Îmâm-ı Rabbânî hazretleri, din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için,
her gün beş yüz kerre Kelime-i temcîd okurdu. (Senâullah-ı Pâni Pûtî)
Korkulu zamanlarda ve cin çarpmasını def etmek için Kelime-i temcîd
okuyunuz. (Ahmed Fârûkî)
Derdlerden kurtulmak ve murâda (isteğine, dileğine) kavuşmak için; beş
yüz kerre Kelime-i temcîd ile, evvelinde ve âhirinde (sonunda) yüzer
defâ salevât-ı şerîfe (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ
âli seyyidinâ Muhammed) okuyup duâ etme lidir. (Muhammed Ma'sûm)
KELİME-İ TENZÎH:
Allahü teâlânın her türlü noksan sıfatlardan temiz ve uzak olduğunu
ifâde eden "Sübhânellah" sözü.
Beş vakit namazdan sonra, sessizce; otuz üç kerre kelime-i tenzîh ve
otuz üç kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuz üç defâ tekbîr (Allahü
ekber) söylemek sünnettir. (Îmâm-ı Nevevî)
KELİME-İ TEVHÎD:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü
teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür,
peygamberidir. Kelime-i tevhîde; Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ,
Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüs kâ, Kelime-i
semeret-ül-Cennet de denir.
Yerleri ve gökleri, terâzinin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi diğer
kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Müslümanlardan bir kimseye, ilk önce Kelime-i tevhîdin mânâsını bilmek
ve inanmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kâfir, kelime-i tevhîdi söyleyince ve mânâsına inanınca, o anda
müslüman olur. Fakat, bunun da, her müslüman gibi îmânın altı esâsını
ezberleyip mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hak teâlâ hazretleri, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Kıyâmet
gününde meleklerin seni ziyâret etmesini istersen, Kelime-i tevhîdi çok
söyle!" (Ka'b-ül-Ahbâr)
Rabbimizin gazâbını, intikâmını söndürmek için kelime-i tevhîdden daha
faydalı bir şey yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ölüm hastası İhlâs sûresini çok okumalıdır. Yatağı karşısında Kelime-i
tevhîd yazılı levha asılı olmalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
KELİMETULLAH:
1. Allahü teâlânın ism-i şerifi. Allahü teâlânın dîni.
İki ordu karşılaştıkları zaman, melekler iner ve tesbih etmeye
başlarlar. Falanca dünyâ için, falanca hamiyyetinden ve cesâretinden,
falanca soyuna ve milliyetine düşkünlüğünden dolayı savaştı diye
yazarlar. Sakın falanca Allah yolunda öldürüldü demeyin. Ancak
kelimetullahı yüceltmek için savaşanlar Allah yolundadırlar. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
2. Îsâ aleyhisselâmın lakabı.
Îsâ aleyhisselâm kelimetullahtır. Çünkü babası yoktur. Allahü teâlânın
ol emri ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka Allahü teâlânın
emirlerini insanlara ulaştırdı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KELÎMULLAH:
"Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın
lakabı.
Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah (Allahü teâlânın sevgilisi)dır.
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah (Allahü teâlânın dostu)dır. Mûsâ
aleyhisselâm, Kelîmullah'tır. Îsâ aleyhisselâm Kelimetullah'tır. (Ahmed
Cevdet Paşa)
Hazret-i Mûsâ Kelîmullah, Tûr'a giderken; yolda namaz kılıp, Hakk'a
ağlayıp, inleyen gözünden akan yaşı kan ile karıştırıp duâ eden bir zâta
rastladı. Mûsâ Kelîmullah Allahü teâlâya yalvarıp bu zâtın affedilmesini
dileyince, Allahü teâlâdan nidâ geli p; "Yâ Mûsâ! Ben bu zâtın namazını
ve duâsını kabûl etmem. Zîrâ üstüne giydiği elbiseyi haram karışmış para
ile aldı" buyurdu. (Süleymân bin Cezâ)
KEMÂL:
Olgunluk, mükemmellik, eksiksiz olma, fazîlet.
Kemâl, doğru konuşmak ve doğrulukla iş görmektedir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sünnetlerin farzları tamamlayacağından maksat; farzlar yapılırken
bunların kemâllerine sebeb bir şey kaçırılırsa, sünnetler, kılınan
farzın kemâl bulmasına sebeb olur. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Namazın kemâl mertebesinde kabûl olmasının şartı; haramlardan sakınmak
ve huşû (Allahü teâlâdan korkmak) ve mâlâyânîyi (dünyâ ve âhiretine
fâidesi olmayan şeyleri) terke ve ezân-ı Muhammedî okunduğu vakit her
işi bırakarak cemâate devâm etmeye bağlıd ır. (Muhammed binKutbüddîn
İznikî)
Kemâl Sıfatları:
Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık,
değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim
(bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde
(istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara
Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatlar da denilmektedir.
Her varlık, Allahü azîm-üş-şân'ın kemâl sıfatlarından bir eserdir.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Allahü teâlânın kemâl sıfatları, Allahü teâlânın zâtı ile kâimdirler,
yâni ebedîdirler. Allahü teâlânın bu sıfatlarının künhü (hakîkati)
anlaşılamaz. Çünkü sonradan yaratılan, sınırlı, zamanlı ve mekânlı olan;
mahlûk olmayanı, sınırsız, zamansız ve m ekânsız olanı anlayamaz.
(Kâdızâde Ahmed bin Muhammed Emîn Efendi)
KEMÂLÂT:
Olgunluklar, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri.
Allahü teâlâ evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendileri bile
kalblerindeki kemâlâttan habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların
hâlini bilsin. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı Nübüvvet:
Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından
biri.
Bir İslâm büyüğü, Allahü teâlânın ihsânı ile şerî'atin (İslâmiyet'in)
hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam
uymakla, o büyüklere vâris olarak Kemâlât-ı nübüvvetten pay alabilir. O
yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir. (Şeyh Şihâbüddîn)
Kemâlât-ı Vilâyet:
Evliyâlığa âit üstünlükler, olgunluklar.
Kemâlât-ı nübüvvet (peygamberlik kemâlâtı) kemâlât-ı vilâyetten çok
üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, nübüvvetteki ilerlemenin bir
sûreti, görünüşüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
KEMEND-İ MAHBÛB-İ İLÂHÎ:
Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler,
dert, belâ ve sıkıntılar.
Belâ, kemend-i mahbûb-ı ilâhîdir. Âşıkları mahbûba (sevgiliye) döndürüp,
ondan başkasına yönelmelerine mâni olur. (Ahmed Fârûkî)
KEN'AN DİYÂRI:
Sayda, Sûr, Beyrût, Filistin ve Sûriye'nin bir kısmını içine alan ve
Fenike denilen bölge. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken'an
burada yaşadığı için Ken'an diyârı denilmiştir.
Yâkûb aleyhisselâm Ken'an diyârı ahâlisine (halkına) peygamber olarak
gönderildi. Ken'an diyârına yerleşip o beldedeki insanları Allahü
teâlâya îmân ve ibâdet etmeğe dâvet etti. Kendisi ve oğulları için evler
yaptırdı. Ken'an diyârı ahâlisinden çok k imse ona îmân etti. Ken'an
diyârını idâre eden Şüceym bin Dârân adındaki kral, Yâkûb aleyhisselâma
karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf
aleyhisselâm Mısır'a mâliye nâzırı (bakanı) olunca, diğer oğulları ve
torunlarıyla birlikte Ken'an diyârından ayrılarak Mısır'a gitti ve
ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
KERÂHET:
İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi
olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması.
Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır. (Bkz.
Mekrûh)
Kerâhet Vakitleri:
Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan vakitler. Güneş doğarken,
batarken, gündüz ortasında iken.
Kerâhet vakti olan üç vakitte başlanan farzlar sahih olmaz. Bu üç
vakitte başlanan nâfileleri bozmalı. Başka zamanlarda kazâ etmelidir. Bu
üç vakit: Güneş doğarken, batarken ve Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerinde,
yâni gündüz ortasında ikendir. Burada gün eşin doğması, üst kenarının
ufkundan görünmeye başlayıp, bakılamayacak kadar parlamasına (İşrak
vaktine) kadar olan zamandır. Güneşin batması da, tozsuz, dumansız,
berrak bir havada, ziyânın geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak
kadar sararmağa ba şladığı vakitten batıncaya kadar olan zaman demektir.
Güneş batarken yalnız o günün ikindi namazı kılınır. (M. Sıddîk Gümüş)
Kerâhet-i Tahrîmiyye:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak.
Harama yakın mekruh. (Bkz. Tahrimen Mekrûh)
Kerâhet-i Tenzîhiyye:
Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi
olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh. (Bkz. Tenzîhen, Tenzîhî Mekruh)
KERÂMET:
İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden
âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana
gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir.
Kerâmet ya kâinât içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve
mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler daha yüksektir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka
bulunması şartı yoktur. Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan
kimsede de görülebilir ki bu istidrac veya sihir (büyü) yoluyla olur.
Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin emirlerine uyup, yasaklarından
sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen, aslında
sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek.
İstemeyerek meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini
gizlemeye çalışır. İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı
olacaksa, izhârı gösterilmesi câizd ir. Din için faydalı değilse,
kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddîn
İbn-ül-Arabî)
KEREM:
Cömertlik, severek verme.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç olanlardan esirgerse,
Kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve
düşman herkese saçmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
KERÎM (El-Kerîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti
(gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu)
bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime
verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni
zenginleştiren.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir) insan! Kerîm olan Rabbine
karşı seni aldatan ne? ("Dilediğini yap; çünkü Rabbin kerîmdir. Kimseyi
azâba uğratmaz, cezâda acele de etmez" diyen şeytan mıdır?). (İnfitar
sûresi: 6)
Ey Allah'ım! Sen affedicisin, Kerîmsin, affı seversin, beni affeyle.
(Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)
Allahü teâlâdan yüksek dereceler isteyin. Zîrâ O, kerîmdir. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
2. Muhterem, cömert, büyük zât. Herkese faydalı işleri yapmak.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerîmler sofrasında ehil ile nâ-ehil aynıdır. Yâni kâbiliyetli olanlarla
kâbiliyetsizler aynıdır. (Mevlânâ Hâlid)
KERÛBİYÂN:
Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir.
Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.
Kerûbiyân, meleklerin havâssı, yâni üstünlerindendir. Bu ve Cebrâil,
İsrâfil, Mikâil, Azrâil gibi büyük melekler, peygamberlerden başka,
bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri (iyileri) ve
velîleri (sevdiği kullar), meleklerin avâmı ndan yâni aşağılarından daha
üstündür. Meleklerin avâmı (aşağı derecede olanları), insanların
fâsıklarından yâni açıktan günâh işliyenlerinden daha üstündür. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
KESB:
1. İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına
sokularak ortaya konulması.
İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş kendi
kudreti ve irâdesiyle olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan, Allahü
teâlâdır. Kesbeden kuldur. O halde İnsanların ihtiyârî işleri, isteyerek
yaptıkları şeyler insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından
meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı (yâni
beğenmesi) olmasa, o iş, titreme şeklini alır. (Mîdenin, kalbin hareketi
gibi olur.) Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı
meydandadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı hâlde, ihtiyârî
hareketlerle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri
gelmektedir. Allahü teâlâ kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin
yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmışt ır. Kul
isteyince, kulun işini Allahü teâlâ dilerse yaratmaktadır. Bunun için de
kul mes'ûldur. İşin sevâbı ve cezâsı kula olur. (Bkz. İrâde) (İmâm-ı
Rabbânî)
2. Kazanmak, kazanç.
Kesb, malı arttırır. Fakat rızkı arttırmaz. Rızık mukadderdir. Kendine,
evlâdına ve ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları kesbetmek
farzdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını helâlinden kesbetmek,
kimseye muhtaç olmamak cihâd etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
KESEL:
Tembellik, gevşeklik, uyuşukluk.
Yâ Rabbî! Beni keselden koru. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Keselin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden
kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve azâbın şiddetli
olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine uygun
olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh i şleyen, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan
yalancılardan, Ehl-i sünnet kitablarındaki bilgileri öğrenmemiş
câhillerden uzak olmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)
KEŞF:
1. Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki
kapalılığı kaldırmak.
Bir kimse keşf ettiği âletlerle bütün insanlara faydalı olsa, Peygamber
efendimiz Muhammed aleyhisselâma inanıp, tâbi olmadıkça, uymadıkça ebedî
seâdete kavuşamaz. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2. Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm
yoluyla bilmesi.
Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rüyâlar, bir şeyin
misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa,
rüyâ denir. Uyanık iken olunca keşf denir. Hayâl aynası ne kadar çok
saf, temiz ise, keşf ve rüyâ o kadar doğru ve güvenilir olur. (Abdülganî
Nablüsî)
Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda
yanılması gibidir. Kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, evliyâya dil
uzatılmaz. Belki hatâ edene de bir sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark
vardır ki, müctehîdlerin (dinde söz sâhibi âlimle rin) hatâlı
ictihatlarına da uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da hatâlı
ictihadlarına da sevap verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara,
sevâb verilmez. Çünkü ilham ve keşf ancak sâhibi için seneddir.
Başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes
için senettir. (İmâm-ı Rabbânî)
Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğruluğu, İslâmiyet'te açıkça
anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. (İmâm-ı Rabbânî)
KEVSER:
Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini
bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit
meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü
geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri
meşhûr havuz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik.
(Kevser sûresi: 1)
İslâm âlimleri kevserden murâdın ne olduğu, ne kastedildiği hakkında
şunları bildirmektedirler: 1. İçinde bütün lezzetlerin bulunduğu ve
Cennet nehirlerinin en üstünü olan nehir. Peygamber efendimiz hadîs-i
şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir nehirdir. İki
kenarı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkuttan, toprağı miskten
hoş, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır. 2. Kıyâmet günü Sırat
köprüsünden geçtikten sonra Peygamber efendimizin ve ümmetinin yanına
gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Benim havzım bir aylık
mesâfedir. Suyu, sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoş, bardakları
gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen bir daha hiç susamaz. 3. Dünyâ ve
âhirete âit pekçok hayır, iyilik. 4. Kur'ân-ı kerîm. 5. İslâmiyet. 6.
Sevgili Peygamberimizin Eshâbının (arkadaşlarının), ümmetinin (O'na
inananların), tâbi olanların, uyanların çok olması. 7. Mübârek
zürriyetinin (neslinin) yâni evlâdlarının çokluğu ve insanlara faydalı
olması.
İslâm âlimleri Kevser hakkında daha başka mânâlar da bildirmişlerdir.
Bunların hepsi Peygamber efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem)
mevcuttur. (Sâvî)
Kevser Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz sekizinci sûresi.
Kevser sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet-i kerîmedir. Peygamber
efendimize ihsân buyrulan Kevser'i bildirdiği için sûreye, bu isim
verilmiştir. Erkek çocukları yaşamadığından Peygamber efendimize Mekke
müşrikleri nesli kesik mânâsında "ebter " demişler, bunun üzerine,
Allahü teâlâ Kevser sûresiyle onlara cevap vermiştir. (Sâvî, Taberî,
Râzî)
Allahü teâlâ Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) hakîkat, biz sana Kevser'i verdik. O hâlde Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes. Doğrusu sana buğzeden kimse, zürriyetten (nesilden)
ve her hayırdan kesilmiştir. (Âyet: 1-3)
Kim Kevser sûresini okursa, cenâb-ı Hak ona Cennet nehirlerinden su
içirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Bir kimse yatacağı vakit Kevser sûresini okursa ve sonra "Yâ Rabbî! Beni
sabah namazına vaktiyle uyandır" derse, Allahü teâlânın izniyle o kimse
sabah namazına uyanır. (Kutbüddîn İznikî)
KEYFİYYET:
Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir"
buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.
(Sirâcüddîn Ûşî)
KIBLE:
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf; Kâbe tarafı. Mekke-i
mükerreme şehrindeki Kâbe-i muazzama.
Şimdi seni herhâlde hoşnud olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda)
yüzünü artık Mescid-i harâm tarafına (Kâbe semtine) çevir. (Ey
mü'minler) siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana
döndürün. (Bekara sûresi: 144)
Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye karşı bulundur!
(Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sizden biriniz abdest bozarken kıbleyi karşısına veya arkasına almasın.
(Hadîs-i şerîf-Müslim)
Namazın şartlarından biri de kıble cihetine dönmektir. Kıble, Mekke
şehrinde bulunan Kâbe'dir. Namazda Kâbe'ye karşı secde edilir. Kâbe için
secde edilmez. Allahü teâlâ için secde edilir. (Muhammed İznikî)
Kıble, Kâbe'nin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden Arş'a kadar, o
boşluk kıbledir. Bunun için kuyu ve deniz dibinde, yüksek dağların
tepesinde, (uçakta) bu cihete doğru kılınabilir. Hacı olmak için de,
Kâbe'nin binâsına değil, o arsaya gidilir. Başka yerlere giden hacı
olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kıble Açısı:
Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru
arasındaki açı.
Namazı kıbleye karşı kılmak farzdır. Göz sinirlerinin çapraz istikâmeti
arasındaki açıklık, Kâbe'ye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde
namaz sahîh olur. Kıble açısını bulmak istediğimiz yerin ve Mekke-i
mükerremenin enlem ve boylam dereceleri bilinirse husûsî formülü ile
kıble açısı hesâp edilir. (Mekke-i mükerremenin enlemi 21.43°, boylamı
39.83° dir). İstanbul'un kıble istikâmeti, güneyden yaklaşık otuz
derecelik bir açı kadar doğudadır. Bu açıya kıble açısı denir. (M.
Sıddîk Gümüş)
Kıble Saati:
Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit.
Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve
takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.
Güneş, senede iki defâ 28 Mayıs (Türkiye yaz saatiyle 12.18'de) ve 16
Temmuz'da (Türkiye yaz saatiyle 12.27'de) yâni zeval vaktinde tam
Kâbe'nin üstüne gelir. Bütün dünyâda bu günlerde ve bu vakitlerde güneşe
dönen, kıbleye dönmüş olur. (M. Sıddîk Gümüş)
KIBTÎ:
Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.
Mısır'da hüküm süren Fir'avn, kıbtîleri yıldızlara ve putlara taptırdı.
Kıbtîler, Yâkûb aleyhisselâmın oğullarının neslinden gelen
İsrâiloğullarını hakîr ve hor gördüler, en ağır işlerde çalıştırdılar.
Kıbtîlerin bu kötü muâmelelerinden bıkan İsrâilo ğulları, Mûsâ
aleyhisselâma gelerek Fir'avn'ın zulmünden ve Kıbtîlerin baskılarından
kurtulmak istediklerini bildirdiler. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına
serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi. Mûsâ aleyhisselâm
mûcizeler gösterdiği hâlde, Fir'avn ve Kıbtîler onun peygamberliğini
kabûl etmediler. Kıbtîlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cilt
hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu mûcizeleri görünce
korktu ve izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla Mısır'dan
çıkıp Kudüs'e doğru giderken Fir'avn onlara izin vermesine pişman olup,
Kıbtîlerden olan askerleri ile onların arkalarına düştü. Kızıldeniz'den
mûcize olarak on iki yol açılıp mü'minler karşıya geçti. Fir'avn ve
askerleri geçerken deniz kapandı. Fir'av n ve Kıbtîler boğuldu.
(İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde)
KIDEM:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması,
varlığının başlangıcı bulunmaması.
Eğer Allahü teâlâ kıdem sâhibi, kadîm ve ezelî olmayıp hâdis (sonradan
yaratılmış) olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya
muhtâc olurdu. Halbuki muhtâc olmak âciz olmayı berâberinde getirir.
Âcizlik ise, Allahü teâlâ için aslâ düşünül emez. Kıdem sıfatının zıddı
hudûstur, sonradan olmaktır. Kıdem, Allahü teâlânın zâtı hakkında vâcib
oduğundan, zıddı olan hudûs aklen mümkün değildir. (Teftâzânî)
KILLET:
Azlık, fakirlik.
Mü'minlerde üç şeyden biri bulunur. Kıllet, hastalık, zillet yâni
îtibârsızlık. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûm)
KIRÂET:
1. Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif
kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli)
kırâet denir.
Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur'ân-ı kerîm kırâetidir. (Hadîs-i
şerîf-el-İtkân)
Evlerinizi namaz ve Kur'ân-ı kerîm kırâetiyle süsleyiniz. (Hadîs-i
şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Kur'ân'dan size kolay geleni okuyunuz" meâlindeki Müzemmil sûresinin
yirminci âyet-i kerîmesi, kırâetin namazda farz olduğunu bildirmektedir.
(Kurtubî, Cessâs)
Peygamber efendimiz: "Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır"
buyurduğunda Ashâb-ı kirâm; "Onun cilâsı nedir?" dediler. Peygamber
efendimiz buyurdu ki: "Onun cilâsı, Kur'ân-ı kerîm kırâeti ve ölümü
hatırlamaktır..." (Hadîs-i şerîf-Kavlül Müfîd)
2. Namazın içindeki farzlardan biri.
Namazda; sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken
farzların ilk iki rek'atinde ayakta Kur'ân-ı kerîmden bir âyet kırâet
etmek farzdır. Kısa sûre okumak daha sevâbdır. Kırâet olarak buralarda
Fâtiha sûresini okumak ve sünnetlerin ve vit ir namazının her rek'atinde
ve farzların ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan başka bir de sûre veya üç
âyet kırâeti vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
Namazda, Kur'ân-ı kerîmin tercümesini kırâet câiz değildir. (İbn-i
Âbidîn)
Kırâet İlmi:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber
bildiren ilim.
Kırâet ilminin faydası; Kur'ân-ı kerîmin kelimelerini hatâlı, yanlış
okumaktan korumaktır. (Taşköprüzâde)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve ondan sonra gelen Tebe-i tâbiîn nesli, kırâet
ilmini muhâfaza ederek, sonraki nesillere ulaştırdılar. Kur'ân-ı kerîmin
kırâetinin bugüne kadar değişmeden okunmasını sağlayan yedi veya on
kırâet âlimi ve herbirinin yetiştirdiğ i ikişer râvisi (talebesi) oldu.
(Taşköprüzâde)
Kırâet-i Seb'a:
Yedi kırâet imâmının okuyuş şekilleri.
Yedi kırâet imâmının yâni İmâm-ı Nâfi', Abdullah bin Kesîr, Ebû Amr,
İbn-i Âmir, Âsım, Hamza, İmâm-ı Kisâî'nin okuyuşları kırâet-i seb'a
adıyla meşhur oldu. Kırâet âlimleri bu yedi imâmdan başka, üç imâm daha
bildirdiler. Bunlar: İmâm-ı Ebû Ca'fer, İ mâm-ı Ya'kûb,
Halef-ül-Âşir'dir. Kırâet âlimleri, bu on kırâet imâmının kırâetleri ile
Kur'ân-ı kerîm okumayı uygun görmüşler, bunlardan başkasının kırâetine
izin vermemişlerdir. Böylece, on imâmın, Kur'ân-ı kerîmi okuyuş
şekilleri kırâet-i aşere adı ile şöhret buldu. (Taşköprüzâde)
Kırâet-i Şâzze:
Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı
kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı
kerîm kırâeti (okunuş şekli).
Kırâet-i şâzzeyi namazda da başka yerde de okumak câiz değildir,
günâhtır. Kırâet-i şâzzeyi Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birkaçı okumuş
fakat sözbirliği olmamıştır. (Muhammed Rebhâmî)
KIRÂN HAC:
Hac ile ömreyi birlikte yapmağa niyet etmek. (Bkz. Hac)
Kırân Hacc'a niyet eden kimse, önce ömre için tavâf (Kâbe-i şerîf
etrâfında dönme) ve sa'y (Safâ ile Merve arasında gidip gelme) edip,
sonra ihrâmı çıkarmadan ve traş olmadan hac günleri için tekrar tavaf ve
sa'y yapar. (M. Mevkûfâtî)
Kırân haccı ve temettü' haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri
vâcibdir. (Tahtâvî)
KIRÂT:
Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.
Eshâb-ı kirâmın zamânında, eski Arab meskûkâtı (basılmış paraları)
kullanıldığı gibi, basılmamış altın ve gümüş parçalar da, tartılarak
kullanılırdı. O zaman ağırlıkları başka başka üç çeşit dirhem vardı.
Hazret-i Ömer bu üç dirhemin toplam ağırlığın ın üçte biri ağırlığında
ortalama bir dirhem kabûl etti. Kırâtın ağırlığını da değiştirip,
dirhemin ağırlığının on dörtte birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir
miskâl dedi. Hazret-i Osman, bu hesâb üzerine altın ve gümüş para
bastırdı. (Eyyûb Sabri Paşa)
"Bir miskâl 20 kırâttır" deyince, şer'î miskâl (4.8 gr'lık ağırlık)
anlaşılır. Bu miskâlin kaç gram olduğunu anlamak için, 20'yi bir şer'î
kırâtın ağırlığı olan 0,24 ile çarpmak gerekir. (Âsım Efendi)
Kırât-ı Şer'î:
Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi
geçen bir ağırlık birimi.
Hanefî mezhebinde, bir miskâl, yirmi kırâttır. Bir kırât-ı şer'î,
kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru beş arpadır. Böyle beş arpa, 0,24 gr.
gelmektedir. Böylece, bir şer'î miskâl, yüz arpa, o da dört gram ve
seksen santigram (4.80 gr.) ağırlığında olmakt adır. (İbn-i Âbidîn)
Kırât-ı Urfî (Kırât-ı Örfî):
Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden
küçük bir ağırlık birimi.
Osmanlı Devleti'nde son kabûl edilen örfî miskâl 24 kırât ve bir kırât
da 20 santigram idi. Buna göre, örfî miskâl 4.80 gram olmaktadır. Şer'î
miskâl ile örfî miskâl aynı ağırlıktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
KISÂS:
İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek
cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin
uzvunu kesme cezâsı.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Kasten öldürülenler için size kısas yapmak farz
kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur.
Öldürülmüş olanın kardeşinden (yâni vârislerinden, velîsinden), kâtilin
lehine olarak bir şey bağışlanır da kısas düşürülürse; ölenin velîsi
hakkından ziyâde olmayarak, örfe göre (tâyin edilmiş) diyet (para
cezâsı) almalıdır. Kâtil de, ölenin velîsine îcâb eden (gereken) diyeti
güzel bir şekilde ödemelidir. İşte böyle affederek diyet almak, Rabbiniz
tarafından size bir hafiflik (kolaylık) ve merhâmettir. Kim bu bağışlama
ve diyet alıştan sonra, kâtil ile veya kâtilin akrabâsı ile düşmanlık
yaparak tecâvüzde bulunursa (kan dâvâsı güderse), onun için âhirette çok
acıklı bir azâb vardır. Ey akıl sâhipleri! Bu kısasta sizin için bir
hayât vardır. Ümit edilir ki, siz (haksız yere adam öldürmekten)
sakınırsınız. (Bekara sûresi: 178, 179)
Kısas cezâsının uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
1) Suçlu âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olmalı. 2)
Suçun hata veya zor sonucu değil, amden (kasten, bilerek) işlenmesi. 3)
Öldürülen kişinin mîrâsçılarının kısas istemeleri ve kısas yerine
getirilirken, ölen kişinin mîrâsçılarının ha zır bulunması.
Öldürülen kişinin kısas isteme hakkına sâhib olan mîrâsçılarından yâni
velîlerinden biri, kâtili affederse veya velî ile kâtil, belli bir mal,
para ile uyuşurlarsa yâhut yaralanan kişi suçluyu affederse kısas
yapılmaz; kısas diyete çevrilir. Yâni uyu şmak için bildirilen mal veya
para alınır. (Molla Hüsrev)
KISKANÇ:
Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun
elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse. (Bkz.
Hased)
Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsızdır. Böyle insanlar, kendinden
aşağıdakilere bakmaz, hep kendisinden yüksek ve varlıklı olanlara bakar
ve onları kıskanır. (Muhammed Akkermânî)
KISMET:
1. Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği
şey.
Bir müslüman ancak her hangi bir işte aklını kullandığı, her çâreye baş
vurduğu ve son derece çalıştığı hâlde bir başarıya ulaşamazsa, me'yûs
(ümidsiz) olmamalı ve bu sonucun Allahü teâlânın kendisi için münâsip
gördüğü bir husus olduğunu kabûllenere k, kısmetine râzı olmalıdır.
Yoksa hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip
yatmak ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek müslümanlıkta büyük
günâhtır. (Kemahlı Feyzullah)
Kısmet aynı zamanda büyük bir tesellî kaynağıdır. "Ben vazîfemi yaptım,
fakat ne yapayım ki kısmetim bu imiş" diyen bir müslüman bir işte
başarısız olsa bile, ümitsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile
çalışmaya devâm eder. (Kemahlı Feyzullah) Kısmetindir gezdiren yer yer
seni, Gâfil olma, âkıbet (sonunda) yer, yir seni.
(Ahmed Mekkî Efendi)
2. Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış
hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis
etme, belli etme, ayırma.
Kassâmın yâni taksimât, bölüştürmeyi yapacak olanın adâletli, emin
(güvenilir) ve kısmet işini bilmesi lâzımdır. (Ebüssü'ûd Efendi,
Abdullah Mûsulî)
KITMÎR:
Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her
tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini
terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden
birinin köpeğinin adı. (Bkz. Eshâb-ı Kehf)
Eshâb-ı Kehfe tâbi olduğu için Kıtmîr'e Allahü teâlâ kıymet verip,
Kur'ân-ı kerîmde ona işâret etmiştir ve Kıtmîr, Eshâb-ı Kehf ile
birlikte Cennet'e girecektir. (İsmâil Hakkı Bursevî)
KIYÂM:
Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.
Kıyâm, üç şeyle tamam olur: 1) Ayakta durmak, 2) Secde yerine bakmak, 3)
İki tarafına sallanmamak. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kıyâmı yapamayan hasta, oturarak, oturamayan, sırt üstü yatıp başı ile
îmâ, işâret ederek kılar. Yüzü, semâya (göğe) karşı değil kıbleye karşı
olması için başı altına yastık konur. Ayaklarını diker. Kıbleye karşı
uzatmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kıyâm bi Nefsihî:
Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan,
hiçbir şeye muhtâc olmayan.
Allahü teâlânın zâtî sıfatları altıdır: Vücûd (var olmak), Kıdem
(varlığının öncesi, başlangıcı olmamak), Bekâ (varlığı sonsuz olmak, hiç
yok olmamak), Vahdâniyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde bir olmak),
Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka , yaratılmışa, hiçbir bakımdan
benzememek), Kıyâm bi nefsihî. Bâzı âlimler, vahdâniyet ve
muhâlefet-ün-lil-havâdis sıfatlarının aynı olduklarını, bu sebeble
sıfât-ı zâtiyyenin beş olduğunu söylemişlerdir. (Teftâzânî)
KIYÂME SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş beşinci sûresi.
Kıyâme sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk âyet-i kerîmedir.
Kıyâmet hâllerinden bahsedildiği için Sûret-ül-Kıyâme denilmiştir.
Sûrede öldükten sonra dirilme ve kıyâmetin mutlaka kopacağı, insanın
kıyâmet günündeki aczi, telâşı, o gün başıboş bı rakılmayacağı, onu
basit bir meniden yaratan Allahü teâlânın tekrar diriltmeye de kâdir
olduğu bildirilmektedir. (Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kıyâme sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Gerçek şu ki; siz, çarçabuk geçen (dünyâ hayâtını ve nîmetlerin) i
seviyor, âhireti bırakıyorsunuz. (Âyet: 20, 21)
Kim Kıyâme sûresini okursa, ben ve Cebrâil (aleyhisselâm), kıyâmet günü
kıyâmete inandığına dâir ona şâhidlik yaparız. (Hadîs-i şerîf-Kâdı
Beydâvî Tefsîri)
|