KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):
Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Bkz. Dahve-i
Kübrâ)
KABA NECÂSET:
İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen
hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış
derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız
dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz
eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Bkz.
Necâset)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba
necâset yoksa, namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen
mekruh olur ve bunu yıkamak vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır.
Az ise sünnettir. Şarabın damla sını da yıkamak farzdır, diyen âlimler
de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza
dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve
seksen santigram ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki
suyun y üzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i Âbidîn)
KÂBE-İ MUAZZAMA:
Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın
Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan
yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk,
Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i K adîme adları ile de anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir
düzen ve dünyâda cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl
olunur. Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman;
"Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve
umre yapanların da şerefini, din gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve
keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm
inşâ etti. Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir
edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri
belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhissel âm oğlu İsmâil aleyhisselâmla
birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti.
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen
Kâbe-i muazzama, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz
beş yaşınd ayken, Mekkeliler tarafından, 683 (H.64)te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber
efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden
Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf
tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey
duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m.
uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved
taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu d uvarında bir kapı vardır. (Eyyûb
Sabri Paşa)
KÂBE KAVSEYN:
Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü
teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm
sûresi: 9)
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak
Mekke-i mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre
denilen yere ve Sidre'den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir
anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu ya pan, Allahü teâlâdır ve ancak
O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil
aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya
Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu
sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî) Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen,
ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂBİD (El-Kâbid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları
bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf
Nebhânî)
KABR (Kabir):
Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir.
Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su
yağdırırız. O yağmurlu yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de
kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)
Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir
çukurdur. (Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)
Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü
teâlâ, o amelleri konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde
yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler.
Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yak ının yok. (Yezîd Rakkâşî)
Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi
Kur'ân-ı kerîm okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim,
bana gelecek kişi, namaz kılarak beni aydınlatsın. Ben, altı-üstü toprak
olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel il e gelip yatağını hazırlasın.
Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile
gelsin. O tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben,
Münker ve Nekir adındaki suâl meleklerinin suâl soracakları bir yerim.
Bana gele n onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme
el-Mısrî)
Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için
engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak
gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)
Kabr Azâbı:
Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği,
nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.
Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır.
(Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya
duâ ederdim. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)
Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr
sıçratmak. (Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e
uymak büyük seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir,
azâbın kendisidir, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ
azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır.
(İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî)
Kabr Hayâtı:
İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların
diriltilmelerine kadar geçen zaman.
Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın
nizâmı için hem his yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir
hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, kabir hayâtında
hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulu nanların, elem ve azâb
duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler, kabirlerinde namaz
kılarlar" buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ
aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabirde namaz kılarken gördü.
Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabr-i Seâdet:
Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.
Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi.
Peygamber efendimiz burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri
yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak buraya defn edilmiştir.
Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer 'in kabr-i şerîfleri de
vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)
Kabr Suâli:
Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin
meyyite îmândan ve îtikâddan sordukları suâller. (Bkz. Münker ve Nekîr)
Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin
kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der.
(Peygamber efendimizi kast ederek) "Size gönderilen o zât kimdir?" diye
suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür, peygamberidir" der.
"Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı Kur'ân-ı
kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i
şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir?
Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ
kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki:
"Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabb im odur. Benim Rabbim
Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır."
(Muhammed bin Hüseyn el-Acurrî)
Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında
nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle
hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek; başka sebeplerle
ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti ala cak yaşa gelmiş) olmayan
çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini,
Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini
okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)
Kabr Ziyâreti:
Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü)
olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin
rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.
Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece
dünyâya gönül vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Mâce)
Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup
selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i
şerîf-Şevâhid-ül-Hak)
Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)
Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve
sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı
Gazâlî)
Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından
pis suların aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların
böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret almak için, kabir ziyâreti
yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden
kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her
adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul
olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâd esi artar. Evet, ruhlar için bir
mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle
hazır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o
topraktadır. Onun için, rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı,
başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle Semnânî)
KABRİSTÂN:
Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.
Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin
azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir.
(Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup,
sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb
verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak
istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)
KABÛL:
Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde
yapılan teklife rızâ göstermek.
Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o
da, o malı sattım diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz.
Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması lâzımdır. (Kayseri Müftîsi
Mes'ûd Efendi)
Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese,
yalnız Zeyd kabûl etse alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm
Efendi)
KABZ:
Teslim almak.
Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir.
(Abdullah-ı Mûsulî)
Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk
olur. Satın alınan mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk
olur. (Ali Haydar Efendi)
Kabz ve Bast:
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.
Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki
kanat gibidir. Kabz hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da
sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni
hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten
kurtulamaz. İnsan kabz ve bast arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan
evliyâda) hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun
nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur. (Ahmed Fârûkî)
Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni
bağışlanmayı istemeyi, bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ
Safî)
KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:
Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve
yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını
temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için
Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.
Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin
hesâbının verileceği gün; önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü
vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği ve
kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ
esrârehümül'azîz Allahü teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere
şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği
için, çok sevdiği evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da
bu kuvveti vermektedir. Onlardan birçoğu bir anda çeşitli yerlerde
değişik işler yaparken görülmüşler, sıkı ntı ve tehlikeli durumlarla
karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara
yetişmişlerdir. Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz
yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta, bâzan da olmamaktadır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî,
Hanbelî)den birine tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i
Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i
Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi.
kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KA'DE-İ AHÎRE:
Namazda son oturuş.
Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur.
Kadınlar, teverrük eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ
tarafından çıkararak oturur. (Halebî)
Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat
duâsını okumak ise, vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
KA'DE-İ ÛLÂ:
Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.
Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli
yerine selli denince mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır.
(Abdülazîz Dehlevî)
KADER:
Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile,
ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip
takdîr etmesi; alın yazısı. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ
gelirken korur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok
değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)
Kadere Rızâ:
İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ
göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip,
boyun eğmesi.
Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ
gösteriniz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın
takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir
işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği
için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışma sı ve kadere rızâ göstermesi
lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın
çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm
Fârûkî)
İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ
göstermelidir. Allahü teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve
belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına sebeb olur. Sözün
doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülere k sevinerek
karşılamak lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir.
Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve yükselmek gibi olmalıdır.
Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)
KADERİYYE:
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi
fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın
takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da
verilir.
Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe
tapanlarıdır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)
Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret
etmeyiniz. Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara
sert cevab veriniz! Hakâret ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor
zannetmek, "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine
inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
KÂDI:
İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen
ve ona göre hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre
hüküm vermeyen kâdı Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da
Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona
yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse,
oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle
(ictihadlarıyla, fetvâlarıyla) amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un,
ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni
Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm ver melidir. (Secâvendî)
Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı
bulunmazsa âdil, sâlih, dîninde emniyetli, aklında, anlayışında
güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de iyi bilmesi
lâzımdır. (İbn-i Hümâm)
KADÎM:
Başlangıcı olmayan.
1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli,
başlangıcı olmayan.
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her
şey, O'nun var etmesi ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan
varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni
hep var idi. Varlığından evvel yokluk olama z. O'ndan başka her şey yok
idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve
ebedî (sonsuz) olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve
geçici olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan,
yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan başka her
şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan
başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât
(diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret
(gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn
(yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye de nir. Bu sıfatları
da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca
vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Zaman bakımından eski olan şey.
Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak
öteden beri mevcûd olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere
bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan şeye kadîm olduğuna dâir
karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakı lamaz. (Ali Haydar Efendi)
KÂDİR:
Gücü yeten, kudret sâhibi.
1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî
kudret sâhibi.
Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü
noksanlıktan uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır.
Günâhlarımızı, kusurlarımızı ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok.
Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın! (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve
uçurmaya kâdirdir. Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı
kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların
hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)
2. Gücü yeten.
Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse,
kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır.
Cennet'te istediğin yere git der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak
davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kâdir-i Muhtâr:
Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.
Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi
yapmaya mecbûr değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
KÂDİYÂNÎLİK:
On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan
bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu
adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para
vererek avladıkları Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık
kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik bozuk yolunu kurdu. Kendisinin
Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceğ i bildirilen Îsâ Mesîh
olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid
yaptırıp, buraya Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma
iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğunu
inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim Nûreddîn, onun
yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk
inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân
tefsîri diyerek çıkardığı iki kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk
yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında sür'atle
yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya
çalışılmaktadır. (Enver Şâh Keşmîrî)
Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi.
Fakat o, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp
Hindistan'da Keşmir'e gitti. Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve
Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şe klinde görünecektir. Bu da
Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû Zühre)
KÂDİRÎ:
Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse.
(Bkz. Kâdiriyye)
KÂDİRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561
(m.1266) tasavvuftaki yolu.
Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz
zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler.
Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, çeşitli isimler
almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'de n on iki imâm vâsıtasıyla
gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî
almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde
bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece
Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye
meydana gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)
Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek
olgunlaşırlar. Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken
usûlleri vardır. (Hacı Reşîd Paşa)
Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün
esâsı, nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile
söylemektir.
KADR:
Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin
ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.
Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın
liralar karşılığı peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî
(eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)
Kadr (Kadir) Gecesi:
Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı
kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.
Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle
geçirenin) bütün günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i
şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin
Ramazân ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu
geceleri arasında olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (Muhammed
Rebhâmî)
Kadr (Kadir) Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin doksan yedinci sûresi.
Kadir sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. Kadir
gecesinden bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede, Kadir
gecesi, fazîleti, o gece meleklerin yeryüzüne inişi bildirilmektedir.
(İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Kadr sûresinde meâlen şöyle buyurmuştur.
Şüphesiz Kur'ân-ı kerîmi Kadr gecesinde (Levh-i mahfûzdan dünyâ göküne)
biz indirdik. Ey Resûlüm! Kadir gecesinin fazîletini sana hangi şey
bildirdi. Kadir gecesi, (içinde Kadir gecesi bulunmayan) bin aydan
hayırlıdır. O gece melekler ve Ruh (Cebrâil) , Rabbi'nin izni ile (o
sene takdîr edilen) her şey için arka arkaya iner. O gece fecrin
doğuşuna (sabah oluncaya) kadar selâmettir (Allahü teâlâ o gece yalnız
selâmet ve hayır takdîr eder. Yâhut melekler, mü'minlere selâm verir
dururlar) .
Her kim abdest aldıktan sonra, Kadr sûresini bir kerre okursa, Hak teâlâ
o kimseyi sıddîklardan yazar. İki kerre okursa, şehîdlerden yazar. Üç
kerre okursa Peygamberlerle haşreder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
KÂF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin ellinci sûresi.
Kâf sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet-i kerîmedir. Kâf
harfi ile başladığı için Sûre-i Kâf denilmiştir. Sûrede; kâfirlerin
inkârlarında inâd etmeleri, Allahü teâlânın varlık ve kudretinin
delîlleri, geçmiş bâzı kavimlerin isyânları, i nsanın yaratılışı, Allahü
teâlânın insanlara yakınlığı, ölüm ve ölümden sonraki hayat
anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Kâf sûresinde meâlen buyurdu ki:
Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz ve biz ona, boynundaki şah damarından daha yakınız. (Âyet: 16)
Kim Kâf sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ölüm acılarını ve sarhoşluğunu
hafifletir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂFİR:
İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine
inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini
birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına
inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar.
Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı
azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)
Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. ( Meryem
sûresi: 86)
Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl
haşredilecek?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; " Onu dünyâda iki
ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde yüzüstü yürütmeye kâdir değil
midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı
olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)
Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri,
din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak
isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının
yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapı k olurlar. Çünkü
İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını
Allahü teâlâ vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)
KÂFİRÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.
Kâfirûn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir.
Kâfirlerden bahsedildiğinden sûre bu ismi almıştır. (Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kâfirûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim! Onlara) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza
(putlarınıza) tapmam. Siz de, benim ibâdet etmekte olduğuma (Allah'a)
ibâdet ediciler değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza (hiçbir zaman)
tapmış değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma (hiçbir vakit)
kulluk edicilerden değilsiniz. Sizin dîniniz size, benimki bana. (Âyet:
1-6)
Kim herhangi bir gecede Kâfirûn sûresini okursa, çok hayırlı ve çok
güzel bir iş yapmış olur. (Hadîs-i şerîf-Musannef)
Kim Kâfirûn sûresini okursa, ona Kur'ân-ı kerîmin dörtte birini okumuş
gibi sevab verilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
KAHHÂR (El-Kahhâr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından,
cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri
öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette
düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret
etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.
Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları
gün); "Bugün, mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi;
"Kahhâr, olan Allah içindir" buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün
kullar için korkudan, sığınmaktan başka bi r şey yoktur. Pişmânlıktan,
şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar.
(Yûsuf Nebhânî) Affı sonsuzdur diyerek pek azdım, (Kahhâr) ismini
unuttum âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayır, Niçin doğru yoldan
saptım âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂHİN:
Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Bkz. Kehânet)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve
bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere
giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, göklere çıkmaları
yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara
sormamalıdır. Bunları gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü
teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı Rabbânî)
KAHKAHA:
Yanındakiler işitecek kadar gülmek.
Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti
de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm,
insanın kendisinin de işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)
Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese
şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse
ile münâkaşa ve mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme.
(Abdülhâlık-ıGoncdüvânî)
İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin
cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)
KAHR:
1.Mahvetme, helâk etme.
Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin,
kalbi incelir, yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi
berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)
Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve
celâl ile görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli,
ihtiyarlıkta merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî) Kahrımız,
gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân, Adüvden (düşmandan) korkmadık,
korkmayız hiçbir zaman, Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân.
(Gülbank-i Mehterân)
2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e
uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı.
Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor,
irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için "Medîne
halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni
oturtun!" buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah
efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak
dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız. Fakat okuyunuz
da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb
Sabri)
KAHT:
Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.
Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye
gelip; "Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız"
dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e
git! Yağmur geleceğini müjdele" buy urdu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KÂİM:
Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.
Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki
hikmetleri düşünmek) bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır.
(Ebü'd-Derdâ)
KÂİN VE BÂİN:
Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat
hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu
isteyen kimselere müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i
şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte
insanlar ile birlikte ve onlarla alış-veriş te ise de, hakîkatte Allahü
teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
KALB:
1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî
kuvvet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd
sûresi: 30)
Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için
Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân
sûresi: 7)
Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)
Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ,
bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz.
Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)
Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe
yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete
uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin Allahü
teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmama sı da lâzımdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa,
nefse, şeytana, uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu
istemezse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh
sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde
hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ed erse, günâh olur,
haram olur. (Muhammed Hâdimî)
Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir.
Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak
etmek olur. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe,
istiğfâr etmeli, pişman olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen
bilgileri ile bularak, anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere
yapışmakla, bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden)
kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi
(hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin
zehridir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden
sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî) Ol fakir ki
yüzün bakar Gözlerinin yaşı akar Mü'min olan kalb mi yıkar Boynuna lânet
mi takar Sakın incitme bir cânı Yıkarsın Arş-ı Rahmânı
(Alvarlı Muhammed Lütfi)
2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir.
Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda)
kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan (rûh) mertebelerinde
ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Gözü:
Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü
teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme
kuvveti, basîret. (Bkz. Basîret)
Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Hastalığı:
Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb
hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez.
Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı
kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur. "Çok oruç tutanlar
vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi
sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de
önce bu hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler.
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Huzûru:
İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile
olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.
İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu
ise, kalbin huzûru ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Kalb İlmi:
Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim. (Bkz. İlim)
Kalb İtminânı:
Kalb huzûru.
Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı
zikretmektir (hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve
düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Selâmeti:
Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden
kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.
Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi)
terketmesine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel
olanlarla berâber olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla
yemek yememek, 4) Gece namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü
teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek, g ünahlarının bağışlanmasını istemek.
Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir saat önceki
vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Kalb Tasdîki:
Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.
Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Kalb Tasfiyesi:
Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü
düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.
Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve
bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur.
Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu
kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi
hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz,
Allahü teâlânın huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin
tasfiye edileceği açıktır. (Muhammed Rebhâmî)
Kalb Temizliği:
Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü
düşünceden kurtulması.
Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin
mahsûlü dilin sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî) Zikr et zikr, bedende iken
cânın, Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Toparlanması:
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak
lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa
düşünemez olmalıdır. (Muhammed Bâki-billah)
Kalb-i Hakîkî:
Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.
Kalb-i Sanevberî:
Yürek.
Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Kalb-i Selîm:
Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve
nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm
ile gelenler faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)
KALEM:
Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan
ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu
insanlar tarafından bilinemeyen kalem.
Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü
teâlânın hitâbının heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek
bir sesle levh üzerinde hareket edip emrolunduğu şeyleri yazdı.
(Nişancızâde)
Kalem Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış sekizinci sûresi. Nûn sûresi de denir.
Kalem sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk
âyetinde geçen, kalem kelimesinden dolayı, Sûret-ül-Kalem denilmiştir.
Sûrede, Peygamber efendimizin aklî mükemmelliği ve yüksek ahlâkı, O'nu
yalanlayanların kötü vasıfları, ahl âksızlıkları, bencillikleri ve
başlarına gelenler, onların inatçı ve inkârcı tutumları karşısında
Peygamber efendimizin nasıl tavır takınacağı konuları bildirilmiştir.
(Taberî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Kalem sûresinde meâlen buyurdu ki:
Nûn, kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, (ey Muhammed!) Sen deli
değilsin. Rabbinin nîmetlerine kavuşmuş bir insansın. Doğrusu sana
kesintisiz ecr (sevâb, mükâfât) vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlâka
sâhipsin. (Âyet: 1-4)
Kim Kalem sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ahlâkını
güzelleştirdiklerinin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
KALENDER:
İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb
kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün
olmayan kimse.
Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb
kazanmaya çalışırlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün
değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için melâmilere
benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden
uzaklaşmışlardır. Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu
saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara kalender yerine haşevî (Allahü
teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimse ler) dense yerinde
olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
KALENSÜVE:
Takke ve her çeşit başlık.
İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske
üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî,
İbn-i Âbidîn)
KÂLİB ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki
oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine
Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma
bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin
Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey
İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin
(onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ kapıdan girdiniz
mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz
gerçekten mü'min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz,
güveniniz. (Mâide sûresi: 23)
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd
(Filistin ve Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca,
İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin
bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların ) ve ahâlisinin
durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib
aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve
kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına
anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler arasında
bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri
kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli
olsalar bile korkak ve kalblerinin zayıf olduğunu söylediler.
İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri feth
edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib
aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm
daİsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız bırak mayıp,
yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde
Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ
aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ
aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe
bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu
hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib
aleyhisselâm daha sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte
İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları ve Allahü
teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib
aleyhisselâm Mısır'da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)
KÂLÛBELÂ:
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün
zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye
verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Bkz. Ahd ü Mîsâk)
KAMER SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli dördüncü sûresi.
Kamer sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli beş âyet-i kerîmedir. Ayın
yarılıp bölünmesi mûcizesi anlatıldığından Sûret-ül-Kamer denilmiştir.
Sûrede, kıyâmetin yakın olduğu, buna rağmen müşriklerin nefislerine
uyarak gerçekleri yalanladıkları, vak ti gelince, zillet içinde
kabirlerinden çıkacakları ve Resûlullah efendimizi yalanlamalarının
cezâsını çekecekleri anlatılmaktadır. Ayrıca bâzı peygamberlerin
kıssaları da bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî, İsmâil Hakkı Bursevî)
Allahü teâlâ Kamer sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Bedr'deki) bu topluluk yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve
arkalarına dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti,
kıyâmettedir. O vaktin azâbı daha müthiş ve acıdır. (Âyet: 45-46)
KAMERÎ AYLAR:
Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Bkz. Hicrî
Sene)
Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki
döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün
çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu aylara göre yapılması emredilmiştir.
Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ Ramazan ayı hicrî kamerî
aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel başlamaktadır.
Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç
tutulmuş olmaktadır.
Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî'ül-evvel, 4) Rebî'ül-âhir, 5) Cemâziyel
evvel, 6) Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval,
11) Zilka'de, 12) Zilhicce. (M. Sıddîk Gümüş)
KAMERÎ SENE:
Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl,
sene. 354 gün.
Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu
farktan dolayı 32.5 güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene
sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur. Hicrî şemsî sene sayısı
1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olu r. (Bkz. Hicrî Kamerî
Sene) (M. Sıddîk Gümüş)
KÂMET:
Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve
ezana benzeyen sözler. (Bkz. İkâmet)
Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir
(kuvvetli sünnettir). (Halebî)
Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)
Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla
verilmez. Bir de Hayye alel felâhtan sonra iki kerre "Kadkâmet-is-salah"
söylenir. (İbn-i Âbidîn)
KÂMİL:
Tam, eksiksiz, olgun.
Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek
görme. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir
kişi îmânının kemâlini (olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin
(tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu hâlde sadaka versin. Bu
iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)
Her mü'min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu
sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir
mü'min bütün bunları yerine getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar
ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur . (İmâm-ı Rabbânî)
KAMÎS:
1. Gömlek, entâri.
Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek
mekrûhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur.
(Halebî)
Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar
uzundu. (İmâm-ı Tirmizî)
2. Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. (Bkz.
Kefen)
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:
1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez
parçası. 2) Kamîs; uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun
iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş
geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerle ri kesilmez. 3) Lifâfe;
uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları
büzülüp bezle bağlanan parça. (İbn-i Âbidîn)
KANÂAT:
Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile
kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat,
çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey
aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerde n kaçınıp, gönül huzûru
ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap,
insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi
olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini)
olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i kudsî-Berîka)
İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve
bunda kanâat eden kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)
Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan)
zelîl olur. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse, (dünyâ
lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i
Cevzî)
KANDİL GECELERİ:
İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler. (Bkz. Mübârek Geceler)
KÂNÛN-I İLÂHÎ:
1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete
(mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla
insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.
Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı
ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize
istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce
sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdı r. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KAPLAMA MESH:
Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi. (Bkz. Mesh)
Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak
birbirine yapıştırılır. İç tarafları başın önünde saçların üzerine
konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak, başın arka tarafına
doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kal dırılır ve avuç içleri saça
değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş
parmakla kulak arkası, elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i
Âbidîn)
KÂR HADDİ:
Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen
fazlalığa, kâra konulan sınır.
Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: "Medîne-i münevverede
pahalılık oldu. Yâ Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi
koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Fiyatları koyan Allahü teâlâdır.
Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben, Allahü teâlâdan
bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i
şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet'te kâr haddi diye
bir şey yoktur. (İbn-i Âbidîn)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki
misline çıkarması, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman;
hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi koyması câiz olur.
Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
KARÂBET:
Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık. (Bkz. Akrabâ)
KARÂMİTA:
Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka.
İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.
Kûfe'de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre
adını verdiği yere bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir
sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına toplayıp Abbâsî halîfesine
karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komüni zmde bulunan mülkiyette
ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk
yolunu kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve
geçersiz olduğunu söyledi. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek
için, reisleri Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı.
Karamita devletini kurdu. Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm
edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini ha râb edip hac yollarını
kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved'i Kâbe'den
çıkarıp Basra'ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de,
dînin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara,
güzel san'at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş (çirkin
işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete
(bozuk işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet'e çok zarar verdi. 938
(H. 372)'de Allahü teâlânın gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)
Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya
göre, bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh
(evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen Karmatîler, kadınlarda da
ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke -i mükerremeyi değil,
Kudüs'ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl
sayarlar. (Abdülazîz Dehlevî)
KÂRÎ:
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.
Nice kâriler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i
şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Zamânımızda, Kur'ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini
işiterek; "Ne güzel okudu!" diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı
Mâtürîdî)
KÂRİA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.
Kâria sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir.
Kâria'dan yâni kıyâmet gününden haber verdiği için, Sûret-ül-Kâria
denilmiştir. Sûrede; Kıyâmetin kopması sırasında meydana gelecek
olaylardan ve insanın âkibetinden bahs edilmektedir . (Muhammed bin
Hamza, İbn-i Abbas)
Allahü teâlâ Kâria sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Kıyâmet günü) Kimin tartılan (iyi) ameli ağır gelirse, işte o, hoşnûd
edici bir yaşayış içinde olur. (Âyet: 6-7)
Kim Kâria sûresini okursa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun mîzânını
(sevâb terâzisini) ağır getirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂRİN HACI:
Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı
tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan,
hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan. (Bkz. Hac)
Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için,
ihrâmın men ettiği şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu
şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî' hacı olması uygundur.
(İbn-i Âbidîn)
KARÎNE:
Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.
Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)
KARZ-I HASEN:
Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra,
aynısı geri verilmek üzere verme.
Bir adam Cennet'e girince, Cennet kapısının üstünde; "Sadaka veren, on
katını alır; karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır"
yazısını görür. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu'cem-ül-Kebîr)
Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli
(bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri
ile veresiye satmış olur ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)
Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol
mükâfâtlandıracağını ve onları Cennetlere koyacağını bildirmiştir.
(İmâm-ı Şâtıbî)
KASAS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi sekizinci sûresi.
Kasas sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir.
Mûsâ aleyhisselâmın kıssası geniş şekilde bildirildiği için sûreye
Sûret-ül-Kasas denilmiştir. Ayrıca Mûsâ aleyhisselâmın çocukluğundan
îtibâren hayâtı, mücâdeleleri, tevhîd ehl inin zaferi ve dünyâ servetine
güvenilmemesi bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kasas sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete kavuşturamazsın. Allahü teâlâ
dilediğini doğru yola kavuşturur. (Âyet: 56)
Kim Kasas sûresini okursa, Mûsâ aleyhisselâmı tasdîk (kabûl) ve tekzîb
(inkâr) edenlerin adedince ona sevâb verilir. Gökte ve yerde hiçbir
melek yoktur ki, kıyâmet günü onun sâdıklardan olduğuna şâhid olmasın.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KASD:
Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi
yapmak için karar verme.
Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin
yaratılmasını, onların kastlarına, arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul
isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl
(sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi)
işleyen, eğer kast ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur.
(Kutbüddîn İznikî)
KASEM:
Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini
söyleyerek söz verme. (Bkz. Yemîn)
KÂSİD:
İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Bkz.
Kesâd)
KASÎDE-İ BÜRDE:
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin
Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi.
Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber
efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasın ı hediye ettiği için bu
kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.
İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz
kalmıştı. Bu sırada Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde
yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu. Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip,
arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm -ı Busayrî'ye giydirdi.
Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında,
Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç
kalmadığını gördü. Hırka-i Seâdet de arkasında idi. Onun için bu
kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto demektir. İmâm-ı
Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk
bin Saîd)
Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i
Bürdeye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib
Çelebi)
Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir: Hazret-i
Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından, Bir damla olmak ister,
bilcümle peygamberân. Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî, Varlıkların
hepsinden odur Hakk'a sevgili. Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,
Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.
KASÎDE-İ EMÂLÎ:
Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana
gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali
Ûşî'dir.
Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları
vardır. Bunlardan en kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin
yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib Çelebi, Muhammed Reyhavî)
Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir:
Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz. Kemâl sıfatlarla muttasıftır
(sıfatlanmıştır) Rabbimiz. Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden,
Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden. Cennet ile Cehennem ebedî
olacaktır. İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır. Îmândan sayılmazlar
bütün hayırlı işler, İbâdetler îmânın parçası değildirler. Ehl-i sünnet
üzere tevhîd hakkında yazdım, Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım.
Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir, Âb-ı zülâl gibidir,
ruhlara hayât verir.
KASR-ISALÂT:
Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak.
(Bkz. Müsâfir)
KASVET:
Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar
(yâni kalbleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü,
taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki,
çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla
yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil
değildir. (Bekara sûresi: 74)
Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri;
ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı)
terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü hâtırlamazlar, vâz ve
nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)
Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı
unutur, nefsinin arzu ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol,
kendine dost ara, sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden
uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle bir dost, kalbine kasvet
verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)
Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü
teâlâyı anmada), Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti
bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet sebebi ile kapalıdır.
(Hasan-ı Basrî)
Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)
KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:
İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve
rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen,
saptırıcı, yol kesici.
İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e
uymalarına mâni (engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler.
(İmâm-ı Rabbânî)
Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi
akıllarına ve keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı
tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber)
ismini ve süsünü veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler.
Onların sohbetleri öldürücü zehirdir. (Muhammed Ma'sûm)
KAT'Î DELÎL:
Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık
hadîs-i şerîfler.
Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere
farz denir. Ve yine Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile
yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i Âbidîn)
KAT'-İ RAHM:
Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.
İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet
inmez. (Hadîs-i şerif-Edeb-ül-Müfred)
Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem
(nikâhlanmak, evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir.
(Abdülganî Nablüsî)
KÂTİL:
İnsan öldüren.
Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları
ile, kısâs (kâtilin öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)
Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî, maktûlün yâni öldürülenin
vârisleri yâni mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)
KATL:
İnsan öldürme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça,
Allah'ın haram ettiği cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)
Ekber-i kebâir (büyük günahlar) : Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek,
adam katl etmek, anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz.
(İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
KATOLİK:
Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği
ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup,
rûhânî lideri papadır.
Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına
izin verdi ve kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan
İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395. senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı.
Roma'daki papaya tâbi olanlara katol ik, İstanbul'daki patriğe bağlı
olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)
1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda
katolik olan dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile
Pâris civârında altmış bin Protestan öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi
Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eseri nde, katolik papazların,
yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî
akîdeleri (inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta
bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
|