HABÂİS:
Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu. (Bkz. Habîs)
HABER:
Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi.
1. Sünnet, hadîs-i şerîf.
Şüyû bulma (herkesçe duyulma, yayılma bilinme) derecesine göre haber; ya
mütevâtir (Resûlullah efendimizden, birçok kimsenin rivâyet ettiği hadîs),
ya meşhûr (ilk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan
hadîs), ya müstefîz (söyliyen leri üçten çok olan hadîs), ya garîb (yalnız
bir kimsenin bildirdiği hadîs), yâhut da azîz (iki veya üç kimsenin
naklettiği hadîs) olur. (İmâm-ı Süyûtî)
Her hadîs-i şerîf haberdir ancak her haber hadîs-i şerîf değildir. (İmâm-ı
Süyûtî)
Haberde " Tövbekârlarla sohbet edin, zîrâ onların kalbleri daha
yumuşaktır" diye vârid olmuştur (gelmiştir). (İmâm-ı Gazâlî)
2. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz.
Haber-i Meşhûr:
Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki
devirlerde, daha çok kimse tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf.
Haber-i meşhûrun, hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmeyerek inkâr eden,
bid'at sâhibi olur. (İbn-i Kudâme)
Haber-i Mütevâtir:
Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat
(topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf.
"Delîl getirmek dâvâcıya, yemîn etmek dâvâlıya düşer" hadîs-i şerîfi
haber-i mütevâtirdir. (Teftâzânî)
Haber-i Vâhid:
Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat
Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri
noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir.
Haber-i Vâhid, Kur'ân-ı kerîm ve meşhur sünnete aykırı olmamalıdır. (İbn-i
Melek)
HABÎB:
Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam.
Öğünmek için söylemiyorum. Allahü teâlânın habîbiyim, peygamberlerin
reisiyim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Habîbidir.
Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Âdem aleyhisselâm Cennet'te
iken, Cennet'in her yerinde ve Arş üzerinde "Lâ ilâhe illallah
Muhammedün Resûlullah" yazılı gördü. (Abdülhâk-ı Dehlevî) Yâ İlâhî ol
Muhammed Hakkıçün, Ol şefâat kânı Ahmed Hakkıçün. Afv edip isyânımız kıl
rahmeti, Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti.
(Süleymân Çelebi)
HABÎBULLAH:
Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Habîb)
Allahü teâlâyı seven Habîbullah'ı da sever. Habîbullah'ı seven O'na
salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder. (İsmâil Fakîrullah) Hidâyete
ermek için, Habîbullah, verdi imkân, Habîb ne demek? Düşünse kemâlini
anlar insan, Yâ Râb! Büyük nebîdir O; köleleri olur sultan, Bir kalbe
sevgisi dolsa; eder envâr ondan feyzân (mânevî ilimler feyzler).
(M. Sıddîk bin Saîd)
HABÎR (El-Habîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin
hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi
hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden
hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz
olduğundan, sükûnete kavuştuğundan her zaman haberdâr olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Allahü
teâlâ Alîm'dir (her şeyi bilendir), Habîr'dir. (Hucurât sûresi: 13)
HABÎS:
1. Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Hak yolunda) infâkı (harcamayı), kazandıklarınızın ve
sizin için yerden çıkardığımız (mahsûllerin) en iyisinden yapın.
Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek habîs şeyleri vermeye
kalkışmayın... (Bakara sûresi: 267)
İnsanların en kötüsü, habîsliği sebebiyle kendisine ikrâm olunandır. (Hadîs-i
şerîf-Ez-Zevâcir) Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse, Şükr edeyim lütfuna
her ne ise.
(Muhammed bin Receb Efendi)
2. Haram.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Yetimlere (babası veya anası ölmüş çocuklara; rüşdüne gelince) mallarını
verin. Temizi (helâlı), habîse değişmeyin. Onların mallarını kendi
mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır.
(Nisâ sûresi: 2)
HABLULLAH:
Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hepiniz Hablullah'a sımsıkı sarılınız. (Âl-i İmrân sûresi: 103)
Kur'ân-ı kerîm hablullah-il-metîndir. Allahü teâlânın sağlam ipidir.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
HAC:
İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa
ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir
defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret
etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri
yerine getirmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i
(Kâbe'yi) h ac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır,
farzdır. (Âl-i İmrân sûresi: 97)
Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur. (Hadîs-i
şerîf-Dâre Kutnî)
Allah'ım! Hac edeni ve onun af ve mağfiret olunmasını istediği kimseyi
af ve mağfiret eyle. (Hadîs-i şerîf-Lübâb-ül-İhyâ)
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde
(fazla) ise, sevâb kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit
ise, hac sevâbı kazanamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
Kulun haccının kabûl olduğunun alâmeti, hacda Peygamber efendimizin
ahlâkı ile ahlâklanarak, dönmesi, günâha hiç yaklaşmaması, kendini hiç
kimseden üstün görmemesi, ölünceye kadar dünyâya meyletmemesidir.
Haccının kabûl olmadığının alâmeti de, hacdan döndüğünde evvelki hâli
üzere bulunmasıdır. (Ali Havvâs)
Hac Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi ikinci sûresi.
Hac sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yetmiş sekiz âyet-i kerîmedir.
Sûrede, hac ibâdetinin ilk önce İbrâhim aleyhisselâm tarafından
yapıldığından ve Peygamber efendimizle devâm ettirildiğinden
bahsedildiği için Sûret-ül-Hac denilmiştir. Hac sûresi nde; îmân,
tevhîd, Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı), kıyâmetin alâmetleri
ve dehşeti, öldükten sonra dirilme, Allah yolunda cihâd, hac ve
kurbandan bahsedilmektedir.
Allahü teâlâ, Hac sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O günün (kıyâmet gününün) zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar
memedeki çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtunlar çocuklarını düşürürler.
İnsanlar sarhoş olmuşlar sanılır. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü
teâlânın azâbı çok şiddetlidir. (Âyet: 1)
Kim Hac sûresini okursa, hac yapanın hac sevâbı, ömre yapanın ömre
sevâbı, gelmiş ve gelecek hac ve ömre yapanların sevâbı kadar sevâb
verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Hacc-ı Asgar:
Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram
günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye
gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ
ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve t raş olmak.
Hacc-ı Ekber:
Farz olan hac.
Hacca giden müslümanların hacı olabilmeleri için şartlarını yerine
getirmeleri lâzımdır. Arefe günü Cumâ'ya rastlarsa yetmiş hac sevâbı
meydana gelir. Halk arasında buna hacc-ı ekber deniliyor. Bu söz doğru
değildir. Hacc-ı ekber farz olan hacdır. (İbn-i Âbidîn)
Hacc-ı İfrâd:
İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı
yapana müfrid hacı denilir.
Mekke'de oturanlar yalnız ifrâd haccı yaparlar. Hacc-ı ifrâd, fazîlet
bakımından temettu' haccından aşağıdadır. (M. Mevkûfâtî)
Hacc-ı Kıran:
Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini
yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile
hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir.
Hacc-ı kıran'a niyet şöyle yapılır: "Yâ Rabbî! Ömre ile haccı berâber
edâ etmeye niyet ettim. Onları bana kolaylaştır ve benden kabûl et."
(Saidüddîn Fergânî)
Hacc-ı kıran sevâbı, hacc-ı ifrâd ve hacc-ı temettu'dan çoktur. (İbn-i
Âbidîn)
Hacc-ı Mebrûr:
Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan
hac.
Hacc-ı mebrûr yapanın dünyâya yeni gelmiş gibi, günâhları affolur.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı
mebrûrdur. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Hacc-ı mebrûr, kazâya kalmış farzlardan (vaktinde kılınmamış, sonraya
bırakılmış namaz, oruç, zekât) ve kul haklarından başka günâhların
affına sebeb olur. (Hâdimî)
Hacc-ı Temettû':
Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için
niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine
dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti
hacı denir.
Hacc-ı temettû' sevâbı ifrâd hacdan çoktur. (İbn-i Âbidîn)
Hâccü'l-Haremeyn:
Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret
eden hacı. Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet Takdîre rızâ
vermeyesin buna sebeb ne Hâccü'l-haremeynim diye dâvâlar çekersin Ya
saltanat-ı dünyâ için bunca talep ne!
(İkinci Bâyezîd Han-ı Adlî)
HACÂMAT:
Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını
keserek kan alma. Kan almaya fasd da denir.
Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle hacâmat yaptırsınlar,
dediler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arabî ayın on yedinci veya on dokuzuncu veya yirmi birinci günleri
hacâmat olunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kan aldırmak sünnettir. Peygamber efendimiz her ay hacâmat olurdu.
(Zehebî)
HACB:
İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin
bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi
mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan,
mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir.
Erkek vârislerden oğul, baba, zevc (koca) ile kadınlardan kız, ana,
zevce (hanım); yâni bu altı kimse hacb-i noksan ile payları düşebilirse
de tamâmen mîrastan mahrûm olmazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)
HÂCE:
Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir
ünvan.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize
verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını kalbimize
yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi (geleceğimi) karanlık
bilirim. Eğer bütün harâblıkları ve çirkinlikleri ve rseler ve kalbimizi
Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler hiç üzülmem. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâce-i Âlem:
Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah
efendimize mahsûs bir ünvan.
Hâce-i âlem, gelmiş ve gelecek, yaratılmış ve yaratılacak olanların en
üstünü, en iyisidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hâce-i Kâinât:
Hâce-i âlem.
HÂCEGÂN YOLU:
Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan
Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden
îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır.
Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdülhâlik Goncdüvânî hazretleri
vasiyetnâmesinde buyuruyor ki: Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol,
İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil
tarîkatçılardan sakın, şöhret yapma, şöhrette âfet vardır. Arslandan
kaçar gibi câhillerden kaç. Bid'at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar
ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme. (Mevlânâ Sâfî)
HACER-ÜL-ESVED:
Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte
bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş.
İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi
inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma
yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esvede gelince, İbrâhim aleyhisselâm; "Ey
İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâ ret olsun" buyurdu. İsmâil
aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir
taş getir" buyurunca; Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm,
tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!" diye bir ses işitti.
Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki
yerine yerleştirildi. (Azrakî)
Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın,
fakat Resûlullah'a uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu
işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat
eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin bu sözüne
teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân)
Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada
bitirmek sünnettir. (Zeylâî)
HÂCET NAMAZI:
Maddî ve mânevî bir ihtiyaca, dileğe kavuşmak niyeti ile iki ve en fazla
on iki rek'at olarak kılınan namaz.
Bir kimsenin Allahü teâlâdan veya benîâdemden (insanoğlundan) bir hâceti
olursa, tertemiz bir abdest alsın. Sonra iki rek'at hâcet namazı kılsın.
Sonra Allahü teâlâya senâ (hamd) da bulunsun ve Peygambere salevât
getirsin... (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Tecnîs ve diğer kitaplarda, hâcet namazının yatsıdan sonra dört rek'at
olarak kılınacağı ve bir hadîs-i şerîfe göre ilk rek'atta; bir fâtiha,
üç âyet-el-kürsî, kalan üç rek'atin her birinde birer fâtiha, ihlâs ve
muavvizeteyn okunacağı, bunlar yapılı rsa, kılınan namaz Kadir gecesinde
kılınmış gibi olacağı kaydedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Üstâdlarımız (hocalarımız); "Biz bu hâcet namazını kıldık ve
ihtiyaçlarımız, dileklerimiz görüldü" demişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
HÂCI:
Hac yapan kimse. (Bkz. Hac)
Hanefî mezhebinde, yalnız Arafat meydanında ve müzdelife'de hâcıların
iki namazı cem' etmeleri, birleştirmeleri lâzımdır. (AbdullahMûsulî)
Hamdan Karmat adlı bölücü, sapık Karâmita devletini kurdu. Hâcıları katl
etti. Haramlara güzel sanat ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy,
fuhş dediği ahlâksızlıklara, moral eğitimi diyerek gençleri felâkete,
sefâlete sürüklediler. 983 yılında gad ab-ı ilâhiyyeye yakalanıp yok
oldular. (Şehristânî, Nişancızâde)
HÂCİS:
Kalbe (gönle) gelen ve hemen gidermek mümkün olan kötü düşünceler.
Kalbe gelen hâcisi melekler yazmaz. Hasenelere (iyi düşüncelere) sevâb
yazılır. (Abdülganî Nablüsî)
HAÇ:
Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık
dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da
denir.
İnsanların doğuştan günâhkâr olduğuna inanan hıristiyanlar, Îsâ
aleyhisselâmın bu günâhlara keffâret olarak kendini fedâ ettiğini, haça
gerilmek sûretiyle öldürüldüğünü kabûl ederler. Îsâ aleyhisselâma
yapılan işkencenin, dolayısıyla onu kurtarmanın sembolü olarak kabûl
edilen haç ile ilgili yaygın hıristiyan inanışı yanlıştır. (Harputlu
İshak Efendi)
Kur'ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ'nın haça gerilerek öldürülmediğini, diri
olarak göğe çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Dîninden dönerek
ufak bir menfaat karşılığı hazret-i Îsâ'yı Romalılara haber veren
Yehûdâ, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisse lâmın şekline benzetildi.
Romalı askerler. Yehûdâ'yı yakaladılar ve haça gerip öldürdüler.
(Rahmetullah Efendi)
HAD:
İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ.
Beş günah için had cezâsı vardır:Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile
sarhoş olmak, kazf (iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda
bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i Âbidîn)
Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca
tövbe etmek de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hadd-ı Bülûğ:
Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı. (Bkz.
Sinn-ı Bülûg)
Hadd-i Kazf:
İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini
söylemek) sebebiyle verilen cezâ.
Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük
günâhtır. İki şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile
sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf, seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf,
kazf olunan kimsenin isteği üzerine ta tbîk edilir.
Hadd-i Sirkat:
İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak
veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ.
Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman
veya zımmî (müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65
santigram) gümüş parayı veya değerinde olan mütekavvim (kıymetli,
kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla bozulmaya n bir malı, müslüman
veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm'da (müslüman
memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ
ederse, hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından
kesilir. İkinci defâ çalan ın sol ayağı oynak yerinden kesilir.
Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar hapsedilir.
Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber
vermesi ile belli olur. (İbn-i Âbidîn)
Et, sebze, meyve, süt, odun, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı,
ekmek, her çeşit kitab vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i
Hümâm)
Hadd-i Zinâ:
Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman
olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd
edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi
gereken cezâ.
Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i
Âbidîn)
HADES:
Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli.
Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük
hades; bevl etmek, herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan
diğer durumlarla meydana gelen manevî kirlilik hâlidir. Namaz abdesti
almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünübl ük, hayız ve nifas hâlleri
ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve
bütün bedeni yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi)
Hadesten Tahâret:
Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri.
Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas
hâli sona eren kadının boy abdesti alması.
HÂDÎ (El-Hâdî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından
dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine)
doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara)
yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi:
31)
Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır.
Allahü teâlânın Hâdî ve Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır.
İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı ile tecellî eder.
Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî)
HADÎD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli yedinci sûresi.
Hadîd sûresi Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi
beşinci âyet-i kerîmede demir mânâsına olan hadîdin ehemmiyetinden
(öneminden) ve fâidelerinden bahsedildiği için, sûreye Hadîd ismi
verilmiştir. Bütün varlıkların Allahü teâlâyı tesb îh ettiklerini
bildirmekle başlayan sûrenin başlıca konuları şunlardır: Allahü teâlânın
mübârek isimleri, sıfatları, mallarını Allah için harcayanların pek
büyük mükâfatlara kavuşacakları, bâzı peygamberler aleyhimüsselâm ve
ümmetlerinin durumları, P eygamber efendimize îmân edenlere (inananlara)
verilen müjdeler. (Fahreddîn Râzî)
Hadîd sûresinde buyruldu ki:
Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. (Âyet: 4)
Dünyâ hayâtı elbette la'b, yâni oyun ve lehv (eğlence) ve zînet
(süslenmek) ve tefâhür (öğünme) ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır.
(Âyet: 20)
Dünyâda olacak her şey dünyâ yaratılmadan önce levh-i mahfûzda yazılmış,
taktir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtta kaçırdığınız
fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın
gönderdiği nîmetlerden dolayı mağrûr olmayasınız. Allah kibirlileri
sevmez. (Âyet: 22)
HÂDİS:
Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren ikinci bir delil de âlemin her zaman
bozularak değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah)
HADÎS:
Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani
olmadıkları şeyler.
Uydurduğu bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb
görecektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek,
sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz
olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden
icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i
şerîfte şöyle buyruldu: İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel
olandır. Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz, Cevâb vermemek gibi,
ona cevâb bulunmaz.
(Şeyh Sa'dî)
Hadîs Âlimi:
Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.
Hadîs-i Âhâd:
Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl
(Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni
nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Âmm:
Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Cibrîl:
Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil
aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı
sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i
şerîf.
Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i
ekremin mübârek dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah!
Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "
İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz
kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç
tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir."
Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine
inanmak, indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret
gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna
inanmaktır" buyurdu.
"İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet
etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Hadîs-i Garîb:
Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden
(nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş
sene çıkış ve o kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i
garîbdir. (Tirmizî)
Hadîs-i Hâs:
Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde
bin Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)
Hadîs-i Hasen:
Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber
hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan
kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
YüceAllah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder.
Bu hadîsi Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir"
demiştir. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Hadîs-i Kavî:
Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme
okuduğu hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Kudsî:
Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem
sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i
kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu,
hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz.
(Buhârî)
Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama
giren de azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)
Hadîs-i Maktû':
Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den
rivâyet olunan hadîs-i şerîfler.
Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri
(nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten
hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)
Hadîs-i Mensûh:
Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen
hadîsler.
Hadîs-i Merdûd:
Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.
Hadîs-i Meşhûr:
İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir
kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan
dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Mevdû:
Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim),
bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan
bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur"
der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallah ü aleyhi ve sellem sözü değildir"
demez. (Dâvûd-ül-Karsî)
Hadîs-i Mevkûf:
Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan
râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Mevsûl:
Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim,
böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i
ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.
Hadîs-i Muddarib:
Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Muhkem:
Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mu'allak:
Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir
râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Munfasıl:
Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş
olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müfterâ:
Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle
inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin),
müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri.
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve
ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri
aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle
sözlerden hiçbiri yoktur.
Hadîs-i Mürsel:
Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden)
birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Münkatı':
Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:
Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan
olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):
Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müteşâbîh:
Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mütevâtir:
Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de
bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin
haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin
yalan üzerinde sözbirliği yapmaları müm kün değildir. Hadîs-i mütevâtire
muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir
olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Nâsih:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında
söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.
Hadîs-i Sahîh:
Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl
(Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan
bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr
(önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler.
Hadîs-i Şâz:
Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim
denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.
Hadîs-i Zaîf:
Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.
Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya
îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet
yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.
Hadîs İmâmı:
Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri,
nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs
müctehidi de denir.
Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği
(naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve
onu düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman
kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da
ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini
giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan kıyâmet
sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını
(kusûrunu) örterse Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini
örter.
Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise
şöyledir:
Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder,
acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o
müslümanın hatâlarına keffâret kılar.
Hadîs-i Nefs:
Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz,
uzaklaştırılır. Buna hâcis denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna
hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir. Dördüncüsü, yapılması tercîh
edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu ter cîh kuvvetlenip, karar
verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm,
hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk
edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da
affolur. (Abdülganî Nablüsî)
HADSÎ:
Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen
şey.
Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp
çoğalması, aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını
güneşten aldığının bilinmesi hadsîdir. (Molla Fenârî)
Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı,
yaratıcıyı) anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır,
apaçıktır. Diğer insanların, eseri görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise,
düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ
hadsîdir. Bir kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın
sıfatlarını iyi düşünse, O'ndan başkasının ibâdete hakkı olmadığını
hemen bilir. (Ahmed Fârûkî)
HAFAZA MELEKLERİ:
Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan;
ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan
melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi,
onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur. (Bkz. Kirâmen Kâtibîn)
Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı
Birgivî, Kâdızâde)
HÂFİD (El-Hâfid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü,
yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda
iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı
seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren.
El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf
Nebhânî)
HÂFIZ:
Hıfz eden, ezberleyen. Râvileriyle (rivâyet edenlerle) birlikte yüz bin
hadîs-i şerîfi ezbere bilen hadîs âlimi.
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyene hâfız denmez, kârî denir. Bugün hadîs-i
şerîfleri ezbere bilen bulunmadığı için, kârî yerine, yanlış olarak
hâfız denmektedir. (Muhammed Tâhir)
Hâfız-ı Kur'ân:
Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen. (Bkz. Kârî)
İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, İslâm tâcirleri, ticâret için
büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka
memleketlere yayılacaktır. Sonra, hâfız-ı Kur'ân olan kimseler çıkacak,
benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı?
diyeceklerdir. Cehennem'in odunları bunlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hâfız-ı Kur'ân pazarlık etmeden, Allah rızâsı için hatm, cüz veya mevlid
okursa, okutanın hediye ettiğini alması câiz olur. Îtirâz ederse aldığı
harâm olur. (Muhammed Hâdimî)
HÂFIZA:
Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile
duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu
merkezlerinden biri.
Hocam Vekî'e hâfızamın zayıflığından şikâyet ettim. Günâhları terketmemi
söyledi. (İmâm-ı Şâfiî)
Az yemek yiyenin bedeni kuvvetli, kalbi nûrlu, hâfızası kuvvetli olur.
Geçimi kolay olur, işlerinde lezzet bulur. Allahü teâlâyı çok anmış
olur. Âhireti düşünür, ibâdetten aldığı lezzet her şeyde isâbeti
(doğruyu bulması) ve irşâdı (yol göstermesi) ç ok, ahirette hesâbı kolay
olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
HAFÎ:
Gizli, kapalı.
1. Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını
ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz.
"Kâtil mîrâsçı olamaz" hadîs-i şerîfinde kâtil lafzı hafîdir. Bu
kelimenin, kasten bilerek adam öldürenin mîrâsçı olamıyacağı husûsunda
mânâsı açık olduğu hâlde, hatâ ile öldürenin de bu hükmün altına girip
girmediği husûsunda kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle âlimler bu konuda
farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî)
Mâide sûresinin otuz sekizinci âyet-i kerîmesinde hırsıza verilecek
cezâdan bahsedilmektedir. Âyet-i kerîmedeki sârık (hırsız) kelimesi
hafîdir. Çünkü tarrâr (yankesici) ve nebbâşı (kefen soyucuyu) da
içerisine aldığı hususunda kapalıdır. Bunun için, âlimler, âyet-i
kerîmede hırsıza verilecek cezânın, yankesiciye de verileceğinde
sözbirliği ettikleri halde, kefen soyucu hakkında ihtilâf etmişler,
farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî, Molla Hüsrev)
2. Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.
Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin asılları, kökleri âlem-i
kebîrdedir. İnsanın dışındaki varlıklara "âlem-i kebîr" denir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Hafî Okumak:
Namazda sessiz okumak. İmâmın öğlen, ikindi ve üç ve dört rek'atlı
namazların üç ve dördüncü rek'atlarında sessiz okuması.
Hafî okunacak yerde cehrî (açık), cehrî okunacak yerde hafî okunursa
secde-i sehiv lâzım olur. (Halebî)
HAFÎF İKRÂH:
Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız
acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle
yapılan zorlama. (Bkz. İkrâh)
Hafif ikrâh karşısında kalan kimsenin riyâ yâni gösteriş yapması câiz
değildir. (Muhammed Hâdimî)
HAFİF NECÂSET:
Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen
kuşların pisliği.
Hafif necâsetlerden bir uzva veya elbisenin bir kısmına bulaşınca bu
kısım veya uzvun dörtte biri kadarı namaza zarar vermez. (İbn-i Âbidîn)
HAFÎF-ÜL-HÂZ:
Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan.
İki yüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîf-ül-hâz olandır. (Hadîs-i
şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Hicretten (Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye göç etmesinden)
iki yüz sene sonra gelenler arasında bulunan; Bişr-i Hâfi, Bâyezîd-i
Bistâmî ve Ebü'l-Hüseyn Nûrî gibi büyük âlimler hafîf-ül-hâz idiler.
(Saîdüddîn Fergânî)
HAHAM:
Yahûdî din adamı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Muhakkak ki; hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu, bâtıl
sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan
alıkorlar. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda
harcamayanlara pek acıklı bir azâbı müjdele. (Tevbe sûresi: 34)
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tevrât kitabını (yazılı emirleri)
verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni sözlü emirleri de verdi. Mûsâ
aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn ve Yûşâ (aleyhimesselâma) bildirdi.
Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bild irdiler. Bu
bilgiler nesilden nesile yâni hahamlardan hahamlara nakledildi. Bunlara
zamanla yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir
mevzûdaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece
hahamların şahsî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden bilgiler yahûdî
kitablarına girdi. Yahûdî hahamlarından Akilos bunları topladı ve
kısımlara ayırdı. Talebesi haham Meir bunlara ilâveler yaparak
basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerin te'lifi
(birleştirilmesi) ve topla nması için çeşitli usûller ve şartlar
koydular. Böylece pekçok rivâyetler ve kitaplar ortaya çıktı. (Harputlu
İshâk Efendi)
HÂİD:
Hayız (âdet) gören kadın. (Bkz. Hayz)
HÂİN:
Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni
bozacak iş yapan. Eminin zıddı.
Cimriler, hîlekârlar (aldatıcılar), hâinler ve kötü huylu insanlar
Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
Ümmetim belki her günâhı işleyebilir ama, yalan söyliyemez ve hâinlik
yapamaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kibri, hâinliği ve kul borcu olmayan mü'min hesabsız Cennet'e
girecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İki günahtan çok kork! Birisi emrinde olan insanlara zulmetme! En büyük
zulm, onların İslâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni
olmaktır. İkincisi din ve dünyâ yolunda hâin olma! Her günahtan kork!
Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak
ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân
eder.Bir müslüman sana zarar verirse sen ona iyilik et! Hiç kimsenin
ayıblarını yüzüne vurma. (Süleymân bin Cezâ)
HAK (El-Hakk):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan
ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Allah, Hak'dır. (Müşriklerin) Allahü teâlâdan başka taptıkları
bâtıldır (yok olucudur). (Hac sûresi: 62)
Her gün el-Hak ism-i şerîfini bin defâ söyliyenin huyu ve ahlâkı
güzelleşir. (Yûsuf Nebhânî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr
eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî) Aklın varsa ey kardeşim Hakkı sevmek olsun işin
Aşk tadını tatmıyanın Kalbi temiz olmaz imiş.
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. İslâmiyet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hak gelince, bâtıl (şirk, puta tapmak) gider. Bâtıl, her zaman
gidicidir. (İsrâ sûresi: 81)
3. Gerçek, doğru.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Cennet ehli (Cennet'e girince) Cehennem ehline; "Biz Rabbimizin bize
vâdettiğini (sevâbı) hak bulduk. Siz de Rabbimizin size vâdettiğini
(azâbı) hak buldunuz mu? diye seslenir. (Onlar da) evet derler. (A'râf
sûresi: 44)
Ölüm haktır, kabr haktır. Kabirde, Münker ve Nekir denilen iki meleğin
meyyite (ölüye) suâl sorması haktır. Haşr (kabrden kalkıp Arasât
meydanında hesâb vermek için toplanmak) haktır. Neşr haktır. Dünyâda
yapılan amellerin işlerin hesâbını vermek hak tır. Amellerin tartılması
haktır. Cehennem üzerinde bulunan ve üzerinden geçilecek, Sırat denilen
köprü haktır. Cennet'in mü'minler (inananlar) için, Cehennem'in de
kâfirler için olduğu haktır. (Nesefî)
4. Alacak.
Bir kimse, peygamberlerin alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vesselâm
yaptığı ibâdetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı
bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennet'e giremeyeceği bildirilmiştir.
(İmâm-ı Rabbânî)
5. Pay, hisse.
Bâyi' (satıcı)den başka bir kimsenin hakkı bulunan bir malın satılması,
o kimsenin izin vermesine bağlıdır. Yâni izin vermezse müşteri (alıcı) o
mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)
6. Hâtır, hürmet.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahümme innî
es'elüke bilhakkıssâ'ilîne aleyke" yâni; "Yâ Rabbî! Senden isteyip de
verdiğin kimselerin hakkı için, senden istiyorum, derdi ve böyle duâ
ediniz!" buyururdu. (İbn-i Mâce) Yâ ilâhî ol Muhammed hakkı çün Ol
şefâat kânı Ahmed hakkı çün Biz âsî mücrim kulları Yarlığayûb
günâhlardan berî Kabrimiz îmân ile pür nûr kıl Mûnis-i gılmân ile hem
hûr kıl.
(Süleymân Çelebi)
7) İnsanın yapması lâzım gelen şey.
Müslümanın müslüman üzerine beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek,
hastalığında arayıp sormak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek,
aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diye karşılık vermek.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Hak Teâlâ:
Yüce Allah. Allah celle celâlühü. (Bkz. Allah) Hak teâlâ, intikâmın kul
eli ile alır İlm-i hâli bilmiyenler, onu kul yaptı sanır.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Hakk-ul-Yakîn:
Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü
teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî
perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi.
Evliyânın çoğu, ancak öldükten sonra hakk-ul-yakîn makâmına varmaktadır.
Bu dünyâ hayâtında hayâlden kurtulmak imkânsızdır. Evliyânın
büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete
erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukla rı hâlde, bilgilerine hayal
karışmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İlmi ve ameli şerîat gösterir. İlmin ve amelin rûhu ve kökü gibi olan
ihlâsı (her şeyi Allah için yapabilmeyi) elde etmek için tasavvuf
yolunda ilerlemek lâzımdır. Güçlükle ve çalışarak ele geçen ihlâs
devamlı olmaz. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir . Zahmet çekmeden ele
geçen ihlâs devamlıdır. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın
sâhiplerine muhlis denir. Devâmlı ihlâs sâhiplerine muhlas denir. Muhlas
olana ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda nefislerinin
arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle bir ihlâs, insanın
kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Bu ihlâs ile insan
hakk-ul-yakîn mertebesine kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî)
HAKEM (El-Hakem):
1. İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile
haksızın ayrılmasında aracılık eden kimse.
Resûlullah efendimiz otuz beş yaşındayken yağmur ve seller Kâbe'nin
duvarlarını iyice yıpratmıştı. Bu sebeble Kureyş kabîlesi Kâbe'yi
yeniden inşâ eyledi. Ancak kabîleler, Hacer-ül-Esved'i yerine koymak
husûsunda anlaşamadılar. Aralarında neredeyse s avaş çıkacaktı. Bunun
üzerine yaşlı bir zât; "Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında
hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın"
diyerek, Benî Şeybe kapısını gösterdi. Orada bulunanlar teklifi kabûl
ettiler. Nihâye t kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını her zaman taktîr
ettikleri ve el-Emîn (Güvenilir, itimada layık) dedikleri Muhammed
aleyhisselâmın geldiğini gördüler ve O'na durumu anlattılar. Peygamber
efendimiz yere bir örtü serip Hacer-ül-Esved'i üzerine koydu. Sonra her
kabîleden bir kişiye bir ucundan tutturup taşı konulacağı yere kadar
kaldırttı ve kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan
çarpışmanın önüne geçerek herkesi memnun etti. (İbn-i Hişâm)
2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı
ayırıcı.
HAKÎKAT:
1. Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı.
Aslan denilince, bilinen yırtıcı hayvan kastedilir, bu mânâda
kullanılırsa, hakikat olur, cesur insan mânâsında kullanılırsa, mecâz
yâni hakîkî mânâsının dışında kullanılmış olur. (Molla Hüsrev)
2. Gerçek.
Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak
bilinmektedir. Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri; "Kimyâ
tepkimelerinde, madde gayb olmaz ve yoktan meydana gelmez." hakîkatini
tecrübe ile isbat etmiş ise de, her şeyin kimy â tepkimesi, kimyâ kânunu
ile yapıldığını zan ederek; "Tabiatta bir şey yaratılmaz ve hiçbir şey
yok edilemez" demiştir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları,
nükleer reaksiyonlar, maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu,
Lavoisier'in aldanmış olduğunu göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd) Alan
sensin veren sensin kılan sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var. Hakîkat
üzre anlayıp bilen sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)
3. Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin
gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi.
Tarîkat ve hakîkatten maksat, ihlâsı (her şeyi Allahü teâlânın rızâsı
için yapma hâlini) elde etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Şerîatin (dînin) emirlerini yapmak, tarîkatin ve hakîkatin hâllerine
kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi
yâni parlaması içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb Allahü teâlâdan
başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakîkî îmân
hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için,
hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
4. Mâhiyet.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir
kuluna bildirmemiştir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber
vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız peygamberlerine bildirdiği esrâr
(sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, pe ygamberine bildirmiş ve bütün
ümmetine bildirmesini emretmiştir. (Hâdimî)
Hakîkat-i Câmia:
Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb.
İnsan, âlem-i kebîrde yâni insan dışında bulunan her şeyi kendinde
topladığı için, mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi, hakîkat-ı câmia
olan kalb de Âlem-i sagîrdeki yâni insanda bulunan her şeyi kendinde
topladığı için çok kıymetlidir. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça, kalbi temizlenemez. Pis
kaldıkça seâdetten, mutluluktan mahrûmdur, uzaktır. Hakîkat-ı câmia
denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır,
paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizl eyicilerin en iyisi,
sünnet-i seniyye-i Mustafaviyyeye (Peygamber efendimizin
bildirdiklerine) uymaktır. Sünnet-i seniyyeye tâbi olmak, uymak, nefsin
âdetlerini (alışkanlıklarını), kalbi karartan isteklerini yok eder.
(Ahmed Fârûkî)
HAKÎM (El-Hakîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet
sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında
hükmedici.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ hakkıyla bilendir ve Hakîmdir. (Hucurât sûresi: 8)
Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki
emr olunduklarını onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse
saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O, her şeye gâlibdir ve
hakîmdir (İbrâhim sûresi: 4)
Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan
Allahü teâlânın yardımı iledir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin
Hanbel)
Allahü teâlâ kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiştir. Nitekim Nisâ
sûresi yirmi sekizinci âyetinde meâlen; "Allah (ü teâlâ) size
emirlerinin kolay, hafîf olmasını diledi (istedi). Çünkü insanlar zayıf
olarak yaratılmıştır" buyurmaktadır. Allahü teâlâ hakîmdir; her şeyi
yerinde uygun olarak yapar. Raûftur, acımaya lâyık olmayanlara da
acıyıcıdır. Rahîmdir, âhirette sevdiklerine yâni nîmetine şükreden
mü'minlere Cennet'i ihsân edicidir. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Hakîm ism-i şerîfini söyliyen, hikmete kavuşur ve kendisine gizli
mânâlar açılır. Geceleyin abdest alıp büyük bir teslimiyetle el-Hakîm
ism-i şerîfini söyliyenin kalbini Allahü teâlâ mânevî sırlar hazînesi
yapar. (Yûsuf Nebhânî)
2.Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim.
HÂKİM:
Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren.
Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ
etmekten (Allah yolunda harb etmekten) daha çok severim. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Hâkim-i Mutlak:
Tam ve gerçek hükmedici olan Allahü teâlâ.
Akıllı o kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için
hazırlanır. Âciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını
salıverir ve Hâkim-i mutlak (olan) Allahü teâlâya karşı boş ümitlere
kapılır. (İmâm-ı Rabbânî)
HÂKKA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış dokuzuncu sûresi.
Hâkka sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk
âyet-i kerîmede geçen el-Hâkka kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede,
Kur'ân-ı kerîmin doğruluğu ve Allahü teâlânın kelâmı olduğu
açıklanmakta, kıyâmet ve kıyâmetin vukûu sırasın da meydana gelecek
şiddetli hâdiselerle, eski kavimler ve onların taşkınlık ve
bozgunculukları bildirilmektedir. (Râzî, Ebüssü'ûd, Taberî)
Allahü teâlâ Hâkka sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp,
silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır.
(Âyet: 13-15)
Kim Hâkka sûresini okursa,Allahü teâlâ onun hesâbını kolay eyler.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
HÂL:
Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen
sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar
kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile
arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin
çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.
Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek
istenilenin başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir.
Hâller de amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve
ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller
birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâl Ehli:
Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ)
Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)
HALÂL (Helâl):
Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr,
mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış
olan şeyler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel
şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü
teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87)
Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ıSeâdet)
Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ,
onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı
ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve
buyurdu ki: "Ey peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih (iyi) işler
yapınız!" (Mü'minûn sûresi: 51) Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân
edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bekara
sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim)
Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı
duâ, anahtarının dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz)
Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl
yiyenlerin her âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir.
(Sehl bin AbdullahTüsterî)
Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır
(Allahü teâlâdadır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla
geçirmemden bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)
Halâl Lokma:
Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.
Helâl lokma yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde
bulamaz. Helâl lokma yiyen kimse de Allahü teâlâya isyankâr olmaz. (Ali
Râmitenî)
HALEF-İMÜTTEKÎN (Bkz. Halef-i Sâdıkîn)
HALEF-İSÂDIKÎN:
Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra
gelen Ehl-i sünnet âlimleri.
Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde,
hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi
olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)
HÂLET-İ NEZ':
Ölürken rûhun çıkacağı an.
Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de
îmânımızı alma. O anda şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret
hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her şeye kâdirsin. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
HALF ETMEK:
Yemin etmek. (Bkz. Yemin)
HÂLIK (El-Hâlık):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr
ve tâyin eden, yaratan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir
(bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler)
O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. OAzîzdir
(her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir).
(Haşr sûresi: 24)
O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. ( En'âm sûresi:
102)
Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve
anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu
hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık,
Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)
Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya
mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)
Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin
kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî) Hâlıkın dururken mahlûka tapma,
Şeytana uyup da yolundan sapma.
(Lâ Edrî)
HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:
Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm
ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde,
Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.
Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir
mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları
yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu
sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid
bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi
söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce
çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın
vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle
başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi
ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini
bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk
gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde
bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet
etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir
hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildir di. Belirtilen işâret
ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak
üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden
çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece
câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan
bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.
Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân
aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna
kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek
üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi
(yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!" buyurdu.
(İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HÂLİDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu
daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.
Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim
büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak
içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu
yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi
şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.
HALÎFE:
Birinin yerine geçen.
1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve
yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).
Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi
ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe,
Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; " Halîfe olduğun zaman,
yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların
halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe,
Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin
Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). B u dördünün üstünlük sıraları,
halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî)
2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra
insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği
talebesi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri
şöyle buyurdu:
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına
bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet
bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını
hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Halîfe-i Âdile:
Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan
halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.
Halîfe-i Câbire:
Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.
Halîfe-i Râşide:
İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi
yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı
işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir. (Bkz. Hulefâ-i
Râşidîn)
HALÎL:
Dost.
Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok
söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır.
Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından
sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz.
(İmâm-ı Süyûtî)
HALÎLULLAH:
Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı.
Halîlürrahmân da denir.
İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah
sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere
tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş,
ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)
İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır.
(İbn-i Hişâm)
İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden
olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
HALÎM (El-Halîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm
sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine
muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları
cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele e tmeyen. Allahü teâlâ
kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Bilin ki, Allahü teâlâ mağfiret
edicidir (bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında;
" Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan
Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)
El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise
helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi.
Halîm idi. ( Tevbe sûresi: 114)
Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan,
ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna
gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem
kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)
HÂLİS:
Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah
için olan, riya ve gösteriş bulunmayan .
İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. ( Ali bin
Emrullah)
Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi
de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o
kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)
Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten
alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)
Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)
HALK:
1. Yaratmak, yoktan var etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)
O (Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini
(hakkınızda) imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. ( Mülk
sûresi: 2)
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve
birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık...
(Hucurât sûresi: 13)
Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir.
Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi
O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk etmesi mümkün olmayan hiçbir şey
yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi
böyledir. (Muhammed Hâdimî)
2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.
Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik
göstermemelidir. Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı anmak ile meşgul
olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir, daha sevaptır). (İmâm-ı Rabbânî)
HALLÂK:
Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır).
(Senin de onların da hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr
sûresi: 86)
Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil
midir? Elbette (kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir.
(Yâsîn sûresi: 81)
Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve
gömleğini giymiş, gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm!
Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine
bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdi m, yine bana versin. Onun
karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi)
vereyim." Eğer inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün"
derler. O mâsûm dahi bakıp melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini
seyreder. (Kutbüddîn İznikî)
HALVET:
Yalnızlık, yalnız olarak kalma.
1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde
yalnız kalmaları.
Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur.
(Hadîs-i ş erîf-Tirmizî)
Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp
halvet etmesin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık
yerlerde yalnız kalmak halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)
2. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet
tenhâda kalma hali yalnız kalmak.
Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)
Halvet Der-Encümen:
Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü
teâlâ ile) olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve
alışverişleri onları Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz."
(Nûr s ûresi: 37) buyrulan âyet-i kerîme, halvet der-encümen makâmına
işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)
Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)
HALVETHÂNE:
Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir
müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.
HALVETİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin
tasavvuftaki yolu.
HAMD:
En üstün şekilde senâ, övgü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm
de O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)
Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir.
Bütün hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü
teâlânın şânı ne yücedir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi
bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd
ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her
şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen
hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HAMDELE:
Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı,
Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir.
(Bkz. Hamd)
Dînî bir kitabı yazarken, va'z u nasîhate veya ders okutmaya başlarken,
Besmele, hamdele ve salvele (Peygamber efendimize salât ve selam
getirmek) ile başlamak, İslâm'ın iyi âdetlerinden olup, müstehâbdır, iyi
görülmüştür. (İmâmzâde Muhammed Es'ad)
HAMELE-İ ARŞ:
Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında tavâf eden (dönen) melekler
Rablerini tesbîh ederler ve vahdâniyyetini (birliğini) tasdîk ederler ve
mü'minler için (af ve) mağfiret isterler. (Mü'min sûresi: 7)
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş'tan
başka, bütün melekler, bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört
büyük melek yok olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
HÂMİD:
Allahü teâlâya hamdeden.
HAMÎD (El-Hamîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve
her kalbde övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ ganîdir, hamîddir. (İbrâhim sûresi: 8)
El-Hamîd ism-i şerîfini söyliyen, işinde, sözünde ve ahlâkında
başkalarının övgüsünü kazanır. (Yûsuf Nebhânî)
HAMİYYET:
Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik
etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.
Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren yollardan nefsini korur,
hamiyyet duygusu ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan, mukaddes şeyleri
korumak isteğini taşımayan kimse ise şehvete götüren işlerden kaçınmak
şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ b elki din, devlet ve milletini
bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî)
|