HAMR:
Şarab, sarhoşluk veren içki.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal
okları) ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun
ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza
düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide
sûresi: 90, 91)
Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab) dır. Ve her sarhoşluk veren şey
haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız
vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen
kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili
sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i
şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)
Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması
günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın
ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah Dehlevî)
Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek
haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir.
Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile
haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır . (İbn-i Âbidîn)
HANBELÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine
mensub kimse.
Hanbelî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en
kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd
(Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim
öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül Mekkî)
Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun,
her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde
kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı
verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî)
HANEFÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine
mensub kimse.
Hanefî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.
Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin
resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların
yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet
etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HÂNEKÂH (Hânegâh):
Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları
olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer. (Bkz. Tekke ve Zâviye)
HANÎF:
Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen,
müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i
İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân
sûresi: 67)
Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin
Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr
konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır.
Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel
gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep göçüp
gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olar ak inandım ki, herkese olan
bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa)
Hanîf Dîni:
Doğru yol, İslâmiyet.
HÂNİS:
Yemîninin gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn
edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
HANNÂNE:
Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de
dikili bulunan hurma kütüğü.
Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye
dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan
ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarı lınca, sesi kesildi; "Eğer
sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu. (Nişâncızâde)
HANNÂS:
İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân
ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve
insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs
sûresi: 1-6)
Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs
ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese
veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir
vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Ba şka vesveseye başlar. Çok
hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar.
Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder.
Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele
ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî)
HARAC:
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma
esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi:
77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya
imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat,
ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî
mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin)
vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi
âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur"
gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey,
buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac,
meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir
söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp,
kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
HARÂM:
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği
şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini,
her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir
burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz
şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini
kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa,
hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır.
(Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten
fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl
şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir
erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm
edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan
temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de
Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Harâm li Aynihi:
Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler
harâm li aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine
sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Harâm li Gayrihi:
Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan
şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve
koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li
gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut
helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Harâm Lokma:
Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz.
(Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan,
âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma
koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm
lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâ lâ arasında bir perde olur ve
Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma
yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)
HARBÎ:
İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke
halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına,
canına dokunulmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan
harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi
alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır.
(İmâm-ı Serahsî)
HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim
aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine
gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak
harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan
gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki
parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e
girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri
ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de
oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i
Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av
hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi,
kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten
ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya
bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur.
(Muhammed Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece
kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye
haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem
kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği
veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman
mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.
Harem-i Şerîf:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı
kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i
Harâm)
HAREMEYN:
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i
münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama,
Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem
mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet
duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur.
Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi)
yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini
istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı f eth ettiği zaman
hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz
ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak
Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin
içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince,
süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra
gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan
gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi) Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun
semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)
HÂRİCÎLER:
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl
ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak
Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i
Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi
düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil
ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde
birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i
şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâla r veriyorlar. Hâricîler gibi
şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri
kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını
söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i
Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe,
Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı
olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işl eyen kâfirdir diyerek
böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet
başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)
HÂRİKULÂDE:
Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı
şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi
içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına
ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak
hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hâr ikulâde şeyler peygamberlerde
görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse
kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır.
Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde
hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de
istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HARÎS:
Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için
çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe
sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya
harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol.
(Süleymân bin Cezâ)
HÂRÛN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîm'de adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Selâm, Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun. (Saffât sûresi: 120)
(Mûsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirilince) dedi ki: "Ve kardeşim
Hârûn ise, lisânen benden daha fasîhtir (Fasîh ve belîğ bir şekilde
insanlara Hakk'ı, hakîkati anlatır). Onu bana yardımcı olarak gönder ki,
beni tasdîk etsin. Fir'avn ve kavminin beni yalanlamalarından korkarım."
(Allahü teâlâ buyurdu ki:) Senin bâzunu (bileğini) kardeşinle
kuvvetlendireceğiz ve size düşmanlarınızın üzerine bir galebe ve
üstünlük vereceğiz ki, onların zarârı size yetişmeyecek. Bu
âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidiniz. Siz ve size tâbi
olanlar, (Fir'avn ve kavmine) gâlib geleceksiniz. (Kasas sûresi: 34, 35)
Hârûn aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Mûsâ
aleyhisselâmın ana-baba bir büyük kardeşidir. Mûsâ aleyhisselâmdan üç
yaş büyüktür. Babasının ismi İmran olup, Yâkup aleyhisselâmın
oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Hârûn aleyhi sselâm, Mısır'da doğdu.
Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve vezîri idi. Çocukluğu ve
gençliği Mısır'da geçti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında
peygamberlik emrini bildirince, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik
verdi. Mûsâ aleyhisse lâmla birlikte Fir'avn ve kavmini îmâna dâvet
ettiler. Fir'avn îmâna gelmedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma inananlara
zulüm ve işkence yaptı. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm İsrâiloğullarını
Fir'avn'ın zulmünden kurtarmak için çırpındılar. Mûsâ aleyhisselâm,
Hârûn aleyhisselâm ve İsrâiloğulları birlikte Mısır'dan ayrıldı.
Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Onları tâkib eden
Fir'avn ve askerleri denizde boğuldular. Mûsâ aleyhisselâm ve
İsrâiloğulları Tîh çölüne geldikleri sırada, Mûsâ aleyhisselâm Allahü
teâlânın emriyle Tevrât-ı şerîfi almak üzere Tûr dağına gitti. Kardeşi
Hârûn aleyhisselâmı yerine vekîl bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr'da iken
Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyen İsrâiloğulları, Sâmirî adında bir
münâfığın (iki y üzlü kâfirin) hîlelerine kapılarak, altın buzağı
heykeli yaparak ona taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağından dönüşte
kavminin altın buzağı heykeline taptıklarını görünce, üzüldü. Bu hâlin
sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da
İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve öldürmekle tehdît
ettiklerini, Sâmirî adında birisine uyarak bu yola saptıklarını
bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarına
tövbe etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları tövbe edip Tevrât'ı kabûl
ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ
aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ İsrâiloğullarına kırk
sene Tîh sahrasından çıkmamak üzere cezâ verdi. Bu kırk senenin
sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm M ûsâ aleyhisselâm'dan önce vefât
etti. Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır.
(Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
HASEB:
Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır.
Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok
korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım
Allah katında üstün olmak için malı, h asebi, makâmı değil, takvâyı
(Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)
HASED:
Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin,
onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını
istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine
sığınırım. (Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased
de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu
sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin
kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı
olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna
kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş
kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased
etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine
yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıp lanır, 4) Allahü teâlâ ona
gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine
kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz.
Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan
râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve
âhirette de hüsran içindedir, yâni zara rdadır. (Muhammed Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb
(kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe
çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin
azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden
kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu
göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased
sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli,
korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin
gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi
ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
HASEN HADÎS:
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası
(anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin,
kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)
HASENÂT:
Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı
bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi,
hased de hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez.
(Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp
temizlemek gibidir. (Süfyân-ı Sevrî)
HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene
yazılır. Fakat başka bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı
Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara
sûresi: 201)
HASENEYN:
Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i
Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları
sevmeyeni sen de sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ
Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar
benim dünyâda öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i
Ensârî)
HASÎB (El-Hasîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun
(yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe
kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler
ve O'ndan korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi:
39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki,
O'nun hakîkati Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan
başka hiçbir varlık tam ve hakîkî mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ
sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi hasîbdir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
HASÎS:
Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete
katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni,
zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve
ilimde cimrilik eden. (Bkz. Cimri)
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da
Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın.
Bunlar: Çok mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya
sarılmak, hasîs olmak, harîs (dünyâya düşkün) olmak. (Hadîs-i şerîf-Ey
Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker
yapmayanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara
dinlerini öğretmeyenler veya yanlış öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased (çekememezlik) ve riyâ
(gösteriş). (İmâm-ı Gazâlî)
HASLET:
İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter.
Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi
kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan
bir haslet bulunur. Birincisi emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca
yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak, dördüncüsü başkalarına
devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)
Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere
kavuşturur. Hem Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur.
Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi ilim, üçüncüsü cömertlik,
dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler,
müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı)
insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler. Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu
hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rı zâ göstermelerinden,
devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın
ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını
parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak
(zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mânevî
duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere
alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in
hâtıralarından)
HÂSS:
1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz).
Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed,
Yûsuf gibi özel isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki,
üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır. "Her kırk koyunda bir koyun
zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu sebeple
koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli
yoktur. (Serahsî)
2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı.
HAŞEVİYYE:
Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen
bozuk fırka, topluluk.
Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi
yedinci âyetinin ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir"
meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin zâhir (görünen) mânâsını kabûl
ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye
tarafından ortaya atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk
fırkalara geçmiştir. (Şehristânî)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar
(korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara
göre peygamberler günâh işlerler. (Teftâzânî)
HÂŞİMÎ:
Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen.
(Bkz. Benî Hâşim)
HAŞR:
Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri,
cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne
kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından
(dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının
hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız.
(Bekara sûresi: 203)
Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i
şerîf-Zevâcir)
Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim
ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler
çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının
kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın
huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i
şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Haşr Günü:
Mahlukların kabirlerinden kalkıp Arasat meydanında toplandıkları kıyâmet
günü.
Haşr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli dokuzuncu sûresi.
Yirmi dört âyet-i kerîme olan Haşr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil
oldu (indi). Bu sûrede yahûdîlerin ihânetleri ve münâfıkların
(inanmadıkları hâlde müslüman görünenlerin) hâlleri, sonunda da Allahü
teâlânın büyüklüğü ve Esmâ-i hüsnâsı(güzel isim leri) bildirilmektedir.
(Beydâvî)
Kim haşr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun, geçmiş ve gelecek
günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Beydâvî)
Kim sabahleyin (sabah namazından sonra) üç defâ "E'ûzübillâhissemî'il
alîmi mineşşeytânirracîm" der sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti
okursa, Allahü teâlâ kendisine yetmiş bin melek gönderir. Bunlar akşama
kadar o kişiye duâ ve istiğfâr ederler. Eğer o gün vefât ederse, şehîd
olarak ölür. Akşamleyin (akşam namazından sonra) okuyan kimse de aynı
şekildedir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
HAŞŞÂŞİYYE:
Otçular. İnsanın ot gibi olduğunu ve öldükten sonra yok olacağını iddiâ
edenler.
İnsan ölünce, cesed çürüyünce rûh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden
ayrılması demektir. Rûh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır.
Kıyâmete kadar yok olmaz. Din âlimleri ve fen adamları böyle
söylemiştir. Tabiatçılardan az bir kısmı bu sözbi rliğinden ayrılmış,
doğru yoldan kaymıştır. Bunlar insanı çöldeki otlara benzetirler. İnsan
ot gibi biter, büyür, yok olur, rûhu kalmaz derler. Böyle söyledikleri
için Haşşâşîler adı ile anıldılar. İslâm âlimleri, Haşşâşîlerin
düşüncelerini çeşitli delîllerle çürüttüler. (Ali bin Emrullah)
HAŞYET:
Hürmetle karışık korku.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâdan (en çok) haşyet edenler âlimlerdir. (Fâtır sûresi: 28)
İlim olarak Allahü teâlâdan haşyet, cehâlet olarak gurur yeter. (Mesrûk
bin Ecda')
HÂTEM-ÜL-ENBİYÂ:
Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) sizin yetişkin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir. Fakat O, Allah'ın Resûlü (peygamberi) ve Hâtem-ül-enbiyâdır
(son Peygamberdir) . Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzâb sûresi:
40)
Ben, Hâtem-ül-enbiyâyım (peygamberlerin sonuncusuyum). Benden sonra
peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer
peygamber olurdu. (Hadîs-i şerîf-Savâık-ul-Muhrika)
Peygamber efendimizin nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana ve
babalardan (evlâddan evlâda) geçerek asıl sâhibi olan Hâtem-ül-enbiyâya
gelmiştir. (Kastalânî, Senâullah Dehlevî)
Peygamberlik makâmı da dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi
Resûller, üçüncüsü Ülü'l-azm peygamberler (Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ
ve Muhammed aleyhimüsselâm). Dördüncü derece Hâtem-ül-enbiyâlık derecesi
olup, Muhammed aleyhisselâma mahsustu r. (M. Hâdimî)
HATENEYN:
İki dâmât; Resûlullah efendimizin iki mübârek dâmâdı olan hazret-i Osman
ile hazret-i Ali.
Ehl-i sünnet ve cemâat (doğru yolun) âlimleri, Hateneyn'i sevmek lâzım
geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da Resûlullah'ın
Eshâb-ı kirâmına (arkadaşlarına) dil uzatmasını önlemişlerdir.
Resûlullah'ın halîfelerinden, vekîllerinden b irine düşmanlık edilmesine
fırsat bırakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ben Şeyhayn'i (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i) üstün tutarım.
Hateneyn'i severim. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Şeyhayn ve Hateneyn'i sevmek, Ehl-i sünnet'in şiârı, alâmetidir. ( Ö mer
Nesefî)
HÂTIR:
Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce. (Bkz. Havâtır)
Kalbe gelen düşüncelerden; birincisi kalpte durmaz giderilir. Buna hâcis
denir. İkincisi, hâtırlardır. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında
tereddüt olunur. Buna hadîs-ün-nefs denir. Bunları melekler yazmaz.
(Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet'e uymayan hâtırlar bâtıldır, bozuktur. Şeytan tarafından gelen
hâtırların hepsi günâha dâvettir. (S. Abdülhakîm)
Hâtırların zararlısı Allahü teâlâyı unutturanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâtır-ı Melekânî:
İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından
getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir. (Bkz. İlham)
Hâtır-ı Nefsânî:
Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis
denir. (Bkz. Hâcis)
Hâtır-ı Rahmânî:
Gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaya dâir Allahü teâlâ
tarafından kalbe gelen düşünce. Buna hak hâtır (doğru düşünce) denir.
Hâtır-ı Şeytânî:
Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan
tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir. (Bkz. Vesvese)
HATÎB:
Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.
Bir kimse gusl abdesti alır, sonra Cumâ'ya gelir, kendisine mukadder
(farz) olan namazı kılar, sonra hatîb hutbesini bitirinceye kadar susar,
sonra imâmla berâber namaz kılarsa, onunla diğer Cumâ arasındaki
günahları ile berâber, üç günlük fazlasının günâhları da afv ve mağfiret
olunur. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Hutbe ile namaz arasında hatîb efendinin, dünyâ işlerinden söylemesi
tahrîmen mekrûhtur (harâma yakın günahtır). (İbn-i Âbidîn)
HATÎM:
Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık
ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
İsmâil aleyhisselâmın ve annesi hazret-i Hacer'in kabri, Hatîm'dedir.
(Alâüddîn-i Haskefî)
Tavâf ederken (Kâbe'nin etrâfında dolaşırken) Hatîm duvarının dışından
dolaşılır. Mescid-i Harâm'da (Kâbe avlusunda) kılınan namazların en
kıymetlisi (sevâbı en çok olanı), Hatîm'de kılınan namazdır. (İbn-i
Âbidîn)
HÂTİME:
Bir şeyin son durumu. (Bkz. Hüsnü Hâtime ve Sû'i Hâtime)
HATM:
Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs
sûresine) kadar okumak.
İnsanların en iyisi hatmi bitirince, yeniden başlayandır. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kur'ân-ı kerîmi hatm edenin duâsı kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i
Hibbân)
Kur'ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder.
(Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Hatm duâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet dağıtılırken bulunan kimse
gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden (Allah yolunda
harbeden) kimse gibidir. İkisinde de bulunan her iki sevâba da kavuşur
ve şeytanı rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Ramazân ayında hatm okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olunur. ( Seyyid Alizâde)
Resûlullah efendimiz Mekke'de bulunduğu sırada rivâyete göre bir müddet
vahy gelmemişti. Bu sebeple müşrikler; "Rabbi, Muhammed'i terk etti,
O'na darıldı" diyerek, Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında
fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O za man Duhâ sûresi nâzil oldu. Bu sûre
nâzil olunca, Resûlullah efendimiz sevincinden; "Allahü ekber" buyurdu.
Bu sebeple Mekke halkı, Kur'ân-ı kerîmi hatmederken, Duhâ sûresinden
îtibâren Nâs sûresine kadar her sûrenin sonunda "Allahü ekber" demeyi
âde t edinmişlerdir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Süyûtî, Hâzin, Celâleyn).
Hatm-ı Hâcegân:
Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu
yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve
duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.
Hatm-i Tehlîl:
Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak.
Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.
Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd
(kelime-i tayyibe) okursa, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Makâmât-ı
Mazhariyye)
Hatm-i tehlîl yapıp, sevâbını ölülerin rûhlarına hediye etmek çok
faydalıdır. (Ahmed Fârûkî)
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu.
Kabre yüzünü dönüp, hâtırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu
düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe
ediyorum. Rûhuna, hatm-i tehlîl sevâbı bağı şlayacağım. Îmânı varsa,
affolur" buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra;
"Elhamdülillah îmânı varmış, kelime-i tayyibe te'sirini gösterip azâbdan
kurtuldu" buyurdu. (Abdullah-ı Dehlevî)
HAVÂLE:
Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu
teklife, sözleşme yerinde râzı olması. Ciro etme.
Havâle, havâleyi yapan ile kabûl eden arasında yapılabilir. Bir kimse
birine benim falanda olan şu kadar kuruş alacağımı havâle yoluyla sen
üzerine al dese, o kimse de bu havâleyi kabûl etse, bu havâle sahîh
(doğru) olur. Veyâ filândan şu kadar alaca ğı benim üzerime havâle et
dese, o kimse de kabûl etse, havâle sahîh olur; kendisine havâle olunan
kimse pişman dahî olsa fayda vermez. (Ali Haydar Efendi)
HAVÂRÎ:
Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hani havârîlere; "Bana ve Resûlüme îmân edin" diye ilhâm etmiştim. "Îmân
ettik, hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol" demişlerdi. O
vakit havârîler; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bizim üstümüze gökten bir
sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O (da) Eğer inanmış (adam) larsanız
Allah (ın kudretinden ve peygamberliğimden şüpheye sapmak) tan korkun"
demişti. (Mâide sûresi: 111-112)
Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ
(da) havârîlerine; "Allah'a (yönelmiş olarak) benim yardımcılarım kim
(olacak) demiş, havârîler de; "Allah'ın yardımcı (kul) ları biziz (diye)
söylemişlerdi. İşte İsrâiloğullarından bir zümre (ona) îmân etmiş, bir
zümre de küfürde kalmıştı. Nihâyet biz îmân edenleri düşmanlarına karşı
destekledik de bu sûretle gâlib (olarak) çıktılar. (Sâf sûresi: 14)
Îsâ aleyhisselâm otuz yaşında peygamber oldu. Otuz üç yaşında diri
olarak göğe kaldırılınca, havârîler dağılıp bu yeni dîni yaymaya
çalıştılar. Sonra İncîl diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar Îsâ
aleyhisselâmı anlatan târih kitaplarına benzer idi. Asıl İncîl, ele
geçmemiştir. Îsâ aleyhisselâmdan sonra dînini yayan ve Havârî adı
verilen bu kimseler; Şem'un (Petrus), Yuhanna(Jahannes), Büyük Yâkûb,
Petrus'un kardeşi olan Andreas, Filip (Philippus), Toma(Thomas),
Bartalomi (Bartalomaus), Metiyya (Matthaus), Küçük Yâkûb, Barnabas,
Yehûda (Judas) idi. (Yehûda mürted oldu (dinden çıktı). Yerine Matyes
seçildi). Havârîlerin reisleri Petrus idi. (Nişâncızâde, Harputlu İshâk
Efendi, Abdullah Dağıstânî)
Bolüs adında bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve
Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek gökten inen İncîl'i yok etti. Dört
kişi ortaya çıkıp, on iki havârîden işittiklerini yazarak İncîl adında
dört kitab meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları bunlara da karıştı.
Barnabas adındaki havârî, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini en
doğru şekilde yazdı ise de, Barnabas İncîli de yok edildi. (Harputlu
İshak Efendi, Nişâncızâde)
HAVÂSS:
Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan
zâtlar.
Sultanlar, milletin malını zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi;
havâss da, avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını
(inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar. (İmâm-ı
Gazâlî)
Üç çeşit oruç vardır: Birincisi avâmın yâni câhillerin orucudur.
Bunların orucu; yimek, içmek gibi şeylerle bozulur. İkinci derece,
havâssın orucudur. Bunların orucu, fıkh kitaplarında bildirilen şeylerle
bozulduğu gibi gıybet (başkasının dedi-kodusu nu yapmak), yalan
söylemek, söz taşımak ve harâma bakmakla bozulur. Üçüncü derecede de
Ehass-ül-havâssın (cenâb-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi
olanların) orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin
kalbe girmesi ile bozulur. (İmâm-ı Gazâlî)
Avâmın tövbesi günâhtan; havâssın tövbesi gafletten Allahü teâlâyı
unutmaktandır. (Zünnûn-i Mısrî)
Havâss, iyi amelleri (güzel işleri) kendilerinden değil, Allahü teâlâdan
bilir. (Ebû Osman Mağribî)
HAVÂTIR:
İnsanın kalbine gelen düşünceler. (Bkz. Hâtır)
Havâtır, bâzan Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler
olur. Bunlara hak, doğru havâtır denir. Bâzan melekler vâsıtasıyla
gelir. Buna ilhâm denir. Bâzan, şeytan onları insanın kalbine atar, buna
vesvese denir. Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı şeyler olur ki,
buna hevâcis denir. (Hâdimî)
Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun
olmasıdır. Dîne uygun olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir.
Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu günahlara dâvet eder. Bâzan
şeytandan gelen havâtır, tâat ve ibâdet gibi görü nürse de yine o gizli
bir günâha, isyâna dâvettir. Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu
iki âdil şâhide uygun olanları söylüyor ve yapıyorum. (Ebû Süleymân
Dârânî)
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir hemen yapmak isterse
şer (kötü) olduğu anlaşılır. Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup
olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih (günâh işlemeyen) bir âlime
sorulur. (M. Hâdimî)
HAVÂYİC-İ ASLİYYE:
İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev
gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve
âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları)
ve ödeyeceği borçları.
Zekât için bir senelik, kurban ve fıtra için bir aylık yiyecek veya
parası havâyic-i asliyyeden sayılır. Daha fazla olanı ve din ve meslek
kitaplarından başka kitapların hepsi, hac parası ve kurban ve fıtra
nisâbına katılır. Eğer ticâret niyeti olurs a, zekât nisâbına da
katılır. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Havâyic-i asliyye, zekât ve fıtra vermek ve kurban kesebilmek için
lüzûmlu olan nisâba (dînen zengin sayılma miktârına) katılmazlar. (İbn-i
Âbidîn)
HAVELÂN-I HAVL:
Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Zekât verilecek mallarda aranan şartlardan birisi havelân-ı havldır.
(Molla Hüsrev)
Toprak mahsûllerinin zekâtı (öşr), hasad mevsimi (mahsûl topraktan
alındığında) verildiğinden, havelân-ı havl şartı aranmaz. (İbn-i Âbidîn)
HAVF VERECÂ:
Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).
Havf gençlikte, recâ yaşlılıkta çok olmalıdır. (Muhammed bin Hasen Can)
Havf ve recâ, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye
nefsi bağlayan iki yulardır. (Ebû Bekr Vâsitî)
Kalb de dâimâ havf bulunmalıdır. Havf azalır da recâ çoğalırsa, kalb
bozulur. Çünkü havf, kalbdeki arzûları yakar, dünyâ sevgisini çıkarır.
(Ebû Süleymân Dârânî)
Hazret-i Ömer buyurdu ki: Bütün insanların Cehennem'e, bir kişinin
Cennet'e gireceğini söyleseler, umarım ki o bir kişi ben olurum; aksine
bütün insanların Cennet'e, bir tek kişinin Cehennem'e gideceğini
söyleseler, korkarım ki o kişi ben olurum. İşt e havf ve recâ böyle
olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
HÂVİYE:
Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen
münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb
görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli hafîf olana (yâni iyilikleri hafif, günâhları ağır gelene)
gelince; artık onun yeri hâviyedir. Bildin mi hâviye nedir? O, yakıcı
bir ateştir. (Kâria sûresi: 8-11)
HAVL:
Hareket, kuvvet.
Bir insan, havlin kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratmasiyle
olduğunu bilirse, her şeyi O'ndan bekler. İşlerin meydana gelmesinde
sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey
beklemez. (İmâm-ı Gazâlî)
HAVRA:
Yahûdî mâbedi, sinagog.
Havra ve kilisedeki küfür alâmetleri kaldırılırsa, namaz kılmak mekruh
olmaz. (İbn-i Âbidîn)
HAVZ:
Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.
Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî havz kenarındaydı. Yanında kitaplar
vardı. Şems-i Tebrîzî gelip kitapları sordu. "Sen bunları anlamazsın."
dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya attı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz
yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.Şems- i Tebrîzî elini uzatıp
herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?"
dedi.Şems-i Tebrîzî; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu.
(Molla Câmî, Ahmed Eflâkî)
Havz-ı Kebîr:
Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş
metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri
yoktur.
Havz-ı Kevser:
Kıyâmet günü mahşerde veyâ Cennet'te Peygamber efendimize tahsîs edilmiş
olan ve bir kere içenin bir daha susamayacağı havuz. (Bkz. Kevser
Havuzu)
Havz-ı Sagîr:
Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.
Havz-ı Sagîre, necâset (pislik) düşse ve suyun, üç sıfatı değişmese de,
necs (pis) olur. İnsan içemez ve temizlikte kullanılmaz. Üç sıfatı
değişirse, idrâr gibi olup, hiçbir şeyde kullanılamaz. Suyun üç sıfatı:
Rengi, kokusu ve tadıdır. (İbn-i Âbidîn)
İçine devamlı su akan ve devamlı taşan veya içinden devâmlı su alıp, iki
alış arası su hareketsiz kalacak kadar uzamayan havz-ı sagîr ve hamam
kurnası, akar su demektir. (İbn-i Âbidîn)
HAYÂ:
Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin
meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler
Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Buhârî)
Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder.
(Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek,
kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü
hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyânın zînetinden süsünden
uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak
demektir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile
uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (Hazret-i Ebû
Bekr)
Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi
ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana
getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin" dedi. "Âdem aleyhisselâm
aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmâ n ile hayâya; "Siz gidin"
deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise,
sen de orada ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ
tarafından emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber
Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân
da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır.
(Süleymân bin Cezâ)
Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe
yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır. (Ebû Süleymân-ı
Dârânî)
Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez. (Zeyd bin
Sâbit)
Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine
meyletmek, sonra hayâyı terk etmektir. (Sehl-i Tüsterî)
Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra
Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra
insanlardan hayâ etmek gelir. (Muhammed Hâdimî)
HAYÂL:
Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme.
Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.
Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu
cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur.
Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı,
herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. (Ali bin Emrullah)
Hayâl büyüklerin yolunda çok işe yarar. Hayâl olmasaydı hâl olmazdı,
vehim olmasa fehim (anlayış) olmazdı. (Seyyid Fehim) Karşımdaki hayâlin
biraz daha kal diyor, Kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor, Öp elimi
hasretle ve duâmı al diyor, En derin sevgilerle, azîz yâra el vedâ
(M. Sıddîk bin Saîd)
HAYÂT:
Diri olmak, dirilik.
1. Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri.
Allahü teâlânın diri olması.
Allahü teâlânın kâmil (noksan olmayan) sıfatları vardır. Bunlar, hayât
(diri olmak), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek),
irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)tır. Bu sekiz
sıfata, sıfât-ı sübûtiyye ve sıfât-ı hakîki yye denir. Bu sıfatları da
kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak ayrıca
vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe,
onunla geçinmektir. Îmân edip Rablerine tevekkül edenler için âhirette
Allahü teâlânın indinde dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb
vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Öldükten sonra da, hayâtta olduğum gibi bilirim. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
3. Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı, oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için âhiret
hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (En'âm
sûresi: 32)
Berzâh hayâtı, yâni kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısı gibidir.Kabirde
rûhun bedene bağlanması, diri iken olan bağlanmasının yarısı kadardır.
Gömülmemiş ölüler de, berzâh hayâtında oldukları için, azâbı ve elemi
duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpır dayamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirdeki hayât, bir bakımdan dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit
terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı insanlara göre değişir.
"Peygamberler (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar." buyruldu.
(İmâm-ı Rabbânî)
HAYDAR:
Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.
Hayber'in fethinde bulunup büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali,
yahûdîlerin meşhûr pehlivanı Merhab ile karşılaştı. Merhab kendini
medheden sözler söyledikten sonra hazet-i Ali; "Ben oyum ki, anam bana
Haydar adını takmıştır. Ben ormanların he ybetli görünüşlü arslanı
gibiyimdir. Seni bir hamlede yere serecek er kişiyimdir" diye şiirler
söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece
kendisini bir arslanın parçaladığı şeklindeki rüyâsını hatırlattı.
Haydar, indirdiği bir kılıç darbesiyle Merhab'ın başını ikiye böldü.
(İbn-i Hişâm) Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve
Haydar, Hani Habîbullah Sıddîk-i Ekber, Bunda gelen gider bir can
eğlenmez.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)
HAYR:
İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim zerre miktârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını)
görecek. Kim de zerre miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını
görecektir. (Zilzâl sûresi: 7-8)
Hayra yol gösteren (sebeb olan), o hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Müslüman hayırlı olur. Hased (başkasını çekememezlik) edince hayr
kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yumuşak davranmayan hayr yapmamış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
En hayırlınız, Kur'ân-ı kerîmi öğrenip öğreteninizdir. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Ya hayr söyle, ya sükût et (sus). (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanların hayırlısı müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu
(zarar görmediği) kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Malı, mevkîi (makâmı) hayır için istiyen ve hayır işlerinde kullanan;
râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal-mevkî gâye olmamalı, hayra vâsıta
olmalıdır. (M. Hâdimî)
Hayr-ül-Beşer:
İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber
efendimizin lakablarından biri.
Hayr-ül-beşerin ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile
gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş
akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp
ağlardı. (Ahmed Kastalânî) Ol gece kim doğdu ol hayr-ül-beşer, Ânesi
anda neler gördü neler. Dedi gördüm ol Habîbin ânesi, Bir aceb nûr kim,
güneş pervânesi.
(Süleymân Çelebi)
Hayr-ül-Enâm:
Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber
efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda
gele ol hayr-ül enâm.
(Süleymân Çelebi)
HAYRÂT:
Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün
iyilikler, hayırlar.
Allahü teâlâ insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına,
malına, rütbesine bakarak sevâb vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle
yaptığına bakarak sevâb verir veya azâb eder. (Hamevî)
Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, Peygamber efendimizin yolunda
bulunmak şartı ile âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın
peygamberine tâbî olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve
âhiretin harâb olmasına sebeb olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ hangi işlerin hayrât, hangi işlerin de seyyiât (kötü işler)
olduklarını bildirdi. Hayrât yapanlara sevâb vereceğini vâd eyledi (söz
verdi). Allahü teâlâ vâdinde sâdıktır (sözünü yerine getirir). Sözünden
hiç dönmez. O hâlde kıyâmet günü (âhirette tekrar dirildikten sonra)
nîmet ve azâb olarak başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyâda
yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
HAYRET:
Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
Sûfî yâni tasavvuf yolunda bulunan bir kimse, başlangıçta kendi
makâmından bahseder, hâli ile ilgili şeyleri anlatır. Fakat kalb gözü
açılınca, hayrette kalarak sükût eder, susar. (Ebû Abdullah Nebâcî)
Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür de Allahü teâlânın şükredilmesi
icâbeden bir nîmetidir. Bu ise, sonsuza kadar, böyle gider. (Yahyâ bin
Muâz) Geldi hûrîler bölük bölük buğur Yüzleri nûrundan evim doldu nur
Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Çün göründü
bana bu işler ayân Hayret içre kalmış idim ben hemân
(Süleymân Çelebi)
HAYRHAHLIK:
Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin
elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek.
Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
Hayrhahlık; güzel ahlâkın aynası durumunda bir haslet (huy) olup,
ekseriyetle içi dışına uyan fazîlet sâhibi kimselerde olur. Böyle
kimseler hep iyilik düşünüp cemiyetin ve insanların faydasına hizmet ve
yardım ederler. Dargınları barıştırırlar, sert lik gösterenleri
yumuşatırlar. Hayrhahlık, dostluğu devâm ettiren bir bağdır. Dostluk,
hayrhahlık ile kuvvetlendirilir ve devâm ettirilir. (Ahmed Rıfat)
HAYSİYYET (Haysiyet):
Şeref, îtibâr.
Haysiyetsiz kimse, kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakâretleri
kabûl eder. (Ali bin Emrullah)
İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda
bulunur.Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder. (Hâdimî)
HAYVÂNÎ RÛH:
İnsanda istekli hareketleri yaptıran kuvvet. (Bkz. Rûh)
Hayvanlarda ve insanlarda hayvânî rûh vardır. Bunun yeri yürektir.
Bedenî faâliyetleri düzenleyen bu rûhtur. İnsanların hayvanlara benzeyen
tarafları, hayvânî rûhtan ileri gelen şehvet, gadab ve hırs gibi
kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da va rdır. Hattâ hayvanlarda,
insandan daha kuvvetlidir. (Ali bin Emrullah)
HAYY (El-Hayyü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât
sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve kayyûmdur. (Bütün
mahlûkâtın idâresini yürüten, hepsini hesâba çekendir.) (Bakara sûresi:
255)
Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 2)
O hayydir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde dinde ihlâs sâhibi
(her şeyi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapan kimse) olarak duâ edin.
Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur. (Mü'min sûresi: 65)
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'ye, gıdân nedir diye sordular. Hayy ve
kayyûm olanı yâni Allahü teâlâyı zikrdir (anmaktır) dedi. (İmâm-ı
Gazâlî)
Hastalanan kimse, el-Hayyü ism-i şerîfini bir tabağa yazar ve ona su
koyar ve ondan üç gün içerse, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur. (Yûsuf
Nebhânî)
HAYYEALES-SALÂH-HAYYEALEL-FELÂH:
Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa"
mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki
mübârek söz.
Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimsenin, işittiğini yavaşça
söylemesi sünnettir. Yalnız, Hayye ales-salâh ve Hayye alel-felâh
kelimelerini duyunca bunları söylemeyip; "Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah" demelidir. Ezândan sonra salevât getir meli ve sonra ezân
duâsını okumalıdır. (Alâüddîn Haskefî, İbn-i Âbidîn)
Ezân okurken Hayye ales-salâh derken vücûdu kıbleden biraz sağa, Hayye
alel-felâh derken de biraz sola çevirmelidir. (Zeylaî)
HAYZ (Hayız):
Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam
temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden
çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren
yetmiş iki saat), en çok on gün devâm e den kan.
Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel'ûndur.
(Hadîs-i şerîf-Cevhere)
Hayız ve nifas (lohusa) günlerinde namaz kılmak, oruç tutmak, câmi içine
girmek, Kur'ân-ı kerîmi (ezberden veya yüzünden) okumak ve tutmak,
Kâbe'yi muazzamayı tavâf etmek ve cimâ haram olur. Oruçları sonra kazâ
eder. Namazları kazâ etmez. Namazları a ffolur. Her namaz vaktinde
abdest alıp, o namazı kılacak kadar zaman oturup; Allahü teâlâyı zikr
eder (anar), tesbih okursa en iyi namazın sevâbını kazanır. (İbn-i
Âbidîn)
Kız çocuğuna anasının, anası yoksa ninelerinin, ablalarının, hala ve
teyzelerinin hayz ve nifâs ilmini bildirmeleri (öğretmeleri) farzdır.
Bildirmezlerse, kendileri büyük günâha girerler. (İmâm-ı Birgivî, İbn-i
Âbidîn)
HAZER VE İBÂHA:
Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin
verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm
kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan
bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak)
haramdır. (Molla Hüsrev)
Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)
HAZER VE SEFER:
Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını
sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya
uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye karşı oturarak
kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)
HÂZIR VE NÂZIR:
Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki
Allahü teâlâ zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere
kalmaz, mecaz olur. Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak
hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böy le olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı
ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu
olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce
gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır.
Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin, peygamberlerin
aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının hâzır ve
nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına
koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir.
Devamlı da değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra
da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması
ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî
kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin
neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü
peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle , ölen binlerce
kişiyi diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45.
âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ
aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın
kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci ( kocası) olan kimsenin,
Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın
sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir
mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği
sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan A llahü teâlâya kalbden
inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ
aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri
sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren
Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği
üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça
îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte
Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene
içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın
vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı
peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ
aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasakları nı İsrâiloğullarına
bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti.
Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara karşı o bölge
ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe
gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın
vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden
çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle öldüler. Hazkîl
aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar
diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl
aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi
şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri
gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhissel âm onların evlâdlarına Allahü
teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına
gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
HAZRET:
Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e
radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir. Ümîd
ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını
bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı
Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da
câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid
bin Abdülganî)
HEDİYE:
Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen
veya gönderilen mal ( Bkz. Hibe).
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ
o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah
efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir
malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl
değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan
başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi.
Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed
Kastalânî)
HEMM:
Gam, hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır
(ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı
Pâni-Pütî)
|