Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

İMRÂN b. HUSAYN

Melek Gibi İnsan


Hayber senesinde biat etmek üzere Allah Resûlü’ne gelmişti. Biat için sağ elini Allah Resûlü’nün mübarek elleriyle birleştirdiği günden itibaren, bu eli yüce bir saygınlık kazanmıştı. Kendi kendine yemin etti, söz verdi. Bu elini artık sadece güzel ve hayırlı işlerde kullanacaktı.

Bu incelik, bu hassasiyet, onun karakter yapısını, manevî derinliğini çok açık bir şekilde ortaya koymuyor mu? İmrân b. Husayn, doğruluk, zühd ve verâ timsali olduğu gibi, Allah’ı sevme ve O’na itaat konusunda da benliği yok etmenin somut bir örneğiydi. Bu yüce insan, Allah’ın tevfiki ve nimeti sayesinde pek çok meziyetlere sahip olmuştu.

Fakat o buna rağmen devamlı ağlar, ağlar ve derdi ki: “Keşke bir kum yığını olsaydım da rüzgarlar beni savursaydı, zerre zerre dağıtsaydı.” Aslında bu insanlardaki Allah korkusu, işledikleri günahlar yüzünden değildi. Zira onlar, İslâm’la şereflendikten sonra, zaten çok az günah işlemişlerdi. Allah’tan korkuyorlar ve O’ndan sakınıyorlardı.

Çünkü onlar, Rablerinin azametini, yüceliğini tam olarak kavramışlardı. İyi biliyorlardı ki, kendileri ne kadar rükû ederlerse etsinler, ne kadar secde ederlerse etsinler, ne kadar ibadet ederlerse etsinler, Allah’a hakkıyla şükretmiş, layıkıyla kulluk etmiş olamazlardı.

İşte bu yüzden korkuyorlardı. Nitekim bir gün ashab-ı kiram, Resûlullah’a gelip yakınmışlardı: “Ey Allah’ın Resûlü! Bize ne oluyor, anlamıyoruz. Sizin yanınıza gelince kalplerimiz inceliyor, dünya gözümüzde değersizleşiyor.

Sizin yanınızda sanki öbür dünyayı açıkca görür gibi oluyoruz. Ama huzurunuzdan ayrılıp da çoluk çocuğumuzun arasına karışıp, dünya işlerine dalınca hepsini unutuveriyoruz.” Kalplerin Sultanı şöyle cevap vermişti: “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz her zaman benim yanımda olduğunuz hâlde olsaydınız, melekler herkesin önünde sizinle tokalaşırdı.

Fakat ara sıra böyle, ara sıra böyle.” İmrân b. Husayn bu hadisi işitir de durur mu? Kendi kendine söz verdi: Bu yüce gaye için hayatının sonuna kadar durmadan dinlenmeden koşturacaktı, Bu hadis onu şevke getirmiş, azmini bilemişti. İstiyordu ki hayatı ara sıra böyle, ara sıra böyle olmasın. İstiyordu ki, bütün zamanı hep Allah’la, Resûlullah’la beraber olsun. İstiyordu ki, melekler yollarda hep selâm dursun.

Hz. Ömer halifeliği döneminde İmrân b. Husayn’ı Basra’ya öğretmen olarak gönderdi. Basra’ya adım atar atmaz, şehrin ahalisi öbek öbek başına toplandı. Hepsi de onun feyiz hazinesinden nasiplenmek, takvasının nuru ile aydınlanmak istiyordu. Basra’nın iki sembolü Hasan el-Basrî ile İbn Sirîn onun Basra’ya gelişini şöyle değerlendiriyorlar:

“Basra’yı şereflendiren sahâbîler içerisinde İmrân b. Husayn’dan daha faziletlisi yoktur.” Bu mümtaz sahâbî, kendisini Allah’tan ve Allah’a kulluktan alıkoyacak her türlü meşguliyeti bir kenara itmişti. Kendisini tamamen ibadete vermişti.

Allah’a ibadet neşesi onu öylesine sarmıştı ki, sanki bu maddî âlemin, bu fani dünyanın toprağında büyümemiş, bu insanlar arasında yetişmemiş gibiydi. Evet... Sanki o, melekler içinde yaşayan bir melekti de o, onlarla hasbihal ediyor, onlar da onunla… O, onlarla tokalaşıyor, onlar da onunla…

Müslümanlar arasında, daha doğrusu Hz. Ali ile Muaviye tarafları arasında meydana gelen meşhur fitne ve çekişme ortaya çıktığı sırada İmrân b. Husayn bu fitne ateşini söndürmek için olağanüstü çaba harcamıştı. Gerçekten o, bu üzücü olayda sadece tarafsızlığını korumakla kalmamış, aynı zamanda diğer Müslümanların da savaşa katılmasını önlemek için elinden geleni yapmıştır.

Denilebilir ki o, müslümanlar arasında barış ve güvenliğin yeniden sağlanmasını hayatının başlıca gayesi edinmiştir. Halka devamlı şunları telkin ve tavsiye ediyordu: “Bu iki müslüman gruptan herhangi birine silâh çelmektense, bir dağın tepesini yuva edinip, ölünceye dek orada otlayıp duran bir ceylan olmayı daha fazla yeğlerdim.” Ayrıca, o kritik günlerde karşılaştığı herkese şu öğüdü veriyordu: “Mescidden dışarı sakın çıkma..! Mescidde seni rahat bırakmazlarsa evine kapan..! Ama evine de girip canına malına kastederlerse, onlarla savaşabilirsin.”

İmrân b. Husayn şiddetli bir hastalığa yakalanmış ve bu derdi tam otuz yıl çekmişti. Bitmez tükenmez acılar içinde kıvrandığı hâlde bir kez olsun “of” dememişti. Bunu demediği gibi, hiçbir sağlık sorunu yokmuş gibi ibadetlerine kesintisiz devam etmişti. İşte güçlü bir imanın en büyük başarısı… Hastalığı sırasında zaman zaman dostları, ziyaretçileri geliyor, cesaret verici sözlerle onu teselliye çalışıyorlardı.

O ise bu sözleri tebessümle karşılıyor, şöyle söylüyordu: “Şunu bilin ki, benim en sevdiğim şey, Allah’ın sevdiği şeydir.” Bu büyük insan vefat ederken de yakınlarına şöyle vasiyet etmişti: “Beni defnedip evlerinize döndüğünüz zaman bir deve kesip ziyafet verin.”

Duydunuz değil mi? “Deve kesin ve ziyafet verin.” Bu ne demektir? Bu, şu demektir: İmrân b. Husayn gibi gerçek mü’minlerin ölümü, aslında ölüm değildir. Bu olay, büyük ve şerefli bir düğün töreninden başka bir şey değildir. Öyle bir tören ki, bunda memnun ve müsterih bir yüce ruh, sadece müttakiler için hazırlanmış bir cennete kavuşuyor. Öyle bir cennet ki, genişliği yerle gök arasındaki mesafeden daha büyük