İMRÂN b. HUSAYN
Melek Gibi İnsan
Hayber senesinde biat etmek üzere Allah Resûlüne gelmişti. Biat için
sağ elini Allah Resûlünün mübarek elleriyle birleştirdiği günden
itibaren, bu eli yüce bir saygınlık kazanmıştı. Kendi kendine yemin etti,
söz verdi. Bu elini artık sadece güzel ve hayırlı işlerde kullanacaktı.
Bu incelik, bu hassasiyet, onun
karakter yapısını, manevî derinliğini çok açık bir şekilde ortaya
koymuyor mu? İmrân b. Husayn, doğruluk, zühd ve verâ timsali olduğu gibi,
Allahı sevme ve Ona itaat konusunda da benliği yok etmenin somut bir
örneğiydi. Bu yüce insan, Allahın tevfiki ve nimeti sayesinde pek çok
meziyetlere sahip olmuştu.
Fakat o buna rağmen devamlı ağlar,
ağlar ve derdi ki: Keşke bir kum yığını olsaydım da rüzgarlar beni
savursaydı, zerre zerre dağıtsaydı. Aslında bu insanlardaki Allah
korkusu, işledikleri günahlar yüzünden değildi. Zira onlar, İslâmla
şereflendikten sonra, zaten çok az günah işlemişlerdi. Allahtan
korkuyorlar ve Ondan sakınıyorlardı.
Çünkü onlar, Rablerinin azametini,
yüceliğini tam olarak kavramışlardı. İyi biliyorlardı ki, kendileri ne
kadar rükû ederlerse etsinler, ne kadar secde ederlerse etsinler, ne
kadar ibadet ederlerse etsinler, Allaha hakkıyla şükretmiş, layıkıyla
kulluk etmiş olamazlardı.
İşte bu yüzden korkuyorlardı. Nitekim
bir gün ashab-ı kiram, Resûlullaha gelip yakınmışlardı: Ey Allahın
Resûlü! Bize ne oluyor, anlamıyoruz. Sizin yanınıza gelince kalplerimiz
inceliyor, dünya gözümüzde değersizleşiyor.
Sizin yanınızda sanki öbür dünyayı
açıkca görür gibi oluyoruz. Ama huzurunuzdan ayrılıp da çoluk
çocuğumuzun arasına karışıp, dünya işlerine dalınca hepsini
unutuveriyoruz. Kalplerin Sultanı şöyle cevap vermişti: Hayatım kudret
elinde olan Allaha yemin olsun ki, siz her zaman benim yanımda
olduğunuz hâlde olsaydınız, melekler herkesin önünde sizinle tokalaşırdı.
Fakat ara sıra böyle, ara sıra böyle.
İmrân b. Husayn bu hadisi işitir de durur mu? Kendi kendine söz verdi:
Bu yüce gaye için hayatının sonuna kadar durmadan dinlenmeden
koşturacaktı, Bu hadis onu şevke getirmiş, azmini bilemişti. İstiyordu
ki hayatı ara sıra böyle, ara sıra böyle olmasın. İstiyordu ki, bütün
zamanı hep Allahla, Resûlullahla beraber olsun. İstiyordu ki, melekler
yollarda hep selâm dursun.
Hz. Ömer halifeliği döneminde İmrân b.
Husaynı Basraya öğretmen olarak gönderdi. Basraya adım atar atmaz,
şehrin ahalisi öbek öbek başına toplandı. Hepsi de onun feyiz
hazinesinden nasiplenmek, takvasının nuru ile aydınlanmak istiyordu.
Basranın iki sembolü Hasan el-Basrî ile İbn Sirîn onun Basraya
gelişini şöyle değerlendiriyorlar:
Basrayı şereflendiren sahâbîler içerisinde İmrân b. Husayndan daha
faziletlisi yoktur. Bu mümtaz sahâbî, kendisini Allahtan ve Allaha
kulluktan alıkoyacak her türlü meşguliyeti bir kenara itmişti. Kendisini
tamamen ibadete vermişti.
Allaha ibadet neşesi onu öylesine
sarmıştı ki, sanki bu maddî âlemin, bu fani dünyanın toprağında
büyümemiş, bu insanlar arasında yetişmemiş gibiydi. Evet... Sanki o,
melekler içinde yaşayan bir melekti de o, onlarla hasbihal ediyor, onlar
da onunla
O, onlarla tokalaşıyor, onlar da onunla
Müslümanlar arasında, daha doğrusu Hz.
Ali ile Muaviye tarafları arasında meydana gelen meşhur fitne ve çekişme
ortaya çıktığı sırada İmrân b. Husayn bu fitne ateşini söndürmek için
olağanüstü çaba harcamıştı. Gerçekten o, bu üzücü olayda sadece
tarafsızlığını korumakla kalmamış, aynı zamanda diğer Müslümanların da
savaşa katılmasını önlemek için elinden geleni yapmıştır.
Denilebilir ki o, müslümanlar arasında
barış ve güvenliğin yeniden sağlanmasını hayatının başlıca gayesi
edinmiştir. Halka devamlı şunları telkin ve tavsiye ediyordu: Bu iki
müslüman gruptan herhangi birine silâh çelmektense, bir dağın tepesini
yuva edinip, ölünceye dek orada otlayıp duran bir ceylan olmayı daha
fazla yeğlerdim. Ayrıca, o kritik günlerde karşılaştığı herkese şu
öğüdü veriyordu: Mescidden dışarı sakın çıkma..! Mescidde seni rahat
bırakmazlarsa evine kapan..! Ama evine de girip canına malına
kastederlerse, onlarla savaşabilirsin.
İmrân b. Husayn şiddetli bir hastalığa
yakalanmış ve bu derdi tam otuz yıl çekmişti. Bitmez tükenmez acılar
içinde kıvrandığı hâlde bir kez olsun of dememişti. Bunu demediği gibi,
hiçbir sağlık sorunu yokmuş gibi ibadetlerine kesintisiz devam etmişti.
İşte güçlü bir imanın en büyük başarısı
Hastalığı sırasında zaman zaman
dostları, ziyaretçileri geliyor, cesaret verici sözlerle onu teselliye
çalışıyorlardı.
O ise bu sözleri tebessümle karşılıyor,
şöyle söylüyordu: Şunu bilin ki, benim en sevdiğim şey, Allahın
sevdiği şeydir. Bu büyük insan vefat ederken de yakınlarına şöyle
vasiyet etmişti: Beni defnedip evlerinize döndüğünüz zaman bir deve
kesip ziyafet verin.
Duydunuz değil mi? Deve kesin ve
ziyafet verin. Bu ne demektir? Bu, şu demektir: İmrân b. Husayn gibi
gerçek müminlerin ölümü, aslında ölüm değildir. Bu olay, büyük ve
şerefli bir düğün töreninden başka bir şey değildir. Öyle bir tören ki,
bunda memnun ve müsterih bir yüce ruh, sadece müttakiler için
hazırlanmış bir cennete kavuşuyor. Öyle bir cennet ki, genişliği yerle
gök arasındaki mesafeden daha büyük
|