Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

BERÂ b. MÂLİK

Allah ve Cenneti…!!


“Allah için yaşayan ve zaman içinde gelişip büyüyen bir ahidle Resûlullah (s.a.v.)’e bağlanan iki kardeşten ikincisiydi. Birinci kardeş, Resûlullah (s.a.v.)’in hizmetçisi Enes b. Mâlik idi.

Ümmü Süleym, on yaşındayken onu Resûlullah (s.a.v.)’e götürüp, şöyle dedi: “Ya Resûlullah...! Bu Enes’tir, senin hizmetçindir. Sana hizmet edecek. Onun için Allah’a dua et..!” Resûlullah (s.a.v.) gözlerinden öperek, uzun ömrünü hep hayra ve berekete yönlendiren bir duada bulundu: “Allah’ım! Malını ve çocuklarını çoğalt, onu mübarek kıl ve cennete girdir.”

Doksan dokuz yıl yaşadı. Birçok oğul ve torunla rızıklandırıldı. Allah onu bir de büyük ve verimli bir bostanla rızıklandırdı. Yılda iki defa meyve toplardı.

Kardeşlerin ikincisi, Berâ b. Mâlik’ti. Aşağıda anlatacağımız muhteşem hayatını yaşarken şu sözleri kendine rehber edinmişti: “Allah ve Cennet..!!” Kim onu Allah yolunda savaşırken görse, hayret üstüne hayretle karşılaşırdı. Berâ, kılıcıyla müşriklere karşı cihad ederken zaferin peşinde olan ve o an zafer kendisinin en yüce gayesi olanlardan biri değildi... O şehâdeti arıyordu…

Bütün isteği, İslâm’ın ve Hakk’ın savaşlarından birinin yüce alanında şehid olarak ömrünü tamamlamaktı. Bu nedenle hiçbir şehâdet meydanını ve savaşını kaçırmadı. Bir gün hastalığında kardeşleri onun ziyaretine geldiklerinde yüzlerine baktı ve şöyle dedi: “Yatağımda öleceğimden endişe ediyor gibisiniz... Hayır! Allah’a yemin ederim ki, Rabbim beni şehâdetten mahrum etmez...” Allah onun bu zannını doğruladı ve Berâ yatağında değil de, İslâm’ın en muhteşem savaşlarından birinde şehit oldu.

Berâ’nın Yemame savaşındaki kahramanlığı ona yaraşan bir şeydi... Hz. Ömer’in asla komutan olmamasını tavsiye ettiği kahramana yaraşıyordu. Çünkü olağanüstü derecede cesur, atılgan ve ölümü arayan biriydi. Bütün bunlar komutanlığını diğer savaşçılar için yok olmayı andıran bir tehlikeye dönüştürüyordu. Berâ, Yemame savaşında İslâm askerleri Hâlid’in komutasında saldırıya hazırlanırken, komutan hücum emrini vermeden önce yıllar gibi geçen o anların ağır ağır tadını çıkarıyor...


Keskin gözleri kahramanın ölümü için en uygun yeri ararcasına savaş alanının her tarafını süratle tarıyordu. Evet, hayatında bu amaç dışında başka hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Keskin kılıcıyla batılın ve karanlığın davetçileri müşriklerden birçok ölüden oluşturduğu bir harman... Sonra savaşın sonunda müşrik bir el tarafından kendisine vurulan bir darbe, ardından cesedi yere yığılır… Mübareklerin, bayram ve şehitlerin düğün sevinci içinde ruhu yücelere doğru yol alır...

Hâlid: “Allahu ekber” diye haykırdı ve birbirlerine kenetlenmiş saflar kaderlerine doğru atıldılar. Ölümün sevdalısı Berâ b. Mâlik de onlarla birlikte ileriye atıldı. Kılıcıyla Müseylimetü’l-kezzab’ın taraftarlarını biçmeye başladı ve onlar kılıcının parıltısı altında sonbahar yaprakları gibi dökülüyorlardı. Müseylime’nin askerleri ne güçsüz, ne de azdı.

Aksine riddet ordusunun en tehlikelisiydi. Sayısı, silahı ve öldürüşleriyle tüm tehlikelerden daha korkunçtular. Müslümanların hücumuna öyle şiddetle karşı koydular ki, neredeyse kontrolü ele geçirip, direnişlerini hücuma dönüştüreceklerdi.

O esnada müslüman saflarının içine bir parça korku düştü. Komutanları ve hatipleri hemen atlarının sırtından, direnmeyle ilgili sözler söylemeye koyuldular ve Allah’ın vaadini hatırlatmaya başladılar. Berâ b. Mâlik güzel ve gür sesliydi. Komutan Hâlid ona: “Konuş ey Mâlik!” dedi. Berâ güzellikte, açıklıkta ve kuvvette olağanüstü kelimelerle haykırdı: “Ey Medine ahalisi...!!

Bugün sizin için Medine yok. Sizin için olan sadece Allah ve cennettir…!!” Söyleyicinin ruhuna delalet eden ve hasletlerini haber veren kelimeler. Evet... Sadece “Allah ve cennet…!!” Böyle bir yerde kafaların başka bir şeyi düşünmemesi gerekir. İslâm ın başkenti Medine’yi bile... Evlerini, çocuklarını, eşlerini bıraktıkları şehir...

Onu düşünmemeleri gerekir. Çünkü eğer bugün yenilgiye uğrar iseler, onlar için artık Medine olmayacak. Berâ’nın sözleri şey gibi yayıldı... Ne gibi..? Hangi benzetme onun etkisinin ve bıraktığı izlerin gerçeğini açıklayabilir. Sadece Berâ’nın sözleri yayıldı...diyelim, yeter. Bir müddet sonra savaş ilk hâline döndü. Müslümanlar hareketli bir zaferle öne ilerliyorlar... Müşrikler de korkunç bir hezimetle yerlere yuvarlanıyorlardı. Berâ orada kardeşleriyle birlikte Muhammed (s.a.v.)’in bayrağıyla yüce hedefine doğru ilerliyordu. Müşrikler geriye kaçarak, büyük bir bahçeye girip oraya sığındılar. Ve savaş müslümanların kanlarıyla sessizleşti.

O an Müseylime’nin askerlerinin ve taraftarlarının başvurdukları bu hileyle savaşın gidişatının değişebileceği ortaya çıktı. İşte bu esnada Berâ yüksek bir yere çıkarak bağırdı: “Ey müslümanlar... Beni kaldırıp onların üzerine bahçeye atın…!” Size demedim mi? O zaferi değil, şehâdeti düşünüyordu… Bu planla hayatı için en iyi sonu ve ölümü için en iyi şekli düşünmüştü… O bahçeye fırlatıldığında kapıyı müslümanara açar; aynı anda müşriklerin kılıçları onun cesedini parçalar.

Yine aynı zamanda yüce ve yeni bir damadı karşılamak için bütün güzelliklerini kuşanan cennetin kapıları açılır..! Berâ kardeşlerinin kendisini fırlatmalarını beklemeden duvara tırmanıp, kendini bahçenin içine attı ve kapıyı açtı. İslâm askerleri de içeriye girdi… Fakat Berâ’nın rüyası gerçekleşmedi, ne müşriklerin kılıçları onu öldürdü ve ne de o arzuladığı ölüme kavuştu…

Ebû Bekir doğru söylemişti: “Ölümü iste... Sana hayat verilir..!!” O gün müşriklerin kılıçları, kahramanı seksen küsur darbeyle seksen yerinden yaraladı. Öyle ki savaştan sonra bir ay Hâlid b. Velîd onun tedavisiyle ilgilendi.

Fakat bütün bu başına gelenler onun amacı ve arzusu değildi. Buna rağmen bu durum Berâ’yı ümitsizliğe düşürmedi. Yarın yeni bir savaş daha başlayacaktı.. Resûlullah (s.a.v.) duasının kabul edileceğini söylemişti. Ona düşen sadece Rabbinden onu şehâdet ile rızıklandırmasını istemek ve acele etmemekti. Çünkü her şeyin bir zamanı vardı..!! Berâ, Yemame savaşının yaralarından kurtulur… Karanlığın güçlerini yok etmeye giden İslâm ordularıyla birlikte o da gider…

İki zayıf ve fani imparatorluğun bulunduğu yere.. Âsi askerleriyle Allah’ın arzını işgal eden ve kullarını köleleştiren Roma ve İran imparatorluklarının olduğu yere… Berâ kılıcını vurur ve her vurduğu yerde, doğmakta olan bir gün gibi İslâm’ın bayrağı altında hızla gelişen yeni dünyanın binasında dev bir duvar yükselir…

Irak savaşlarından birinde İranlılar çarpışmalarında yapabildikleri en alçakça vahşetlere baş vurdular… Ateşle kızdırılmış zincirlere bağlı kapanlar kullandılar. Bunları kalelerinden aşağı sarkıtıyorlardı ve içine düşüp kurtulamayan müslümanları alıp götürüyorlardı. Berâ ve kardeşi Enes b. Mâlik’e müslümanlardan bir grupla birlikte o kalelerden birini ele geçirme görevi verilmişti.

Fakat bu kapanlardan biri aniden yere düşerek Enes’i askıya aldı ve Enes kurtulabilmek için zincire dokunamıyordu Çünkü alev alev yanıyordu… Berâ bu durumu gördü ve kızgın zincirle kale duvarından yukarıya doğru çekilen kardeşinin yanına koştu.

Zinciri eliyle yakalayıp, onu koparıncaya kadar büyük bir acıyla mücadele verdi. Enes kurtuldu. Berâ ve yanındakiler ellerine baktıklarında yerlerinde göremediler..!! Üzerlerinde bulunan bütün etler gitmiş, sadece yanık iskeletleri kalmıştı..!! Kahraman iyileşinceye kadar bir müddet ağır bir tedaviden geçti..

 Ölümün sevdalısının amacına ulaşacağı bir an yok mu…? Evet bir an…! Müslümanların İran askerleriyle karşılaşıp ve Berâ’nın bayramının gerçekleşmesi için Tuster savaşı gelip çatar..

Ahvaz ve İran ahalisi müslümanlarla savaşmak için büyük bir orduyla yola çıktılar.. Halife Ömer, Kûfe’de bulunan Sa’d b. Ebû Vakkâs’a, Ahvaz’a asker göndermesi için haber gönderdi… Basra’da bulunan Ebû Musa el-Eş’arî’ye de Ahvaz’a asker göndermesi için haber gönderdi… Mektubunda söyle diyordu: “Süheyl b. Adî’yi askerlere komutan yap, Berâ b. Mâlik de beraberinde olsun…” Kûfe ve Basra’dan gelenler, şiddetli bir savaşta Ahvaz ve İran askerleriyle karşılaşmak için buluştular.

İki büyük kardeş, Enes b. Mâlik ve Berâ b. Mâlik müslüman askerlerin içindeydiler… Savaş önce teke tek meydan okumalarla başladı. Berâ tek başına İranlılardan yüz kişiyi yere serdi. Sonra ordular birbirlerine girdiler ve her iki taraftan da birçok kişi ölmeye başladı… Savaş devam ederken sahâbîlerden bazıları Berâ’nın yanına yaklaşarak ona şöyle seslendiler: “Ey Berâ! Resûlullah (s.a.v.)’in senin için söylediklerini hatırlıyor musun?” “Saçları dağınık, üstü toz toprak içinde kimsenin önemsemediği nice insan vardır ki, Allah’tan diler de Allah onun dileği yerine getirir.

Bunlardan biri de Berâ b. Mâlik’tir..” “Ey Berâ, Rabbinden onları mağlup edip, bizi muzaffer kılması için dilekte bulun...” Berâ dua ve yakarış için ellerini göğe doğru açtı: “Allahım! Onları yenmeyi bize nasip et...! Allahım! Onları yenilgiye uğrat...! Bizi onlara karşı muzaffer eyle…! Beni de bugün Peygamber’ine kavuştur…!” Veda edercesine yanında çarpışmakta olan kardeşi Enes’e uzun uzun baktı. Müslümanlar dünyanın bir başkasında göremediği bir cesaretle atıldılar ve büyük bir zafer elde ettiler.

Savaş şehidlerinin arasında yüzünde şafak aydınlığı gibi yumuşak bir gülümseme ve sağ eli pak kanıyla bulanmış bir avuç toprak tutan Berâ vardı. Kılıcı kırılmamış ve eğilmemiş olarak yanında duruyordu. Şehid kardeşleriyle birlikte yüce ve muhteşem bir ömrün yolculuğunu tamamladı... “Onlara: «İşte bu gördüğünüz, yaptığınız iyi işler karşılığında mirasçısı olduğunuz cennettir.» diye seslenildi.” (A’raf, 43)