Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABBAS b. ABDÜLMUTTALİB

Haremeyn’in Sâkisi


Kuraklık yılında insanların başına korkunç bir kıtlık geldiğinden, Halife Hz. Ömer, müslümanlarla birlikte istiska namazı kılmak ve rahmet sahibi Allah kendilerine yağmur yağdırsın diye yakarmak için açık araziye çıktı.

Ömer sağ eliyle Abbas’ın sağ elini tutup göğe kaldırdı ve: “Allah’ım! Aramızdayken Peygamber’in vasıtasıyla senden yağmur isterdik.

Allahım! Bugün de Peygamber’inin amcası vasıtasıyla senden yağmur istiyoruz, bize yağmur ver.” dedi Daha müslümanlar ordan ayrılmadan susuzluğu gideren ve toprağı verimlileştiren yağmur şiddetli bir şekilde yağmaya başladı. Sahâbîler Abbas’la kucaklaşmaya, onu öpmeye ve şöyle diyerek kutlamaya başladılar: “Sana kutlu olsun... Haremeyn’in (Mekke ve Medine) sâkisisin.” Kimdi bu Haremeyn’in sâkisi..? Hz. Ömer’in Allah’a vasıta kıldığı adam kimdi?” Ömer ki, takvasını, önder kişiliğini, Allah’ın, Peygamber’in ve mü’minlerin nezdindeki mevkisini hepimiz bilmekteyiz… O Resûlullah (s.a.v.)’in amcası Abbas idi.. Resûlullah ona çok kıymet verir, onu sever ve güzel huylarını överek şöyle derdi: “Bu, benim atalarımdan geriye kalandır…”

Bu Kureyş’in en iyisi olan Abbas b. Abdülmuttalib’tir..!! Nasıl ki Hamza (r.a.)’ı Resûlullah (s.a.v.)’in amcası ve arkadaşıysa Abbas (r.a.) da öyleydi. Aralarındaki fark sadece iki veya üç seneydi. Abbas (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)’den yaşça daha büyüktü… Muhammed (s.a.v.) ve amcası Abbas (r.a.) yaşıt iki çocuk ve aynı kuşaktan gençler idiler. Aralarındaki sevginin nedeni sadece akrabalık bağı değildi. Aynı zamanda yaşıt olmaları ve ömür boyu süren bir arkadaşlıkları vardı…

Resûlullah (s.a.v.)’in daima ilk başta itibar ettiği bir şey daha var ki, o da Abbas’ın ahlâk ve huyu idi. Abbas (r.a.) çok cömertti; âdeta iyilikseverliğin amcası ya da dayısı gibiydi..!! Akraba ve yakınlarına çok bağlıydı; ne malını, ne yetkisini, ne de gücünü onlardan esirgemezdi… Birçok konuda dâhi denilebilecek ölçüde zeki biriydi. Bu zekası ve onu destekleyen Kureyş nezdindeki yüksek mevkisi sayesinde Resûlullah (s.a.v.) davasını açıkladığında onu birçok eziyet ve kötülükten koruyabildi..

Daha önce kendisinden bahsederken söylemiş olduğumuz gibi Hamza Ebû Cehl’in kibrine ve Kureyş’in zulmüne keskin kılıcıyla karşı koyuyordu. Abbas ise, bütün bunlara zeka ve yeteneğiyle karşı koyuyordu. Bu iki özellik İslâm’ın hakkını savunan kılıçların göstermiş olduğu yararlılığın aynısını yapmışlardır.!! Abbas İslâm’ını Mekke fethedildiği yıl ilan etmişti. Bu da bazı tarihçilerin kendisini geç müslüman olanlar arasında saymasına neden olmuştur…

Tarihî başka rivayetlere göre ise, o ilk müslümanlardandı; fakat İslâm’ını gizliyordu. Resûlullah (s.a.v.)’in hizmetkarı Ebû Râfi şöyle der: “Ben Abbas b. Abdülmuttalib’in yanında genç bir hizmetçi idim. İslâmiyet evimize geldiğinde Abbas, Ümmü’l-Fazl ve ben müslüman olduk. Abbas ise İslâm’ını gizliyordu…” Bu, Abbas’ın, Bedir savaşından önceki durumunu ve müslüman oluşunu anlatan Ebû Râfi’nin bir rivayetidir. Demek ki, Abbas müslümandı… Resûlullah (s.a.v.) ve ashabının hicret etmesinden sonra Mekke’de kalması, hedefine en iyi şekilde ulaşan bir planın gereğiydi.

Aslında Kureyş, Abbas’ın gizli niyetine yönelik kuşkularını sürdürüyor olmakla birlikte ona cephe almanın bir çıkar yolunu da bulamamıştı. Çünkü o, görünürde onların istediği yol ve din üzereydi... Bedir savaşı olduğunda Kureyş bunu, Abbas’ın iç yüzünü ortaya çıkarmak için bir fırsat bildi.. Abbas (r.a.), Kureyş’in, oyunlarını tezgahlamak ve emellerine ulaşmak için hazırladığı o çirkin hileyi gözden kaçırmayacak kadar zekiydi.

Abbas, Medine’de bulunan Hz. Peygamler (s.a.v.)’e Kureyş’in hareket haberini ulaştırmayı başarması hâlinde Kureyş de onu inanmadığı ve istemediği bir savaşa katmayı başarmış olacaktı. Fakat bu, çok geçmeden Kureyşliler için bir hezimet ve yenilgiye dönüşecekti...

Ve iki gurup Bedir’de karşılaşır…
Her iki topluluğun geleceğini belirlemek üzere kılıçlar, korkunç bir şiddetle çarpışmaya başlar… Resûlullah (s.a.v.) ashabına şöyle haykırıyordu: “Haşim oğullarından ve başkalarından, savaşla ilgileri olmayan, istemeyerek katılan adamlar vardır.. Biriniz onlardan biriyle karşılaştığında onu öldürmesin… Kim Ebü’l-Bahterî b. Hişam b. Hâris b. Esed’le karşılaşırsa, onu öldürmesin… Kim Abbas b. Abdülmuttalib’le karşılaşırsa, onu öldürmesin...

Çünkü o istemeyerek katıldı…” Resûlullah bu emriyle, Amcası Abbas’ın bir meziyetini kastetmemekteydi; çünkü bu meziyetlerin ne yeri ne de zamanıydı. Resûlullah (s.a.v.) hak savaşında ashabının başlarının uçuştuğunu görüp de müşrik olduğunu bilmesi hâlinde amcası öldürülürken ona şefaat edecek biri değildir. Evet... Resûlullah (s.a.v.) kendisi ve İslâm için birçok fedakârlıkta bulunmuş olmasına rağmen amcası Ebû Tâlib için mağfiret dilemekten kaçınmıştı… Bedir savaşına gelip de müşrik olan kardeşlerini ve babalarını öldürenlere, “Amcamı bunun dışında tutun onu öldürmeyin..!!” demesi akıllıca ve mantıklı bir davranış değildir.

Fakat Resûlullah (s.a.v.) amcasının gerçeğini ve İslâm’ını gizlediğini ve başkalarından daha çok İslâm için yaptığı görünmeyen hizmetleri ve onun savaşa zorla ve istemeyerek katıldığını biliyorsa, o zaman durumu bu olan birini kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapması onun görevidir... Oysa Ebü’l-Bahterî İslâm’ını gizlemediği ve Abbas’ın yaptığı gibi İslâm’a gizlice yardımda bulunmadığı hâlde bütün iyiliği; Kureyş ileri gelenlerinin müslümanlara yaptığı zulüm ve eziyetere katılmayıp, onların bu yaptıklarından hoşnut olmaması ve Bedir savaşına onlarla birlikte istemeyerek katılmış olmasıydı…

Eğer bu durumda olan Ebü’l-Bahterî öldürülmemek için Resûlullah-ın şefaatine nail olduysa… İslâm’a birçok yararlılıklar göstermiş olan bir adam ve İslâm’ını gizleyen bir müslüman bu şefaate daha çok layık değil midir..? Evet... O müslüman ve o yardımcı, Abbas idi... Bazı şeyleri görmek için biraz geriye dönelim...

İkinci Akabe Biatı’nda Resûlullah’ın Medine’ye hicret etmesi için yetmiş üç erkek ve iki kadından oluşan ensâr heyeti geldiğinde Resûlullah bu heyetin ve biatın haberini amcasına bildirdi. Resûlullah (s.a.v.)’in amcasına güveni tamdı. Gizlice kararlaştırılan buluşma anı geldiğinde Resûlullah, amcası Abbas birlikte ensârın beklediği yere gittiler. Abbas gelenlerin sağlamlığını sınamak ve Peygamberi güvence altına almak istedi… Bırakalım da hadiseyi görüp işittiği gibi heyet üyelerinden biri anlatsın…

İşte size Ka’b b. Mâlik (r.a.): “...Resûlullah (s.a.v.), Abbas b. Abdülmuttalib’le birlikte gelinceye kadar dağlar arasında vadide bekledik... Abbas şöyle dedi: “Ey Hazrecliler! Bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Biz onu kavmimizden koruduk. O kendi kavmi arasında aziz ve ülkesinde güven içindedir.

Fakat o size katılmak ve size gelmek için bütün bunları reddetti. Eğer siz davetinizin gereğini yerine getireceğinize ve ona muhalefet edenlerden onu koruyacağınıza inanıyorsanız o zaman bunu üstlenebilirsiniz. Eğer size geldikten sonra onu koruyamıyacağınıza ve bırakacağınıza inanıyorsanız, şimdiden onu bırakın..” Abbas bu kesin ve net sözlerini söylerken gözleri bir kartal gibi, sözlerinin etkisini ve ona karşı takınılan tavırları anlamak için ensârın yüzlerinde geziniyordu. Abbas bununla yetinmedi. Muhteşem zekası, hakikati maddî ölçüleri içinde görebilen ve bir uzman gibi bütün boyutlarıyla ele alabilen pratik bir zekaydı. O sırada ensârla konuşmasını zeki bir soruyla devam ettirdi.

“Bana savaşı anlatın, düşmanınızla nasıl savaşırsınız?” Abbas, Kureyş’e yönelik bilgi ve tecrübesiyle, şirk ve İslâm arasındaki savaşın kaçınılmaz olduğunu görmekteydi. Kureyş dininden, gururundan ve inadından ödün vermeyecekti. İslâm’da batıl karşısında meşru haklarından ödün vermeyeceğine göre...

Öyleyse ensâr -Medine ahalisi- savaş olduğunda buna hazırlıklı mıydı..? Onlar -teknik açıdan- Kureyş’e denkler miydi, savaş ve saldırı sanatını iyi biliyorlar mıydı..? Bu nedenle: “Bana savaşı anlatın, düşmanınızla nasıl savaşırsınız?” sorusunu sormuştu. Abbas’ı dinleyen ensâr, dağ gibi sarsılmaz adamlar idiler.

Abbas konuşmasını bitirir bitirmez -özellikle de o etkin sorusunu sorar sormaz- ensâr söze katıldı. Abdullah b. Amr b. Harâm soruya cevap vererek söze başladı: “Vallahi! Biz savaşçıyız... Onunla beslendik, onun için eğitildik ve atalarımızdan miras aldık.. Bitinceye kadar ok atarız… Kırılıncaya kadar mızraklarla dövüşürüz... Sonra kılıçlarımızla yürür, düşmandan ya da bizden en hızlı olanlar ölünceye kadar savaşırız…” Abbas sevinçle cevap verdi: “Öyleyse siz savaşçısınız… Zırhlarınız var mı..?” Dediler ki: “Evet.. Hepimizin zırhları var…” Sonra Resûlullah (s.a.v.)’le ensâr arasında olağanüstü güzellikte bir konuşma cereyan etti. İnşaallah ileride bunu ele alacağız.

Abbas’ın Akabe biatındaki tutumu buydu… Onun bu muhteşem tutumu, o gün ister İslâm’a gizlice inanmış olsun isterse hâlâ bunu düşünüyor olsun, göçüp gitmekte olan karanlıkla gelmekte olan aydınlığın kuvvetleri arasındaki konumunu belirlemekte sağlamlığının ve yiğitliğinin boyutlarını ortaya koymaktadır..!

Bu yumuşak huylu, sessiz ve suskun adamın fedakarlığını kanıtlamak, ihtiyaç duyulup da şartlar gerektirdiğinde mekanı ve zamanı tamamıyla kucaklayan; fakat bu zorlayıcı şartlar dışında
gözlerden uzak ve yüreklerde gizli olan o eşsiz kahramanlığı savaş alanında ortaya koymak için Huneyn savaşı olur…

Hicretin sekizinci yılında Allah, Resûlü ve dini için Mekke’nin kapılarını açınca, bu dinin bu kadar hızlı bir şekilde bütün bu zaferleri gerçekleştirmiş olması, Arap yarımadasında hakim bulunan bazı Arap kabilelerinin ağırına gitmişti… Hevazin, Nasr, Cuşem kabileleri ve diğerleri toplanıp, Resûlullah ve müslümanlara karşı her şeyi sona erdirecek olan bir savaş yapmaya karar verdiler... “Kabileler” kelimesi bizi yanıltıp, Resûlullah’ın hayatı boyunca yaptığı savaşları, karakteristik açıdan sadece küçük dağ çarpışmaları sanmamıza neden olmasın.

Çünkü bu kabilelerle kendi yuvalarında yapılan savaşlardan daha kıyıcı ve şiddetli savaşlar yoktu..!! Bu gerçeği bilmek, sadece Resûlullah ve ashabının ortaya koymuş oldukları harikulade çaba hakkında doğru bir değerlendirme yapmamızı sağlamaz. Aynı zamanda mü’minlerin ve İslâm’ın kazandığı zaferin kıymetini bilmemizi ve bu zafer ve başarıyla belirginleşen Allah’ın tevfikini açık bir şekilde görmemizi ve bu hususlarda güvenilir ve doğru bir değerlendirme yapmamızı da sağlar.

O kabileler keskin savaşçılardan oluşan dalga dalga saflar hâlinde ortaya çıktılar. Müslümanlar da on iki bin kişiyle karşılarında yer aldılar... On iki bin..? Ve kimlerden..? Dün Mekke’yi fethederek, putları ve şirki son ve yok edici uçurumuna sürükleyip, hiçbir karşı koyan ve kötülük yapan olmaksızın bayrakları gökyüzünü dalgalanarak kaplayanlardan!! Bu gurur verici bir şeydi…

Nihayet müslümanlar da insandılar. Böylece çoklukları, düzenli oluşları ve Mekke’de kazandıkları büyük zaferin kendilerine verdiği gurur karşısında zayıf düştüler ve şöyle dediler. “Bugün sayıca bizden az olanlara yenilmeyeceğiz..!” Göğün onları savaştan daha üstün ve yüce bir amaca hazırlıyor olmasına rağmen askerî güçlerine güvenmeleri ve zaferleriyle gurur duymaları, şifa veren bir darbeyle bile olsa hemen kurtulmaları gereken yanlış bir ameldi…

Şifa verici darbe, savaşın başlangıcında oluşan ani ve büyük hezimet idi. Ta ki Allaha sığınıp, kendi güçleri yerine O’nun gücüne dayanınca hezimet bir zafere döndü. Bu arada vahiy nâzil olup müslümanlara şöyle diyordu: “Huneyn gününde çokluğunuz hoşunuza gitmişti ve sizi hiçbir şeyden korumamıştı.

Bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Sonra arkalarınızı dönerek kaçtınız… Sonra Allah, mü’minler ve Resûlü üzerine sükûnetini indirdi. Ve görmediğiniz askerler indirerek küfredenlere azap verdi. Kafırlerin cezası budur...” (Tevbe, 25, 26)

O gün Abbas’ın sesi ve kararlılığı, cesaretin ve direnişin en parlak örneklerindendi. Müslümanlar, Tihame vadilerinin birinde toplanmış, düşmanlarının gelmesini beklerken, müşrikler onlardan önce vadiye gelerek ilk saldırı imkanını elde etmiş hâlde silahları hazır bir vaziyette aralıklara ve oyuklara gizlendiler. Bir gaflet anında müslümanların üzerine şiddetle saldırdılar.

Öyle ki her birinin bir tarafa, uzaklara kaçmasına neden oldu... Resûlullah (s.a.v.) ani hücumun müslümanları ne hâle getirdiğini gördü ve beyaz atının
sırtına çıkarak haykırdı: “Ey insanlar nereye..?! Bana gelin… Ben peygamberim, sözümde doğruyum... Ben Abdülmuttalib’in oğluyum...” O sırada Resûlullah (s.a.v.)’in etrafında Ebû Bekir, Ömer, Ali b. Ebû Tâlib, Abbas b. Abdülmuttalib, Abbas’ın oğlu Fazl, Ca’fer b. Hâris, Rebîa b. Hâris, Üsâme b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd ve ashabtan küçük bir grup dışında kimse kalmamıştı… Orada erkekler ve kahramanlar arasınaa yüksek mevki edinen bir de kadın vardı...


O Ümmü Süleym bint Milhan idi… Müslümanların korku ve endişelerini gördü. Kocası Talha’nın devesine binerek Peygamber’in yanına geldi… Hamileydi. Çocuğu karnında hareket edince, abasını çıkarıp, karnına sıkıca bağladı. Sağ eline aldığı hançeriyle Resûlullah (s.a.v.)’in yanına vardığında Resûlullah (s.a.v.) gülümseyerek ona şöyle dedi: “Ümmü Süleym, sen misin…?” O da şöyle dedi: “Evet.. Ya Resûlullah! Babam ve annem sana feda olsun…

Yanından kaçanları, seninle savaşanları öldürdüğün gibi öldür. Onlar bunu hak ediyorlar…” Rabbinin vaadine sımsıkı sarılan Resûlullah’ın yüzündeki gülümsemenin parıltısı arttı ve ona şöyle dedi: “Ey Ümmü Süleym! Allah yetti ve gereğini en güzel şekilde yaptı!..”

 Resûlullah (s.a.v.) orada böyle bir durumdayken, Abbas onun yanında ve atının yularını ayakları arasına alarak, tehlike ve ölüme meydan okuyordu… Peygamber (s.a.v.) insanlara haykırmasını emretti. Abbas cüsseli ve gür sesliydi. Şöyle haykırmaya başladı: “Ey ensâr...!! Ey biat edenler…!!” Sesi âdeta kaderin davetçisi ve habercisiydi...

Sesi ani saldırının şiddetinden korkup vadinin etrafına dağılmış olanlann kulaklarına değer değmez tek bir sesle cevap verdiler: “Buyur...!! Buyur…!!” Bir fırtına gibi döndüler. Hatta atı veya devesi yürüyemeyenler, zırhını, kılıcını ve yayını alıp, yaya olarak Abbas’ın sesinin geldiği tarafa koştular... Savaş kıyıcı ve şiddetli bir şekilde yeniden başladı. Resûlullah (s.a.v.) o zaman şöyle haykırdı: “Savaş asıl şimdi kızıştı…!” Gerçekten de savaş kızışmıştı… Hevazin ve Sakif ölüleri yerlerde yuvarlanmaya başladı ve Allah’ın atları Lat’ın atlarını mağlup etti. Allah, Resûlü ve mü’minler üzerine sükûnetini indirdi..!


Resûlullah (s.a.v.) amcası Abbası çok seviyordu. Hatta Bedir savaşının bittiği gün amcası geceyi esir geçirdi diye uyuyamadı… Resûlullah (s.a.v.) bu sevgisini gizlemiyordu. Uykusuzluğunun nedeni sorulduğunda, Allah’ın kendisine büyük bir zafer kazandırdığı Peygamber şöyle cevap verdi: “Bağlıların içinde Abbas’ın iniltisini duydum...” Müslümanlardan bazıları Resûlullah’ın sözlerini duydu. Biri esirlerin bulunduğu yere gidip, Abbas’ın bağlarını çözdü ve gelip Resûlullah’a haber verdi: “Ey Allah’ın elçisi…! Ben Abbas’ın bağını biraz gevşettim.” Fakat neden sadece Abbas? O zaman Resûlullah arkadaşına şöyle dedi: “Git ve bunu bütün esirler için yap…” Evet..

Peygamber’in amcasını sevmesi, onu aynı şartların birleştirdiği insanlardan ayrıcalıklı kılması anlamına gelmez. Esirlerden fidye alınması kararlaştırıldığında Resûlullah (s.a.v.) amcasına şöyle dedi: “Ey Abbas...! Senin, kardeşinin oğlu Akîl b. Ebû Tâlib’in, Nevfel b. Hâris’in ve Benî Hâris b. Fihr’in kardeşi dostun Utbe b. Amr’ın fidyelerini ver; çünkü sen zenginsin...” Abbas esaretten fidyesiz kurtulmak istedi ve şöyle: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben müslüman idim; fakat beni zorladılar… “Fakat Resûlullah, fidyede ısrar etti.

Bu hususta inen vahiy şöyle diyordu: “Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere söyle ki, Allah kalblerinizde hayır olduğunu biliyorsa, sizden alınandan daha hayırlısını size verecek ve size mağfiret edecektir. Allah mağfiret eden ve esirgeyendir.” (Enfâl, 70)

Böylece Abbas kendisinin ve beraberindekilerin fidyesini vererek Mekke’ye döndü... Bundan böyle Kureyş, bir daha onu aklından ve tuttuğu hidâyet yolundan saptıramadı. Bir müddet sonra da malını toplayıp, eşyalarını alarak, mü’minlerin kafilesinde ve İslâm kervanında yerini almak üzere, Hayberde bulunan Resûlullah (s.a.v.)’in yanına geldi.

Müslümanların saygı ve sevgi odağı hâline geldi. Şüphesiz onlar Resûlullah’ın ona olan saygısını, sevgisini ve onun için söylediği şu sözü biliyorlardı: “Abbas babam gibidir… Ona zarar veren, bana zarar vermiş gibidir...” Abbas mübarek bir nesil verdi… Ümmetin âlimlerinden Abdullah b. Abbas, bu mübarek nesilden biriydi…

Otuz ikinci senenin recep ayının on dördüncü cuma günü birinin şöyle haykırdığını duydular: “Abbas b. Abdülmuttalib’i görenlere Allah rahmet eylesin! Biliniz ki, Abbas artık öldü…!” Medine’nin şimdiye kadar görmediği çok sayıda insan, onun cenazesine katılmak için çıktı. O

 zaman müslümanların halifesi olan Hz. Osman (r.a.) namazını kıldırdı. Ebü’l-Fazl’ın cesedi Bakî mezarlığının toprağı altında sükûnete erdi...

Ve Allah’a verdikleri sözde duran iyilerin arasında huzur içinde uyudu