Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

EBÛ EYYÛB el-ENSÂRÎ

 İsteyerek ya da İstemeyerek Gelin


Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye giriyor ve bu girişiyle başarılı hicret yolculuğunu tamamlıyordu. İnsanlık dünyasında kaderin başka hiçbir şehir için bir araya getirmediği güzelliklerin bulunduğu hicret yurdundaki mübarek günlerine merhaba diyordu.

 Resûlullah (s.a.v.) yürekleri ve safları özlem, sevgi ve arzu dolu olan kalabalıkların arasında, kendisini misafir etmek isteyen insanların ortasında devesinin üstünde ilerliyordu. Kervan, Sâlim b. Avf oğullarının evlerinin yanına geldiğinde devenin yolunu keserek şöyle dediler: “Ey Allah’ın elçisi, bizde kal. Biz sayıca ve silahca güçlü bir topluluğuz.

Seni koruruz.” Elleriyle devenin yularını tutmuş oldukları hâlde Resûlullah onlara şöyle diyordu: “Onu kendi hâline bırakın; gideceği yer Allah tarafından ona bildirilmiştir.” Kervan Benî Sâide, Benî el-Hâris b. el-Hazrec, Benî Adî b. en-Neccar mahallelerine uğrar. Bütün bu kabileler devenin yolunu kesiyor ve Peygamber (s.a.v.)’in kendi evlerine misafir olmasının kendilerini mutlu edeceğini ısrarla söylüyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) de dudaklarında memnuniyet dolu bir gülümsemeyle onlara cevap veriyordu: “Onu kendi hâline bırakın; gideceği yer Allah tarafından ona bildirilmiştir.”

Resûlullah (s.a.v.), saygınlığı ve yüceliği olsun diye konaklayacağı yerin seçimini kadere bırakmıştı, Bu yerin üzerinde de Allah’ın sözlerinin ve nurunun tüm dünyaya yayılacağı mescidi kurulacaktı. Yanında da içlerinde dünya malından ihtiyaç duyulandan fazlası bulunmayan ya da sadece ihtiyaç duyulanın hayali bulunan taş ve topraktan yapılma oda veya odalar yapılacaktı.

Orayı, yaşamın sönmüş ruhuna hayat üflemek ve Rabbimiz Allah deyip doğruluğu seçen, iman edip imanlarına zulüm karıştırmayan, dini Allah’a halis kılan, yeryüzünde iyilikte bulunup kötülük yapmayanlara bu hayatın tüm şerefini ve esenliğini kazandırmak için dünyaya gelen bir öğretmen, bir peygamber mesken edinecekti. Evet... Resûlullah (s.a.v.) bu seçimi, adımlarını sürükleyen kadere bırakmakta kararlıydı.

Bu nedenle devesinin yularını serbest bıraktı. Ne onunla boynunu çekiyor, ne de onu durduruyordu. Kalbiyle Rabbine yönelerek diliyle şöyle dua etmeye başladı: “Allahım! Benim için seç ve seçtir.” Mâlik b. en-Neccâr oğullarının evinin önünde deve çöktü. Sonra kalkıp o yeri dolaştı ve ilk çöktüğü yerde dönerek tekrar çöktü. Orada öylece kaldı ve Resûlullah sevinç içinde üzerinden indi. Yüzü sevinçten ışıldayan bir müslüman gelerek devenin yükünü aldı ve onu evine koydu. Sonra Resûlullah’ı eve gelmesi için davet etti. Resûlullah da ona bolluk ve bereket dileyerek peşinden gitti.

Resûlullah’ın devesinin evinin önünde durduğu, onun misafiri olduğu ve bütün Medine halkının güzel talihinden dolayı ona gıpta ettiği bu mutlu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz? Bu kahraman, Mâlik b. en-Neccâr’ın torunu Hâlid b. Zeyd (Ebû Eyyûb el-Ensârî)’dir.


Bu, Ebû Eyyûb’un, Resûlullah’la ilk buluşması değildi. Daha önce Medine heyeti “İkinci Akabe Biatı” diye bilinen o mübarek biatı Mekke’de Resûlullah’la yapmak için çıktığında Ebû Eyyûb el-Ensârî sağ elleriyle Resûlullah’ın sağ elini sıkıp biat eden yetmiş müslümandan biriydi. Şimdi ise Resûlullah (s.a.v.) Medine’yi şereflendirip, onu Allah’ın dininin başkenti yapıyordu.

İyi talihi, Ebû Eyyûb’un evinin yüce muhacirin, Resûlullah’ın kaldığı ilk ev olmasını sağlıyor. Resûlullah evin birinci katında oturmayı tercih etti. Fakat Ebû Eyyûb ikinci kattaki odasına çıkmak isterken, titremeye başladı ve Resûlullah’ın bulunduğu yerden daha yüksek bir yerde bulunmayı içine sindiremedi.

Resûlullah’a ikinci kattaki odaya taşınması için ricada bulundu; Hz. Peygamber de onun bu ricasını kabul etti. Hz. Peygamber, mescidin ve ona bitişik bir odanın -ki bu odada kendisi kalacaktı- yapımı bitinceye kadar orada kaldı. Kureyş’in İslâm’a karşı düşmanlığının artıp Medine’deki hicret yurduna saldırılar düzenlemeye, bu uğurda kabileleri kışkırtmaya ve Allah’ın nurunu söndürmek için ordular kurmaya başladığından beri Ebû Eyyûb Allah yolunda cihad yapma sanatını kendine meslek edindi.

Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, bütün savaşlarda malını ve canını âlemlerin sahibi Allah’a adamış olan kahraman olarak yer aldı. Resûlullah’ın vefatından sonra da ne kadar zor ve meşakkatli olursa olsun, müslümanların yaptıkları bütün savaşlara katıldı.

Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak tekrarladığı nakarat, Allah’ın şu âyetiydi: “Gerek hafif, gerekse ağırlıklı, hepiniz istisnasız savaşa çıkın” (Tevbe, 41) Sadece bir defa Ebû Eyyûb emirliğine kanaat getirmediği; fakat halifenin müslüman gençlerden birini komutan yaptığı bir orduya katılmadı. Başka değil sadece bir defa. Buna rağmen bu tutumuna karşı olan üzüntüsü onu içten hep kasıp kavuruyor ve şöyle diyordu: “Beni ne ilgilendirirdi ki, başıma kimin komutan atandığından?” Bundan sonra hiçbir savaşı kaçırmadı. Amacı İslâm ordusunda bir asker olarak yaşayıp, onun bayrağı altında savaşmak ve ondan yoksun kalmaktan kaçınmak idi. Ali ile Muaviye arasında ihtilaf olunca hiç tereddütsüz Ali’nin yanında yer aldı. Çünkü müslümanların biat ettiği imam oydu.

Ali şehid olup da hilafet Muaviye’ye geçince; mücahidlerin safları arasında ve savaş alanı üzerinde kendisine bir yer verilmesinden başka dünyadan bir beklentisi olmayan, takva, sebat ve zühd dolu biri olarak yaşadı. Ordunun Kostantiniyye’ye (İstanbul) doğru hareket ettiğini görür görmez, kılıcını alarak atına atladı. Artık uzun zamandır özlem ve arzusu içinde olduğu yüce bir şehâdetin arayışına koyulmuştu. Bu savaşta yaralandı. Ordu komutanı onu görmeye geldiğinde, o Allah’a kavuşmak üzereydi. Komutan Yezid b. Muaviye ona: “Ey Ebû Eyyûb! Bir isteğin var mı?” diye sordu. Acaba içimizde Ebû Eyyûb’un ne istediğini tahmin ya da hayal edebilen var mı?


Hayır… Onun can çekişirken dile getirdiği isteği; insanoğlunun tüm tahmin ve hayallerini çaresiz bırakacak ölçüdeydi. Yezid’den, ölmesi hâlinde cesedini atının üzerine koyup, düşman arazisi içinde mümkün olabilecek en uzak mesafeye götürerek, oraya gömmesini, sonra ordusuyla ilerleyerek bütün bu mesafeyi aşmasını istedi. Bunu istedi ki, müslümanların atlarının nal seslerini kabri üzerinde duyduğunda İslâm ordusunun zafer ve başarıya ulaştığını bilsin.

Bunun bir şiir mi olduğunu sanıyorsunuz..? Hayır.... Bu hayal de değil. Tam aksine o, bir gün dünyanın şahit olduğu; fakat görüp de işittiklerine inanmaz bir hâlde gözleriyle görüp kulaklarıyla işittiği bir gerçekti. Yezid, Ebû Eyyûb’un vasiyetini yerine getirdi. Bugün İstanbul kalbinde büyük çok büyük bir adamın cesedi gömülüdür.

Hatta müslümanlar henüz o toprakları fethetmemişken Kostantiniy-ye’nin Romalı ahalisi, mezarında yatmakta olan Ebû Eyyûb’u “mübarek kişi” olarak kabul ediyorlardı. O tarihi yazan bütün tarihçilerin şunları söylediklerini gördüğünde şaşırırsın: “Romalılar onun mezarına gelir, ziyaret eder ve kuraklık olduğunda, ondan yağmur isterlerdi.”

Ebû Eyyûb’un hayatını düzenleyen ve ona kılıcını bir kenara koyup dinlenme fırsatı vermeyen savaşlara rağmen onun hayatı üzerine çiğ düşmüş bir şafak esintisi gibi sakindi. O Resûlullah (s.a.v.)’den duyduğu bir hadisi kendine rehber edindi: “Namaz kıldığında ölecek olan biri gibi kıl! Özür dileyeceğin bir sözü söyleme! Ve insanların elinde olan bir şeye ümit bağlama!” Böylece dili hiçbir fitneye karışmadı. Nefsi hiçbir şeye tamah etmedi. Hayatını âbid kişinin özlemleri ve veda etmek üzere olan birinin sessizliği içinde tamamladı.

Eceli geldiğinde de tüm dünyadan, yücelik ve kahramanlık bakımından hayatına benzeyen o arzusundan başka bir dileği yoktu: “Benim cesedimi alıp uzaklara… uzaklara… Roma topraklarına götürün… Sonra orada defnedin….” O basireti ve derin görüşü ile bu toprakların, islâm coğrafyasının sınırları içine dahil olacağını görmüştü. Bu nedenle ebedi istirahatgahının burası… o yurdun başkenti, son büyük çarpışmanın yapılacağı bu şehirde olmasını istedi. Böylelikle İslâm ordusunun savaşını yakından izleyebilir, sancaklarının dalgalanışını görebilir, atlarının kişneyişlerini, askerlerin ayak seslerini ve kılıç şakırtılarını duyabilirdi..!! O bugün orada yatıyor…

Kılıç şakırtılarını, at kişnemelrini duymuyor… Zira iş çoktan bitti… Fakat o bugün, sabahtan akşama kadar başka sesler duyuyor. Ufuklara doğru uzanan minarelerden yükselen ezan seslerini dinliyor: Allahu ekber…!! Allahu ekber…!! Bu sese, ebedi istirahatgahındaki ruhu şöyle karşılık veriyor:

“Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vaad ettiğidir. Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir.”