Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

EBܒd-DERDÂ

Müthiş Bilge


İslâm orduları, dünyanın her tarafında İslâm dışı sistemleri düşürerek zaferle ilerlerken, Medine’de ilginç bir filozof, parlak ve değerli sözleriyle her tarafından hikmet fışkıran bir bilge yaşıyordu.

Hiç durmaz, etrafındakilere şöyle derdi: “Rabbiniz katında amellerinizin en hayırlısını, en temiz olanını, derecenizi en azla artıranı, düşmanınızla cihad edip, sizin onları, onların da sizi öldürmesinden daha iyi olanını ve altınla gümüşten daha kıymetli olanını size bildireyim mi?”

Dinleyenler başlarını uzatarak, sorunun cevabını almakta acele ederler: “O nedir, Ey Ebü’d-Derdâ?” derlerdi. Ebü’d-Derdâ, yüzü imanın ve hikmetin ışığı altında parlayarak sözüne devam eder ve: “Allah’ı zikretmektir.” der ardından, “Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (Ankebut, 45) âyetini okurdu.

Bu garip bilge, uzletin felsefesini yapmıyordu. Bu sözleriyle toplumdan soyutlanmayı da anlatmıyordu. Yani “dinin hükümlerini terk edin” de demiyordu. Kaldı ki, bu hükümler arasında cihad, en yüksek mevkiyi işgal etmekteydi. Evet!.. Ebü’d-Derdâ böyle bir insan değildi. O, müslüman olmasından itibaren Allah’ın yardımı ve zaferi gelinceye kadar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber cihad ederek kılıç sallamıştır.

Ancak o, düşünmeye başlayınca ve hikmetle iç içe oldukça, vücudunu hikmetle dolu ve daha canlı hisseden bir yaratılışa sahipti. Bu sebeple hayatını hakikati ve kesin bilgiyi anlatmaya adadı.

O büyük günlerin bilge insanı Ebü’d-Derdâ (r.a.) hakikati görmek ve onunla karşılaşmak için şiddetli arzusu olan bir insandı. Çünkü o, Allah’a ve Resûlü’ne sağlam bir imanla inanmıştı. Aynı zamanda o, imanının kendisine sunduğu görevlerin ve anlayışın hakikate ulaşmada en uygun ve biricik yol olduğuna da kesinlikle inanmıştı. Böylece ruhunu teslim ettiği imanına tam bir görevle bağlandı.

Hayatına da azim, rüşd ve azamet içinde bu imanın gereklerine uyarak ve ona bağlanarak yön verdi... Dar geçitleri aşarak nihayet hakikate ulaştı.. Ve öyle yollar aştı ki, neticede en sağlam sıdk (doğruluk) düzeyine (makamına) erişti.

 Sonunda dört dörtlük sâdık kimseler arasında yüksek yerini aldı. “De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am, 162) âyetini okuyarak Rabbine dua ettiği zaman bunların şuurunda idi.


Evet... Ebü’d-Derdâ’nın cihadı, nefsine karşı netice verdi. Neşesiyle beraber o yüksek zirveye, o erişilmez üstünlüğe ve o ruhbanî yok oluşa ulaştı. Zaten hayatını -bütün hayatınıâlemlerin Rabbi olan Allah’a adamıştı.

Şimdi geliniz, o büyük filozofa biraz daha yaklaşalım. Alnında parıldayan ışığı (nuru) görüyor musunuz? Çevresinden gelen güzel kokuyu hissediyor musunuz? İşte o, hikmetin ışığı ve imanın kokusudur. Gerçek şu ki, çokça tevbe eden bu insanda iman ve hikmet çok güzel bir karışım oluşturmuştu... Ne mutluluk! Annesine, onun en çok hangi işi yapmayı sevdiği sorulduğunda: “Tefekkür ve ibret alma.” diye cevap vermiştir. Evet... Birçok kez tekrarlanan Allah Teâlâ’nın şu emrine tam da uygun bir davranış: “Ey akıl sahipleri! İbret alınız.” (Haşr, 2) O aynı zamanda müslüman kardeşlerini de sürekli düşünmeye teşvik eder ve şöyle derdi: “Bir saatlik düşünme bir gecelik ibadetten hayırlıdır.”

İbadet, düşünme ve hakikati araştırma bütün varlığını ve hayatını kapsamıştı. Din olarak İslâmı seçtiği ve Hz. Peygamber’e (s.a.v.) biat ettiği gün, Medine’de yüksek tabakadan, meşhur, başarılı bir tüccar idi. Hz. Peygamber ve müslümanlar muhacir olarak Medine’ye gelip müslüman olmadan önce hayatının yarısını ticaretle geçirmişti. Ancak müslüman olmak için fazla vakit geçirmedi ve nihayet... Neyse, onu dinleyelim, konuşmayı o tamamlasın: “Nebî (s.a.v.)’in gelmesiyle müslüman oldum.

Tüccardım ibadetle ticareti birleştirmek istedim, fakat bu ikisini bir araya getiremedim... Bugün, dükkanım Mescid’in kapısının dibinde bile olsa, alıp satmak ve bundan her gün üç yüz dinar kazanmak beni sevindirmiyor. Yalnız dikkat edin! Ben size, Allah alım-satımı haram kıldı, demiyorum. Fakat, ben ne ticaretin ne de alış-verişin, kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyamadığı kimselerden olmayı istiyorum!..” Nasıl konuştuğunu, konuyu gerçek yerine nasıl oturttuğunu, bütün sözleri boyunca hikmet ve sadakatin nasıl parladığını gördünüz mü? Biz: “Ey Ebü’d-Derdâ, Allah ticareti haram mı kıldı?” diye sormadan önce, o acele ediyor. Acele ediyor ve aklımızdan bu soruyu gideriyor.

Çok başarılı olmasına rağmen ticareti terk etme sebebine ve göstermek istediği “en yüksek hedefe” işaret ediyor. İnsanoğlu için, onu mümkün olan en yüksek kemâl derecelerine götüren ruhî özellik ve üstünlükleri araştıran bir insan idi. Kendisini en yüksek iyiliğe yücelten, Hakk’ın büyüklüğüne ve hakikatin kaynağına yaklaştıran, ona “mirac” olacak bir ibadet istiyordu. Şayet onu, sırf yapılması gereken bazı sorumluluklar ve kaçınılması gereken bazı yasaklar olarak algılasaydı, ticaretiyle ve işleriyle onu beraber yürütebilirdi) Tüccarlardan pek çok salih… Salihlerden de pek çok tüccar vardır…

Resûlullah (s.a.v.)’in ashabı arasında kendilerini ticaretleri ve alışverişleri Allah’ı anmaktan alıkoymayan ticaret erbabı kimseler de var idi. Bilakis İslâm davasına hizmet edebilmek ve müslümanların ihtiyaçlarını karşılayabilmek gayesiyle ticaretlerini ve mallarını artırmak için çalıştılar.... Fakat ashabtan bu kişilerin çizgisi Ebü’d-Derdâ’nın çizgisine uymuyordu. Ebü’d-Derdâ’nın çizgisinin de onlarınkine uymadığı gibi. Elbette herkesin, yaratılışına daha uygun olan bir gidişatı vardır.

Ebü’d-Derdâ açık bir şekilde seziyordu ki, kendi yaratılışına uygun olan, hayatını adadığı şeydi: Yalnızlığı olabileceği azami ölçüde yaşayarak, hakikat araştırmasında ihtisaslaşmak. Bunu da Rabbi, Peygamberi ve İslâm’ın gösterdiği şekilde imanına uygun olarak yapıyordu... İsterseniz onu, “mutasavvıf’ diye isimlendirebilirsiniz. Fakat o, kaynağını, mü’minin keskin zekasından, felsefenin gücünden, harplerin tecrübesinden ve sahâbenin fıkhından alan bir kişinin tasavvufudur.

Tasavvufu, ruhu inşa için canlı bir hareket ve sırf bu binayı korumak için gerekli bir gölge olarak düşünmemiştir... Evet... İşte, Resûlullah (s.a.v.)’in arkadaşı ve öğrencisi Ebü’d-Derdâ… İşte bu büyük zahid ve bilge Ebü’d-Derdâ’dır. O, iki rahatıyla da dünyayı terk etmiş ve kalbinden de onu söküp atmış bir insandır. O, cilalayıp tertemiz yapıncaya kadar ruhuyla uğraşmış bir insandır.

Nihayet ruhu, hikmetin, doğrunun ve hayrın yansıdığı saf bir ayna olmuştur. Ebü’d-Derdâ’yı da büyük bir muallim ve dengeli bir bilge yapan budur. Onun hikmetine yönelip, eteğine tutunarak, ondan istifade eden kimseler ne mutlu kimselerdir..! Ey akıl sahipleri gelmiyor musunuz, onun felsefesine biraz daha yakından bakalım...

Dünyaya, güzelliklerine ve aldatıcı görüntüsüne ait düşüncesiyle başlayalım... Ruhunun derinliklerine kadar tüm varlığıyla, aşağıdaki azarlayıcı Kur’ân âyetinden çok etkilenmiştir: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline! Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır.” (Hümeze, 1-3) Yine, ruhunun derinliklerine kadar tüm varlığıyla, Hz. Peygamber’in şu hadisinden de çok etkilenmiştir: “Az olup yeten mal çok olup Allah’ı unutturan maldan daha hayırlıdır.”

Bir başka hadiste de Allah Resûlü şöyle buyurur: “Gücünüz yettiği ölçüde dünya düşüncelerinden uzaklaşınız. Çünkü kimin bütün gayreti dünya için olursa, Allah onu isteğine kavuşturmaz ve kaderine de fakirliği yazar. Kimin de bütün gayreti âhiret için olursa, onu da isteğine kavuşturur ve kalbine de kanaati koyar. İstediği bütün hayırlara da Allah onu kısa zamanda kavuşturur.”

Bu sebeple, servet derdine düşmüş kişilere acır ve şöyle derdi: “Allah’ım! Kalbimin dağılmasından sana sığınırım!” “Ey Ebü’d-Derdâ, kalbin dağınıklığı nedir’?” diye sorulunca da: “Her vadide malım olsun düşüncesidir.” diye cevap vermiştir.

O, insanları, dünyaya minnet etmeyerek, ona sahip olmaya davet ederdi... Bu da dünyaya gerçek sahip olmaydı. Sonu gelmeyen tamahkâr arzuların peşinde koşmaya gelince, bu kulluğun ve köleliğin çeşitlerinden en kötüsüdür. Bu konuda da şöyle der:


“Dünyaya karşı gözü tok olmayan kişinin, dünyası yoktur.” Onun gözünde mal; İslâm’ın istediği orta yollu hayatı sürdürmek için bir vesiledir, başka bir şey değildir. Bundan dolayı insanların, onu, büyük bir hırsla ve birbirlerini mahvedercesine yarışarak değil; helâl yoldan ve birbirlerini incitmeden orta yolla kazanmaları gerekir. Şöyle derdi: “Ancak helâl olanı ye... Güzel bir yolla kazan... Evine de helâlden başka bir şey sokma...” Bir arkadaşına yazdığı mektupta da şöyle diyordu: “...

Sana gelince; dünya malından, senden önce başkasının ve yine senden sonra da başkasının olacak olandan öte bir şeye sahip değilsin.. Kendi ihtiyaçların için harcadığından başkası senin değildir. Kendisine miras kalması için mal biriktirdiğin çocuğunu, mala tercih et. Çünkü sen ancak, iki kişiden birisi için mal topluyorsun: Birincisi, salih çocuk ki, bu o malı Allah’ın yolunda kullanır ve senin Allah’tan uzaklaştığın şeyle, o mutlu olur. İkincisi, âsi bir evlat ki, o malı Allah’ın yasakladığı yerlerde harcar ve senin ona biriktirdiğin malla günah işler...

Onlar hakkında Allah takdir ettiği rızka güven ve kendini kurtar...” Ebü’d-Derdâ’nın gözünde dünya sadece ödünç alınmış bir mal gibi idi. Kıbrıs fethedilip, harbin ganimetleri Medine’ye ulaşınca, insanlar Ebü’d-Derdâ’nın ağladığını gördüler... Dehşet içinde kalarak, sebebini sormak için yanına geldiler. Soruyu yöneltmeyi Cübeyr b. Nefîr üzerine aldı ve ona: “Ey Ebü’d-Derdâ, Allah’ın, İslâm’ı ve müslümanları üstün kıldığı bir günde seni ağlatan nedir?” dedi.

Ebü’d-Derdâ yüksek bir hikmet ve engin bir anlayışla cevap verdi: “Yazıklar olsun sana ey Cübeyr... Allah katında mahlukatın en önemsizleri, emirlerini terk edenlerdir... Bizans sarsılmaz üstünlüğü ve güçlü bir yönetime sahip iken, Allah’ın emirlerini terk etti ve gördüğün hâle geldi...” Evet...

İslâm ordusunun fethettiği ülkelere girebilmelerini sağlayan süratli çöküşün sebeplerini böyle açıklıyordu. Diğer sebep de, bu ülkelerin, kendilerini koruyan ruhanî doğruluk ve Allah’a ulaştıran doğru bir din açısından da iflas etmiş olmalarıydı. Aynı zamanda müslümanlar açısından da bazı endişeleri vardı. Bu zenginlik içinde iman halkalarının dağılmasından Allah’a hakikatle ve doğrulukla olan bağlarının gevşemesinden korkuyordu. Bunun neticesi olarak da Allah’ın emanetinin kendilerinden öncekilerden kolayca onlara geçtiği gibi onlardan da başkalarına geçebilmesi endişesi onu ağlatıyordu...

Onun anlayışına göre dünya bütünüyle, sadece bir emanet olduğu gibi en güzel hayat olan ebedi hayat için de bir köprü idi. Bir gün hasta iken arkadaşları ziyaret için yanına gelirler. Onu basit bir deri döşek üzerinde yatarken bulurlar... Bunun üzerine: “İsteseydin, daha güzel ve daha rahat bir yatağın olabilirdi…” derler. Gözlerini, önündeki uzak sabit bir noktaya dikip, işaret parmağıyla da işaret ederek şöyle cevap verdi: “Bilin ki bizim yurdumuz orasıdır... Topladıklarımız orası içindir... Oraya döneceğiz... Oraya göçeceğiz... Sadece orası için çalışırız.”


Dünyanın böyle değerlendirilmesi, Ebü’d-Derdâ’ya göre sadece bir bakış açısı değildir; aksine onun hayat tarzı da böyledir. Yezid b. Muaviye, Ebü’d-Derdâ’nın kızı Derdâ ile evlenmek ister; fakat Ebü’d-Derdâ bunu kabul etmez. Sonra, kız müslümanlardan fakir ve salih bir kimseye evlenme talebinde bulunur. Ebü’d-Derdâ kızını onunla evlendirdi. Ebü’d-Derdâ’nın bu yaptığı çevredeki kişilerin garibine gider.

Ebü’d-Derdâ ise şu sözleriyle konuyu aydınlatır: “Etrafında birçok hizmetçiyle sarayın debdebesi görünüp, Derdâ onlara aldandığında kızım hakkında ne düşünürsünüz? O gün onun dini nereye gider?” İşte bu, kendinden emin ve son derece zeki bir bilgedir...

O, nefisleri kendisine bağlayan ve kalbin kendisine meylettiği dünya ve güzelliklerinden ne varsa, hepsinden uzaklaşırdı. O, bu hareketiyle mutluluktan da kaçmıyor; aksine mutluluğa doğru koşuyordu... Ona göre gerçek mutluluk; dünyanın kulu kölesi olmadan dünyaya sahip olmaktır. Dünyanın sana sahip olması değil, senin dünyaya sahip olmandır. İnsanların hayattan beklentileri kanaatte durduğunda, dünyanın hakikatini, sonsuzluk ve gerçekler diyarı olan âhirete geçtikleri bir köprü olarak kavradıklarında ve hareketlerini buna göre ayarladıklarında insanlar gerçek saadeti elde etmiş ve ondan en büyük nasiplerini de alımış olurlar.

Başka bir sözünde de o şöyle der: “En hayırlı şey; senin malının ve evladının çok olması değildir. En hayırlı şey; senin hoşgörünün çok olması, ilminin bol olması ve insanları Allah Teâlâ’ya ibadet etmeye teşvik etmendir.” Hz. Osman (r.a.)’ın hilafeti döneminde Muaviye Şam’da vali iken halife, Ebü’d-Derdâ’nın orada yargı makamının başı olmasını istedi.

Ebü’d-Derdâ da onun bu teklifini kabul etti. Şam’da dünya güzelliklerinin kendilerini aldattığı kimseleri gözlemeye başladı. Akabinde onlara Hz. Peygamber’in hayat metodunu ve zühdünü, şehitlik ve sıddîklık makamına ermiş ilk İslâm büyüklerinin hayat felsefelerini hatırlatmaya başladı...

Şam o zaman bütün maddî güzellikleri ve refahıyla göz kamaştıran bir medeniyet merkezi idi. Malları ve dünyaları ile ilgili vaazlar verip, hayatlarına sınırlar getiren bu adamdan halk iyice bunalmıştı... Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ onları topladı ve şu konuşmayı yaptı: “Ey Şam halkı... Siz dinde kardeşlerimiz, mahallede komşularımız ve düşmanlarımıza karşı yardımcılarımızsınız...

Fakat neden böyle utanmaz, sıkılmaz hareketlerle karşıma çıkıyorsunuz?! Yemeyeceklerinizi biriktiriyorsunuz..! Oturmayacağınız evler yapıyorsunuz..! Ulaşamayacağınız şeyleri istiyorsunuz..! Sizden önceki topluluklar da böyleydi... Topluyorlar ve daha çok toplamak istiyorlardı... Gelecekle ilgili istekler içinde hayallere dalıyorlardı... Ev yaparak dünyaya iyice bağlanıyorlardı... Topladıkları yok oldu gitti...


İstekleri aldanış... Evleri de kabir oldu... İşte onlar Ad kavmine mensup insanlardır. Aden ve Amman arasını mal ve evlatla doldurmuşlardı...” Akabinde dudaklarında yaygın, alaycı bir tavır ortaya çıktı. Koluyla gaflet içindeki bütün topluluğa işaret ederek, keskin bir alayla haykırdı: “Ad kavminin mirasını iki dirhem karşılığında benden kim satın almak ister..?” Etkileyici, aktif ve aydın bir adam! Sözleri inandırıcı, hisleri çok ince ve mantığı mükemmel, tutarlı bir insan!. Ebü’d-Derdâ’ya göre ibadet bir gurur ve tembellik vesilesi değildir. O hayrın aranması ve Allah’ın rahmetinin inmesi için bir vesiledir. İnsana acizliğini ve Rabbinin kendisine olan lütfunu hatırlatan daimî bir yakarıştır...

O yine şöyle der: “Allah’ın rahmetinin esintilerini her yerde araştırınız. Çünkü Allah’ın rahmeti boldur ve dilediği kimselere ondan verir... Allah’tan ayıplarınızı örtmesini ve korkularınızı da yatıştırmasını isteyiniz...” Bu bilge insan, ibadetin insana verdiği gurura karşı daima tetikte idi ve insanları bu duruma karşı sürekli uyarırdı. İmanı zayıf olan bazı kişilerde görülen bu gurur, ibadeti sebebiyle insan kibre kapıldığı zaman ortaya çıkar. İbadetleri ile diğer insanlara övünür ve şımarır.

Şimdi onun bu konudaki sözünü dinleyelim: “Takva ve yakîn sahibi birinin zerre miktarı iyiliği, ibadetleri ile gururlanan kişilerin dağlar kadar ibadetinden daha fazla tercihe şayan ve daha faziletlidir...”

Bir başka sözü de şöyledir: “İnsanları sorumlu olmadıkları şeylerle sorumlu tutmayınız. Rablerinden önce de onları hesaba çekmeyiniz... Siz kendinize bakınız, çünkü kim insanlarda gördüğü her şeyi araştırırsa, üzüntüsü hiç bitmez!!.” O, ibadette derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, âbidin, kendi nefsini soyutlayarak kulları yargılayan bir hâkim olmasını istemiyordu. Âbide düşen, lütfu ile kendi yolunda sağladığı bu başarıdan dolayı Allah’a şükretmek ve bu başarıya ulaşamayanlara da duasıyla yapabildiği kadar yardım etmektir.

Bu bilgenin hikmetinden daha aydın ve daha değerli bir hikmet biliyor musunuz? Dostu Ebû Kulâbe anlatıyor ve şöyle diyor: “Ebü’d-Derdâ bir gün bir adama rastlamıştı. Adam günah işlemişti ve insanlar da bu sebeple ona sövüyorlardı. O sövmelerini yasaklayıp, “Şayet onu bir çukurda bulsanız, oradan çıkarmayacak mısınız?” dedi. “Evet, onu oradan çıkarırız.” dediler. “Öyleyse ona sövmeyiniz ve sizi bu duruma düşmekten kurtaran Allah’a hamd ediniz.” “Ona kızmıyor musun?” dediler. “Ben sadece yaptığı işe kızarım; o işi terk ettiği zaman kardeşimdir.”

Ebü’d-Derdâ’ya göre ibadetin bir yönü bu iken diğer yönü de ilim ve marifettir...
Şu bir gerçek ki, Ebü’d-Derd⠓ilmi” çok kutsal kabul etmektedir. Onu bir bilge olarak kutsal kabul ettiği gibi bir âbid olarak da kutsal kabul etmektedir. Bunu şu sözlerinde açıkça görmekteyiz: “Sizden birisi âlim olmadıkça, takva sahibi olamaz... İlmi ile amel etmediği sürece de kesinlikle tam âlim olamaz...” Evet... Ona göre ilim; bir anlayış ve ahlâk, bir marifet ve metod, bir düşünce ve hayattır.... Ayrıca onun bu kutsaması da bilgece bir kutsayıştır.

Çünkü onun, öğrenciyi ve öğretmeni üstünlük, mevki ve sevap açısından eşit ilan ettiğini görmekteyiz... Hayatın hemen her safhasının her şeyden önce hayırlı ilme bağlı olduğunu kabul ettiği için şöyle der: “Sizi bir türlü anlayamıyorum; âlimleriniz bu dünyadan göçüp gidiyor, cahilleriniz ise hiçbir şey öğrenmiyorlar! Dikkat ediniz hayırlı öğretmen de, öğrenci de aynı mükâfatı alacaklardır. Diğer insanlar arasında da hayırda onlara yetişebilecek hiçbir kimse yoktur...” Ve yine şöyle der: “İnsanlar üç gruptur: Âlim... Öğrenci... Üçüncü ise ahmaktır. Bu üçüncüsünde hiçbir hayır yoktur.”

Onun düşüncesinde ilim, amelden ayrı düşünülemez. Onu dinleyelim: “Nefsim adına en çok korktuğum şey, kıyamet günü bütün mahlukatın önünde bana şöyle denmesidir: “Ey Uveymir ilim tahsil ettin mi?” “Evet.” “Peki, bildiklerinle ne kadar amel yaptın?” İlmine uygun davranan âlimlere hürmet eder ve onlara büyük bir saygı duyardı. Rabbine yaptığı bir duasında şöyle yakardı: “Allah’ım, âlimlerin kalplerinin bana lanet etmesinden sana sığınırım!..” “Onların kalpleri sana nasıl lanet edebilir?” dendiğinde: “Beni kötü görerek.” cevabını verdi. Gördünüz mü? O, âlimin kendisinden hoşlanmamasını bile altından kalkmayacağı bir lânet olarak değerlendiriyor...

Bu sebeple de kendisini ondan koruması için Rabbine yakarıyor. Ebü’d-Derdâ, kardeşe de iyi davranmayı öngörür. Ona göre; insanın insanla ilişkisi, insan tabiatının bizzat kendisinden kaynaklanan bir genel kurala oturtulur. Bu konuda da o şöyle der: “Kardeşinin azarlaması, senin için onu kaybetmekten daha hayırlıdır. Her şeyiyle, kardeşinden başka kimin var ki? Kardeşine ikramda bulun ve ona yumuşak davran...

Ona karşı kıskanç olma, çünkü onun elindekilere sen de erişebilirsin... Yarın ona ölüm gelir de ondan ayrılmak sana azap olarak yeter... Hayatta hakkını ödeyememişken, ölümünden sonra ona nasıl ağlayabilirsin?”

Ebü’d-Derdâ, karşılıklı kardeşlik hak ve vazifelerini, Allah’ın kullarını her zaman gözetlemesi (murakabe) gibi çok sağlam bir kurala dayandırmıştır. Allah’ın kendisinden razı olduğu o büyük insan şöyle der: “En sevmediğim şey, birisine zulmetmektir... Fakat bundan daha da çok sevmediğim şey, bana karşı yüce Allah’tan başka yardım isteyecek kimsesi olmayan birisine zulmetmemdir...” Senin nefsin ne büyük ve ruhun ne kadar aydınlıkmış ey Ebü’d-Derdâ..! O, insanları asılsız kuruntularının (avuntuların) tuzağına karşı da uyarıyor.

Bu tuzak, kimsesiz ve güçsüz kimselerin, kendilerine kötülük yapılabilecek ve ezilebilecek en yakın ve uygun kimseler olduğu zannıdır. Onlara bu konuda şunu hatırlatıyor: “Gerçek olan şu ki, bu kimseler güçsüzlükleriyle yok edici bir kuvvete sahiptirler. Onlar acizlikleriyle Allah’a sığındıklarında, meselelerini O’nun huzurunda arz ederler. Halbuki insanlar onları güçsüz zannederler...!”

İşte bu, bilge insan Ebü’d-Derdâ’dır..! İşte bu, insanlar takvasını övüp duasını almak istedikleri zaman sağlam bir tevazu ile şöyle cevap veren Ebü’d-Derdâ’dır: “Yüzmeyi çok iyi bilmem!.. Boğulmaktan korkarım!..”

Bütün bunlara rağmen, sen iyi yüzemiyorsun..?! Sen ki, Hz. Peygamber’in eğittiği bir kişi… Kur’ân öğrencisi… İslâm’ın ilk evlatlarından… Ebû Bekir ve Ömer’in arkadaşısın. Ya senin gibi olmayan diğerleri ne yapsınlar..?!