EBÜd-DERDÂ
Müthiş Bilge
İslâm orduları, dünyanın her tarafında İslâm dışı sistemleri düşürerek
zaferle ilerlerken, Medinede ilginç bir filozof, parlak ve değerli
sözleriyle her tarafından hikmet fışkıran bir bilge yaşıyordu.
Hiç durmaz, etrafındakilere şöyle derdi:
Rabbiniz katında amellerinizin en hayırlısını, en temiz olanını,
derecenizi en azla artıranı, düşmanınızla cihad edip, sizin onları,
onların da sizi öldürmesinden daha iyi olanını ve altınla gümüşten daha
kıymetli olanını size bildireyim mi?
Dinleyenler başlarını uzatarak, sorunun
cevabını almakta acele ederler: O nedir, Ey Ebüd-Derdâ? derlerdi.
Ebüd-Derdâ, yüzü imanın ve hikmetin ışığı altında parlayarak sözüne
devam eder ve: Allahı zikretmektir. der ardından, Allah'ı anmak
elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. (Ankebut, 45) âyetini okurdu.
Bu garip bilge, uzletin felsefesini
yapmıyordu. Bu sözleriyle toplumdan soyutlanmayı da anlatmıyordu. Yani
dinin hükümlerini terk edin de demiyordu. Kaldı ki, bu hükümler
arasında cihad, en yüksek mevkiyi işgal etmekteydi. Evet!.. Ebüd-Derdâ
böyle bir insan değildi. O, müslüman olmasından itibaren Allahın
yardımı ve zaferi gelinceye kadar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber cihad
ederek kılıç sallamıştır.
Ancak o, düşünmeye başlayınca ve
hikmetle iç içe oldukça, vücudunu hikmetle dolu ve daha canlı hisseden
bir yaratılışa sahipti. Bu sebeple hayatını hakikati ve kesin bilgiyi
anlatmaya adadı.
O büyük günlerin bilge insanı
Ebüd-Derdâ (r.a.) hakikati görmek ve onunla karşılaşmak için şiddetli
arzusu olan bir insandı. Çünkü o, Allaha ve Resûlüne sağlam bir imanla
inanmıştı. Aynı zamanda o, imanının kendisine sunduğu görevlerin ve
anlayışın hakikate ulaşmada en uygun ve biricik yol olduğuna da
kesinlikle inanmıştı. Böylece ruhunu teslim ettiği imanına tam bir
görevle bağlandı.
Hayatına da azim, rüşd ve azamet içinde
bu imanın gereklerine uyarak ve ona bağlanarak yön verdi... Dar
geçitleri aşarak nihayet hakikate ulaştı.. Ve öyle yollar aştı ki,
neticede en sağlam sıdk (doğruluk) düzeyine (makamına) erişti.
Sonunda dört dörtlük sâdık
kimseler arasında yüksek yerini aldı. De ki: Benim namazım, ibadetim,
hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. (Enam, 162)
âyetini okuyarak Rabbine dua ettiği zaman bunların şuurunda idi.
Evet... Ebüd-Derdânın cihadı, nefsine karşı netice verdi. Neşesiyle
beraber o yüksek zirveye, o erişilmez üstünlüğe ve o ruhbanî yok oluşa
ulaştı. Zaten hayatını -bütün hayatınıâlemlerin Rabbi olan Allaha
adamıştı.
Şimdi geliniz, o büyük filozofa biraz
daha yaklaşalım. Alnında parıldayan ışığı (nuru) görüyor musunuz?
Çevresinden gelen güzel kokuyu hissediyor musunuz? İşte o, hikmetin
ışığı ve imanın kokusudur. Gerçek şu ki, çokça tevbe eden bu insanda
iman ve hikmet çok güzel bir karışım oluşturmuştu... Ne mutluluk!
Annesine, onun en çok hangi işi yapmayı sevdiği sorulduğunda: Tefekkür
ve ibret alma. diye cevap vermiştir. Evet... Birçok kez tekrarlanan
Allah Teâlânın şu emrine tam da uygun bir davranış: Ey akıl sahipleri!
İbret alınız. (Haşr, 2) O aynı zamanda müslüman kardeşlerini de sürekli
düşünmeye teşvik eder ve şöyle derdi: Bir saatlik düşünme bir gecelik
ibadetten hayırlıdır.
İbadet, düşünme ve hakikati araştırma
bütün varlığını ve hayatını kapsamıştı. Din olarak İslâmı seçtiği ve Hz.
Peygambere (s.a.v.) biat ettiği gün, Medinede yüksek tabakadan, meşhur,
başarılı bir tüccar idi. Hz. Peygamber ve müslümanlar muhacir olarak
Medineye gelip müslüman olmadan önce hayatının yarısını ticaretle
geçirmişti. Ancak müslüman olmak için fazla vakit geçirmedi ve nihayet...
Neyse, onu dinleyelim, konuşmayı o tamamlasın: Nebî (s.a.v.)in
gelmesiyle müslüman oldum.
Tüccardım ibadetle ticareti
birleştirmek istedim, fakat bu ikisini bir araya getiremedim... Bugün,
dükkanım Mescidin kapısının dibinde bile olsa, alıp satmak ve bundan
her gün üç yüz dinar kazanmak beni sevindirmiyor. Yalnız dikkat edin!
Ben size, Allah alım-satımı haram kıldı, demiyorum. Fakat, ben ne
ticaretin ne de alış-verişin, kendilerini Allahı anmaktan alıkoyamadığı
kimselerden olmayı istiyorum!.. Nasıl konuştuğunu, konuyu gerçek yerine
nasıl oturttuğunu, bütün sözleri boyunca hikmet ve sadakatin nasıl
parladığını gördünüz mü? Biz: Ey Ebüd-Derdâ, Allah ticareti haram mı
kıldı? diye sormadan önce, o acele ediyor. Acele ediyor ve aklımızdan
bu soruyu gideriyor.
Çok başarılı olmasına rağmen ticareti
terk etme sebebine ve göstermek istediği en yüksek hedefe işaret
ediyor. İnsanoğlu için, onu mümkün olan en yüksek kemâl derecelerine
götüren ruhî özellik ve üstünlükleri araştıran bir insan idi. Kendisini
en yüksek iyiliğe yücelten, Hakkın büyüklüğüne ve hakikatin kaynağına
yaklaştıran, ona mirac olacak bir ibadet istiyordu. Şayet onu, sırf
yapılması gereken bazı sorumluluklar ve kaçınılması gereken bazı
yasaklar olarak algılasaydı, ticaretiyle ve işleriyle onu beraber
yürütebilirdi) Tüccarlardan pek çok salih
Salihlerden de pek çok tüccar
vardır
Resûlullah (s.a.v.)in ashabı arasında
kendilerini ticaretleri ve alışverişleri Allahı anmaktan alıkoymayan
ticaret erbabı kimseler de var idi. Bilakis İslâm davasına hizmet
edebilmek ve müslümanların ihtiyaçlarını karşılayabilmek gayesiyle
ticaretlerini ve mallarını artırmak için çalıştılar.... Fakat ashabtan
bu kişilerin çizgisi Ebüd-Derdânın çizgisine uymuyordu.
Ebüd-Derdânın çizgisinin de onlarınkine uymadığı gibi. Elbette
herkesin, yaratılışına daha uygun olan bir gidişatı vardır.
Ebüd-Derdâ açık bir şekilde seziyordu
ki, kendi yaratılışına uygun olan, hayatını adadığı şeydi: Yalnızlığı
olabileceği azami ölçüde yaşayarak, hakikat araştırmasında ihtisaslaşmak.
Bunu da Rabbi, Peygamberi ve İslâmın gösterdiği şekilde imanına uygun
olarak yapıyordu... İsterseniz onu, mutasavvıf diye
isimlendirebilirsiniz. Fakat o, kaynağını, müminin keskin zekasından,
felsefenin gücünden, harplerin tecrübesinden ve sahâbenin fıkhından alan
bir kişinin tasavvufudur.
Tasavvufu, ruhu inşa için canlı bir
hareket ve sırf bu binayı korumak için gerekli bir gölge olarak
düşünmemiştir... Evet... İşte, Resûlullah (s.a.v.)in arkadaşı ve
öğrencisi Ebüd-Derdâ
İşte bu büyük zahid ve bilge Ebüd-Derdâdır. O,
iki rahatıyla da dünyayı terk etmiş ve kalbinden de onu söküp atmış bir
insandır. O, cilalayıp tertemiz yapıncaya kadar ruhuyla uğraşmış bir
insandır.
Nihayet ruhu, hikmetin, doğrunun ve
hayrın yansıdığı saf bir ayna olmuştur. Ebüd-Derdâyı da büyük bir
muallim ve dengeli bir bilge yapan budur. Onun hikmetine yönelip,
eteğine tutunarak, ondan istifade eden kimseler ne mutlu kimselerdir..!
Ey akıl sahipleri gelmiyor musunuz, onun felsefesine biraz daha yakından
bakalım...
Dünyaya, güzelliklerine ve aldatıcı
görüntüsüne ait düşüncesiyle başlayalım... Ruhunun derinliklerine kadar
tüm varlığıyla, aşağıdaki azarlayıcı Kurân âyetinden çok etkilenmiştir:
Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş
göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!
Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır. (Hümeze, 1-3) Yine,
ruhunun derinliklerine kadar tüm varlığıyla, Hz. Peygamberin şu
hadisinden de çok etkilenmiştir: Az olup yeten mal çok olup Allahı
unutturan maldan daha hayırlıdır.
Bir başka hadiste de Allah Resûlü şöyle
buyurur: Gücünüz yettiği ölçüde dünya düşüncelerinden uzaklaşınız.
Çünkü kimin bütün gayreti dünya için olursa, Allah onu isteğine
kavuşturmaz ve kaderine de fakirliği yazar. Kimin de bütün gayreti
âhiret için olursa, onu da isteğine kavuşturur ve kalbine de kanaati
koyar. İstediği bütün hayırlara da Allah onu kısa zamanda kavuşturur.
Bu sebeple, servet derdine düşmüş
kişilere acır ve şöyle derdi: Allahım! Kalbimin dağılmasından sana
sığınırım! Ey Ebüd-Derdâ, kalbin dağınıklığı nedir? diye sorulunca
da: Her vadide malım olsun düşüncesidir. diye cevap vermiştir.
O, insanları, dünyaya minnet etmeyerek,
ona sahip olmaya davet ederdi... Bu da dünyaya gerçek sahip olmaydı.
Sonu gelmeyen tamahkâr arzuların peşinde koşmaya gelince, bu kulluğun ve
köleliğin çeşitlerinden en kötüsüdür. Bu konuda da şöyle der:
Dünyaya karşı gözü tok olmayan kişinin, dünyası yoktur. Onun gözünde
mal; İslâmın istediği orta yollu hayatı sürdürmek için bir vesiledir,
başka bir şey değildir. Bundan dolayı insanların, onu, büyük bir hırsla
ve birbirlerini mahvedercesine yarışarak değil; helâl yoldan ve
birbirlerini incitmeden orta yolla kazanmaları gerekir. Şöyle derdi:
Ancak helâl olanı ye... Güzel bir yolla kazan... Evine de helâlden
başka bir şey sokma... Bir arkadaşına yazdığı mektupta da şöyle diyordu:
...
Sana gelince; dünya malından, senden
önce başkasının ve yine senden sonra da başkasının olacak olandan öte
bir şeye sahip değilsin.. Kendi ihtiyaçların için harcadığından başkası
senin değildir. Kendisine miras kalması için mal biriktirdiğin çocuğunu,
mala tercih et. Çünkü sen ancak, iki kişiden birisi için mal topluyorsun:
Birincisi, salih çocuk ki, bu o malı Allahın yolunda kullanır ve senin
Allahtan uzaklaştığın şeyle, o mutlu olur. İkincisi, âsi bir evlat ki,
o malı Allahın yasakladığı yerlerde harcar ve senin ona biriktirdiğin
malla günah işler...
Onlar hakkında Allah takdir ettiği
rızka güven ve kendini kurtar... Ebüd-Derdânın gözünde dünya sadece
ödünç alınmış bir mal gibi idi. Kıbrıs fethedilip, harbin ganimetleri
Medineye ulaşınca, insanlar Ebüd-Derdânın ağladığını gördüler...
Dehşet içinde kalarak, sebebini sormak için yanına geldiler. Soruyu
yöneltmeyi Cübeyr b. Nefîr üzerine aldı ve ona: Ey Ebüd-Derdâ,
Allahın, İslâmı ve müslümanları üstün kıldığı bir günde seni ağlatan
nedir? dedi.
Ebüd-Derdâ yüksek bir hikmet ve engin
bir anlayışla cevap verdi: Yazıklar olsun sana ey Cübeyr... Allah
katında mahlukatın en önemsizleri, emirlerini terk edenlerdir... Bizans
sarsılmaz üstünlüğü ve güçlü bir yönetime sahip iken, Allahın
emirlerini terk etti ve gördüğün hâle geldi... Evet...
İslâm ordusunun fethettiği ülkelere
girebilmelerini sağlayan süratli çöküşün sebeplerini böyle açıklıyordu.
Diğer sebep de, bu ülkelerin, kendilerini koruyan ruhanî doğruluk ve
Allaha ulaştıran doğru bir din açısından da iflas etmiş olmalarıydı.
Aynı zamanda müslümanlar açısından da bazı endişeleri vardı. Bu
zenginlik içinde iman halkalarının dağılmasından Allaha hakikatle ve
doğrulukla olan bağlarının gevşemesinden korkuyordu. Bunun neticesi
olarak da Allahın emanetinin kendilerinden öncekilerden kolayca onlara
geçtiği gibi onlardan da başkalarına geçebilmesi endişesi onu
ağlatıyordu...
Onun anlayışına göre dünya bütünüyle,
sadece bir emanet olduğu gibi en güzel hayat olan ebedi hayat için de
bir köprü idi. Bir gün hasta iken arkadaşları ziyaret için yanına
gelirler. Onu basit bir deri döşek üzerinde yatarken bulurlar... Bunun
üzerine: İsteseydin, daha güzel ve daha rahat bir yatağın olabilirdi
derler. Gözlerini, önündeki uzak sabit bir noktaya dikip, işaret
parmağıyla da işaret ederek şöyle cevap verdi: Bilin ki bizim yurdumuz
orasıdır... Topladıklarımız orası içindir... Oraya döneceğiz... Oraya
göçeceğiz... Sadece orası için çalışırız.
Dünyanın böyle değerlendirilmesi, Ebüd-Derdâya göre sadece bir bakış
açısı değildir; aksine onun hayat tarzı da böyledir. Yezid b. Muaviye,
Ebüd-Derdânın kızı Derdâ ile evlenmek ister; fakat Ebüd-Derdâ bunu
kabul etmez. Sonra, kız müslümanlardan fakir ve salih bir kimseye
evlenme talebinde bulunur. Ebüd-Derdâ kızını onunla evlendirdi.
Ebüd-Derdânın bu yaptığı çevredeki kişilerin garibine gider.
Ebüd-Derdâ ise şu sözleriyle konuyu
aydınlatır: Etrafında birçok hizmetçiyle sarayın debdebesi görünüp,
Derdâ onlara aldandığında kızım hakkında ne düşünürsünüz? O gün onun
dini nereye gider? İşte bu, kendinden emin ve son derece zeki bir
bilgedir...
O, nefisleri kendisine bağlayan ve
kalbin kendisine meylettiği dünya ve güzelliklerinden ne varsa,
hepsinden uzaklaşırdı. O, bu hareketiyle mutluluktan da kaçmıyor; aksine
mutluluğa doğru koşuyordu... Ona göre gerçek mutluluk; dünyanın kulu
kölesi olmadan dünyaya sahip olmaktır. Dünyanın sana sahip olması değil,
senin dünyaya sahip olmandır. İnsanların hayattan beklentileri kanaatte
durduğunda, dünyanın hakikatini, sonsuzluk ve gerçekler diyarı olan
âhirete geçtikleri bir köprü olarak kavradıklarında ve hareketlerini
buna göre ayarladıklarında insanlar gerçek saadeti elde etmiş ve ondan
en büyük nasiplerini de alımış olurlar.
Başka bir sözünde de o şöyle der: En
hayırlı şey; senin malının ve evladının çok olması değildir. En hayırlı
şey; senin hoşgörünün çok olması, ilminin bol olması ve insanları Allah
Teâlâya ibadet etmeye teşvik etmendir. Hz. Osman (r.a.)ın hilafeti
döneminde Muaviye Şamda vali iken halife, Ebüd-Derdânın orada yargı
makamının başı olmasını istedi.
Ebüd-Derdâ da onun bu teklifini kabul
etti. Şamda dünya güzelliklerinin kendilerini aldattığı kimseleri
gözlemeye başladı. Akabinde onlara Hz. Peygamberin hayat metodunu ve
zühdünü, şehitlik ve sıddîklık makamına ermiş ilk İslâm büyüklerinin
hayat felsefelerini hatırlatmaya başladı...
Şam o zaman bütün maddî güzellikleri ve
refahıyla göz kamaştıran bir medeniyet merkezi idi. Malları ve dünyaları
ile ilgili vaazlar verip, hayatlarına sınırlar getiren bu adamdan halk
iyice bunalmıştı... Bunun üzerine Ebüd-Derdâ onları topladı ve şu
konuşmayı yaptı: Ey Şam halkı... Siz dinde kardeşlerimiz, mahallede
komşularımız ve düşmanlarımıza karşı yardımcılarımızsınız...
Fakat neden böyle utanmaz, sıkılmaz
hareketlerle karşıma çıkıyorsunuz?! Yemeyeceklerinizi biriktiriyorsunuz..!
Oturmayacağınız evler yapıyorsunuz..! Ulaşamayacağınız şeyleri
istiyorsunuz..! Sizden önceki topluluklar da böyleydi... Topluyorlar ve
daha çok toplamak istiyorlardı... Gelecekle ilgili istekler içinde
hayallere dalıyorlardı... Ev yaparak dünyaya iyice bağlanıyorlardı...
Topladıkları yok oldu gitti...
İstekleri aldanış... Evleri de kabir oldu... İşte onlar Ad kavmine
mensup insanlardır. Aden ve Amman arasını mal ve evlatla doldurmuşlardı...
Akabinde dudaklarında yaygın, alaycı bir tavır ortaya çıktı. Koluyla
gaflet içindeki bütün topluluğa işaret ederek, keskin bir alayla
haykırdı: Ad kavminin mirasını iki dirhem karşılığında benden kim satın
almak ister..? Etkileyici, aktif ve aydın bir adam! Sözleri inandırıcı,
hisleri çok ince ve mantığı mükemmel, tutarlı bir insan!. Ebüd-Derdâya
göre ibadet bir gurur ve tembellik vesilesi değildir. O hayrın aranması
ve Allahın rahmetinin inmesi için bir vesiledir. İnsana acizliğini ve
Rabbinin kendisine olan lütfunu hatırlatan daimî bir yakarıştır...
O yine şöyle der: Allahın rahmetinin
esintilerini her yerde araştırınız. Çünkü Allahın rahmeti boldur ve
dilediği kimselere ondan verir... Allahtan ayıplarınızı örtmesini ve
korkularınızı da yatıştırmasını isteyiniz... Bu bilge insan, ibadetin
insana verdiği gurura karşı daima tetikte idi ve insanları bu duruma
karşı sürekli uyarırdı. İmanı zayıf olan bazı kişilerde görülen bu gurur,
ibadeti sebebiyle insan kibre kapıldığı zaman ortaya çıkar. İbadetleri
ile diğer insanlara övünür ve şımarır.
Şimdi onun bu konudaki sözünü
dinleyelim: Takva ve yakîn sahibi birinin zerre miktarı iyiliği,
ibadetleri ile gururlanan kişilerin dağlar kadar ibadetinden daha fazla
tercihe şayan ve daha faziletlidir...
Bir başka sözü de şöyledir: İnsanları
sorumlu olmadıkları şeylerle sorumlu tutmayınız. Rablerinden önce de
onları hesaba çekmeyiniz... Siz kendinize bakınız, çünkü kim insanlarda
gördüğü her şeyi araştırırsa, üzüntüsü hiç bitmez!!. O, ibadette
derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, âbidin, kendi nefsini
soyutlayarak kulları yargılayan bir hâkim olmasını istemiyordu. Âbide
düşen, lütfu ile kendi yolunda sağladığı bu başarıdan dolayı Allaha
şükretmek ve bu başarıya ulaşamayanlara da duasıyla yapabildiği kadar
yardım etmektir.
Bu bilgenin hikmetinden daha aydın ve
daha değerli bir hikmet biliyor musunuz? Dostu Ebû Kulâbe anlatıyor ve
şöyle diyor: Ebüd-Derdâ bir gün bir adama rastlamıştı. Adam günah
işlemişti ve insanlar da bu sebeple ona sövüyorlardı. O sövmelerini
yasaklayıp, Şayet onu bir çukurda bulsanız, oradan çıkarmayacak mısınız?
dedi. Evet, onu oradan çıkarırız. dediler. Öyleyse ona sövmeyiniz ve
sizi bu duruma düşmekten kurtaran Allaha hamd ediniz. Ona kızmıyor
musun? dediler. Ben sadece yaptığı işe kızarım; o işi terk ettiği
zaman kardeşimdir.
Ebüd-Derdâya göre ibadetin bir yönü
bu iken diğer yönü de ilim ve marifettir...
Şu bir gerçek ki, Ebüd-Derdâ ilmi çok kutsal kabul etmektedir. Onu
bir bilge olarak kutsal kabul ettiği gibi bir âbid olarak da kutsal
kabul etmektedir. Bunu şu sözlerinde açıkça görmekteyiz: Sizden birisi
âlim olmadıkça, takva sahibi olamaz... İlmi ile amel etmediği sürece de
kesinlikle tam âlim olamaz... Evet... Ona göre ilim; bir anlayış ve
ahlâk, bir marifet ve metod, bir düşünce ve hayattır.... Ayrıca onun bu
kutsaması da bilgece bir kutsayıştır.
Çünkü onun, öğrenciyi ve öğretmeni
üstünlük, mevki ve sevap açısından eşit ilan ettiğini görmekteyiz...
Hayatın hemen her safhasının her şeyden önce hayırlı ilme bağlı olduğunu
kabul ettiği için şöyle der: Sizi bir türlü anlayamıyorum; âlimleriniz
bu dünyadan göçüp gidiyor, cahilleriniz ise hiçbir şey öğrenmiyorlar!
Dikkat ediniz hayırlı öğretmen de, öğrenci de aynı mükâfatı alacaklardır.
Diğer insanlar arasında da hayırda onlara yetişebilecek hiçbir kimse
yoktur... Ve yine şöyle der: İnsanlar üç gruptur: Âlim... Öğrenci...
Üçüncü ise ahmaktır. Bu üçüncüsünde hiçbir hayır yoktur.
Onun düşüncesinde ilim, amelden ayrı
düşünülemez. Onu dinleyelim: Nefsim adına en çok korktuğum şey, kıyamet
günü bütün mahlukatın önünde bana şöyle denmesidir: Ey Uveymir ilim
tahsil ettin mi? Evet. Peki, bildiklerinle ne kadar amel yaptın?
İlmine uygun davranan âlimlere hürmet eder ve onlara büyük bir saygı
duyardı. Rabbine yaptığı bir duasında şöyle yakardı: Allahım,
âlimlerin kalplerinin bana lanet etmesinden sana sığınırım!.. Onların
kalpleri sana nasıl lanet edebilir? dendiğinde: Beni kötü görerek.
cevabını verdi. Gördünüz mü? O, âlimin kendisinden hoşlanmamasını bile
altından kalkmayacağı bir lânet olarak değerlendiriyor...
Bu sebeple de kendisini ondan koruması
için Rabbine yakarıyor. Ebüd-Derdâ, kardeşe de iyi davranmayı öngörür.
Ona göre; insanın insanla ilişkisi, insan tabiatının bizzat kendisinden
kaynaklanan bir genel kurala oturtulur. Bu konuda da o şöyle der:
Kardeşinin azarlaması, senin için onu kaybetmekten daha hayırlıdır. Her
şeyiyle, kardeşinden başka kimin var ki? Kardeşine ikramda bulun ve ona
yumuşak davran...
Ona karşı kıskanç olma, çünkü onun
elindekilere sen de erişebilirsin... Yarın ona ölüm gelir de ondan
ayrılmak sana azap olarak yeter... Hayatta hakkını ödeyememişken,
ölümünden sonra ona nasıl ağlayabilirsin?
Ebüd-Derdâ, karşılıklı kardeşlik hak ve vazifelerini, Allahın
kullarını her zaman gözetlemesi (murakabe) gibi çok sağlam bir kurala
dayandırmıştır. Allahın kendisinden razı olduğu o büyük insan şöyle
der: En sevmediğim şey, birisine zulmetmektir... Fakat bundan daha da
çok sevmediğim şey, bana karşı yüce Allahtan başka yardım isteyecek
kimsesi olmayan birisine zulmetmemdir... Senin nefsin ne büyük ve ruhun
ne kadar aydınlıkmış ey Ebüd-Derdâ..! O, insanları asılsız
kuruntularının (avuntuların) tuzağına karşı da uyarıyor.
Bu tuzak, kimsesiz ve güçsüz kimselerin,
kendilerine kötülük yapılabilecek ve ezilebilecek en yakın ve uygun
kimseler olduğu zannıdır. Onlara bu konuda şunu hatırlatıyor: Gerçek
olan şu ki, bu kimseler güçsüzlükleriyle yok edici bir kuvvete
sahiptirler. Onlar acizlikleriyle Allaha sığındıklarında, meselelerini
Onun huzurunda arz ederler. Halbuki insanlar onları güçsüz zannederler...!
İşte bu, bilge insan Ebüd-Derdâdır..!
İşte bu, insanlar takvasını övüp duasını almak istedikleri zaman sağlam
bir tevazu ile şöyle cevap veren Ebüd-Derdâdır: Yüzmeyi çok iyi
bilmem!.. Boğulmaktan korkarım!..
Bütün bunlara rağmen, sen iyi
yüzemiyorsun..?! Sen ki, Hz. Peygamberin eğittiği bir kişi
Kurân
öğrencisi
İslâmın ilk evlatlarından
Ebû Bekir ve Ömerin arkadaşısın.
Ya senin gibi olmayan diğerleri ne yapsınlar..?!
|