CAFER b. EBÛ TÂLİB
Ondaki Gençliğe ve Güzelliğe Bakın...
Onun takvasına, tevazusuna, ilmine ve iyilik severliğine bakın.. Onun
korku nedir bilmeyen cesaretine, fakirlikten korkmayan cömertliğine
bakın...
Ondaki iffet ve temizliğe, sıdk ve
emanete bakın...
Fazilet, azamet ve güzellik
çeşitlerinin en güzellerini onda bulursunuz... Sakın bu duruma
şaşırmayın; zira sizler, yaratılış ve ahlâk bakımından Resûlullaha en
çok benzeyen kişiyle karşı karşıyasınız... Evet, sizler, Allah
Resûlünün Miskinlerin Babası diye künye taktığı, Zül-cenâhayn (İki
Kanatlı) diye lakaplandırdığı, Cennet Kuşu Cafer b. Ebû Tâlible
karşı karşıyasınız... Hayatlarını Allah yolunda feda eden ilk İslâm
mücahidlerinin ulularından biriyle karşı karşıyasınız...
Resûlullaha gelerek müslüman olmuş ve
müslüman olmasıyla da ilk müminlerden olma şerefine ermişti... Aynı gün
karısı Esma binti Umeys de müslüman olmuştu. Kureyşin eziyet ve
işkencelerinden paylarına düşeni almışlar; cesaret ve kararlıklarıyla
İslâm tarihinde eşsiz birer örnek teşkil etmişlerdi. Hz. Peygamber,
ashabına Habeşistana hicret etmelerini emredince, Cafer ve karısı da
Habeşistana gitmişler, orada iki yıl kalmışlar ve bu esnada oğulları
Muhammed, Abdullah ve Avf dünyaya gelmişlerdi...
Cafer, Habeşistanda İslâmın ve
Resûlullahın sözcüsü konumundaydı... Zira Allah, ona ince bir anlayış,
parlak bir zeka ve keskin bir dil ihsan etmişti... Şehid oluncaya kadar
savaştığı Mûte günü, hayatının en muazzam, en müthiş ve en övgüye
değer günüydü... Habeşistanda Necâşi önünde yaptığı düzgün ve güzel
konuşma da o gün gösterdiği kahramanlıktan aşağı kalmıyordu
O gün
gerçekten eşsiz bir gün ve acayip bir sahne idi
Zira Kureyş, müslümanlara olan kininden,
düşmanlığından ve saldırganlığından hiçbir şey kaybetmemişti... Hatta
müslümanların Habeşistanda çoğalıp güçleneceği düşüncesi, onları daha
da kızdırıyordu... Bu sebeple bir an önce onları ortadan kaldırmak
istiyorlardı... Müslümanların Habeşistanda rahat ve huzur içerisinde
olmaları onlara ağır geliyordu... Bu nedenle Kureyşin ileri gelenleri
Necâşiye hediyelerle birlikte iki elçi gönderdiler ve
müslümanların tekrar iade edilmelerini istediler... Bu iki elçi, o vakit
henüz müslüman olmamış olan; Abdullah b. Ebû Rebîa ve Amr b. Âs idi...
O dönem Habeş hükümdarı olan Necâşi,
iman sahibi birisiydi... Kendi anlayışına göre, sapıklık ve taassuptan
uzak bir şekilde saf Hıristiyanlığı benimsemişti... Güzel ahlâkı ve
adaleti herkesçe biliniyordu... Allah Resûlü de bu sebeple, ashabına
hicret diyarı olarak onun memleketini seçmişti... Necâşinin bu durumu,
Kureyşi endişeye düşürmüş, istediklerini elde edememek korkusuyla
elçileri kıymetli ve ağır hediyelerle göndermişler, kilisenin ulularını
da birlikte yollamışlardı... Elçilere de Necâşiden önce şehrin ileri
gelenlerine uğrayıp, hediyelerle onları saflarına almalarını ve daha
sonra Necâşiyi ikna etmeye onlarla birlikte gitmelerini öğütlemişlerdi...
Zira bu sayede Necâşiye istediklerini
kabul ettirmenin daha kolay olacağını düşünüyorlardı... Elçiler
Habeşistana doğru yola çıktılar... Kendilerine tembih edildiği şekilde
öncelikle soylulara ve din adamlarına uğrayarak hediyelerini sundular,
daha sonra da Necâşiye hediyelerini gönderdiler... Ve kendilerinden
emin bir şekilde, isteklerini elde edebileceklerini düşünerek beklemeye
başladılar... Necâşi ile görüşmeleri için bir gün tayin edildi ve o
günde onun huzuruna çıktılar...
Necâşi, tahtına oturmuştu. Bir yanında
sekinet ve huzur içinde müslümanlar durmakta, diğer yanında ise sürekli
olarak müslümanları itham eden ve bir an önce iadelerini isteyen Kureyş
elçileri... İlk söz Kureyş elçilerinindi: Ey melik...! Bu sefih
insanlar senin ülkene girmişlerdir. Bunlar atalarının dininden ayrılmış,
senin dinini de benimsememişlerdir... Ne senin ne de bizim bilmediğimiz
yeni bir din icat etmişlerdir... Bizleri sana, bu insanların
kavimlerinin ve aşiretlerinin ulularından olan babaları ve amcaları
gönderdi... Onları geri istiyorlar... dediler.
Necâşi müslümanlara döndü ve: Sizi
kavminizden ayıran ve bize de yabancı kılan bu din nedir? diye sordu.
Cafer b. Ebû Tâlib, müslümanların sözcüsü sıfatıyla ayağa kalktı,
etrafını şöyle bir süzdü ve Necâşiye yönelerek sözlerine başladı: Ey
melik.. ! Biz cahil bir kavimdik... Putlara tapar, leş yer, zina eder ve
akraba ziyareti yapmazdık. İçimizden güçlü olanlar zayıfı ezerdi... Ta
ki Allah Teâlâ bize kendi içimizden bir peygamber gönderdi...
Nesebini, doğruluğunu, emanetini ve
iffetini bildiğimiz bir Resûl... Bizi bir tek olan Allaha ibadete
çağırdı... Bizlerden, atalarımızın taptığı putlardan yüz çevirmemizi
istedi
Bize doğruyu söylememizi, emanete riayet etmemizi, akraba
ziyaretlerini, komşularla iyi geçinmeyi emretti... Ayrıca haramlardan ve
kan dökmekten sakınmamızı istedi...
Bizleri yalandan, zinadan, yetim malı
yemekten ve namuslu kadınlara iftira etmekten men etti... Biz de onu
tasdik ettik ve ona iman ettik... Rabbinden getirdiği şeyler hususunda
ona tâbi olduk. Allahın birliğine iman ettik ve hiçbir şeyi Ona şirk
koşmadık... Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da helâl
kabul ettik... Buna karşılık kavmimiz bize isyan etti... Dinimizi terk
edip tekrar putlara tapmamız ve daha önceki kötülüklerimize geri
dönmemiz için bize işkence ettiler...
Bize karşı çıkıp, zulmettikleri için...
Bizi dinimizden ayırmak istedikleri için onlardan ayrıldık... Ve senin
yanında senin ülkende zulme uğramayız düşüncesiyle buraya geldik
Caferin bu duygulu ve etkili açık konuşması karşısında Necâşinin
kalbi yumuşadı, merhamet duyguları çoştu geldi... Ve Cafere dönerek;
Resûlünüze nâzil olan şeylerden yanınızda var mı? diye sordu. Cafer,
Evet. dedi. Necâşi, Bana oku. dedi. Cafer Meryem sûresinden okumaya
başladı.
Tatlı, duygulu bir sesi vardı. Bu
okuyuş karşısında Necâşi ve yanındaki din adamları kendilerini tutamayıp
ağladılar... Necâşi, ağlaması sona erince Kureyş elçilerine döndü ve
şöyle dedi: Bu (Kurân) ve İsanın getirdiği (İncil) aynı kaynaktan
çıkmıştır... Şimdi çekip gidin..! Vallahi kesinlikle onları size teslim
etmem... Allah Teâlâ mümin kullarına yardım etmiş, onları korumuştu...
Buna karşılık Kureyş ummadığı bir
yenilgi ve hezimete uğramıştı... Fakat Amr b. Âs, kurnaz ve dâhi bir
insandı... Öyle kolay kolay yenilgiyi kabul etmez, yeise düşmezdi... Bu
olay karşısında da kafa yormuş ve kendince bir hile ve kurnazlık
düşünmüştü... Arkadaşına: Vallahi yarın Necâşiye gideceğim ve onların
köklerini kurutacağım... dedi. Arkadaşı: Hayır, bunu yapma! Onlar her
ne kadar bize karşı gelseler de aramızda akrabalık bağları vardır
dedi.
Amr ise: Ona müslümanların İsayı diğer kullar gibi bir kul kabul
ettiklerini söyleyeceğim!.. dedi. Evet, bu, müslümanları tuzağa
düşürmek için iyi bir hileydi... Müslümanların İsa hakkındaki inançları,
Necâşiyi ve ruhbanları kızdıracak, müslümanları bundan dolayı
reddedeceklerdi...
Böylece Kureyş, istediğine nail
olacaktı..!! Ertesi gün derhal Necâşinin huzuruna vardılar... Amr: Ey
melik! Bunlar İsa hakkında çok büyük bir söz söylüyorlar... dedi. Bu
söz üzerine ruhbanlar dikkat kesildiler... Müslümanlar bir kez daha
huzura alındı ve İsa hakkında ne düşündükleri soruldu. Müslümanlar kendi
aralarında bir müddet durumu müzakere ettiler...
Ve neticesi her ne olursa olsun, bu
konuda Nebîlerinin kendilerine bildirdiği gerçeği söyleme hususunda
ittifak ettiler... Meclis yeniden toplandı ve Necâşi, Cafere dönerek
şu soruyu sordu: İsa hakkında ne diyorsunuz? Cafer cevap olarak şöyle
dedi: Biz İsa hakkında Peygamberimizin bize bildirdiği şeyi söyleriz:
O, Allahın kulu ve Resûlü, Meryeme ilka ettiği kelimesi ve Ondan bir
ruhtur... Necâşi, İsanın da kendisi hakkında aynı şeyleri söylediğini
haykırarak, söylenenleri doğruladı
Fakat onun bu sözleri, orada bulunan
ruhbahlar arasında huzursuzluk yaratmıştı. Hidâyet nuruyla aydınlanmış
mümin Necâşi müslümanlara dönerek, konuşmasını sürdürdü: Şimdi gidin,
benim ülkemde emniyet ve güven içinde kalabilirsiniz.
Kim size kötülük etmeye kalkarsa,
cezasını bulur... Daha sonra Kureyş heyetini göstererek, adamlarına
şöyle emretti: Hediyelerini geri verin; benim onların hediyelerine
ihtiyacım yoktur... Vallahi, Allah bana bu mülkü ihsan ederken benden
rüşvet almadı; ben şimdi bu mülkün içinde niçin rüşvet alayım?!
Kureyşin iki elçisi perişan ve mağlup olarak Mekkeye doğru yola
çıktılar... Müslümanlar ise hayırlı yurtta
hayırlı komşuyla dedikleri
ve güven içerisinde yaşayacakları Habeşistanda kaldılar. Ta ki, Allah
onlara, Resûllerine, kardeşlerine ve yurtlarına dönme izni verinceye
kadar
Allah Resûlü müminlerle birlikte
Hayberin fethini kutluyordu... Bu arada, Cafer ve beraberindekiler
Habeşistandan döndüler
Onların dönmesi üzerine Allah Resûlü'nün kalbi
sevinçle doldu
Caferi kucakladı... Hayberin fethine mi, yoksa
Caferin dönüşüne mi sevineyim, bilemiyorum... buyurdu. Resûlullah (s.a.v.)
ve beraberindekiler umre yapmak için Mekkeye gittiler...
Sonra Medineye döndüler... Caferin,
mümin kardeşlerinin Bedir ve Uhud gazvelerindeki kahramanlıklarını
işitince kalbi hayranlıkla doldu, gözleri yaşardı... Onların Allah
Resûlü'ne olan ahidlerini yerine getirmiş olmaları, Caferi
duygulandırmış, imrendirmişti... Kendisi de onlar gibi olmak, Allah
yolunda çarpışmak ve şehid olarak Rabbine kavuşmak istiyordu... Kalbi bu
duygularla dolup taşıyordu...
Ufukta daha öncede sözünü ettiğimiz
Mûte savaşı gözüküyordu... Cafer bu savaşta beklediği fırsatı
bulmuştu... Ya Allah için büyük bir zafer kazanıp, Allahın dinine
yardım edecek veya Allah yolunda şehit düşecekti... Bu sebeple, Allah
Resûlü'nden, kendisine bu savaşta yer vermesini istedi...
Cafer, bunun bir gezinti veya küçük
bir harp olmadığını biliyordu... Bu savaş, daha önce bir benzeriyle
karşılaşmadıkları büyüklükteydi... Sayı ve teçhizat bakımından oldukça
üstün olan çetin bir güçle
İmparatorluk ordusuyla karşı karşıya idiler...
Cafer bunu bildiği hâlde bu savaşa katılmak için can atıyordu...
Neticede istediğine nail oldu ve
ordunun ikinci komutanı olarak bu savaşa katıldı... Ordusuyla birlikte
yola çıktı... İki ordu korkunç bir günde karşı karşıya geldiler...
Normalde iki yüz bin kişilik Rum ordusu karşısında korku ve endişeye
düşmesi gereken Cafer, kesinlikle korkmamış, aksine iman gücü ve
kuvvetiyle onlarla başa çıkabilecekleri inancını daima korumuştu...
Savaşın kızıştığı bir andı... Zeyd b.
Hârisenin elindeki sancak neredeyse yere düşüyordu ki, Cafer sancağı
kapıverdi. Bir yandan da şöyle haykırıyordu: Soğuk şaraplarıyla ve tüm
güzellikleriyle, Cennete yakın olmak ne güzel..! Soysuz kâfir Rum tüm
şiddetiyle saldırmakta, Bize düşen, onların boyunlarını uçurmaktır..!
Şiirler okuyarak düşman saflarının arasına daldı... O sanki tek başına
bir ordu gibiydi... Düşman dört bir yandan etrafını sarmıştı... Onu bir
an önce öldürmek istiyorlardı... Öyle ki kuşatmayı yarıp dışarı
çıkamıyordu... Derken sağ elini kaybetti, sancağı sol eline aldı, sol
elini de kaybetti... Bu defa sancağı kollarıyla kavradı... Öylece yere
düştü
Bu hâlde dahi sancağı yere bırakmamıştı... Durumu gören Abdullah
b. Revâha safları yararak derhal oraya koştu ve sancağı kaptı... Sonra
var gücüyle çarpışmaya devam etti..
Cafer sonunda dileğine kavuşmuş, en
şerefli ölümlerden biriyle ölerek şehid olmuş ve yüce Rabbine huzur
içinde kavuşmuştu... Allah Resûlü, Medinede, savaşın yerini ve
Caferin durumunu ashabına bildirmiş, onu Allaha emanet ederek, onun
için ağlamıştı... Caferin evine giderek, evlatlarını bağrına basmış,
onlarla birlikte göz yaşı dökmüştü...
Daha sonra ashabının yanına dönmüştü...
Ashab Hz. Peygamberin etrafında toplanmıştı. İslâm şairi Hasan b. Sâbit
ve Kab b. Mâlik, Caferin kahramanlık ve cömertliğini anlatan
mersiyeler söylüyorlardı... Şehâdeti üzerine tüm fakirler ağladılar...
Zira o, Ebül-mesâkîn (miskinlerin babası) idi. Ey Hüreyre (r.a.) onun
hakkında şöyle diyor: Miskinler için en hayırlı insan Cafer b. Ebû
Tâlib idi... Evet, o, hayatında insanların en cömerti idi, vefatıyla da
şehitlerin en iyisi ve en yücesi oldu... Abdullah b. Ömer onun hakkında
şöyle diyor: Mûte savaşında Caferle beraberdim...
Vücudunda doksan küsur kılıç ve mızrak
yarası gördüm... Doksan küsur kılıç ve mızrak yarası... Buna rağmen,
onun katilleri arzularına kavuşabildiler mi? Hayır
Onların kılıç ve
mızrak darbeleri, ancak ve ancak Caferi Allaha kavuşturmaya yarayan
bir köprü oldu... O bu köprü sayesinde rahmet-i Rahmâna kavuştu
O şimdi ebedî cennetlerde, nimet ve
bolluk içerisindedir... Dilerseniz Allah Resûlünün şu sözüne kulak
verin:
Onu cennette gördüm.. Kan kırmızısı
renginde iki kanadı vardı...
|