Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ZEYD b. HÂRİSE

Hiç Kimse Onun Gibi Sevmedi


Resûlullah (s.a.v.) Mute gazvesinde Rumlarla karşılaşmak üzere yola çıkan İslâm ordusunu uğurluyordu. Ordunun üç kumandanının isimlerini açıkladı:

“Komutanınız Zeyd b. Hârise’dir. Ona itaat ediniz... Zeyd şehid olursa, o zaman Ca’fer b. Ebû Tâlib’e itaat ediniz... Ca’fer de şehid olursa, komutanınız Abdullah b. Revâha’dır...”

Kimdir Zeyd b. Hârise..? Sadece kendisi “Sevgili” lakabını taşıyan, Resûlullah’ın bu sevgilisi kimdi..? Tarihçiler ve raviler şemailini şöyle tavsif ederler: “Kısa boylu, aşırı esmer tenli ve basık burunlu...” Menkıbeleri ve hayat hikayesi ise pek şanlıdır…

Zeyd’in babası Hârise, Ma’n oğullarından olan ailesini ziyaret etmeyi arzulayan hanımı Su’da için binek ve eşyayı hazırladı. Küçük çocukları Zeyd b. Hârise’yi beraberinde götüren Su’da’yı uğurlamak için kervanla birlikte yürüyen Hârise onlardan bir türlü ayrılamıyordu. Ayrılıp evine ve işine dönmek istiyor; fakat her defasında içine buruk bir hüzün ve acayip bir hasret çöküyordu.

Fakat mesafe uzadı... Kafile gidişini hızlandırdı... Artık Hârise’nin çocuğunu ve hanımını uğurlayarak, geri dönme vakti gelmişti... Böylece gözünden yaşlar akarak onları uğurladı... Kervan gözden kayboluncaya dek bulunduğu yerden ayrılmayarak arkalarından baktı… Sanki kalbi yerinde duramıyordu. Sanki gidenlerle beraber kalbi de uçup gitmişti!..

Su’da kavmi arasında Allah’ın dilediği kadar kaldı. Günlerden bir gün Ma’n oğulları oymağı baskına uğradı. Düşman kabilelerden biri saldırmıştı. Ma’n oğulları yenildi. Esir düşenler arasında ergenlik çağına yaklaşmış olan küçük Zeyd de vardı... Anne, kocasına tek başına döndü. Haberi duyan Hârise baygın düştü. Değneğini omzuna atıp, yollara düştü. Beldeler dolaşıp, çöller aştı.

Her gördüğü kabileye, her rastladığı kafileye ciğerparesi çocuğu Zeyd’i soruyordu. Kendini teselli ederek ve devesini sürüyor ve şu beyitleri gayri ihtiyarî söylüyordu: “Zeyd’e ağlıyorum, bilmem ki, şimdi ne yapar? Kim bilir belki ölmüştür, belki de hâlâ ümit var? Allah’a andolsun, bilmiyor ve sorup duruyorum: Benden sonra seni ovalar mı yuttu yoksa dağlar? Güneş doğarken bana onu hatırlatır.
Yine onu hatırlatarak gün batar. Aah! Ona hasretim ne kadar uzadı, korkum ne büyük!. Onun hatırasını alevlendirir estikçe rüzgâr!”

O zamanlar kölelik sosyal bir vakıa, nerdeyse bir zorunluluk olarak kendini kabul ettirmişti. Hürriyetinin ve terakkisinin en parlak asırlarında Atina’da bile kölelik vardı… Roma’da da kölelik vardı… Bütün eski dünyada olduğu gibi Arap Yarımadası’nda da kölelik vardı…

Ma’n oğullarına baskın yapıp onlara üstün gelen kabile, aldıkları esirleri o sırada düzenlenen Ukaz Panayırı’na getirerek sattılar... Zeyd isimli çocuk Hakîm b. Hizâm’ın eline düştü. O da Zeyd’i satın aldıktan sonra halası Hatice’ye hediye etti… Hatice (r.a.), Muhammed b. Abdullah’a zevce olmuştu. Henüz vahiy gelmemişti. Ama Muhammed (s.a.v.) peygamberlere özgü bütün sıfatları taşımaktaydı... Hatice de Zeyd’i, kocası olan Resûlullah’a hediye etti. O da memnuniyetle kabul ederek onu âzad etti. Onun üzerine titredi ve ondan sevgisini esirgemedi.

Hac mevsimlerinden birinde Hârise’nin oymağından bir topluluk, Zeyd’le karşılaştılar. Anne ve babasının özlemini ve acılarını anlattılar. Zeyd onlara selâmını, özlemini ve sevgisini bildirdi. Kavminin hacılarına dedi ki: “Babama, benim burada en yüce ve en iyi babanın yanında bulunduğumu bildirin...” Zeyd’in babası, oğlunun bulunduğu yeri öğrenir öğrenmez yola düştü. Yanına kardeşini de almıştı… Mekke’ye geldiklerinde “el-Emin Muhammed”i sorarak buldular ve yanına vardılar.

Ona şöyle dediler: “Ey Abdülmuttalib’in torunu!.. Ey kavminin ulusunun oğlu!.. Siz Harem-i şerif ehlisiniz. Sıkıntılı olanların sıkıntısını çözer, esirleri doyurursunuz. Sana oğlumuz hakkında geldik. Bize bir iyilikte bulun ve fidyesi konusunda bize güzellikle davran...” Resûlullah (s.a.v.), Zeyd’in kendisine bağlılığını biliyordu. Aynı zamanda babasının da onun üzerindeki hakkını takdir ediyordu. Hârise’ye şöyle dedi: “Zeyd’i çağırın ve muhayyer bırakın.

Eğer sizi tercih ederse, fidyesiz olarak sizindir... Fakat beni tercih ederse, vallahi ben, beni tercih edeni fidye karşılığı verecek değilim!..” Böylesi bir hoşgörüyü beklemeyen Hârise’nin gözleri ışıldadı ve dedi ki: “Kuşkusuz sen bize insaf ettin, hem de çok insaf ettin.” Sonra Resûlullah (s.a.v.) Zeyd’i çağırttı. Gelince sordu: “Bu kimseleri tanıyor musun?” Zeyd cevap verdi: “Evet, bu babam, bu da amcamdır...” Resûlullah (s.a.v.) daha önce Hârise’ye söylediklerini tekrar etti... Zeyd şöyle dedi: “Ben sana hiç kimseyi tercih edecek değilim.

Babam da sensin, amcam da sensin!..” Resûlullah’ın gözlerinde şükran ve şefkat damlaları birikti. Onu Kâbe’nin biraz ilerisinde bulunan Kureyş’in toplandıkları yere götürerek, şöyle seslendi: “Şahit olun, Zeyd benim oğlumdur…

Bana mirasçı olur, ben de ona mirasçı olurum…” Hârise’nin kalbi neredeyse sevinçten uçacaktı... Çünkü oğlu sadece hür değil, aynı zamanda Kureyş’in “es-Sadık el-Emin” diye isimlendirdiği bir adamın, bütün Mekke’nin saygı duyduğu Hâşim oğullarından kutlu bir adamın oğlu olmuştu. Babası ve amcası gönül rahatlığıyla memleketlerine döndüler. Çocuklarını efendi olarak, güvenlikli ve rahat olarak bırakmışlardı. Daha önce babası “onu ovaların mı yoksa dağların mı yuttuğunu” bilmezken, artık gönlü rahattı…

 Resûlullah, Zeyd’i evlatlık edindi. O günden itibaren Zeyd’in adı Mekke’de Zeyd b. Muhammed olarak anılır oldu. Aydınlık bir günde Muhammed’e vahiy geldi: “Oku, seni yaratan Rabbinin adıyla... İnsanı kan pıhtısıyla yarattı. Oku, kalemle yazmasını öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin kerem sahibidir...” (Alak, 1-5) Sonra vahyin çağrıları sürdü… “Ey örtüsüne sarınıp bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini de yücelt.” (Müddessir, 1-3) “Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan O’nun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni koruyacaktır.

Kuşkusuz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Mâide, 67) Resûlullah (s.a.v.) risalet görevini yüklenince, Zeyd ikinci müslüman olarak dine girdi. Hatta ilk müslüman olduğunu söyleyenler de vardır. Resûlullah (s.a.v.) onu büyük bir sevgiyle sevdi. O da bu sevgiye lâyıktı.

Benzersiz vefası, ruhunun yüceliği, vicdanının temizliği, dilinin ve elinin temizliğiyle bu sevgiyi hak etmişti. Bütün bunlar Zeyd b. Hârise yahut Hz. Peygamberin ona taktığı isimle “Zeyd’ül-Hibb”in (Sevgili Zeyd'in) güzel sıfatlarından bir kısmıydı. Hz. Aişe validemiz onun hakkında şöyle diyor: “Resûlullah (s.a.v.) Zeyd’i bir orduyla birlikte gönderdi mi mutlaka onu emir tayin ederdi.

Resûlullah’tan sonra yaşasaydı, onu yerine geçirirdi." Zeyd’in Resûlullah (s.a.v.) katındaki değeri bu denli yüceydi. Kimdi bu Zeyd? O, dediğimiz gibi, esir alınıp, köle diye satılan, sonra Resûlul-lah'ın âzad ettiği köleydi. Kısa boylu, esmer tenli, basık burunlu adam… Kalbi pâk, ruhu hür bir insan.. İslâm’da ve Resûlullah’ın kalbinde yüce bir mevkie taht kurmuştu. Ne Resûl, ne de İslâm, insanın soy yüceliğine ve yüz güzelliğine aldırış etmiyordu… Bu dinin çevresinde Bilâller, Süheybler, Ammârlar, Habbâblar, Üsâme'ler ve Zeydler bir araya gelmişlerdi. Hepsi de önderler olarak bu dinin etrafındaydılar.

İslâm’ın Kitabı, bu değeri şöyle ifade ediyor: “Kuşkusuz sizin en üstününüz, Allah’tan en çok sakınanızdır.” (Hucurât, 13) Böylece yararlı kabiliyetlerin temiz ve güvenilir yeteneklerin önü açılmış oluyordu. Resûlullah (s.a.v.) halasının kızı Zeyneb’i Zeyd’e nikahladı. Anlaşıldığı kadarıyla Zeynep bu evliliği Resûlullah’ın ricasını kırmamak için ve hayasından dolayı kabul etmişti. Ne var ki evlilik hayatı tökezledi, evliliği devam ettirecek âmiller tükendi.

Zeyd ile Zeynep ayrıldılar… Resûlullah (s.a.v.) sonu ayrılıkla biten bu evliliğin sorumluluğunu üstlenerek halasının kızı Zeynep ile kendi evlendi; sonra da Zeyd’e yeni bir eş buldu: Ümmü Gülsüm binti Ukbe...

Birtakım şom ağızlılar Medine’de bir söylenti çıkardılar: “Nasıl olur da Muhammed, oğlu Zeyd’in boşadığı kadını alabilir?” Kur’ân, evlat edinmeyle gerçek evladın farkını bildirerek onlara cevap verdi... Câhiliyedeki evlat edinmenin, gerçek evlat gibi kabul edilmesi âdetini kaldırdığını ilan etti: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) Böylece Zeyd tekrar eski ismiyle Zeyd b. Hârise diye anılmaya başladı.

Şimdi... “Cumûh” savaşına çıkan şu silahlı kuvvetleri görüyor musunuz..? Bu kuvvetlerin kumandanı Zeyd b. Hârise’dir. “et-Taraf”, “el-Iys”, “eI-Hısmî” ve daha birçok savaşın kumandanı da yine Zeyd b. Hâriseydi. Daha önce Hz. Aişe’nin ağzından dinlediğimiz gibi “Peygamber (s.a.v.) Zeyd’i savaşa gönderdiği zaman onu mutlaka komutan yapardı.” İhtiyar Rum İmparatorluğu (Bizans), İslâm’dan rahatsız olmaya başlamıştı.. Hatta İslâm’ın zuhurunu kendi varlıkları için bir tehdit unsuru olarak görmeye başlamıştı.

Özellikle de hegemonyaları altındaki Şam topraklarında... Ki bu topraklar, yeni dinin yayıldığı topraklarla sınır teşkil ediyordu. Bu yeni din, önüne çıkanı alıp götürüyordu… Böylece Şam’ı Arap Yarımadası için bir sıçrama tahtası olarak görmeye ve İslâm memleketlerine oradan nüfuz etme hesapları yapmaya başladılar.

Resûlullah (s.a.v.) Rumların İslâm’ın gücünü yoklamak için giriştikleri ufak tefek taciz saldırılarından kasıtlarını anlamıştı. Onlara karşı harekete geçmeye ve müslümanların direnmeye azimli olduklarını göstermeye karar verdi. İşte böyle... Hicretin sekizinci senesinin Cemâziyelevvel ayında Şam’daki “Belk┠mevkiine vardı. O yerin sınırına vardıklarında Bizans İmparatorluğu’nun yandaşı olan civar kabilelerin güçleriyle desteklenmiş Hirakl’in ordusuyla karşılaştılar... İslâm ordusu da “Mûte” diye isimlendirilen yere konaklamıştı. Bundan dolayı gazve de bu adla anılır...

Resûlullah (s.a.v.) bu gazvenin önemini ve stratejik oluşunu çok iyi bildiği için ordunun başına, gecenin ruhbanları ve gündüzün cengaverlerinden olan üç kişi tayin etmişti. Üç kişi... Üçü de nefislerini Allah’a satmışlardı... Üçünün de şehâdetten başka arzusu ve tutkusu yoktu.

Tek idealleri şehâdet şerbetini içerek Allah’ın cemaline nail olmaktı... Ordu kumandanlığındaki eğitim ve deneyimlerine göre bu üç kişi şunlardı: Zeyd b. Hârise Ca’fer b. Ebû Tâlib Abdullah b. Revâha Allah onlardan razı olsun ve onları da razı kılsın; sahâbenin tümünden de razı olsun... Resûlullah’ın orduyu uğurlarken de daha önceki emrini tekrarladığını görüyoruz: “Komutanınız Zeyd b. Hârise’dir... Ona itaat ediniz... Zeyd şehid olursa, o zaman Ca’fer b. Ebû Tâlib’e itaat ediniz... Ca’fer de şehid olursa, komutanınız Abdullah b. Revâha’dır…” Ca’fer b. Ebû Tâlib, amcasının oğlu Resûlullah’ın kalbine en yakın insanlardan biri olmasına rağmen...

Şecaatine, cesaretine, nesebine ve soyuna rağmen Resûlullah (s.a.v.), onu Zeyd’den sonra ikinci komutan yapmış, Zeyd’i öne almıştı... Burada da olduğu gibi Resûlullah (s.a.v.) daima yeni dinin hakikatlerini yerleştiriyordu.. Bu yeni din, boş ve batıl esaslara dayanan imtiyazları ve bozuk insanî ilişkileri kaldırıyor, yerine insanın insaniyetini esas alan, olgun, yeni ilişkiler ikame ediyordu..!

Sanki Resulullah (s.a.v.) ordunun komutanlarını Zeyd, Ca’fer ve Abdullah diye sıralarken, olacak muharebenin hadiselerini önceden okuyordu… Müslümanlar Rum ordusuna şöyle bir bakınca iki yüz bin kişilik ordu karşısında hayretler içinde kaldılar. Böyle bir şey hesapta yoktu... Fakat inanç savaşlarının, sayıca çokluk savaşı olduğu nerede görülmüş ki…?! İlerlediler ve hiçbir şeye aldırmadılar... Önlerinde komutanları Zeyd vardı... Resûlullah (s.a.v.)’in sancağını taşıyor ve şehâdeti, zaferden daha çok arzuluyordu. Onun hesabı öyleydi.

Allah’la bir alışveriş yapmıştı. Allah, cennet karşılığında mü’minlerin canlarını satın almamış mıydı? Düşmanın oklarına, mızraklarına, kılıçlarına aldırmaksızın Resûlullah (s.a.v.)’in sancağını yüksekte tutuyordu. Zeyd, ne etrafında uçuşan okları, ne de Rum askerlerini görüyordu. Onun gördüğü cennet bahçeleri ve yeşil döşekleriydi... Gözlerinin önüne bayrak gibi seriliyor, ona bugünün zifaf günü olduğunu haber veriyordu... Zeyd sürekli vuruşuyor, sürekli savaşıyordu... Karşısına çıkan savaşçıların kafalarını hiç kaçırmıyor, hepsini düşürüyordu.

“Dârü’s-selâm”a, sonsuzluk cennetlerine, Allah katına erişeceği büyük kapıyla arasındaki kapıları açıyor, kilitleri birer birer kırıyordu. Ve Zeyd maksûduna nail oldu...

Ruhu cennete doğru olan yolculuğuna çıkmışken, cesedine sevinçle bakıyordu. O ince, yumuşak, ipekten bir örtüye sarılmamıştı...

Allah yolunda akan tertemiz kana boyanmıştı...

Sonra mutmain olmuş bir hâlde tebessüm ederek, ikinci komutan Ca’fer’i seyre daldı. Ca’fer, toprağa bulanıp kaybolmadan önce bayrağı teslim almak üzere ok gibi fırlamıştı...