SÜHEYB b. SİNÂN
Kazancı Kârlı İnsan
Nimet içinde dünyaya geldi.
Babası Übella ülkesinin hakimi ve
İran Kisrasının oraya tayin ettiği valisi idi. Araplar İslâmdan uzun
süre önce oraya yerleşmişlerdi. Musul ile Arap Yarımadası yolu üzerinde,
Fıratın kenarında bulunan sarayında mutlu ve müreffeh bir hayat
yaşıyordu.
Bir gün ansızın Rumların (Bizans)
saldırısına maruz kaldı. Birçok insan esir alındı. Süheyb b. Sinân da bu
esirlerden biriydi. Rum tüccarlar uzun bir yolculuktan sonra onu
Mekkeye getirdiler. Orada Abdurrahman b. Cüdana sattılar. Rum
şehirlerinde geçirdiği çocukluk çağından sonra gençlik çağına adım
atmıştı. Esirliği sırasında Rumların dillerini ve lehçelerini öğrenmişti.
Yeni efendisi onun zekâsına,
gelişmesine ve samimiyetine hayran oldu ve onu azad etti. Sonra da
kendisiyle ticaret yapması için imkân tanıdı. Ammâr b. Yâsir onunla
karşılaşmasını şöyle anlatır: Süheyb b. Sinâna Erkamın evinin
kapısında rastladım. Ne arıyorsun burada? dedim. Sen ne arıyorsun?
diye cevap verdi. Muhammedin yanına girip, söylediklerini dinlemek
istiyorum. dedim. Ben de aynı şeyi yapmak istiyorum. dedi. Allah
Resûlünün yanına girdik, bize İslâmı anlattı, biz de orada müslüman
olduk. Onunla birlikte akşama kadar kaldık.
Bu işi gizli tutma kararıyla oradan
ayrıldık. Böylelikle Süheyb, Erkamın evinin yolunu öğrenmişti. Hidâyet
ve nur yolunu öğrenmişti. Aynı zamanda ağır bir yük altına girmiş, büyük
fedakârlıklara katlanmayı göze almıştı. Erkamın evinin dış dünya ile
alâkayı kesen ağaç kapı eşiğini atlayıp geçmek, mücerret bir eşiği geçip
içeri girmek anlamını taşımıyordu. Bilakis bütün dünyayı bir tarafa
bırakıp, başka bir dünyaya geçiş anlamını ifade ediyordu.
Dini, ahlâkı, töresi ve düzeni ile
bütün bir eski yaşantıyı atıp, yeni bir din, ahlâk, töre ve düzen ile
yepyeni bir yaşama adım atmaktı. Eşikten geçmek, maddî anlamda her ne
kadar küçük bir adım atmak olarak görülse de, mâna aleminde çok büyük
bir adımdı. Fakirler, garipler, düşkünler açısından bu adım, büyük
fedakârlıkları göze almayı gerektiriyordu.
Dostumuz Süheyb, kimsesiz yabancı bir
insan; evin kapısında karşılaştığı arkadaşı Ammâr b. Yâsir ise fakir bir
kimse idi. Onları tehlikenin kucağına atılmaya ve içine dalmaya iten
neydi? Bu, karşı konulmaz imanî bir çağrıdır. Hz. Muhammedin (s.a.v.)
güzel hâl ve hareketi onları âdeta büyülemişti.
Bütün bunlardan daha önemlisi, Allahın bir rahmetiydi onların müslüman
oluşu. Çünkü Allah dilediğine rahmetini indirir, dilediğini de hidâyete
erdirirdi.
üheyb inananlar kafilesinde yerini aldı.
Ezilenler ve zulme uğrayanlar arasındaki yerini aldı. Kendilerini feda
edenler, canını ortaya koyanlar arasındaki yerini aldı. O yüklendiği
davaya tam olarak sarılmış, altına girmiş sorumluluğun bilincine ermişti.
Şu sözleri bu durumuna tanıklık eder: Allah Resûlü nerede bulunduysa
ben de orada bulundum. Nerede bir biat olduysa katıldım, biat ettim. İlk
gazveden son gazveye kadar bütün gazvelerde Allah Resûlünün yanında yer
aldım. Ne zaman ki müminler önden gelecek bir tehlikeden korktular,
önlerine siper oldum.
Ne zaman ki arkalarından gelecek bir
tehlikeden korktular, arkalarına siper oldum. Allah Resûlünü hiçbir
zaman düşmanla yüz yüze bırakmadım. Orada mutlaka siper olarak ben
bulundum. Bu durum, Allah Resûlü, Rabbine kavuşana dek sürdü. İşte bu,
iman coşkusunun ve erişilmez dostluğun bir ifadesidir. Süheyb ve din
kardeşleri böylesi bir imana sahip kimselerdi. Daha ilk gün Allah Resûlü
ile karşılaşmışlar ve ona biat etmişlerdi. Eski dünya ile ve insanlarla
irtibatını kesmiş, yeni bir dünyaya iltica etmişti. Hiçbir şeyden
sakınmaksızın ona tâbi olmayı sürdürmüş, hiçbir toplantıyı kaçırmamış ve
gözünü budaktan sakınmamıştı. Bolluğu bırakıp fakirliğe, dünya
lezzetlerini bırakıp tehlike ve ölüme yönelmişti âdeta. Hicret günleri
gelip çatmıştı. Bu uğurda Süheyb bütün malını, parasını hiçe saymış,
geride bırakmıştı.
Allah Resûlü hicrete karar verip de
durumu Süheybe bildirince kendisinin üçün üçüncüsü olması gerekiyordu:
Allah Resûlü, Ebû Bekir ve Süheyb. Bu sırada Kureyş geceleyin Allah
Resûlünün hicretine engel olmaya karar vermişti. Süheyb Kureyşin bu
engeline takıldı, bundan dolayı da Hz. Peygamberle yapacağı hicrete
yetişemedi. Allah Resûlü, yol arkadaşı Ebû Bekir ile beraber yolu
koyulup gitmişlerdi. Süheyb, uzun süre Kureyş ile tartıştı, mücadele
etti. Sonunda onlardan kurtuldu. Bineğine binip çöle daldı. Epey yol kat
etmişti ki, Kureyş ardı sıra avcı birlikleri gönderdi.
Süheybe yaklaşmak üzereydiler ki,
onlara şöyle haykırdı: Ey Kureyş topluluğu! Bilirsiniz ki, ben en iyi
ok atanınızım. Allaha yemin olsun ki, kim bana yaklaşmaya kalkarsa,
okumla beynini parçalarım. Oklarım kâfi gelmezse, kılıcımla kafasını
uçururum. Ta ki, elimde bir şey kalmayınca kadar savaşırım. Dileyen beri
gelsin. Dilerseniz size malımı veririm; siz de beni kendi hâlime
bırakırsınız. Can tatlı geldiği için malı karşılığında bırakmayı kabul
ettiler ve şöyle dediler: Bize geldiğinde fakirdin, bizim yanımızda çok
mala sahip oldun, makam ve mevki sahibi oldun. Şimdi ise hem canını
kurtarıyorsun, hem de malını götürüyorsun. Malını sakladığı yeri onlara
gösterdi.
Onlar da onu bırakıp, gerisin geriye
Mekkeye döndüler. Kureyşliler onun sözünü yeterli buldular. Doğru
söylediğine dair bir belge bile istemediler. Zaten doğruluğundan hiç
şüphe etmezlerdi. Bu durum Süheybin içinde yaşadığı topluluktaki itibar
ve güvenirliğinin bir belgesidir. Böylece Süheyb tek başına mutlu bir
şekilde hicret etti. Kubada Resûlullaha yetişti. Hz. Peygamber bazı
ashabıyla oturuyorlardı. Süheybi görür görmez: Ey Ebû Yahya! Alış
verişin kârlı oldu! dedi. O anda şu âyet-i kerime nazil oldu:
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allahın rızasını almak için kendi
nefislerini feda ederler. Allah da kullarına şefkatlidir. (Bakara, 207)
Evet, Süheyb bütün serveti karşılığında mümin olan nefsini satın
almıştı. Bundan dolayı da hiçbir zaman aldandığını düşünmedi ve hiçbir
şekilde pişmanlık duymadı. Mal nedir? Altın nedir? Bütün bir dünya
nedir ki, iman olduktan sonra? Allah Resûlü onu çok seviyordu. Süheyb
takva ve zühdünün yanı sıra nükte sahibi bir kimseydi. Allah Resûlü bir
gün onu taze hurma yerken gördü. Gözünün biri yaşarıyordu.
Hz. Peygamber: Gözün yaşara yaşara
hurma yiyorsun. buyurdular. Bunun üzerine Süheyb: Önemli değil, onu
diğer gözüm için yiyorum. diye cevap verdi. Son derece cömertti.
BeytüI-maldan olan gelirinin tamamını infak ederdi. Muhtaçları sürekli
gözetirdi. Fakire, yetime, esire sırf Allah sevgisi için yemek yedirirdi.
Onun bu eli açıklığı Hz. Ömerin dikkatini çekmiş ve şöyle demişti: O
kadar çok yemek yediriyorsun ki, israf ediyorsun. Süheyb cevaben:
Allah Resûlünden En hayırlınız çok yemek yedirendir. diye işittim
dedi.
Süheybin hayatı birçok büyük olay ve
meziyetlerle doluydu. Bu meziyetlerini bilen Ömer b. Hattab onu
müminlere namaz kıldırması için seçmişti. Hz. Ömer, namaz kıldırırken
hançerlenip yaralanınca, Süheybin insanlara sabah namazını kıldırmasını
emretti. Son nefesini verirken de en son vasiyeti şu olmuştu: Namazı
insanlara Süheyb kıldırsın. Böylece yeni halife seçilene kadar Süheyb,
namazları kıldıracaktı. Çünkü namazı ancak müminlerin emiri
kıldırıyordu. Yeni halife seçilene kadar namazı kim kıldıracaktı? İşte
bu durumu bilen Hz. Ömer, son nefesini vermeden önce Süheybin namaz
kıldırmasını istemiş ve bunu vasiyet etmişti.
Bu durum, imam tayin olunana yani
halife seçilene kadar devam edecekti. Süheyb için bu geçici imamlık
Allahın kendisine nimetini tamamlaması oldu. Çünkü o, Allahın salih
kullarındandı.
|