MUÂZ b. CEBEL
Helal-Haram Sınırını En İyi Bilen
Allah Resûlü (s.a.v.) İkinci Akabe Biatını alırken yetmiş kişiden oluşan
Medineli müslüman temsilcilerin içinde nur yüzlü, açık gözlü, parlak
simalı bir genç vardı. Gözünü ve kulağını konuşmalara vermiş, pür dikkat
dinliyordu.
İşte bu kişi Muâz b. Cebeldi (r.a.).
Ensârdandı. İkinci Akabe biatında biat etmişti. Böylece ilklerden
olmuştu. Bir adam düşünün ki, iman ve bağlılıkta zirve
Hiçbir yerde
veya savaşta Resûlullahdan (s.a.v.) geri kalmamış... İşte bu adam
Muâzdan başkası değil.
Onun meziyetlerinin ve özelliklerinin
en önemlisi, derin anlayışlılığı idi. Fıkıh ve ilimde öyle bir mertebeye
ulaşmıştı ki, Allah Resûlünün (s.a.v.) şu sözlerine mazhar olmuştu:
Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebeldir. O, akıl
üstünlüğü ve cesarette Ömer b. Hattâba benziyordu. Allah Resûlü (s.a.v.)
onu Yemene gönderirken sordu:
Neyle hüküm vereceksin ey Muâz?
Allahın kitabıyla. Allahın kitabında bulamazsan? Resûlünün
sünnetiyle. Resûlünün sünnetinde de bulamazsan? Kendi görüşümle
içtihat ederim. Bu cevap üzerine Allah Resûlünün yüzünü sevinç
aydınlığı kapladı ve şöyle buyurdu: Resûlünün elçisini, Resûlünü razı
edecek duruma getiren Allaha hamd olsun. Allahın kitabını ve
Resûlünün sünnetini esas alan Muâzın ne aklı, hakikatleri görmesine
engel oldu, ne de hakikatler aklına gizli kaldı. Zeka ve aklını
kullanmadaki bu mahareti ve cesareti, akranları ve dostları içinde
kendisine saygın bir yer kazandırmıştı.
Bunun neticesinde de haram ve helali
en iyi bilen kişi övgüsüne mazhar olmuştu. Tarihî rivayetler, nerede
olursa olsun, parlak zekası sayesinde her problemin üstesinden geldiğini
bildirmektedir. Âizullah b. Abdullah, Hz. Ömerin hilafetinin ilk
günlerinde Resûlullahın ashabıyla birlikte mescide girişini ve
sonrasını şöyle anlatır: Otuz kişilik bir meclise oturdum.
Hepsi Allah Resûlünden hadis rivayet
ediyorlardı. İçlerinde koyu esmer tenli, ifadesi tatlı, parlak yüzlü bir
genç vardı. Orada bulunanların yaşça en küçüğü idi. Aralarında hadis
hakkında ihtilaf çıkınca o derhal müdahale ediyor ve doğrusunu
söylüyordu. Ancak bunu sorduklarında yapıyordu. Toplantı bittiğinde
yanına yaklaştım ve Ey Allahın kulu, kim olduğunu söyler misin? dedim.
Ben Muâz b. Cebelim dedi.
Ebû Müslim el-Havlanî şöyle anlatır: Humus mescidine girdim.
Ortalarında parlak yüzlü bir gencin oturduğu bir toplulukla karşılaştım.
Genç hiç konuşmuyordu. Topluluk bir meselede anlaşmazlığa düşünce, hemen
gence müracaat ediyorlardı. Yanımda oturan kişiye: Bu kimdir? diye
sordum. O, Muâz b. Cebel dedi. O an ona karşı içimde bir sevgi doğdu.
Şehr b. Havşeb de şöyle anlatır: Allah Resûlünün sahâbesi hadis
rivayet ederlerken, şayet aralarında Muâz varsa, çekinerek ona
bakarlardı.
Nitekim Hz. Ömer onunla çokça istişare
ederdi. Bazı konularda Muâza baş vurur, onun görüş ve düşüncelerini
alır ve şöyle derdi: Muâz olmasa Ömer helak olurdu. O, meseleleri
çözüme bağlayan bir akla, ikna edici bir mantığa sahipti. Ne zaman onu
tarihin yapraklarında görsek, daha önce anlattığımızın bir benzeriyle
karşılaşırız: İnsanlar etrafına halka olmuş oturuyorlar. ..
O susuyor... İnsanlar hadis-i şerife
susadıkları zaman konuşuyor. Bir meselede ihtilafa düştüler mi, hemen
ona baş vuruyorlar... Çağdaşlarından biri onun konuşmasını: Sanki
ağzından nur fışkırıyor, inciler dökülüyor. biçiminde tanımlıyordu. O
ilimdeki yerini, Allah Resûlü (s.a.v.) daha hayattayken elde etmiş, onun
irtihalinden sonra da devam ettirmiştir. Hz. Ömer zamanında vefat
ettiğinde henüz otuz yaşındaydı. * * * Muâz eli açık, gönlü açık, ahlâkı
temiz bir insandı.
Bir şey istendi mi derhal verirdi. Bu
eli açıklığı ve cömertliği bütün malını alıp götürmüştü. Allah Resûlü (s.a.v.)
vefat ettiğinde Muâz Yemendeydi. Onu müslümanlara dinini öğretsin diye
oraya Allah Resûlü (s.a.v.) göndermişti. Hz. Ebû Bekirin halifeliğinde
Muâz Yemenden döndü. Hz. Ömer biliyordu ki, Muâz servet sahibiydi.
Hemen Hz. Ebû Bekire gidip, Muâzın malının yarısının alınmasını teklif
etti!!.. Teklif etmekle yetinmedi, derhal Muâzın evine gidip, bu durumu
ona bildirdi.
Muâz eli ve zimmeti temiz bir kimseydi.
Servet edinmiş olsa bile, bu böyleydi. Çünkü o asla günah işlememiş,
şüpheli şeylere yaklaşmamıştı. Bundan dolayı Hz. Ömerin düşüncesine
karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. Ömer onu kendi hâline bıraktı ve ayrıldı.
Ertesi gün Muâz koşarak Hz. Ömerin
evine geldi. İki gözü iki çeşme, ağlamaktan nerdeyse konuşamıyordu.
Ağlamaklı sesiyle şöyle dedi: Uyuduğumda kendimi büyük bir denizin
ortasında buldum. Boğulacağım diye korktum. Sonra sen geldin ve beni
kurtardın ey Ömer. İkisi birlikte Hz. Ebû Bekire gittiler ve malının
yarısını Beytül-mala almasını istediler. Ebû Bekir (r.a.): Senden
hiçbir şey almayacağım. dedi. Hz. Ömer, Muâza baktı ve: Şimdi malın
tertemiz oldu. dedi. Eğer Hz. Ebû Bekir, Muâzın haksız kazanç
sağladığına dair en küçük bir şüphe duysaydı, bir kuruş bile bırakmaz
alırdı.
Hz. Ömer de onun peşini asla bırakmazdı.
O hayırlı bir topluluk içinde yaşıyordu. Hepsi zirveye doğru yarışan bir
topluluktu. Kimi uçarak gidiyordu, kimi de yürüyerek...
Ama hepsi de gidiyordu. Çünkü mübarek
insanlardı onlar
Muâz Şama göçmüş, orada ailesiyle ve
kendisini ziyarete gelen âlim kimselerle günlerini geçiriyordu. Dostu
olan Şam valisi Ebû Ubeyde ölünce Hz. Ömer onu Şam valiliğine tayin etti.
Görevde birkaç ay gibi kısa bir zaman kaldı, akabinde rahmet-i Rahmana
kavuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: Muâzı benden sonra yerime
halife tayin etmiş olsaydım ve Rabbim bana Niçin onu bu göreve getirdin?
diye sorsaydı şöyle derdim: Resûlünden şöyle işittim: Âlimler
Allahın huzurunda toplandıklarında Muâz içlerinde olacaktır. Hz.
Ömerin burada kastettiği halifelik sadece bir beldeye vali tayini
olmayıp, onun bütün İslâm coğrafyasına halife olarak tayin edilmesidir.
Nitekim Hz. Ömere ölümünden az önce:
Bize bir kimseyi halife olarak atasan diye sorulduğunda şöyle cevap
vermişti: Şayet Muâz b. Cebel sağ olsaydı, onu yerime halife tayin
ederdim. Rabbime ulaşıp da bana Ümmet-i Muhammede kimi lider olarak
bıraktın? diye sorsaydı, Onların başına Muâz b. Cebeli bıraktım.
derdim. Çünkü Allah Resûlünden (s.a.v.) şunu duymuştum: Muâz b. Cebel
kıyamet günü âlimlerin önderidir.
Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle
buyurmuştu: Ey Muâz! Allaha yemin olsun ki, ben seni çok seviyorum!
Her namazın akabinde şu duayı okumayı unutma: Allahım, beni zikrine,
şükrüne, sana güzel ibadete muvaffak kıl, bu konuda yardımını esirgeme!
Evet, Allahın yardımı mutlak surette gerekliydi. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.)
kendisini gören ve sohbetinde bulunan bütün insanlara bu doğrultuda
tavsiyede bulunmuş, dayanılacak gerçek güç ve kudret sahibinin ancak
Allah Teâlâ olduğunu ısrarla belirtmişti.
Muâz dersini tam olarak öğrenmiş ve en
güzel şekilde uygulamıştı. Allah Resûlü (s.a.v.) bir sabah Muâza
yaklaştı: Nasıl sabahladın ey Muâz? diye sordu. Muâz: Gerçek bir
mümin olarak ya Resûlullah. diye cevap verdi. Allah Resûlü (s.a.v.)
ikinci olarak: Her doğrunun bir hakikati vardır. Peki, senin imanının
hakikati nedir? diye sordu.
Muâz cevaben: Hiçbir sabah olmuyor ki,
akşama eremeyeceğim korkusuna kapılmayayım. Akşam olunca da sabaha
eremeyeceğim endişesinde oluyorum. Bir adım attığımda diğerini
atabileceğimden emin olamıyorum. Amel defterlerini okumaya çağrılan, diz
üstü çökmüş ümmetleri görür gibi oluyorum. Sanki cennet ehlini cennet
nimetleri içinde görüyorum.
Cehennemdekiler de azap çekerlerken
gözümün önüne geliyor. diye cevapladı. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.):
Evet, kavradın; bu hâline devam et. diye buyurdu. Evet... Muâz, bütün
benliğini Allaha teslim etmiş, ondan gayrisini görmez olmuştu. İbn
Mesûd onu çok iyi anlatmış, demiş ki: Muâz Allaha hakkıyla ibadet
eden, dosdoğru yolda bir ümmetti. Biz Muâzı, İbrahime (a.s.)
benzetirdik.
Muâz ısrarla ilme ve Allahı anmaya
çağırıyordu insanları. Onların doğru bilgilenmelerini istiyor ve şöyle
diyordu: Hikmet ehlinin sürçmelerinden sakının. Gerçeği gerçekle
öğrenin. Kuşkusuz gerçeğin ışığı, aydınlığı vardır. İbadetin temiz bir
niyetle ve ölçülü yapılmasını isterdi. Bir gün: Bana bir şeyler öğret.
diyen bir müslümana: Öğreteyim de sözümü tutacak mısın? diye sormuş.
Adam: Bütün gücümle tutacağım. diye söz verince şöyle demişti: Bazen
oruç tut, bazen tutma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, kalanında uyu.
Kazanç temin et; ama haram yeme. Müslüman olarak ölmeye gayret et. İlmi,
hem bilgi hem de amel olarak görüyordu. Bu doğrultuda olmak üzere:
Öğrenmek istediğiniz her şeyi öğrenin. Şunu bilin ki, Allah siz o
ilimle amel edinceye kadar ondan size hiçbir fayda sağlamaz. demiştir.
Esved b. Hilal anlatıyor: Biz, Muâzla birlikte yürüyorduk. Bize şöyle
dedi: Haydi oturalım da biraz iman edelim. Herhalde sürekli
suskunluğunun sebebi, sürekli tefekkür ve düşünce içerisinde olmasıydı.
Bu hâli Allah Resûlüne (s.a.v.) söylediklerinin tecellisiydi: Bir adım
attığında öbür adımı atıp atamayacağından emin olamamanın kaygısıyla
hareket ediyordu. İşte bu Rabbinin zikrine tam olarak kendini vermenin
ve nefsini sürekli denetim altında tutmanın bir ifadesiydi. * * * Ecel
geldi ve Muâz huzura çağrıldı
Ölüm sarhoşluğunda her canlı şuurunu
kaybeder. Şayet konuşabilirse, hayatı ve durumu hakkında bazı şeyler
söyler. İşte böyle bir durumda Muâz, bir yüce mümini açığa veren şu
kelimeleri dilinden dökmüştü: Allahım, ben senden korkardım. Şimdi ise
senden ümitliyim. Sen de bilirsin ki ben, dünyanın ne akan nehirlerini,
ne de salınan ağaçlarını sevmedim
Susuzluğumun giderilmesini ve
zorluklara göğüs gerebilmeyi ve ilim, iman ve taatimin arttırılmasını
umarım. Sağ elini sanki ölümle tokalaşır gibi açtı. Ötelere doğru
Merhaba ölüm! diyerek yürüdü gitti
Ve Muâz Rabbine yürüdü...
|