Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDULLAH b. ABBAS

Bu Ümmetin Âlimi


İbn Abbas, biraz Abdullah b. Zübeyr’e benzer. Zira o da henüz çocuk yaştayken Resûlullah’a yetişmiş ve ona asırdaş olmuştur. Daha büluğa ermeden de Resûlullah vefat etmişti.

O da İbn Zübeyr gibi daha çocukluğunda Resûlullah’tan kişiliğinin hammaddesiyle, hayatının prensiplerini elde etmişti. Çünkü yetişmeleriyle bizzat Resûlullah ilgilenmiş, onlara katıksız hikmeti öğretmişti. Abdullah b. Abbas, kuvvetli inancı, güzel ahlâkı ve engin ilmi sayesinde Resûlullah’ın çevresini kuşatan seçkin insanlar arasında oldukça yüksek bir mevki edinmişti.

Adı, Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim… Resûlullah’ın amcası Abbas’ın oğlu... Lakabı, “Âlim” “Bu ümme’tin âlimi, en bilgini, en bilge kişisi”... Keskin zekası, berrak düşüncesi ve geniş bilgisi, ona bu lakabı, bu sevgiyi hazırlamıştı. İbn Abbas hayatının yolunu, metodunu daha ilk günlerinde öğrenmişti. Ve bu bilgisini günbegün arttırmış, geliştirmişti.

Çünkü o küçücük bir çocukken Resûlullah onu tutuyor, mübarek omuzlarına alıyor ve ona şöyle duada bulunuyordu. “Allah’ım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona tevili öğret!” Sonraları çeşitli vesilelerle Resûlullah, amcasının oğlu İbn Abbas için bu duayı defalarca tekrar etmiştir. İşte o zaman İbn Abbas, kendisinin ilim için, marifet için yaratıldığını anladı.

Aklî yeteneği ister istemez onu bu yola sevkediyordu. Resûlullah o henüz on üç yaşındayken dar-ı bekaya göçmüştü. Fakat kendini bildi bileli Resûlullah’ın bir gün bile sohbetini kaçırmamış, ondan hadis öğrenmediği hiçbir gün geçirmemişti. Resûlullah ebedî âleme irtihal ettikten sonra ondan dinleyemediklerini, öğrenemediklerini, büyük sahâbeden içinde olağanüstü bir hırs ve çaba göstermişti. Doyumsuz bir öğrenme aşkı vardı. Zihni daima soru işaretleri ile doluydu. Biri bir şey mi biliyor veya bir kimse bir hadis mi öğrenmiş, hemen koşar ve ondan onu öğrenirdi.

Aynı zamanda o, tenkitçi ve ayıklayıcı bir kafa yapısına sahipti. Duyduklarını, öğrendiklerini mutlaka tenkit süzgecinden geçirir, kaynağını iyice araştırırdı. Zihnini ve hafızasını, gelişi güzel bilgi yığınlarıyla dolduramazdı. Bu özelliğini kendisi şöyle ifade eder: “İmkânım olsa, tek bir meseleyi otuz sahâbîye sorar, araştırırdım.” Onun ilme ve irfana olan aşırı düşkünlüğüne bir örnek olarak kendisi şu olayı anlatır: “Resûlullah ebedî âleme göçtüğü gün ensârdan bir arkadaşıma dedim ki: “Haydi ashaba bazı sorular yönetelim.

Zira bugün bir hayli kalabalıklar, bu fırsat bir daha ele geçmez.” Arkadaşım bana şu cevabı verdi: “Sana hayret ediyorum doğrusu. Aralarında bu kadar sahâbî varken, insanların sana muhtaç olacaklarını mı sanıyorsun?”
Dolayısıyla bu teklifime katılmadı. Bunun üzerine ben, bazı meseleleri sormak için yalnız başıma gittim. Birisinde hadis olduğunu işittiğimde hemen koşar, kapısını çalardım. Gittiğim şahıs, çoğunlukla öğle uykusunda olurdu. Ben de üzerimden cübbemi çıkarır, başıma yastık yapar ve eşiğinin dibine uzanırdım. Sürekli esen rüzgar, üstümü başımı toza toprağa katardı.

Derken uykusundan uyanır, dışarı çıkar, beni görür ve derdi ki: Ey Resûlullah’ın amcasının oğlu! Buraya kadar niye zahmet ettin, birisiyle haber salsaydın, ben gelirdim.” Ben de derdim ki: “Hayır, bu doğru değil. Sen ayağına gidilmeye daha layıksın.” Sonra ondan sorar ve öğrenirdim.” İşte bu azimli genç böylece soruyor, soruyor, sormaya doymuyordu. Sonra aldığı cevapları dikkatlice gözden geçiriyor, cesurca tenkit ediyordu. Bilgisi günden güne artıyor, anlama ve kavrama yeteneği hızla gelişiyordu.

Bu yüzden daha bıyıkları terlememiş taze bir genç iken yaşlı ve olgun insanların ilmine, hilmine, anlayış ve vakarına sahip olmuştu. Öyle ki Mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.) önemli devlet işlerinin görüldüğü “Şûra” meclislerinde onun da hazır bulunmasına özellikle dikkat ederdi. Hatta kendisine “İhtiyarların Genci” lakabını takmıştı.

Bir gün İbn Abbas’a soruyorlar: “Bu kadar ilmi nasıl öğrendin?” Şöyle cevap veriyor: “Bıkmadan soran bir dil, durmadan işleyen bir akıl sayesinde... Evet, aralıksız soran bir dil, sürekli araştıran bir akıl, hudutsuz bir tevazu, uysal ve ağırbaşlı bir kişilik... Ve işte “Ümmetin Bilgesi” İbn Abbas... Sa’d b. Ebû Vakkâs da onu şöyle tavsif ediyor: “İbn Abbas’tan daha anlayışlı, daha akıllı, daha bilgili, daha ahlâklı hiçbir kimse görmedim.

Hz. Ömer, onu çağırır, zor konularda onunla istişare ederdi. Çevresinde ensâr ve muhacirden, Bedir savaşına katılmış onca seçkin sahâbî olmasına rağmen daha çocuk sayılan İbn Abbas, mecliste uzun uzun konuşurdu da Ömer onun sözünü asla kesmezdi... Ubeydullah b. Utbe ise İbn Abbas’ı şöyle anlatır: “Resûlullah’ın hadislerini, Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın verdiği hükümleri İbn Abbas’tan daha iyi bilen kimseyi görmedim. Ondan daha ince, daha isabetli görüş ortaya koyanı bilmiyorum! Arap dilini, Arap şiirini, Kur’ân ve tefsirini, matematik ve feraiz ilmini ondan daha iyi bilene rastlamadım.

Her gün ayrı bir ilim dalı öğreniyordu. Bir gün fıkıh, bir gün tevil, bir gün megazi, bir gün şiir, bir diğer gün Arapların önemli günleri, önemli olayları... İlim için önüne kim oturursa hemen eğilir, kim bir soru sorsa mutlaka cevap alırdı. Böylesini hiç görmedim.”

İbn Abbas, bir ara Basra valiliği yapmıştı. Halktan biri Hz. Ali’ye onu şöyle anlattı: “Kanaatimce şu özellikler onun kişiliğini özetler: Üç şeyi alır, üç şeyi terk ederdi: Konuştuğu zaman herkesin gönlünü alırdı... Konuşanı güzelce dinler, sevgisini kazanırdı… Çeşitli seçeneklerden en kolayını tercih ederdi. Bunlara karşılık, anlamsız tartışmalardan, kınanılacak davranışlardan ve özür dilemeyi gerektirecek her türlü hareketten titizlikle kaçınırdı.”

Engin ve çok yönlü kültürü, hayranlık veren geniş bilgisi ile o, bütün ilimlerde, Fıkıhta, Tefsirde, Tarihte, Arap Dili ve Edebiyatı’nda bir otorite, bir uzman ve bir üstad idi. Bu yüzden her araştırmacı için daima müracaat kaynağı olmuştur... İslâm ülkesinin dört bir yanından akın akın insanlar gelir, ondan hadis alırlar, ilminden, irfanından bir şeyler kapmak isterlerdi.


Dostlarından birisi onu şöyle anlatıyor: “İbn Abbas’ın öyle meclisleri olurdu ki, bütün Kureyş halkı “orada ben de bulundum” diye övünmek istese, mutlaka bir gerçeklik payı vardı. Bütün halk onun kapısına yığılır, izdihamdan hareket zorlaşırdı. Öyle ki, birisi gelmek veya gitmek istese, bunu başarmakta bir hayli güçlük çekerdi. Bir gün huzuruna çıkmış ve kapısındaki izdihamı dile getirmiştim. “Bana müsade et, bir abdest alayım.” dedi. Abdest alıp, yerine oturdu.

Sonra bana “Dışarı çıkıp sesleniver de Kur’ân ve tevili hakkında sorusu olanlar gelsin.” dedi. Çıktım ve onları içeri aldım. Kalabalıktan evde iğne atsak yer kalmamıştı. Soruları sordular ve tatminkâr cevaplarını hatta fazlasıyla aldılar... Sonra onlardan rica etti: “Artık müsade edin de diğer kardeşleriniz gelsinler.” Çıktılar ve diğerlerine yer açtılar... İbn Abbas bana döndü: “Dışarıdakilere haber ver de helal ve harama dair sorusu olan gelsin.” dedi. Çıktım ve seslendim. Evin içi yine tıklım tıklımdı. Sordular, sordular... O da cevapladı, cevapladı… Sonra: “Siz çıkın da başkaları gelsinler.” dedi.

Onlar çıkınca bana yine seslendi: “Seslen de feraiz hakkında sorusu olanlar gelsinler.” Seslendim, içerisi yine tıklım tıklım doldu. Herkes sorusunu sordu, öğrenmek istediğini fazlasıyla öğrendi. Bu grup da çıkınca bana tekrar döndü: “Arapça ve şiir hakkında soru sormak isteyenler gelsinler.”dedi. Ben onları da içeri aldım. Evi yine doldurmuşlardı. Hepsi de sorusunu sordu ve cevabını fazlasıyla aldı.” İbn Abbas, kuvvetli zekası ve olağanüstü hafızası yanında son derece keskin ve işleyen bir zekaya sahipti.

Söz gelişi, birisiyle bir konuyu tartışırken, ileri sürdüğü mantıkî deliller, güneş ışığı kadar parlak ve açık olurdu. Meseleleri ele alışı ve delillendirişi karşısında hasımı hemen ikna olur, tartışmayı bırakırdı. Üstelik onun bu mantık gücüne, tartışma inceliğine de hayranlık duyar, gıpta ederdi.

Bu geniş ilmine, kesin deliline rağmen o, konuşma ve tartışmayı bir zeka gösterisi, kuru bir fikir mücadelesi olarak görmez, bunu bir övünç vesilesi yapmaz, hasmımı yendim diye gurura kapılmazdı. Aksine tartışmayı, sadece doğru ve isabetli görüşün ortaya çıkması için faydalı bir metod olarak görürdü.

Nitekim Hâricîler bile onun bu dengeli, isabetli mantığından etkilenmişlerdir. Şöyle ki: Bir gün Ali, İbn Abbas’ı bir grup Hâricî’nin yanına göndermişti. Aralarında son derece güzel bir tartışma meydana geldi. Bu tartışmada ortaya koyduğu hadisler ve delillerle herkesi büyüledi.

Oldukça uzun sayılabilecek bu konuşmadan bir kesit aktarmakla yetinelim: İbn Abbas, Hâricîlere şunu sordu: “Hz. Ali’nin neyini beğenmiyorsunuz?” Şöyle cevap verdiler: “Ali’yi üç yönden tenkit ediyoruz: Birincisi: O Allah’ın dininde hakem tayin etmiştir. Oysa hüküm tamamen Allah’a aittir.

İkincisi: Bilindiği gibi o, birileriyle savaşıyor. Fakat savaştığı kimselerden ne esir, ne de ganimet almıyor. Şayet bunlar kâfir iseler, mallarının helal olması gerekir, yok eğer mü’min iseler, bu takdirde zaten kanları da haramdır. Üçüncüsü: Hakem olayında düşman tarafın isteği üzerine, kendisinden “Mü’minlerin emiri” sıfatını kaldırmıştır. Mü’minlerin emiri değilse, kâfirlerin emiri demektir.


İbn Abbas, bu görüşleri teker teker çürütmeye başladı: “Birinci iddianızı ele alalım. Bence Allah’ın dininde insanları hakem kılmanın hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! İhramda iken avı öldürmeyin.

Sizden bile bile onu öldürene, sizden iki adil kimsenin kararıyla, öldürdüğü hayvanın misli olduğuna hükmedilen bir hayvanı kurban kesmesi gerekir.” (Mâide, 95) Şimdi Allah aşkına söyleyin bana, hakemlik insanların kanının akıtılması hakkında mı daha önemli, yoksa üç kuruşluk bir tavşan hakkında mı? Bu keskin ve büyüleyici mantık karşısında adamlar afalladılar.

Ümmetin bilgini sözüne devam etti. “Diyorsunuz ki, Ali savaşıyor; ama ne esir ne de ganimet almıyor. Soruyorum size, Allah için cevap verin: Hangi biriniz Resûlullah’ın pak zevcesi, Mü’minlerin annesi Aişe’yi esir almak ister, hanginiz onun malını ganimet edinir?” Bu sefer adamların yüzleri mahcubiyetten sapsarı oldu.

Yüzlerindeki utanç ifadelerini gizlemek için ellerini siper yaptılar. Bu arada İbn Abbas üçüncü meseleye geçmişti. “Üçüncü meseleye gelince; Ali’nin, hakemlik sona erinceye kadar “Mü’minlerin emiri” sıfatını kendisinden atmaya razı olduğu gerçekten doğru. Şu var ki, bence bu davranışı dahi dine muhalif değildir.

İsterseniz Hudeybiye günü Resûlullah’ın uygulamasına bir bakalım. O gün Resûlullah müşriklerle anlaşma yapmıştı. Ve bu anlaşma yazıya geçiriliyordu. Resûlullah anlaşmayı yazacak katibe: “Bu Allah’ın Resûlü Muhammed tarafından akdedilen anlaşmadır” şeklinde yaz deyince, Kureyş heyeti hemen itiraz etmiş ve “Senin Allah’ın Resûlü olduğunu kabul etseydik, zaten Beytullah’a girmene engel olmaz ve sana savaş açmazdık.” demişlerdi. Öyle değil de “Bu Abdullah’ın oğlu Muhammed’in akdettiği anlaşmadır” şeklinde yazılmasını istemişlerdi.

Bunun üzerine “Siz kabul etmeseniz de ben Allah’ın Resûlü’yüm” diye cevap veren Resûlullah, katibe dönüp, “İstediklerini yap, bu “Abdullah’ın oğlu Muhammed’in akdettiği anlaşmadır” şeklinde yaz.” dedi. İbn Abbas ile Hâricîler arasındaki tartışma bu minvâl üzere sürüp gitmişti. Tartışma sona erdiğinde tam yirmi bin Hâricî kalkmış, ikna olduklarını ilan etmişti. Tabi ki Hz. Ali’ye düşmanlık beslemekten vazgeçtiklerini de…

İbn Abbas, yalnızca bu büyük ilim servetine sahip değildi. Aynı zamanda bir başka büyük serveti de vardı: İlim ahlâkı, âlim ahlâkı... Cömertlikte en öndeydi, semboldü… Akıtırdı insanlara nesi varsa. Tıpkı ilmini akıttığı gibi... Akranları anlatıyor: “Biz, İbn Abbas’ın evinden daha çok yiyeceği, daha çok içeceği, daha çok meyvesi ve daha çok ilmi olan bir başka ev görmedik!” Gönlü tertemizdi, nezihti; kimseye kin tutmaz, düşmanlık beslemez-di. Tanısın tanımasın, her gördüğüne hayır dilerdi.

Bu onun için doyumsuz bir hazdı. Bu fazilet timsali insan, kendisini şöyle anlatıyor: “Zaman zaman bazı Kur’ân âyetlerine rastlıyorum ve kendi kendime, keşke bütün insanlar bu âyeti benim bildiğim gibi bilseler, keşke benim gibi anlayabilseler diyordum. Aynı şekilde, bir müslümanın bahçesine bereketli bir yağmur yağdığını işitsem, içim sevinçle dolardı.

Oysa o bahçede benim otlayacak bir hayvanım bile yoktu. Bir hakim duysam ki, müslüman, adaletle ve doğrulukla hükmediyor; sevinçten uçardım ve ona dua ederdim. Benim davama bakmasa bile…” Allah’a bolca ibadet ve çokça tövbe ederdi.

Bir an bile Allah’a itaattan ayrılmazdı. Geceler boyu namaz kılar, gündüzleri hep oruçla geçirirdi. Namaz kılarken, Kur’ân okurken gözlerinden yaşlar boşanır, yanaklan ıslak ıslak olurdu. Yasak ve tehdit ifade eden ve ölümü hatırlatan âyetleri okudukça boğuk boğuk ağlar, titremeye başlardı.

Bütün bu meziyetlerle beraber aynı zamanda o son derece cesurdu, güvenilirdi, sağlam görüşlüydü. Nitekim Hz. Ali ile Muaviye arasındaki sürtüşmede ileri sürdüğü görüşler, onun zekasını ve anlayışını, pratik çözüm yeteneğini açıkça ortaya koymaktadır.

O daima barışı savaşa, yumuşaklığı şiddete, mantıklı davranışı zor kullanmaya tercih etmiştir. Nitekim Hz. Hüseyin, Yezid ve Ziyad ile savaşmak üzere Irak’a gitmeye karar verdiğinde onu bu niyetinden vazgeçirmek için az uğraşmamış, az dil dökmemişti. Daha sonra Hüseyin’in şehâdet haberi ona ulaşınca öyle sarsılmıştı ki, üzüntüsünden evine kapanmış ve dışarı çıkmaz olmuştu.

Bunun gibi, iki müslüman arasında çıkan bütün anlaşmazlıklarda da onu daima barış, anlaşma ve yumuşaklık sancağını taşırken görürdünüz. Şunu da belirtmeliyiz ki, İbn Abbas’ın Muaviye’ye karşı Hz. Ali’nin safında savaştığı doğrudur. Ne var ki, bunu biraz da mecbûren yapmıştı. Çünkü bu savaş başlangıçta, dinin ve müslümanların birlik ve bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir bölünme, parçalanma hareketini sonlandırmaya yönelikti.

İşte böyle… İbn Abbas, bütün dünyası ilim ve hikmetle dopdolu olarak yaşamış, güzel kokusu, ince takvası, cümle âleme yayılmıştır. Ve nihayet saat gelmiş, yetmiş birinci senesindeyken Yüce Rabbine kavuşma davetiyesi çıkmıştır.

O gün Taif şehri büyük bir kalabalık gördü. Müthiş bir topluluk… Bu cemaat bir mü’min için toplanmıştı… Cennete uçan bir mü’min için... Mübarek naaşı kabrine, ebedî karargahına konulurken, ufuklar sanki şu gerçek vaadin ilâhî sadası ile inliyordu:

 “Ey huzur içinde olan nefis...

Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak O’na dön.

Salih kullarımın içine karış...

Cennetime gir…!” (Fecr, 27-30)