Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDULLAH b. ZÜBEYR

Ne Güzel insan, Ne Yüce Şehid


Daha doğmadan, daha annesinin karnındayken mübarek bir çocuktu. Annesi büyük hicrette Mekke’den ayrılıp, karnı burnunda bir hamile olarak, kızgın çölleri aşmış ve Medine’ye varmıştı.

İşte Allah Teâlâ daha dünyaya gelmeden Abdullah’a hicreti nasip etmişti. Annesi Esmâ, Medine’ye oldukça yakın mesafedeki Kubâ mevkiine ulaşmıştı ki, doğum sancıları başladı. Resûlullah’ın hicret eden ashabı Medine’ye varırken, bu muhacir çocuk da anne karnından yeryüzüne iniyordu.

Hicretin bu ilk çocuğunu hemen Medine’ye götürüp Resûlullah’ın mübarek kucağına verdiler. Rahmet Peygamber’i onu öptü ve bir hurmayı güzelce çiğneyip, onunla çocuğun ağzını tatlandırdı. İşte Abdullah’ın vücuduna giren ilk dünya nimeti Resûlullah’ın bu mübarek tükrüğü olmuştu. Medine halkı İbn Zübeyr’in doğumu münasebetiyle bir meydanda toplandılar.

Onu beşiğine koyup, sonra da Medine sokaklarında dolaşmaya ve tezahürat yapmaya başladılar. Tekbirlerle, tahlillerle yeri göğü inlettiler. Zira, Abdullah’ın doğumu onları sevince boğmuştu. Çünkü bu olay, yahudilerin heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Nitekim Resûlullah ve muhacirler Medine’ye yerleşince yahudiler kinleri alevlenmiş, müslüman-lara karşı soğuk savaş başlatmışlardı.

Bunun için kamuoyuna şu yalanı yaymaya çalışıyorlardı: Güya yahudi kâhinleri müslümanlara büyü yapmışlar, onları kısırlaştırmışlardı. Artık Medine şehri hiçbir müslüman çocuğu görmeyecekti. İşte Abdullah’ın gayb âleminden dünyaya gelişi, yahudilerin yalan ve iftirasını boşa çıkarıyor, hilelerini iptal ediyordu. Hiç şüphesiz Abdullah, Resûlullah hayattayken, henüz olgunluk yaşına ulaşmış değildi.

Fakat o, hem devrin atmosferinden, hem de bizzat Resûlullah’ın kendisinden, kişiliğinin hammaddesini ve hayatına yön verecek temel prensiplerini elde etmişti. Büyüdü ve olgunlaştı. Fevkalade canlı, dinamik ve müthiş güçlü oldu. Gençliğini tertemiz yaşadı. Her anını iffetle, ibadetle ve kahramanlıkla geçirdi. Günler geçiyor, her şey değişiyordu. Ama onun ne ahlâkı, ne de ideali hiç değişmiyordu. Yolunu ve gayesini çok iyi bilen, sağlam imanlı, kesin kararlı bir şahsiyetti… Rotasında sapma yoktu…

Henüz yirmi yedi yaşını doldurmadığı hâlde Afrika’nın, Endülüs’ün fethine ve İstanbul seferine katılmış, oralarda kahramanlık destanları yazmıştı. Mesela, Kuzey Afrika’nın fethinde, yirmi bin müslüman askeri, tam yüz yirmi bin askerden oluşan düşman ordusuyla karşı karşıyaydı.. Kıran kırana bir savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu... Müslümanlar vahim bir tehlike çemberindeydiler.


Vaziyet bu hâldeyken Abdullah b. Zübeyr, düşman kuvvetlerini dikkatlice şöyle bir taradı. Ve onların üstünlüklerinin gerçek kaynağını keşfetti. Bu güç kaynağı, orduyu sevk ve idare eden Berberî Sultanı’ndan başkası değildi.. Bağıran, çağıran, sağa sola komutlar veren ve şaşırtıcı bir üslupla askerlerini savaşa, ölüme teşvik eden komutan... Abdullah durumu anladı ve kendi kendine “bu kanlı savaşı ancak tek bir şey durdurabilir, o da bu azgın kumandanı öldürmek” diye söylendi.

Fakat bu iş o kadar kolay değildi. Zira önünde, dalgalanan, köpüren ve kasırga gibi savaşan bir deniz vardı. İbn Zübeyr’in cesaret ve atılganlığı şu anda imkansız gibi görünen bir işin muhasebesini yapacak durumda değildir.

Derhal harekete geçer. Yakınında bulunan birkaç arkadaşına seslenir: “Beni koruyun ve peşimden hemen saldırın.!” Göğüs göğüse vuruşarak, kıran kırana savaşarak, geçit vermez safları bir ok gibi yararak düşman kumandanına ulaşır. Rüzgar gibi atılır üzerine. Oracıkta işini bitirir. Sonra yardımına gelen arkadaşlarıyla beraber Sultan’ın muhafızlarına yönelirler ve onların da hakkından gelirler. Bu arada gür sesleri yeri göğü inletmektedir: “Allahu Ekber..! Allahu Ekber..!” Mücahidler bakarlar ki, kendi sancakları orada, düşman kumandanının karargahında dalgalanıyor.

Evet, bu bir zafer, onların zaferi... Moralleri düzeliyor, azimleri bileniyor. Sırt sırta veriyorlar, omuz omuza oluyorlar. Dişlerini tırnaklarına takıyorlar ve zafer meşalesini İslâm için yakıyorlar... Savaş müslümanların, zaferiyle sona erdikten sonra İslâm ordusunun kumandanı Abdullah b. Ebû Serh, İbn Zübeyr’in savaşta yaptığı büyük kahramanlığı öğreniyor ve onu zafer müjdecisi olarak Medine’ye Halife Hz. Osman’a gönderiyor. Böylece onu mükâfatlandırmış oluyor...

Evet, İbn Zübeyr savaş meydanlarında işte böyleydi. Fakat savaştaki bu üstün ve eşsiz kahramanlığı, ibadetteki kahramanlığı yanında yine de cılız ve sönük kalıyordu. Bu kadar güçlü, bu kadar yetenekli bir insanın büyüklenmesi, gurura kapılması anormal bir durum olmazdı aslında.

Ya da bütün ilgi ve dikkatimiz onun bu meziyetlerine yönelebilir, böylece onun dindarlığı, ibadete düşkünlüğü gözümüzden kaçabilir, gölgede kalabilirdi... Hayır, hayır… Onun ne şanı, ne şöhreti, ne gençliği, ne kuvveti, ne malı, ne de makamı… hiçbir şey ama hiçbir şey Allah ile arasına girememiştir. Hiçbirşey orucuna, hiçbir şey namazına, hiçbir şey zikrine mani olamamıştır.

Hiçbir şey..! Bir gün Ömer b. Abdülaziz, Ebû Müleyke’nin oğlundan rica eder: “Bana biraz İbn Zübeyr’i anlatsana…” O da anlatır: “Yemin ederim ki, ben böyle fevkalade bir insan daha görmedim. Namaza başladığında sanki maddî ve dünyevî her şey ondan ayrılırdı. Rükû ederken, secde ederken, sırtına, omuzlarına serçeler konardı da duymazdı bile. Rükû ederken, secde ederken onu cansız bir duvar sanırdın ya da bir kenara atılmış bir elbise. Bu esnada öylesine ilgisiz, öylesine duyarsızdı dış dünyaya...

Bir keresinde namaz kılarken bir mancınık kurşunu tam çenesinin dibinden geçmişti de kılı bile kıpırdamamıştı. Ne kıraatını kesmiş, ne de hızlandırmıştı. Duymamıştı sanki...” Onu anlatan gerçek rivayetler, haberler, kıssalar âdeta birer efsane gibidir.

Namazında da, orucunda da, haccında da, himmetinin yüceliğinde de biricikti o, eşsizdi... Büyük bir mücahiddi, müthiş bir kahramandı. Hem nefsine, hem düşmanlarına karşı... Güçlü, kesin ve mükemmel bir imanı vardı. Zerre zerre bütün benliğini Allah korkusu sarmıştı... Emsalsizdi, bir taneydi.

İbn Abbas’a: “İbn Zübeyr’i nasıl bilirsin?” dediler. Aralarındaki anlaşmazlığa rağmen şöyle cevap verdi: “Allah’ın kitabını çokça okuyan, Resûlullah’ın sünnetine tastamam bağlı kalan, ibadet yoluna canını koyan, yaz kış, soğuk sıcak demeden oruçlu olan bir kimse idi. Resûlullah’ın en yakın dostlarından birinin oğlu idi. Annesi Esmâ, es-Sıddîk’ın kızı idi. Halası Aişe, Resûlullah’ın zevcesi, mü’minlerin annesi idi. Onun faziletini onun hakkını ancak Allah’ın kör ettiği gözler inkar edebilir!..”

Onun kuvvetli ahlâkı, sağlam karakteri, ulu dağları gölgede bırakırdı. Açıktı, içtendi, şerefliydi, güçlüydü, fevkalade yetenekliydi. Ömrünü doğruluk, dürüstlük ve gerçeklik uğruna adamıştı. Eğrilik büğrülük bilmezdi. Hep dobra dobraydı... Emevîlerle olan anlaşmazlığı ve mücadeleleri sırasında İbn Zübeyr’in başını çektiği ayaklanmayı bastırmak üzere Emevî halifesi Yezid’in Mekke’ye sevk ettiği kuvvetlerin komutanı Husayn b. Nemîr onun ziyaretine gelmişti.

Bu ziyaret, Yezid’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaştığı bir zamana tesadüf etmişti. Husayn ona kendisiyle Şam’a gelmesini ve İbn Zübeyr adına biat almasını teklif etti. Bu konuda sahip olduğu büyük ve etkili nüfûzunu da onun hizmetine sunacağına dair söz verdi. Fakat Abdullah bir daha ele geçmeyecek fırsatı elinin tersiyle geri çevirdi.

Zira o, kesin olarak şu kanaate varmıştı: Emevî hanedanının habis arzularına hizmet için Resûlullah’ın mübarek şehrine savaş açıp, zalimce ve çirkince cinayetler işleyen Şam ordusundan yaptıklarının hesabı sorulmalı, cezaları verilmeliydi.

Onun bu katı tutumunu yadırgayabilir, hatta eleştirebiliriz. Keşke barışı ve hoşgörüyü benimseseydi de bu nadir fırsatı değerlendirseydi diyebiliriz. Ama yine de bir insanın kesin inandığı bir davadan hiç taviz vermemesi, yalancılık ve aldatmaya karşı bu denli amansız olması, saygı ve hayranlığa değer... Zalim Haccac, ordusuyla Mekke’yi kuşatmış ve İbn Zübeyr taraftarlarına karşı hücum emri vermişti. Çetin ve acımasız bir kuşatma aldındaydılar. İbn Zübeyr’in ordusunda keskin nişancı ve yetenekli savaşçılardan oluşan Habeşli bir tabur vardı. Bir ara Abdullah, onların Hz. Osman hakkında atıp tuttuklarını, ileri geri laf ettiklerini işitti.

Derhal müdahale etti: “Allah’a yemin ederim ki, Osman’a kin besleyen birinin, düşmanıma karşı bana yardım etmesini kesinlikle istemem!...” Sonra onlardan yüz çevirerek kendilerini gönderdi. O sıkıntılı, o meşakkatli anlarda... Yardıma bu denli muhtaçken… Evet, kendisiyle tutarlı, inanç ve prensiplerine sımsıkı bağlı bir insan için, dininden ve kişiliğinden emin olmadığı iki yüz keskin nişancıyı kaybetmenin hiç önemi yoktu.

İsterse bu, savaşın tam ortasında, son derece kritik bir anda olsun. Oysa ki böyle durumlarda çoğunlukla insan güçlü ve yetenekli savaşçıların hiç olmazsa bir süre kendi safında kalmasını ister, bunun için de birçok şeye göz yumar. Ama Abdullah’ın seçkin kişiliği bu iki yüzlülüğü kaldıramazdı.

Muaviye ve oğlu Yezid karşısında sergilediği cesaret ve metaneti de gerçekten olağanüstü bir kahramanlıktı. Ona göre; Yezid, müslümanlara halife olabilecek belki de en son kişiydi. Tabi ona da layıksa... Abdullah haklıydı. Çünkü Yezid’in tutulacak bir tarafı yoktu. Hiçbir fazileti yoktu ki, bu
faziletleri suçlarını ve günahlarını örtsün. Tarih buna şahittir.

İbn Zübeyr, ona nasıl biat etsin..? Muaviye hayattayken, ona itirazı nasıl sert ve acımasız olduysa, oğlu Yezid’e karşı da aynı tavrı, aynı üslupla tekrarladı. Nitekim Yezid halife olunca, İbn Zübeyr’e temsilcisini göndermiş, tehditler savurarak ondan kendisine biat almak istemişti.

İbn Zübeyir’in bu temsilciye cevabı şöyle oldu: “Şunu iyice kafana yerleştir ki, ben bir alkoliğe asla biat etmem!...” Sora şu beyti okudu:
Hayatım boyunca peşinden koştuğum hakikatten Başka hiçbirşey karşısında yumuşak olamam Her şeyi çiğneyip ezen azı dişine karşı Taş parçasının yumuşak olmadığı gibi

İbn Zübeyr, Mü’minlerin emiri olmuş ve Mekke-i Mükerreme’yi başkent edinmişti. Hicaz, Yemen, Basra, Kûfe, Horasan ve Dımaşk hariç Suriye’nin tamamı biat ederek onun hakimiyetine girmişti. Fakat Emevîler onun emirliğini tanımadılar. Onları hiç rahat bırakmadılar. Onlara karşı sayısız savaş açtılar. Ama bunların çoğunluğunda hezimete ve yenilgiye uğradılar.

Sonunda Abdulmelik b. Mervan, Emevî halifesi oldu. Ve insanoğlunun en sapık, en azgın ve en acımasızını Abdullah’ın üzerine gönderdi. Bu Şahıs Haccac es-Sakafî’den başkası değildi. Onun için Adil İmam Ömer b. Abdülaziz şu nitemeyi yapar: “Ümmetin günahını terazinin bir kefesine, Haccac’ın günahını da diğer kefesine koysalar, muhakkak Haccac’ın tarafı daha ağır basar.!

Zalim Haccac, ordusunun ve paralı askerlerinin başında Mekke’ye, İbn Zübeyr’in başkentine gitti. Amacı burasını almak ve halkına zorla boyun eğdirmekti. Mekke’yi kuşattı ve yaklaşık altı ay kuşatma altında tuttu. Şehre giriş ve çıkışları kontrol etti. Halkın ihtiyacı olup, su ve erzak girişine engel oluyordu. Maksadı açıktı: Halkı zorda bırakacak, onlar da çaresiz kalıp Abdullah’ı tek başına, ordusuz ve yardımcısız bırakacaktı. Nitekim istediği gibi de oldu.

Açlık ve susuzluğun öldürücü baskısı, çoğu kimselere havlu attırmıştı. Hemen hemen hepsi teslim olmuş, Abdullah’ı yalnız bırakmışlardı. Aslında canını kurtarmak için hâlâ fırsatı vardı. Ama o, yüklendiği sorumluluğu sonuna kadar götürmeye kararlıydı. Olağanüstü bir cesaretle tek başına savaşmaya başladı. Halbuki o sırada yetmiş yaşını aşkındı..! Onun bu acıklı hâlini, yalnızlığını ve çaresizliğini, o kritik anlarda annesiyle aralarındada geçen şu konuşma çok güzel anlatmaktadır: Çevresindekiler kendisini terk edince annesine gitti... Şerefli, iffetli, temiz annesine...

Ebû Bekir’in kızı Esmâ’ya... Durumunu arz etti. Bütün nezaketi ve vehametiyle... Tabii ki, kendisini bekleyen kaçınılmaz sonu da söyledi... Esmâ ona şunu söyledi: “Ey oğlum! Kendini en iyi sen tanırsın. Gerçekten hak üzere olduğuna ve hakka çağırdığına inanıyorsan, hak uğrunda ölünceye kadar sebat et. Hatta Ümeyye oğullarının çömezlerinin buyruğuna girmektense, ölümü tercih et, daha iyi... Ama eğer maksadın dünyalık ise, vay hâline! Bu durumda ne kötü, ne aşağılık birisi olduğunu sen takdir et.

Zira hem kendini, hem de kendi safında çarpışanları mahvediyorsun demektir!” Abdullah annesine şöyle karşılık verdi: “Canım anneciğim! Şundan kesinlikle emin olabilirsin ki, ben bu dava için meydana çıkarken hiçbir zaman dünyalık düşünmedim, en küçük bir menfaat düşlemedim! Ben Allah’ın hükmünden zerrece ayrılmadım.

Kimseye asla zulmetmedim, ihanet etmedim!” Bu sözler annesinin yüreğine su serpmişti. Esmâ dedi ki: “Şayet benden önce rahmet-i Rahman’a kavuşursan, Allah’tan bana sabır ihsan eylemesini diliyorum! Ben senden önce gidersem, şimdiden şöyle dua ediyorum: “Allah’ım! Oğluma rahmet et! Allah’ım! Gece boyu uzun uzun kıyamı hürmetine, hararetli günlerde çektiği susuzluk hürmetine, anne babasına iyiliği, saygısı hürmetine ona acı, merhamet et Allah’ım! Ey yüce Rabbim! Onu senin rızan için, senin davan için feda ediyorum. Senin takdirine razı oldum. Bana sabır ver, bana merhamet ver. Beni sabredenlerden, şükredenlerden eyle Allah’ım!..”

Sonra ana oğul birbirlerine sarıldılar. Vedalaştılar, selâmlaştılar. Az bir zaman sonra bu acı savaş sona erecekti. O büyük şehid, ölüm darbesini yemişti. Zalim Haccac, yeryüzünün en çirkin, en lanetli cinayetini işliyordu. Bu da yetmezmiş gibi onun cansız naaşını asıyordu. Güya kendince onu aşağılamak, intikam almak istiyordu.

Bir müddet sonra, doksan yedi yaşındaki annesi, oğlunun asılmış cesedini görmeye gitti… Ulu bir dağ gibi dimdik duruyordu, hiç sarsılmadan... Zalim Haccac, süklüm püklüm yanına yaklaştı. Son derece saygı ve nezaketle: “Anacağım! Mü’minlerin emiri Abdülmelik b. Mervan sana iyi davranmamı öğütledi. Bir ihtiyacın var mı?” dedi. Kinle baktı ona ve suratına haykırdı: “Ben senin annen değilim... Ben ancak şu yukarıda asılı duranın annesiyim...

Benim sizin gibilere asla ihtiyacım yoktur... Ama ben sana, Resû- lullah’tan işittiğim şu hadisi hatırlatmak istiyorum: “Bir gün gelecek, Sakîf kabilesinden kezzab ve lanetli birileri çıkacak.” Kezzab kimdir biliyoruz; çünkü onu gördük. Lanetli ise, inanıyorum ki, senden başkası değildir!” Bu sırada Abdullah b. Ömer geldi.

Esmâ’ya taziyede bulundu, sabır diledi. Ona şu karşılığı verdi: “Hiç sabretmez miyim? Bu olay sadece benim başıma gelmedi ki, Yahya b. Zekeriya’nın mübarek başı da Benî İsrail’in bir azgınına hediye edilmemiş miydi?” Şu yüceliğe, şu olgunluğa bakın… Ne büyüksün ey Sıddîk’ın kızı…! Bundan daha parlak, daha yerinde bir söz olamazdı.

Abdullah’ın başını bedeninden ayırıp, sonra ağaca asanlara bundan daha güzel cevap olamazdı… Evet, İbn Zübeyr’in başı zalim Haccac’a ve zalim Abdülmelik’e sunulmuştu. Ama ondan önce bir yüce peygamberin, Yahya (a.s.)’ın başı Benî İsrail’in en aşağılık adamı, azgını Sâlûmî’ye sunulmuştu. Ne uygun benzetme, ne doğru söz...!
 

 İşte böyle bir anneden süt emmiş, böyle bir insandan, Abdullah b. Zübeyr’den de ancak böyle güzel, böyle şerefli, böyle seviyeli bir hayat beklenirdi…

Selâm olsun ona...

Selâm olsun annesi Esmâ’ya...

Selâm olsun o ikisine ölümsüz şehidler içinde...

Selâm olsun bu iki salih, bu müttaki insana...

Selâm olsun...