Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDULLAH b. AMR b.

ÂS Kullukta Zirvede Bir Şahsiyet


Şimdi, çok tövbe eden, âbid, zahid gerçek bir kuldan söz ediyoruz: Abdullah b. Amr b. Âs’dan...

Babası Amr b. Âs, zekâ, deha ve kurnazlıkta üstad olduğu gibi, o da âbidler, zahidler, açık sözlü ve açık gönüllü kimseler arasında yüce bir mevkiye sahipti... Bütün vaktini ve hayatını ibadete adamıştı... İmanın tadıyla öylesine ibadet ediyordu ki, geceler ve gündüzler ona yetmez olmuştu.

Babasından önce müslüman oldu. Biat etmek üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)’e elini uzattığından beri Allah’ın nuru ve itaatının feyziyle kalbi, taze sabah aydınlığı gibiydi. Önce Kur’ân’a yöneldi. Kur’ân parça parça iniyordu. Ve o, nazil olan âyetleri hemen ezberliyor, kavramaya çalışıyordu. Böylece Kur’ân’ın nüzûlü tamamlandığında, o da tamamını ezberlemişti. O, Kur’ân’ı sadece kuvvetli bir hafız olsun ya da ezberinde bir kitap bulunsun diye ezberlemedi... Bilakis kalbini imar etmek, sonra da Allah’ın itaatkâr bir kul olmak için ezberlemişti.

Ve onun helal kıldığını kendine helal, haram kıldığını da haram kılmak ve emirlerine uymak için... Sonra onu tertîl üzere okumaya, okuduklarını düşünmeye yöneldi... Meyveleri olgun bahçelerde dolaşır gibi, Kur’ân’ın mübarek âyetlerinin kendisine bahşettiği feyizle kalbi mesrur, onun tesiriyle gözleri yaşlı olarak... Abdullah âdeta Allah’ı, takdis etmek ve O’na kulluk etmek için yaratılmıştı. Dünyadaki hiçbirşey onu bu durumdan uzaklaştırmaya güç yetiremezdi.

İslâm ordusu müşriklerle savaşmak üzere cihada çıktığı zaman da onu ön saflarda görüyoruz. Seven bir ruh ile arzulayan bir aşık gibi şehâdeti temenni ederek... Peki, savaş sona erince nerede görüyoruz onu… Ya bir camide ya da evinin mescidinde... Gündüz oruçlu, gece namaz hâlinde… Lisanı mübah da olsa dünya kelamı nedir bilmez. Kalbi zikir, hamd ve istiğfar ile yumuşak ve olgun...

Onun kulluğunun derecesini anlamak için, insanları Allah’a kulluğa davet etmek üzere gelmiş olan Peygamber (s.a.v.)’in, onun ibadetine bir sınırlama getirmek için ona müdahalede bulunduğunu bilmek yetmez mi? Allah Resûlü (s.a.v.) Abdullah b. Amr b. Âs’ın hayatının böyle bir süreç içerisinde olduğunu öğrenir... O herhangi bir gazveden dönünce, artık bütün zamanını gece-gündüz demeden, namaz, oruç ve Kur’ân okumakla geçirmektedir… Nebî (s.a.v.) onu yanına çağırdı ve ibadette mutedil olmaya davet etti.


Resûlullah şöyle buyurur: “Sen gündüzleri iftarsız oruç tutuyor, geceleri de uyumadan sürekli namaz kılıyormuşsun öyle mi? Hayır böyle yapma. Her ay üç gün oruç tutman yeterlidir.” Bunun üzerine Abdullah: “Ama ben daha fazlasına güç yetiririm.” “Öyleyse haftada iki gün oruç tut.” “Ben bundan da fazlasına güç yetiririm” “Öyleyse oruçların en hayırlısı, Davud orucuna ne dersin? O, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.” Resûlullah (s.a.v.) konuşmasına devam etti: “İşittim ki, sen bir gecede Kur’ân’ı hatmediyormuşsun.

Korkarım ki, ömrün uzun olur da onu okumaktan bıkarsın. Her ay bir hatim yap... Az gelirse, Her on günde bir hatim yap.

Bu da az gelirse, Her üç günde bir hatim yap.” Sonra şöyle buyurdu: “Ben bazan oruç tutar, bazan tutmam. Bazan namaz kılar, bazan uyurum. Ve kadınlarla da evlenirim. Binaenaleyh kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.” Ve Abdullah b. Amr’ın ömrü uzun oldu. Yaşlanıp kemikleri zayıfladığında daima Resûlullah’ın kendisine verdiği öğütü hatırlar ve şöyle derdi: “Keşke Resûlullah’ın verdiği ruhsatı kabul etseydim.”

İki müslüman topluluk arasında meydana gelen bir çatışmada böyle bir mü’min hakkında doğruyu bulmak ne kadar zordur. Hz. Ali ile mücadelesinde Muaviye safında yer almak üzere onu Medine’den Sıffin’e hangi etkenler yöneltmişti? Gerçekten Abdullah’ın bu durumu düşünülmeye değer… Onun durumunu anladıktan sonra da vakar ve yüceliğini takdir etmek gerektiği gibi… Abdullah b. Amr’ın, hayatını tehlikeye atarcasına ibadete nasıl yöneldiğini daha önce gördük.

Öyle ki, babası onun bu durumundan Resûlullah’a çokça şikayette bulunuyordu. Nihayet bir gün Resûlullah ona ibadette itidalli olmasını ve ibadeti belli vakitlerle sınırlamasını emreder. Babası Amr da oradadır. Resûlullah onun elini tutup, babasının eli üzerine koyar ve şöyle buyurur: “Sana emrettiğimi yap ve babana da itaat et.” Abdullah, dindarlığı ve ahlâkının gereği olarak zaten anne babasına itaatkar olmasına rağmen Resûlullah ona böyle emretti.

Bu yolla ve münasebetle onda özel bir etki uyandırmak için... Abdullah b. Amr uzun bir hayat yaşadı. Ve ömrü boyunca da bu veciz ifadeyi bir an olsun aklından çıkarmadı:
“Sana emrettiğimi yap ve babana da itaat et.”

Zaman içinde günler ve yıllar birbirini takip etti. Şam’daki Muaviye, Hz. Ali’ye biatı reddetti. Hz. Ali de meşru olmayan bir isyana boyun eğmedi. Ve iki müslüman topluluk arasında savaş oldu. “Cemel Savaşı” geçti... “Sıffin Savaşı” geldi. Amr b. Âs Muaviye’nin yanında olmayı seçmişti.

Ve o, oğlu Abdullah’ın müslümanların gözünde ne derece saygın ve dindarlığına güvenilen bir kimse olduğunu iyi biliyordu. Bu yüzden birçok kimseyi Muaviye tarafına çekmek için oğlunu da bu savaşa katılmaya teşvik ediyordu. Ve aynı zamanda Amr, oğlu Abdullah’ın yanında bulunması dolayısıyla savaşta çok şeye nail olacağını umuyordu. Zira onun Şam’ın fethindeki ve Yermük günündeki kahramanlıklarını henüz unutmuş değildi.

Ve nihayet Sıffin’e gitmeye karar verince, onu yanına çağırıp: “Abdullah! Harbe çıkmaya hazırlan, sen de bizimle birlikte savaşacaksın.” dedi. Abdullah cevapladı: “Nasıl olur? Resûlullah (s.a.v.) hiçbir müslümanın boynuna kılıç vurmayacağıma dair benden söz aldı...” Bunun üzerine Amr, kurnazlık yaparak onu ikna etmeye çalıştı.

Güya onlar bu savaşa çıkmakla Hz. Osman’ın katillerini yakalayıp, onun temiz kanının öcünü alacaklarmış... Sonra ani bir hareketle, anlamlı bir şekilde sözünü şöyle bitirdi: “Resûlullah’ın, senin elini benim elimin içine koyarak yaptığı nasihatin sonunda “Ve babana itaat et” dediğini hatırlıyor musun? Şimdi ise ben sana, bizimde birlikte çıkıp savaşmanı emrediyorum!” Bunun üzerine Abdullah, sırf babasına itaat etmek üzere yola çıktı.

Kesinlikle kılıç taşımamak ve hiçbir müslümanı öldürmemek üzere... Fakat bu nasıl mümkün olacaktı? Evet, şimdilik sadece bu şekilde babasıyla çıkmış olması yeterli idi... Ama savaş başladığı zaman… işte o zaman yerine getireceği emir de Allah için olmalıydı...

Şiddetli ve ateşli bir şekilde savaş başladı... Tarihçiler, Abdullah’ın savaşın ilk başlangıcına katılıp katılmadığı konusunda ihtilaf ediyorlar. Biz savaşın başında katıldığı görüşündeyiz. Çünkü savaş zaten kısa sürmüştü. Ayrıca onu savaşa ve Muaviye’ye karşı açıkça yer almaya sevkeden bir başka durum daha vardı.

O da şudur: Sahâbenin yanında saygın bir yere sahip olan Ammâr da Hz. Ali ile birlikte savaşıyordu. Dahası onun ileride nasıl bir topluluk tarafından öldürüleceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Olay şöyle gerçekleşmişti: Resûlullah ve ashabı, Medine’ye hicretlerinin hemen ardından mescidlerini inşa ediyorlardı.

Taşlar, kuvvetli bir insanın bile birden fazlasını bir seferde taşıyamayacağı kadar büyük ve ağırdı. Fakat Ammâr, aşırı sevinç ve neşesinin tesiriyle ikişer ikişer taşıyordu. Resûlullah onu gözleri yaşlı olarak bir süre süzdükten sonra şöyle demişti: “Vah Sümeyye’nin oğluna..! Onu asi bir topluluk öldürecek..!” O gün inşaata katılan bütün sahâbîler bu haberi duymuştu ve hâlâ hatırlıyorlardı.


Abdullah b. Amr da bunu duyanlardandı. Hz. Ali ve Muaviye arasında meydana gelen savaşın başlarında, Ammâr yüksek tepelerin üzerine çıkarak gür bir sesle şöyle haykırıyordu: “Bugün sevgililere kavuşuyoruz, Muhammed’e ve ashabına…!!” Muaviye’nin ordusundan bir grup, onu öldürmek üzere anlaştılar. Ve onu günahsız şehidlerin dünyasına ulaştıracak olan günahkar bir oku doğrulttular... Ammâr’ın ölüm haberi bir rüzgar gibi her tarafa yayıldı...

Abdullah b. Amr, dehşet ve heyecan içinde yerinde duramaz olmuştu: “Ammâr öldürüldü ha..?! Onu siz öldürdünüz ha..? Öyleyse siz, evet o hâlde sizsiniz o âsi topluluk!.. Sapıklık üzere savaşanlar evet sizlersiniz!..”

Bir uyarıcı ve haberci gibi Muaviye ordusunun arasına daldı. Onların azimlerini kırmak, âsi bir topluluk durumuna düşmüş olduklarını onlara anlatmak için. Çünkü onlar Ammâr’ı öldürmüşlerdi ve yirmi yedi yıl önce Resûlullah, ashabından bir grubun arasında Ammâr’ı âsi bir topluluğun öldüreceğini haber vermişti. Abdullah’ın söyledikleri Muaviye’ye ulaşınca, onu ve babasını çağırttı ve babasına: “Bu deliyi bizim yakamızdan uzaklaştırmayacak mısın?” dedi.

Abdullah ise şöyle cevap verdi: “Ben deli değilim. Ancak bir zaman Resûlullah’ın Ammâr’a: “Seni âsi bir topluluk öldürecek!” dediğini duymuştum.” Bu sefer Muaviye ona: “Peki, bizimle birlikte niye çıktın o zaman?” dedi. Abdullah bunu da şöyle cevapladı: “Çünkü Resûlullah bana, babama itaat etmemi emretti.

Ben de ona İtaat ederek çıktım, ama sizinle birlikte savaşamam.” Onlar bu şekilde konuşurlarken, bir adam içeri girip, Ammâr’ın katilinin huzura girmek için izin istediğini söyleyince Abdullah haykırdı: “Ona izin ver ve cehennemi müjdele!” Oldukça sabırlı ve yumuşak olmasına rağmen Muaviye hiddetlenerek Amr’a çıkıştı: “Şu oğlunun söylediklerini duymuyor musun be adam?” Fakat Abdullah müttakilere yakışır bir sakinlik ve rahatlık içinde Muaviye’ye, sadece gerçeği söylediğini vurgulayarak, Ammâr’ı öldürenlerin ancak âsi kimseler olabileceğini tekrar etti. Sonra babasına dönüp: “Eğer Resûlullah bana sana itaat etmemi emretmemiş olsaydı, seninle buraya kesinlikle gelmezdim.” dedi. Bu konuşmadan sonra Muavyie ve Amr, askerleri teftiş için çıktılar.

Fakat herkesin, Hz. Peygamber’in Ammâr hakkındaki “Seni âsi bir topluluk öldürecek!” haberinden söz ettiklerini görünce dehşete kapıldılar. Ve bu kargaşanın Muaviye’den yüz çevirmeye ve hatta ona isyana dönüşmek üzere olduğunu hissettiler... Bunun üzerine insanları yatıştıracak bir hile buldular. Şöyle diyorlardı: “Evet, Resûlullah bir gün Ammâr’a “Seni âsi bir topluluk öldürecek” demiştir. Ve Resûlullah ‘ın verdiği haber doğrudur...
Ve işte gerçekten Ammâr da öldürülmüştür... Fakat onu kim öldürmüştür? Onu ancak savaşa çıkaranlar ve kendileriyle birlikte savaşa sürükleyenler öldürmüştür.” Böyle bir karmaşada hangi mantık böyle çalışabilir? Muaviye ve Amr’ın mantığı çalıştı. .. Bunun üzerine iki topluluk savaşa, Abdullah b.Amr ise mescidine ve ibadetine yöneldi...

O, hayatına kulluk ve ibadetten başka bir şey sokmadan yaşadı. Fakat yine de Sıffin’e gitmiş olması, oraya sadece gitmiş olması bile onda sürekli bir sıkıntı sebebi oldu... Nitekim bunu hatırlayınca ağlar ve şöyle derdi: “Bana ne oldu da Sıffin’e gittim? Bana ne oldu da müslümanlarla savaşa gittim?”

Bir gün, Abdullah arkadaşlarıyla Mescidi Nebevî’de otururken, Hz. Hüseyin onların yanından geçti ve selâmlaştılar. Hz. Hüseyin uzaklaşınca, Abdullah yanındakilere şöyle konuştu: “Size yeryüzündekilerin semadakilere en sevimli insanını haber vereyim, ister misiniz? İşte o, biraz önce buradan geçen Hüseyin’dir. O Sıffin’den beri benimle konuşmamıştı... Onun benden hoşnut olması, birçok kızıl develerimin olmasından benim için daha iyidir...” Daha sonra Abdullah, Ebû Saîd el-Hudrî ile Hüseyin’i ziyaret etmek üzere anlaştı. Ve Hüseyin’in evinde büyük insanların buluşması gerçekleşti.

Abdullah b. Amr konuşmaya başlamıştı. Sıffin olayından söz açılınca, Hüseyin sitemli bir şekilde ona: “Seni Muaviye’nin yanında savaşa iten sebep neydi?” diye sordu. Abdullah şöyle cevap verdi: “Bir gün babam olacak o adam, Amr b. Âs, beni Resûlullah’a şikayet etti. “Abdullah gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyor.” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah bana şöyle buyurdu: “Ey Abdullah! Namaz kıl; ama uykunu da uyu. Bazen oruç tut; ama bazen da tutma. Ve babana da itaat et.” Sıffin gününde de babam beni kendileriyle birlikte çıkmaya zorlayınca mecburen çıktım. Fakat Allah’a yemin ederim ki, ne bir kılıç, ne bir mızrak, ne de bir ok kullandım...”

Mübarek ömründen yetmiş iki sene geçmişti… Namazgâhında, Rabbine tazarru, niyaz ve hamdde bulunuyordu. Böyleyken ebedî yolculuğa çağrıldı. O da bu çağrıya büyük bir arzuyla icabet etti... Ruhu, kendisinden önce geçen güzellik ve iyilik sahibi kardeşlerine doğru kanat açarak uçup gitti...

Müjdeci olan Yüce Dost (Allah) ona şöyle hitap ediyordu:

“Ey huzur içinde olan can! O senden sen de

O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön!

İyi kullarımın arasına katıl, cennetime gir.” (Fecr, 27-30)