Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

EBÛ SÜFYÂN b. HÂRİS

Karanlıktan Aydınlığa


Bu, başka bir Ebû Süfyân… Ebû Süfyân b. Harb değil…

Onun hikayesi, dalaletten hidâyete, nefretten sevgiye, mutsuzluktan saadete ermenin hikayesidir…

Yine onun hikayesi, uzun ve boş yorgunluklarla ruhu ağırlaşmış bir kimsenin Allah’a sığınınca, O’nun rahmetinin ne denli geniş olduğunu görmesinin hikayesidir. Düşünün ki! Tam yirmi yılını Ebû Süfyân, İslâm’a sürekli bir düşmanlıkla geçiriyor... Tam yirmi yıl, Nebî (s.a.v.)’in peygamberliğinden itibaren “Büyük Fetih Günü” yaklaşıncaya kadar Ebû Süfyân daima Kureyş yandaşlarını destekliyor, şiiri ile Resûlullah’ı hicvediyor.

Düşmanlıkta öylesine gayretli idi ki, Kureyş’in savaş için topladığı kuvvetlerden hiçbir zaman geri kalmıyor... Üç kardeşi de, Nevfel, Rebîa ve Abdullah ondan önce müslüman olmuşlardı... Bu Ebû Süfyân, Resûlullah’ın amca oğluydu. Çünkü o, Peygamber Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in oğlu Hâris’in oğluydu. Sonra o, Resûlullah’ın süt kardeşiydi.

Çünkü Resûlullah’ın süt annesi Halime hanımefendi birkaç gün onu da emzirmişti. Nihayet bir gün kader onu mutlu dönüşe çağırdı. O da oğlu Ca’fer’i çağırdı ve ailesine: “Biz ikimiz yola çıkıyoruz.”dedi. “Nereye ey İbnü’l-Hâris?” “Resûlullah’a… Onunla birlikte âlemlerin Rabbine teslim olmaya…” Atını dörtnala mahmuzladı. Adeta tayy-i mekan edercesine gidiyordu. Nihayet bir yerde konakladığında hareket hâlindeki bir ordunun öncülerini gördü. Anladı ki, Resûlullah Mekke’yi fetih için geliyor.

Hemen ne yapacağını düşündü!.. Çünkü bir savaşçı ve hicveden bir şair olarak kılıcını ve dilini İslâm aleyhine kullandığı uzun geçmişinden dolayı Resûlullah onun öldürülmesine izin vermişti. Binaenaleyh İslâm ordusundan birisi görecek olsa, onu öldürmekte tereddüt etmezdi. Dolayısıyla müslümanlardan kimsenin gözüne ilişmeden, her şeyden önce kendisini Resûlullah’ın huzuruna atmaya bir çare bulmalıydı. Kıyafet değiştirerek, oğlu Ca’fer’le birlikte yaya olarak epeyce yürüdü. Nihayet Resûlullah’ın ashabı ile birlikte gelmekte olduğunu gördü. Onlar konaklayıncaya kadar bir kenara çekilip saklandı.

Ve onlar konaklayınca, birden bire yüzündeki örtüyü kaldırarak kendisini Resûlullah’ın önüne attı. Peygamber onu hemen tanıdı ve yüzünü çevirdi. Ebû Süfyân bu sefer başka bir taraftan tekrar geldi. Resûlullah yine ona yüz vermedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân ve oğlu Ca’fer, birlikte haykırarak: “Allah’tan başka ilâh olmadığına…

Muhammed’in de O’nun elçisi olduğuna inanır ve şehâdet ederiz.” dediler. Ardından “Kınamak yok ey Allah’ın Resûlü” diyerek Nebî (s.a.v.)’e yaklaştı. Resûlullah da: “Evet, kınamak yok ey Ebû Süfyân” diye cevapladı. Sonra onu Hz. Ali’ye teslim ederek: “Amcaoğluna abdesti ve sünneti öğret, sonra onunla birlikte tekrar bana gel” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali onunla gitti. Bir süre sonra geri döndüğünde Resûlullah şöyle buyurdu: “Git müslümanlar arasında de ki: Resûlullah, Ebû Süfyân’dan razı oldu, siz de ondan razı olunuz.” Allah zamana hükmederek ona “mübarek ol” buyurdu. Böylece zaman bütün boyutlarıyla bedbahtlık ve dalâlete kapandı ve O’nun sınırsız rahmetinin kapıları açılmış oldu...

Zaten o Bedir’de müslümanlara karşı savaşırken şahit olduğu şaşırtıcı manzara karşısında neredeyse müslüman olacaktı. Bedir savaşında müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Leheb, kendi yerine komutan olarak Âs b. Hişam’ı göndermişti. Kendisi de savaşın haberlerini sabırsızlıkla bekliyordu.

Nihayet inkarcı Kureyş’in hezimet haberleri gelmeye başladı. Bir gün Ebû Leheb Kureyş’ten bir toplulukla beraber zemzem kuyusunun başında oturuyorlardı. Bu sırada kendilerine doğru bir atlının gelmekte olduğunu, yaklaşınca da onun Ebû Süfyân b. Hâris olduğunu gördüler... Ebû Leheb onu selâm vermeye bile fırsat bırakmadan yanına çağırdı: “Ey kardeşimin oğlu bana gel! Yemin ederim ki, sende haberler vardır... Ordumuzun durumu nasıl, bize anlat!..” Ebû Süfyân şöyle cevap verdi: “Allah’a yemin olsun ki, bizim karşılaştığımız, boyunlarımızı kendilerine teslim ettiğimiz bir kavimden başkası değildir. Onlar da bizden dilediklerini öldürüp, dilediklerini esir ediyorlar.

Allah’a yemin olsun ki, Kureyş’i ayıplamadım. Alaca atlar üzerinde, beyaz renkte öyle insanlarla karşılaştık ki, boyları gökyüzü ile yeryüzü arasını kaplıyordu, bildiğim hiçbir şeye benzemiyorlardı. Ve önlerinde hiçbir şey duramazdı.” Ebû Süfyân aslında bu anlattıklarıyla Resûlullah ve müslümanlarla birlikte savaşan melekleri tarif ediyordu.

Fakat henüz o gün gördüklerine rağmen kalbi müslüman olmamıştı. Şüphe gerçeğe giden bir yoldur. Ebû Süfyân’ın şüpheleri de ne kadar kuvvetli ise, bir gün gelecek, gerçeğe olan inancı da o denli kuvvetli ve sağlam olacaktı. Nihayet onun da gerçeği kavradığı ve hidâyete erdiği gün gelmişti artık. Ve gördüğümüz gibi, o da âlemlerin Rabbine teslim oldu...

Ve Ebû Süfyân Müslümanlığının ilk zamanlarında iyi bir kul ve mücahid olarak âdeta zamanla yarışmaya başladı. Çünkü geçmişin kötü izlerini bir an evvel silmek ve kaybettiklerine karşılık olarak daha fazla kazanmak istiyordu... Nitekim Mekke’nin fethinden sonra bütün savaşlara Resûlullah ile birlikte katıldı. Ve Huneyn Savaşı... Müşrikler pusu kurmuşlar, hiç beklemedikleri bir anda İslâm ordusuna saldırarak kuşatma altına almışlardı. İslâm ordusu bozguna uğrar gibi olmuştu.

Bunun üzerine Resûlullah orduya şöyle haykırarak, onu tekrar toparlamıştı:
“İnsanlar! Ben peygamberim, bu sözümde doğruyum, Abdülmuttalib’in oğluyum” İşte bu tehlikeli anlarda, ani saldırı karşısında direncini kaybetmeden Resûlullah’ın etrafında sebatla mücadele eden bir topluluk bulunuyordu.

Ebû Süfyân b. Hâris ve oğlu Ca’fer de onlardandı. Resûlullah’ın bineğinin yularından tutuyordu. O anda anladı ki, ne zamandır aradığı fırsat kendisine doğmuştu. Allah yolunda şehid olarak, hem de Resûlullah’ın gözü önünde nezrini yerine getirmenin işte tam sırasıydı. Bineğin yularını sol eline aldı, sağ eliyle kılıcını müşrik kanı akıtmak üzere kıyasıya savuruyordu.

Artık müslümanlar, Hz. Peygamber’in etrafında savaşmak üzere tekrar dönmüşlerdi ve Allah da onlara zaferi nasip etmişti. Savaş sona erip ortalık durulunca, Resûlullah ona dua etti ve şöyle dedi: “Kim bu..? Kardeşim Ebû Süfyân, öyle mi..?” Ebû Süfyân, Resûlullah’ın kendisine “kardeşim” diye hitap etmesi karşısında sevinçten ve mutluluktan neredeyse uçacaktı. Hemen Resûlullah’ın ayaklarına kapanarak öpmeye, göz yaşları ile onları sulamaya başladı...

Sonra şairâne duyguları harekete geçti ve bir şükran-ı nimet olarak, Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu cesaret ve başarı ile ilgili şunları söyledi. “Ka’b ve Âmir kabileleri gördüler ki, Huneyn sabahı, herkes boyun eğdiği zaman ben, Savaşın kardeşiydim. Ve en şiddetli anında savaşın, Resûlullah’ın önünde sarsılmadan duruyordum. Allah’tan, Her şeyin dönüp dolaşıp kendisine varacağı, Çok merhametli Allah’tan sevabını umarak…”

Ebû Süfyân bundan sonra tamamen kulluğa ve ibadete yöneldi. Resûlullah’ın âhiret’e irtihalinden sonra O’na kavuşma arzusu ile ölüme bağlandı ve yaşadığı günleri, âdeta bir vuslat olarak gördüğü ölümü arzu ederek geçirdi. Ve bir gün insanlar onu Bakî kabristanlığında kabir kazarken gördüler. Yaptığı bu işten dolayı şaşıranlara: “Kendi kabrimi hazırlıyorum…” diye karşılık verdi.

Bu olaydan sadece üç gün sonra ölüm döşeğinde yatıyordu. Çoluk çocuğu etrafında durup ağlıyordu. Bir ara gözlerini açtı ve her işini tamamlamış olmanın huzuru içinde onlara şöyle dedi: “Benim için ağlamayın! Çünkü ben müslüman olduktan sonra herhangi bir hatadan dolayı kınanmadım..!”

Ve başı göğsüne düşmeden önce veda selâmı vermek üzere başını son kez yukarı kaldırdı ve Allah’ın rahmetine kavuştu.