Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

UBÂDE b. SÂMİT

Allah’ın Ordusunda Bir Komutan


Ensârdan bir müslümandır. Ensâr hakkında da Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle demiştir: “Şayet ensâr bir vadiye veya guruba girseydi, ben de ensârın vadisine (yoluna) ve gurubuna katılırdım.

Yine hicret olmayıp, muhacir olmasaydım. Ensârdan birisi olurdum.” Ubâde b. Sâmit ensârdan olmakla beraber, Resûlullah’ın kendi akraba ve aşiretlerine (kabilelerine) başkan tayin ettiği liderlerden de birisidir. İlk ensâr heyeti Mekke’ye, Resûlullah’a, İslâm’a girmek üzere biat etmeye geldiğinde Ubâde (r.a.) on iki mü’min kişiden birisiydi.

Bu olay “Birinci Akabe Biati” diye meşhur olmuştur. Bildiğimiz gibi o mü’minler, İslâm’a koşmuş, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) biat ederek, ellerini uzatmışlar ve müslüman olarak ona güç ve kuvvet verip, yardımcı olmuşlardır. Bir sonraki sene hac mevsimi geldiğinde, “İkinci Akabe Biati”nde de bulundu. Bu biatle mü’min erkek ve kadınlardan oluşan yetmiş kişilik ikinci ensâr heyeti Allah Resûlü’ne biat etmişti. Ubâde yine heyetin ileri gelenleri arasındaydı ve ensârın temsilcilerindendi.

Bundan sonra olaylar birbirini takip etti. İslâm’ın malla, canla, başla sürekli desteklenmesi gerekti. Ubâde yine oralardaydı, hiçbirinden geri kalmadı. Malını feda etmede de cimri davranmadı. Allah’ı ve Resûlü’nü tercih ettiğinden beri bu seçimin gereklerini en mükemmel bir şekilde yerine getiriyordu... Bütün hayatı Allah içindi. Bütün taati Allah içindi... Akrabalarıyla, anlaşmalı olduğu kişilerle ve düşmanlarıyla olan bütün ilişkilerini imanı şekillendiriyordu.

Bu ilişkilerini imanının gerektirdiği biçimde tanzim ediyordu… Ubâde’nin ailesi, Medine’de yahudi Kaynuka oğullarına eski bir antlaşma ile bağlıydı. Resûlullah ve ashabının Medine’ye hicret etmesinden itibaren Medineli yahudiler anlaşma yolunu tercih ettiler. Nihayet Bedir gazvesinden sonra Uhud gazvesinden önceki günlerde, Medineli yahudiler kötülük yapmaya ve anlaşmayı ihlal etmeye başladılar... Onların kabilelerinden biri olan Kaynuka oğulları, müslümanların aleyhine fitne ve bozgunculuk çıkaran bazı şeyler yaptılar... Ubâde onların bu durumlarını görür görmez, verdikleri sözü kendilerine iade ederek anlaşmayı feshetti.

Bunu da şu sözleriyle ifade etti: “İyi biliniz ki ben, Allah’ı, Resûlü’nü ve mü’minleri dost edindim.” Bunun üzerine onun durumunun ve dostluğunun vahyî ifadesi olan Kur’ân âyetleri nazil oldu. Şöyle diyordu Cenabı Hak: “Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve inananları dost edinirse, muhakkak ki galip gelecek olan Allah’ın ordusudur.” (Mâide, 56)

Şüphesiz âyet-i kerime, Allah’ın yolunu savunanların sonsuza dek var olacağını ilan etmiştir. Allah’ın ordusu, Allah Resûlü’nün etrafında Hüda’nın ve Hakk’ın bayrağını taşıyarak savaş yapmış mü’min kimselerdir. Ayrıca mü’minlerin saflarına mübarek bir uzantı teşkil eden, kendilerinden önce yaşamış, tarih boyu nebî ve resûlleri etrafında birbirlerinin destekleyicisi, zamanlarında ve çağlarında Hay ve Kayyûm olan Allah’ın kelâmının tebliğcileri olan kimseler de bu guruba dahildir… Allah’ın ordusu bu defa Muhammed (s.a.v.) ve onun ashabı ile sınırlı kalmayacaktır.

Bilakis gelecek nesillere ve çağlara uzanacak, ta ki Allah, saflarını birleştirerek, yeryüzünü ve yer üstündekileri sadece Allah’a ve Resûlü’ne inananlara miras kılsın… İşte böylece, hakkında âyet nazil olup durumu açıklığa kavuşturulan ve imanı yüceltilen bu kişi, Medine’de ensârın liderlerinden bir lider olarak kalmayacaktı.

Aksine yeryüzünün bütün kıtalarına yayılacak bir dinin ileri gelen şahsiyetlerinden olacaktı... Evet… Ubâde b. Sâmit, kabilesi Hazrec’in temsilcisi, İslâm’ın kumandanlarından bir kumandan ve müslümanların liderlerinden bir lider oldu. Yeryüzünün kıtalarının büyük bir bölümünde ismi bir bayrak gibi dalgalanmaktadır. Bu bayrak bir, iki, üç nesil değil; bilakis Allah dilediği sürece, nesiller boyu, sonsuza dek dalgalanacaktır.

Bir gün Resûlullah’ı (s.a.v.) başkanların ve valilerin sorumluluklarından konuşurken işitti. Nebî (a.s)’ı bir hakkı ihlal etmeleri veya zimmetlerine mal geçirmeleri sebebiyle başkanların akıbetlerine ilişkin konuşurken dinledi.. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı geçirdi ve bundan sonra iki kişiye bile olsa başkan olmayacağına dair Allah adına yemin etti... Gerçekten yeminini de tuttu.

Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti döneminde kendisine resmî nitelikte hiçbir görev verilemedi. İnsanlara dini ve fıkhı öğretmekten başka her tür görevden el çekmişti... Evet... Bu, nefsini diğer işlerden uzaklaştırarak kibirden, sultadan ve servetten çekinerek, aynı zamanda dinini ve âhiretini tehlikeye düşürecek hatalardan sakınarak, sadece Ubâde’nin tercih ettiği bir tutumdu. Böylece üç kişiden biri olarak Şam’a hicret etti: O, Muâz b. Cebel ve Ebü’d-Derdâ...

Onlar bölgeyi ilim, fıkıh ve nurla doldurdular. Ubâde daha sonra bazı dönemler hakimliğini yürüttüğü Filistin'e göçtü. Orayı halife adına Muaviye yönetirdi.

Ubâde b. Sâmit Şam’da oturmasına rağmen gözünü hudutların gerisine, İslâm’ın başkentine ve hilafetin merkezi olan Medine-i Münevvere’ye çevirir ve orada Ömer b. Hattab’ı görürdü. Benzeri olmayan adamı… Sonra Filistin’de oturduğu sırada gözünü dünyayı seven ve saltanat aşığı bir adam olan Muaviye b. Ebû Süfyan’a çevirir ve onu görürdü. Ubâde, ömrünün en hayırlı, en çok ve en bereketli günlerini Resûlullah ile beraber geçirmiş ilk İslâm büyüklerindendi. Ubâde gayrette pek çok insanı geçmiş ve malını da bu yolda kullanmış bir kişidir. İslâm’ı isteyerek kucaklamış, korkuya yer bırakmamıştır...

Canını ve malını Allah’a satmıştır. Ubâde, Muhammed’in (s.a.v.) bizzat kendi eliyle terbiye ettiği; ruhundan, nurundan ve azametinden ona lütfettiği ilk İslâm büyüklerindendir. Yaşayanlar için adaletli bir hakim olarak, en ideal örnek, Medine’de ikamet eden büyük insan Ömer b. Hattab’dı... Ona sonsuz bir güven besliyordu. Ubâde, Muaviye’nin uygulamalarını Hz. Ömer’in uygulamalarıyla kıyasladı. Tabi ki ikisi arasındaki fark büyük olacaktı… Muaviye ile çarpışması da kesin olacaktı. Nitekim öyle de oldu…


Ubâde (r.a.) şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.)’e Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmamak üzere biat ettik.” Ubâde de bu biate sadık kalanların en hayırlılarındandı. Öyleyse bütün saltanatıyla beraber Muaviye’den de kesinlikle korkmayacak ve bütün hatalarını gözetip söyleyecekti... O günlerde Filistinliler garip bir şeye şahit olmuşlardı. Ubâde’nin Muaviye’ye karşı başlattığı cesur muhalefetinin haberleri, bir örnek tavır olarak İslâm ülkesinin birçok bölgesine ulaşmıştı.

Muaviye, meşhur olduğu büyük yumuşaklığına ve sakinliğine rağmen Ubâde’nin yaptıklarından rahatsızlık duydu. Ve saltanatına karşı onda ciddi bir tehdit sezdi. Ubâde de kendi bakışıyla, Muaviye’yle arasında bulunan uçurumun artarak genişlediğini gördü. Bunun üzerine Muaviye’ye: “Allah’a yemin olsun ki, seni ebediyen yeryüzünün hiçbir yerinde rahat bırakmayacağım!” dedi. Filistin’i terk ederek, Medine’ye geldi...

Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer, büyük bir zekaya ve uzak görüşlülüğe sahipti. Bu sebeple Muaviye gibi zekâsına güvenen ve onu hesapsızca kullanan valileri denetimsiz bırakmamakta kararlı idi. Bunun için, böyle valilerin etrafında, onları nefsin tamahından ve dünyaya rağbetten vazgeçiren, onlara ve halka daima Peygamberimiz (s.a.v.)’in günlerini ve çağını hatırlatan, verâ ve zühd sahibi ve Allah için nasihat eden bir gurup (sahâbe) bulundururdu. Bundan dolayı Emir’ül-mü’minin, Ubâde b. Sâmit’in Medine’ye döndüğünü görür görmez: “Seni buraya getiren nedir ey Ubâde?” diye sordu.

Muaviye ile aralarında olanları anlatınca da: “Yerine dön! Senin gibi birinin bulunmadığı bir yeri Allah hayırlı kılmaz.” dedi. Sonra Ömer, Muaviye’ye bir ferman gönderdi. Fermanda şunlar yazıyordu: “Senin valiliğin Ubâde karşısında geçersizdir. Ona karşı valilik nüfuzunu kullanamazsın.” Evet… Ubâde kendisinin valisiydi… Hz. Ömer el-Faruk, bir kişiye böyle bir ikramda bulunduğu zaman o ikram edilen insan gerçekten büyük demektir...

Gerçekten Ubâde, iman, vicdan ve hayatının doğruluğu açısından büyük bir insandı… Ensârın ve İslâm’ın liderlerinden bu iyi insan, varını yoğunu dünyada bırakarak hicri 34. senede Filistin bölgesinde Remle’de vefat etti