Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

AMMÂR b. YÂSİR

Cennetten Bir Adam


Eğer cennette doğup, orada yetişip, sonra da bir nur ve ziynet olarak yeryüzüne gönderilen insanlar olsaydı, bunlar Ammâr, annesi Sümeyye ve babası Yâsir olurlardı herhalde!..

Fakat niçin “olsaydı” diyoruz ki… Böyle bir varsayımda niçin bulunuyoruz ki, Yâsir ailesi gerçekten cennet halkındandır.

Hz. Peygamber onlara: “Sabır edin, ey Yâsir ailesi! Varacağınız yer cennettir!” derken teselli olsun diye konuşmuyor, bilakis bildiği ve gördüğü bir gerçeği dile getiriyordu. Ammâr’ın babası Yâsir b. Âmir, memleketi olan Yemen’den ayrılmış, bir dost ve kardeş bulma ümidiyle yollara koyulmuştu... Mekke’yi beğenmiş ve orada yerleşmişti.

Ebû Huzeyfe b. Muğire’nin himayesinde orayı vatan edinmişti. Ebû Huzeyfe onu cariyelerinden Sümeyye binti Hayyat ile evlendirmişti. Daha sonra bu kutlu evlilikten Ammâr dünyaya gelmişti... Yâsir ailesi erken dönemde müslüman olmuş ve Allah’ın hidâyete erdirdiği o kutlular kervanına katılan ilklerden olma şerefine ermişti. Ve ilk müslümanların başına gelen, Kureyş’in o acıklı azabından paylarına düşeni fazlasıyla almıştı... O sıralar Kureyş, müslümanları sindirmek için her türlü çareye başvuruyordu. Eğer müslüman olan kişi zengin ise, onu tehditle sindirmeye çalışıyorlardı.

Ebû Cehil zengin bir müslümana rastladığında: “Senden daha hayırlı olan babalarının dinini terk ettin... Seni akılsızlıkla suçlayacağız. Şerefini beş paralık edeceğiz... Ticaretine engel olacağız, iflas edeceksin.” şeklinde sözler söyleyerek psikolojik savaş yapıyordu... Öte yandan eğer müslüman olan kişiler, Mekke’nin fakir, zayıf ve köle insanlarıysa, bunlara karşı daha şiddetli sindirme hareketleri uygulanıyordu... Yâsir ailesi bu gruptandı. Bunlara işkence etme görevi, Mahzum oğullarına verilmişti...

Bu insanlar, Yâsir ailesini her gün Mekke’nin yakıcı sıcağına çıkarırlar ve akla, hayale gelmedik işkenceler yaparlardı. Bu azap ve işkenceden Sümeyye’nin payına düşen, gerçekten korkunç ve akıllara durgunluk verecek şiddetteydi. Sümeyye’nin o vakit gösterdiği azim ve kararlılıktan, ileride müslüman kadınların durumunu anlatırken bahsedeceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, İslâm şehidi Sümeyye’nin o gün gösterdiği cesaret, abartısız beşer tarihinde bir eşi ve benzeri daha görülmemiş değerdeydi... Bu azim ve kararlılığı sayesindedir ki, Sümeyye her asır ve zamanda mü’minlerin gönlünde “şerefli bir anne” olarak taht kurmuştur. Resûlullah (s.a.v.) Yâsir ailesinin işkence edildiği yere gelir, bakar; fakat o gün için elinde onları kurtaracak bir güç olmadığından çaresiz kalırdı.


Bu, tamamen Allah’ın bir kaderi ve takdiriydi... Bayrağını Hz. Muhammed’in dalgalandırdığı bu yeni din, ­Hanif olan İbrahim’in dini­ arızî ve geçici bir ıslah hareketi değildi... Bilakis inananlar için bir hayat düsturu ve yaşam biçimiydi... O hâlde mü’minlerin, bu dini, kahramanlıkları ve fedakarlıklarıyla birlikte gelecek nesillere aktarmaları gerekmektedir. Zira din ve akidenin ayakta durabilmesi, bu şerefli ve yüce fedakârlıklara bağlıdır.

Bu mücadele ve fedakârlıkların her biri, mü’minlerin kalplerine sürur, gıpta ve sadakat tohumları eken ve onları dinin hakikatına erdiren birer nümune­i imtisaldir. Evet, İslâm için kendisini feda edenler vardı ve olmak zorundaydı... Nitekim Kur’ân­ı Kerim birçok âyetinde bu manaya işaret etmiştir: “İnsanlar, inandık demekle bırakılıverileceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı sandılar?” “Yoksa siz, Allah içinizden savaşanlarla savaşmayanları belli etmeden, sebat edenlerle etmeyenleri belirlemeden cennete girivereceğinizi mi sandınız.” “İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah’ın emriyle idi.

Bu, Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi.” “Allah mü’minleri sizin üzerinde bulunduğunuz şu hâlde bırakacak değildir.

Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.” “Yoksa siz kendi hâlinize bırakılıverileceğinizi, içinizden cihad edenleri Allah’ın bilmediğini mi sandınız?” “Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sadık olanları da bilir, yalancı olanları da bilir.” İşte Kur’ân mü’minlere, fedakârlığın, imanın cevheri ve özü olduğunu bu şekilde anlatıyor...

Ve zalimlerin zulmüne, sabır, sebat ve inatla karşı konulması neticesinde imanın faziletlerinin birer birer ortaya çıkıp şekilleneceğini haber veriyor. Bu şekilde Allah’ın dini, temellerini sağlamlaştırarak kökleşiyor ve kendisini bu yolda feda ederek nefsini tezkiye eden Allah erlerinin hayatlarından çarpıcı tablolar sunarak gelecek nesillere yol gösteriyor, ışık tutuyor... İşte Sümeyye, Yâsir ve Ammâr da kendilerini Allah yoluna adamış, bu mübarek, yüce ve örnek şahsiyetlerindendirler.... Hz. Peygamberin her gün Yâsir ailesinin işkence edildiği yere gidip, onların sebat ve cesaretlerine tanık olduğunu söylemiştik....

Onların bu içler acısı durumu karşısında Resûlullah’ın yüce kalbi şefkat ve merhametle dolardı… Ama o gün için elinden bir şey gelmezdi. Yine böyle bir günde, Resûlullah dönüp gideceği sırada Ammâr: “Ya Resûlullah! Artık dayanamıyoruz; takatimiz kalmadı!” diye seslendi. Resûlullah da: “Sabır! Ey Yâsir ailesi! Muhakkak ki, varacağınız yer cennettir...” buyurdu. Ammâr’a uygulanan azabı arkadaşları şöyle anlatıyorlar: Amr b. el­Hakem: “Ammâr’a ne dediğini bilmeyinceye kadar işkence edilirdi.”

 Amr b. Meymun: “Müşrikler Ammâr b. Yâsir’i ateşte yaktılar... O sırada Resûlullah oradan geçmekteydi... Yapılanları görünce elini başına koydu ve “Ey ateş! Ammâr için serin ve emin ol! Tıpkı İbrahim’e olduğun gibi.” buyurdu.” Bütün bu işkenceler karşısında Ammâr, bedenen bir acı ve ıstırap duymaktaydı; fakat ruhen rahat ve huzur içindeydi... Evet... Ammâr ruhen rahat ve huzur içindeydi... Ta ki müşriklerin eziyet ve işkencelerinin son haddine vardığı o güne kadar.. O gün müşrikler, Ammâr’a akla hayale gelmedik işkenceler yapmışlar ve Ammâr şuurunu kaybetme noktasına gelmişti.

Bu sırada müşrikler ondan kendi ilâhlarını hayırla yad etmesini istediler. Ammâr da kendinden geçmiş, şuurunu kaybetmiş bir hâlde onların dediklerini tekrarladı... Aklı başına gelip, durumu farkedince “ben ne yaptım?!” diyerek, daha büyük bir acı ve ıstırapla kıvranmaya başladı... İşte o gün bu durumun verdiği azap, müşriklerin tüm işkencelerinden daha ağır gelmişti Ammâr’a. Ammâr, “Ben böyle bir şeyi nasıl söylerim, bunu nasıl affettirebilirim?!” düşüncesiyle âdeta kahrolmaktaydı...

Zira daha önceki eziyet ve işkenceler bedenine dokunurken, bu defa ruhu acı ve ıstırap içindeydi... Zor olanda buydu... Fakat Allah’ın lütuf ve merhameti genişti... Nitekim zorlama anında söylenen bu tür sözlerin affolunacağı hakkındaki âyet­i kerimeyi inzal ederek Ammâr ve onun durumunda olanların kalplerine âdeta su serpmişti... Allah Resûlü Ammâr’la karşılaştı, Ammâr ağlıyordu... Resûlullah onun gözyaşlarını sildi ve ona: “Müşrikler seni yakaladılar, suya batırdılar, neredeyse nefesin kesilecekti, sen de şöyle şöyle dedin.” diyerek olanları görmüşcesine anlattı.

Ammâr da cevaben: “Evet, ya Resûlullah...” dedi. Allah Resûlü de ona: “Eğer seni aynı şeye tekrar zorlarlarsa yine onlara aynı şeyi söyleyebilirsin...” buyurdu ve şu âyet­i kerimeyi okudu. “...ancak kalbi imanla dolu olduğu hâlde (kelime-i küfrü söylemeye) zorlanan kişi hariç...” Bu âyetle Ammâr rahatladı, kalbi sükûna erişti... Ruhunu ve imanını yeniden kazandı... Bunun ötesi onun için önemli değildi. Ammâr’ın sebatı karşısında müşrikler çaresiz kaldılar.

İstediklerini elde edemeyip, zelil bir hâlde geri çekildiler... Hicretten sonra mü’minler Medine’ye yerleştiler ve İslâm toplumunun ilk temelleri burada atılıp, yerleşmeye başladı... Bu toplum içerisinde Ammâr’ın müstesna bir yeri vardı... Allah Resûlü onu çok sever, ashabına onun imanı ve ahlâkıyla ilgili övücü sözler söylerdi... Resûlullah onunla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Ammâr, ağzına kadar imanla dolu bir insandır.” Hâlid b. Velîd ile Ammâr arasında cereyan eden üzücü bir olay sebebiyle de Allah Resûlü: “Ammâr’a düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiştir, Ammâr’a buğz eden, Allah’a buğz etmiştir.” buyurmuştu.

Bunun üzerine İslâm kahramanı Hâlid b. Velîd, derhal Ammâr’ın yanına gitmiş, özür dileyerek affını istemişti... Medine’ye hicretlerinin akabinde müslümanlar hemen bir mescid inşa etmeye koyulmuşlardı... Ashab bir yandan çalışıyor, bir yandan da Ali’nin söylediği şu şiiri tekrar ediyordu. Ayakta ve oturarak Yahut toz toprak içinde kalarak Allah’ın mescidlerini onaranlar Hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı? Ammâr da mescidin bir tarafında çalışıyor, bir yandan da yüksek sesle bu şiiri okuyordu... Arkadaşlarından birisi, Ammâr’ın bu sözlerle kendisini ayıpladığını zannetti ve onun hakkında ileri geri konuşarak, ona buğz etti.

Bu durum karşısında Allah Resûlü: “Ammâr’la ne alıp veremediğiniz var?... O sizi cennete davet ediyor, sizse onu cehenneme çağırıyorsunuz... Muhakkak ki Ammâr, bendendir (benden bir parçadır).” buyurdu. Resûlullah’ın bu derece sevdiği bir insanın, imanı, sadakati ve dostluğu da şüphe yok ki kemâl noktasında olmalıydı... Nitekim Ammâr bu meziyetlere sahip bir kişiydi.


Allah, hidâyet ve nimeti ona bolca ihsan etmişti, öyle ki hidâyet ve yakîndeki derecesi sebebiyle Allah Resûlü onun imanını tezkiye etmiş, ashabına onu örnek göstermiş ve: “Benden sonra Ebû Bekr ve Ömer’e tâbi olun... Ammâr’ın ahlâkıyla ahlâklanın.” buyurmuştu... Raviler onu şu şekilde vasfetmektedirler: “Uzun boylu, maviye çalan siyah gözlü, omuzları arası geniş, çoğunlukla susan, az konuşan bir insandı.” Bu vasıflara sahip bir insanın hayatı acaba nasıl geçti?... Muallimi ve önderi Resûlullah ile tüm savaşlara katılmıştı... Bedir, Uhud, Hendek, Tebuk ve diğerleri... Allah Resûlü’nün vefatından sonra da gazvelere iştirak etmişti... İranlılarla, Rumlarla ve daha önceki ridde savaşlarında Ammâr hep en ön saftaydı...

Allah yolunda, cesur, gayretli ve kararlı bir asker... Takva ve verâ sahibi kutlu bir müslüman... Mü’minlerin Emiri Ömer b. Hattâb, müslümanlar üzerine tayin edeceği valilerini büyük bir dikkat ve titizlikle seçerken, gözleri öncelikle Ammâr b. Yâsir’i arıyordu... Onu Kûfe’ye vali tayin etmiş ve beytülmalin gözetimini de İbn Mes’ûd’la beraber ona bırakmıştı... Sonra da Kûfe ehline şu müjdeli mektubu yazmıştı: “Size Ammâr b. Yâsir’i vâli olarak; Abdullah b. Mes’ûd’u da öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum.

Bu ikisi Muhammed ümmetinin şereflilerin­den ve Bedir ehlindendirler...” Ammâr, valiliği sırasında dünya ehline zor gelen bir yönetim takip etti, hatta bazıları kendisine karşı bile geldiler... Valilik, Ammâr’ın tevazu, zühd ve takvasını artırdı ve o, bu ölçülerden kesinlikle ayrılmadı… Kûfe’de kendisinin çağdaşı olan Ebü’l­Huzeyl onunla ilgili olarak şöyle diyor: “Ammâr’ı valiliği sırasında Kûfe çarşısından salatalık satın alıp, sırtına yükleyerek, evine götürürken gördüm...” Yine valiliği sırasında halktan biri kendisine: “Ey kulağı kesik!” diye seslenmişti. (Ammâr Yemame savaşında bir kulağını kaybetmişti.) Elinde güç ve kuvvet olmasına rağmen adama bir şey yapmamış, sadece “Beni en hayırlı kulağımla ayıpladın.

Zira ben onu Allah yolunda kaybettim...” demekle yetinmişti... Evet... Yemame Ammâr’ın büyük ve şerefli günlerinden biriydi... O gün Müseylime’nin askerleriyle kıyasıya mücadele etmiş, aslanlar gibi çarpışmış ve bu arada bir kulağını da kaybetmişti... Ammâr, bir ara müslümanların zaafa düştüklerini görmüş ve onların toparlanmaları için elinden geleni yapmıştı. Bu durumu, Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor: “Ammâr b. Yâsir Yemame günü bir kayanın üzerine çıkmış şöyle bağırıyordu: “Ey mü’minler, cennetten mi kaçıyorsunuz? İşte ben Ammâr b. Yâsir’im, benimle gelin...!”

Bu arada Ammâr’a baktım, bir kulağının kesilmiş olduğunu gördüm. O ise hâlâ tüm şiddetiyle vuruşmaya devam ediyordu.” Evet, Resûl­i Azam ve Muallim­i Kamil Hz. Muhammed (s.a.v.)’in büyüklüğünden şüphe eden varsa, onun bu güzide ashabına baksın ve kendi kendine şu soruyu sorsun: “Bu derece yüce şahsiyetleri, o büyük muallim ve Resûl’den başka kim yetiştirebilir?” Savaşa daldıklarında zafer kazanmaktan öte ölüme gülerek gidiyorlardı..! Halife ve yönetici oldukları vakit de yetimlerin koyunlarını sağıp, hamurlarını yoğuracak kadar mütevazı ve alçak gönüllü idiler.. . Ebû Bekir ve Ömer gibi..!


Vali olduklarında da kendi yiyeceklerini kendi sırtlarında taşımışlardı... Ammâr gibi... Veya rütbelerini bir yana bırakıp, hurma yapraklarından yaptıkları sepet ve zembil gibi şeylerle geçimlerini temine çalışıyorlardı... Selmân gibi... O hâlde gelin, onlara bu şerefi bahşeden dini ve onları terbiye eden Resûl’ü selâmlayalım...

Öncelikle de onları seçen, hidâyete erdiren ve yeryüzünde insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan bizler için onları öncü ve rehber kılan yüce Allah’a hamd­ü senâlarda bulunalım. Ashabın önde gelenlerinden, kalplerin esrarına vukufiyet ile meşhur Huzeyfe b. Yemân ölüm döşeğindeyken, etrafındakiler ona: “İnsanlar ihtilaf ettikleri vakit kime müracaat etmemizi tavsiye edersin?” dedikleri vakit Huzeyfe onlara son nefesiyle beraber şu kelimeleri mırıldandı: “Sümeyye oğluna tutununuz. Muhakkak ki o, ölene kadar Hak’tan ayrılmayacak bir insandır.” Evet, Hak neredeyse, Ammâr da oradaydı... Gelin şimdi hep birlikte onun hayatını biraz daha yakından inceleyelim... Müslümanların Medine’ye hicretlerinin ilk günleriydi... Mü’minler vakit kaybetmeden bir mescidin inşasına başlamışlardı. Kalpleri iman ve sevinçle doluydu... Büyük bir aşk ve şevkle çalışıyorlardı... Rablerine karşı hamd ve şükran duyguları içerisindeydiler...

Bir kısmı taş getiriyor, bir kısmı çamur karıyor, bir kısmı da binayı inşa ediyordu... Guruplar hâlinde arılar gibi çalışıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle şiir okuyorlardı. “Oturmak yakışmaz bize Nebi (s.a.v.) çalıştığı hâlde” Sonra başka bir şiire geçiyorlardı: “Gerçek hayat ahiret hayatıdır, Allah’ım! Muhacir ve ensâra merhamet et!” Bir başka şiirde de şöyle diyorlardı: “Ayakta veya oturarak Yahut toz toprak içinde kalarak Allah’ın mescidlerini onaranlar Hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı?” İnşa edilen Allah’ın beytiydi... Onlar ise sancağı taşıyan ve beyti inşa eden Allah’ın askerleriydiler. Allah Resûlü de onlarla birlikte taş taşıyor, var gücüyle çalışıyordu...

Neşe içinde söyledikleri şiirler, bu işi ne kadar arzu ve istekle yaptıklarını gösteriyordu... Ve gökyüzü âdeta bu kutlu insanları taşıyan yeryüzünü kıskanıyordu... Hayat, en güzel bayramlarından birine şahit oluyordu... Ammâr b. Yâsir de ağır taşlar taşıyarak, bu coşkulu topluluk içerisinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla ifa etmekteydi... Rahmet ve hidâyet kaynağı Muhammed (s.a.v.), Ammâr b. Yâsir’in bu gayretini yakından izliyor, şefkatle ona yaklaşıyor ve mübarek eliyle, Ammâr’ın toz dumana bulanmış başını sıvazlayarak tozlarını silkmeye çalışıyordu. Bir yandan da onun nur yüzüne bakarak, etrafındakilere alçak bir sesle şöyle diyordu: “Vah Sümeyye’nin oğluna!.. Onu azgın bir topluluk öldürecektir.”

Önsezi ve ileri görüşlülük bir kez daha kendini gösteriyordu. Bu sırada altında çalışmakta olduğu duvar Ammâr’ın üzerine yıkıldı. Bazı arkadaşları onun öldüğünü zannettiler ve acaba biz mi sebep olduk diye endişe içerisinde durumu Hz. Peygamber’e bildirdiler... Fakat Hz. Peygamber emin bir şekilde onlara şu cevabı verdi: “Ammâr ölmedi. Onu azgın bir topluluk öldürecektir.” Kim bu azgın topluluk’? Ne dersiniz? Nerede ve ne zaman öldürecekti Ammâr’ı? Ammâr bu haberi can kulağı ile dinliyordu... Fakat korkmuyordu. Zira o müslüman olduğu günden beri her an, her vakit, gece gündüz şehâdete hazırlıklıydı... Günler geçti... Devir döndü... Topluluklar gelip geçti...

Hz. Peygamber Refik-i A’lâ’ya yükseldi (vefat etti). Yerine Hz. Ebû Bekir geçti... Sonra Ömer halife oldu... Ömer’in akabinden de “Zinnureyn” Osman b. Affan hilafete geçti... Bu sıralar İslâm karşıtı isyan hareketleri artmış, fitne ve fesad ortalığı kaplamıştı. Bu isyan hareketlerinin ilk kurbanı, Hz. Ömer olmuş ve bu vakitten itibaren de İslâm’ın içerisinde yerleşip kök saldığı Peygamber şehri Medine’den yükselen fitne ve fesad rüzgarları bütün İslâm dünyasını kaplamıştı. Belki de Hz. Osman’ın yönetim işlerine gereken önemi verememesi ve olayları iyi takip edip değerlendirememesi sonucu olsa gerek, olayların önü alınamadı ve bu arada Hz. Osman da şehid oldu...

Ve müslümanlar aleyhine fitne kapıları açıldı... Muaviye, Hz. Ali ile hilafet tartışmalarına girdi... Bu olaylar karşısında ashab farklı guruplara ayrıldı: Bir kısmı bu ihtilaflardan elini eteğini çekerek, evine çekildi ve İbn Ömer’in şu tavsiyesine uydu: “Haydi namaza diyene uyarım. Haydi felaha diyene de uyarım. Fakat her kim “Haydi müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya” derse, “Hayır, ben yokum!” Bir kısmı Muaviye tarafını tuttu...

Bir kısmı ise, kendisine biat edilen Mü’minlerin Emiri Ali’nin tarafına geçti... O gün Ammâr kimin safına katıldı dersiniz? Resûlullah’ın, hakkında “Ammâr’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.” buyurduğu bu adam, kimin tarafını tutmuştu? Nebî (s.a.v.)’in, hakkında, “Ammâr’a düşmanlık eden, Allah’a düşmanlık etmiş olur.” buyurduğu bu insan hangi guruba katılmıştı? Evinin kenarında sesini işittiği Allah Resûlü’nün onun için, “Merhaba ey temiz, güzel insan! Ona izin verin girsin.” buyurduğu bu kutlu sahâbî o gün kimin safına katılmıştı? Ali b. Ebû Tâlib’in…

Evet, o gün Ammâr, Ali’nin yanında yer almıştı... Taassubundan veya ön yargısından değil... Sadece Hakk’a ve ahde olan bağlılığından dolayı… Ali mü’minlerin halifesiydi... Kendisine biat edilmişti... Bu işe ehil ve layık olduğu için hilafet makamına getirilmişti...

Ali halifeliğinden önce de sonra da yüksek meziyetlere sahipti. Öyle ki Hz. Peygamber katında onun yeri, Musa’nın katında Harun’un yeri mesabesindeydi. Hak’tan bir an bile ayrılmayan Ammâr, o gün basiret ve ileri görüşlülüğü ile, Hak ve hakikati Ali’nin yanında görmüş ve onun tarafını tutmuştu. Bu durum karşısında Hz. Ali de ferahladı. Zira Hak ve hakikat aşığı Ammâr kendi tarafındaydı. Demek ki haklı olan kendisiydi.

Ve o korkunç Sıffin günü gelip çattı... Hz. Ali bir isyan hareketi olarak telakki ettiği Muaviye’ye karşı harekete geçti. Ammâr da yanındaydı... O gün Ammâr doksan üç yaşındaydı... Doksan üç yaşındaydı, savaşa gidiyordu... Onun için yaşın önemi yoktu... Savaşı bir sorumluluk ve görev bildiği sürece kaç yaşında olursa olsun çıkar, delikanlılar gibi sonuna kadar çarpışırdı... Ammâr genelde suskun bir insandı... Fazla konuşmaz; konuştuğu vakit de ancak birkaç kelime söylerdi.

Bu da genelde “Fitneden Allah’a sığınırım...” sözleri olurdu... Allah Resûlü’nün vefatının hemen akabinde de Ammâr’ın bu tazarru ve yakarışları devam etti. Günler geçtikçe Ammâr’ın yakarışları da artıyordu. Sanki ömrünün sonunda, kalb­i pakiyle, gelmekte olan tehlikeyi âdeta seziyordu. Nihayet tehlike çattığında, fitne zuhur ettiğinde Sümeyye’nin oğlu, o gün nerede duracağını, hangi safta yer alacağını gayet iyi biliyordu... Evet, Sıffin günü Ammâr doksan üç yaşında olmasına rağmen, inandığı, gönül verdiği Hakk’ın ikamesi uğruna kılıcını çekmiş, yola çıkmıştı... Bu savaşla ilgili fikrini de şu sözleriyle açıklamıştı: “Ey insanlar..! Osman’ın intikamını almak için ortaya çıktıklarını iddia eden şu insanlara karşı bizimle birlikte olun. Vallahi onların maksadı, Osman’ın hakkını aramak değildir.

Onların tek gayeleri, alıştıkları dünya lezzetlerinden kopmamak ve şehvetleri peşinde koşmaktır. Bunların İslâm’da bir öncelikleri yoktur ki, müslümanlar onlara ne diye itaat etsinler?.. Müslümanlar üzerinde velayetleri de yoktur... Bunların kalpleri Allah korkusu nedir bilmez... Allah’a itaat da etmezler... “Osman’ın intikamını almak istiyoruz.” diyerek insanları aldatıyorlar... Bunlar ancak zorba ve melik olmak istiyorlar...” Sonra Ammâr sancağı eline aldı... İnsanların başları üzerinde dalgalandırdı ve şöyle dedi: “Nefsim, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki... Bu sancak altında Resûlullah’ın yanında savaştım... İşte bugün yine aynı sancakla savaşa çıkıyorum...

Allah’a yemin olsun ki, onlar biz mağlup etseler de kesinlikle biliyorum ki, biz Hak, onlar da batıl üzereler.” Oradakiler Ammâr’a tâbi oldular... O’na inandılar. Ebû Abdurrahman es­Sülemi şöyle diyor: “Hz. Ali (r.a.) ile birlikte Sıffin’e katıldım... O gün Ammâr’ın tüm savaş alanını dolaşarak çarpıştığını gördüm... Diğer müslümanlar da ona tâbi olmuşlardı... O âdeta onlar için bir sancak gibiydi.” Ammâr, bu savaşta öylesine gayret gösteriyordu ki, sanki bu savaşın şehitlerinden birisinin de kendisi olacağını biliyordu.

Hz. Peygamber’in sözleri gözlerinin önünde büyük harflerle dolaşıyordu: “Ammâr’ı azgın bir topluluk öldürecektir.” Bu nedenle, sesi ufku çınlatıyor, var gücüyle bağırıyordu: “Bugün Muhammed ve ashabına sevgi günüdür.” Bir ara Muaviye’nin bulunduğu alana yaklaştı ve şöyle dedi: “Sizinle daha önce Kur’ân için çarpışmıştık. Bugünse onun te’vili için çarpışıyoruz... Ve hak yerini buluncaya kadar da çarpışmaya devam edeceğiz...” Ammâr bu sözleriyle, daha önce Allah Resûlü ve ashabının, Ebû Süfyan komutasındaki müşriklere karşı yaptıkları savaşı kast ediyordu...

O gün onlarla savaşmışlardı... Çünkü Kur’ân açıkça müşriklere karşı savaşmayı emrediyordu... Bugün ise, her ne kadar onlar müslüman olsalar da, Kur'ân açıkça onlarla savaşmayı emretmese de, Ammâr’ın içtihadına göre, onlarla savaşmak ve fitne ateşini ebediyen söndürmek gerekiyordu...

Yani dün onlarla dini ve Kur’ân’ı yalanladıkları için savaşıyorlardı...
Doksan üç yaşındaydı ve ömrünün son savaşına katılıyordu... Muaviye’nin askerleri, “azgın topluluk”tan olmak istemedikleri için Ammâr’dan çekiniyorlar, ondan uzak duruyorlardı... Fakat Ammâr tek başına âdeta bir ordu gibiydi... Bu durum karşısında Muaviye’nin ordusundan bazı askerler onu öldürmek için fırsat kollamaya başladılar... Ve neticede onu öldürdüler.

Ammâr’ın ölüm haberi kısa sürede etrafa yayıldı... Müslümanlar Medine mescidinin inşası sırasında Hz. Peygamber’in söylediği şu sözleri hatırladılar: “Vah Sümeyye’nin oğluna!..

Onu azgın bir topluluk öldürecek.” Bu azgın topluluğun kim olduğu şimdi anlaşılmıştı: Muaviye ve ordusu… Bu durum karşısında Ali ve ashabının imanları bir kat daha ziyadeleşti… Muaviye’nin ordusu ise, Ali’ye katılma eğilimi içerisine girdi... Bu durum karşısında Muaviye derhal öne çıktı ve şunları söyledi: “Evet, Hz. Peygamberin sözü haktır. Ammâr’ı azgın bir topluluk öldürecektir. Fakat şunu iyi düşününüz: Ammâr’ı kim öldürdü? Biz mi? Hayır! Bilakis onu kendi arkadaşları yani birlikte savaştıkları kişiler öldürdü!” Bu yalan ve yanlış te’vil, kalplerinde heva ve heves dolu olan bir kısım insanları etkiledi... Ve savaş bilinen seyri üzere devam etti...

Ammâr kanlı elbiseleriyle birlikte oraya defnedildi... Müslümanlar Ammâr’ın kabri başında şaşkın ve üzgün bir şekilde sıralanmış, Ammâr’ın, âdeta vatanına hasret duyan bir bülbülün sedası gibi söylediği şu sözleri hatırlıyorlardı: “Bugün Allah Resûlü’ne ve ashaba sevgi günüdür.” Ashabtan biri diğerine, “Medine’de oturduğumuz bir sırada Allah Resûlünün: “Cennet Ammâr’a müştaktır, onu özlemektedir.” dediğini duydun mu?” diye sordu. Arkadaşı da: “Evet, duydum.” dedi. Aynı olayı Ali, Selmân ve Bilâl de anlattı...”

Öyleyse cennet Ammâr’a müştaktı... Onu bekliyordu... Ammâr ise ahdini ve emanetini en güzel şekilde yerine getirmiş, Allah yolunda üzerine düşen görevi hakkıyla ifa etmiş olarak, gıpta edilecek bir ölümle cennete, o ebedî istirahatgâha doğru yola çıkmıştı