Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

HABBÂB b. ERET

Fedakârlık Sanatının Üstadı


Kureyşli’lerden bir topluluk, önceden sipariş verdikleri kılıçları teslim almak üzere Habbâb’ın evine doğru hızlı adımlarla yola çıktılar.

Habbâb kılıç yapıcısıydı. Kılıç yapar ve çarşıya gönderirdi.

 Mekkelilere satardı. Evini ve işini neredeyse hiç terk etmeyen Habbâb’ın âdetinin aksine Kureyşli topluluk onu evde bulamadılar ve beklemeye başladılar. Uzun bir süre sonra Habbâb, yüzünde sevinç gözyaşları olduğu hâlde geldi, konuklarını selâmlayıp oturdu... Aceleci bir tavırla sordular: “Kılıçları yapıp bitirdin mi ey Habbâb!?” Habbâb’ın gözyaşları kesildi.

Gözlerine sevinç parıltıları yerleşti. Sanki kendi kendine söyleniyormuş gibi konuştu: “Gerçekten onun işi acayip...” Topluluk sormaya başladılar: “Hangi iş be adam?! Biz sana kılıçlarımızı soruyoruz, yapıp bitirdin mi?!” Habbâb dalgın, hülyalı bakışlarıyla onları süzdükten sonra dedi ki: “Onu gördünüz mü? Sözünü dinlediniz mi?” Dehşet ve hayret içinde birbirlerine bakıştılar...

İçlerinden biri sinsice sordu: “Sen onu gördün mü ey Habbâb?” Habbâb, adamın alay etmek istediğini anladı ve sordu: “Kimi kastediyorsun?” Adam sinirlenerek cevap verdi: “Senin kastettiğini kastediyorum!” Habbâb, sinsice zarf atarak, ağzından laf alamayacaklarını ve artık imanını açıklarsa, onların oyununa geldiği için değil; aksine hakkı görüp kabul ettiği ve onu açıklamaya karar verdiği için açıklayacağını onlara gösterdikten sonra şevk ve ruh coşkusu içinde şu cevabı verdi: “Evet.. Onu gördüm ve dinledim..

Onun her yanından hakikatin fışkırdığını ve dişlerinde nurun parıldadığını gördüm...!” Kureyşli müşterileri vaziyeti anlamaya başlamışlardı. İçlerinden biri bağırdı: “Ey Ümmü Enmâr’ın kölesi! Kimden söz ediyorsun?!” Habbâb azizlerin sükûnetiyle cevap verdi: “Başka kim olabilir ey Arapların kardeşi... Kavminde ondan başka kimin her yanından hakikat kaynar ve dişlerinde nur ışıldar..?!”

Bir başkası dehşetle haykırdı: “Sanırım Muhammed’i kastediyorsun..?!” Habbâb, sevgiyle başını sallayarak şöyle dedi:
“Evet… O bizi karanlıklardan kurtarıp, nura çıkaracak olan Allah’ın Resûlü’dür...” Habbâb, bu sözlerden sonra ne dediğini hatırlamıyordu. Kendisine neler söylendiğini de hatırlamıyordu.

Tek hatırladığı, uzun saatler sonra uyandığında konuklarının gitmiş olduğu, vücudunun ve kemiklerinin yara bere içinde sızlaması, elbise ve bedeninin akan kanlarıyla boyanmış olduğuydu!.. Gözlerini iyice açarak etrafı inceledi... Mekan, gözlerinin ufkundan daha dardı. Acılarına tahammül ederek, dışarıya çıktı. Kapısının önünde duvara yaslanarak oturdu. Pırıl pırıl yanan gözleri bütün ufku tarayan bir geziye çıktı. Sağa sola bakındı... Gözleri insanların alışageldikleri boyutlarla yetinmiyordu... Kayıp bir boyutu arıyordu… Evet... Hayatındaki kayıp boyutu arıyordu...

Mekke’deki tüm insanların hayatındaki kayıp boyutu... Her yerdeki ve her çağdaki insanların hayatlarındaki kayıp boyutu... Muhammed (s.a.v.)’den bugün dinlediği söz, bütün insanların hayatındaki yitik boyuta ışık tutacak nur değil miydi? Habbâb derin düşüncelere daldı... Sonra evine girdi... Vücudundaki yaraları ilaçlayarak, yeni bir işkenceyi ve yeni acıları karşılamaya hazırlandı!.. O günden itibaren Habbâb, işkenceye uğrayanlar ve mazlumlar arasındaki yüksek yerini aldı...

Fakirliğine ve zayıflığına rağmen, Kureyş’in büyüklenmesine, şiddetine ve çılgınlığına karşı duranlar arasındaki yüce mevkiini korudu... Tüm ufukları tutan yüce sancağı göğüslerinde taşıyanlar arasındaki müstesna yerini aldı. O sancak, putperestlik ve diktatörlük çağının ölüm haberini ilan ediyor; insanların yalnızca Allah’a kulluk ettikleri yeni bir dünyayı muştuluyordu…

Mustazaflara ve garibanlara doğan aydınlık günü muştuluyordu. Artık onlar, şimdiye dek kendilerine mahrumiyetin ve işkencenin her çeşidini tattıran ve onları hizmetlerinde kullananlarla birlikte bu sancağın altında eşit olarak, yan yana duracaklardı. Şa’bî diyor ki: “Habbâb sabretti. Kâfirler onun bileğini bükemediler.

Sırtına kızgın taş parçalarını koyarlardı da etleri lime lime dökülürdü.” Evet... Habbâb’ın işkenceden nasibi büyüktü; fakat direnme gücü ve sabrı işkenceden de büyüktü... Kureyş kâfirleri Habbâb’ın evinde ne kadar demir varsa, kılıç yapmak için kullandığı ne kadar demir varsa, hepsini bukağılara ve zincirlere dönüştürdüler. Ateşte kızdırılan demirlerle Habbâb’ın elleri, ayakları ve bütün vücudu dağlanıyordu...

Bir gün, kendisi gibi işkence gören arkadaşlarından bir kısmıyla birlikte fedakârlıktan kaçındığı için değil; fakat çare bulmak ümidiyle Resûlullah’a gitti. Dediler ki: “Ya Resûlullah! Bizim için Allah’tan yardım dileyemez misin?” Yani bizim için Allah’ın yardımını ve afiyetini isteyemez misin? Bırakalım Habbâb, hadiseyi kendi dilinden anlatsın: “Resûlullah, Kâbe’nin gölgesinde bürdesine yaslanmış hâlde oturuyordu. Ona şikayet ederek dedik ki: “Ya Resûlullah, bizim için yardım dileyemez misin?” Resûlullah (s.a.v.) doğrularak oturdu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Buyurdular ki: “Sizden önce de bir adamı yakalarlar, bir çukur kazıp içine koyarlardı.

Sonra da bir testere getirip, kafasına dayarlardı. Kafası ikiye ayrılırdı da, bu işkenceler yine de o zatı dininden döndüremezdi..!! Demirden taraklarla eti kemiğinden ayrılırdı da yine de bu işkence onu dininden döndüremezdi..!! Kuşkusuz Allah bu işi (dini) tamamlayacaktır. Öyle ki, San’a’dan yola çıkan bir kimse Hadramevt’e kadar (esenlik içinde) yolculuk yapacak ve bu esnada Allah’tan ve koyunları için de kurtlar dışında hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz..!!”


Habbâb ve yoldaşları bu sözleri işitince imanları daha bir pekişti ve kararlılıkları arttı. Her biri, Allah’ı ve Resûlü’nü ne kadar çok sevdiklerini, onlar için ne kadar sabredebileceklerini ve ne kadar fedakârlıkta bulunabileceklerini göstermeye karar verdiler. Habbâb sabrederek, direnerek, ecrini Allah’tan umarak, korkunç bir kavgaya atıldı. Kureyşliler, Habbâb’ın daha önce kölesi olduğu Ümmü Enmâr’ın da onun karşısında tavır almasını sağladılar. Ümmü Enmâr da öteki işkencecilere katıldı.

O kadın, kızarmış demiri alarak Habbâb’ın başının üstüne koyardı. Habbâb acıdan kıvranır; ama yine de işkencecilere istedikleri zevki tattırmamak için kendini tutardı… Bir gün Resûlullah (s.a.v.) ona uğradı. Kızgın demir yine başındaydı. Onu yakıp kavuruyordu. Kalbi şefkat ve hüzünle çarptı; fakat o an için elinden ne gelirdi ki? Hiçbir şey... Ancak ona sebat etmesini tavsiye edebilir ve onun için dua edebilirdi. İşte orada Resûlullah (s.a.v.) ellerini semaya kaldırarak şöyle niyaz etti: “Allah’ım! Habbâb’a yardım et.” Allah’ın takdirine bakınız ki, henüz birkaç gün geçmeden Ümmü Enmâr’a Hak katından peşin bir kısas geldi. Sanki kader onu ve öteki işkencecilere bir ültimatom göndermişti.

İlginç nevrotik bir deliliğe duçar oldu. Tarihçilerin anlattıklarına göre, köpekler gibi ulumaya başladı..! Bunun üzerine ona deva olarak dediler ki: “Bunun, başının ateşle dağlanmasından başka çaresi yoktur!” Böylece kalın kafası, kızgın demirin dokunuşunun acısını yaşamaya başladı… Kureyş imana karşı işkenceyle direniyordu. Mü’minler de işkenceye karşı fedakârlıkla karşı koyuyorlardı.. Habbâb da takdir-i ilâhinin, fedakârlık sanatına üstad olarak seçtiği kimselerden biriydi. Habbâb vaktini ve hayatını dini uğruna seferber etti…

İlk davet günlerinden itibaren -Allah ondan razı olsun- sadece ibadet ve namazla yetinmedi, öğretme konusundaki kabiliyetini de kullandı. Kureyş’in baskısından çekinerek Müslümanlıklarını gizleyen kimi mü’min kardeşlerinin evlerine gizlice gider, onlara Kur’ân öğretirdi... Âyet âyet, sûre sûre inen Kur’ân’ı okuma hususunda büyük bir beceri kazanmıştı.

Hatta hakkında Resûlullah’ın “Kim Kur’ân’ı indirildiği gibi okumak istiyorsa, İbn Ümmü Abd’in (Abdullah b. Mes’ûd) kıraatiyle okusun.” buyurduğu Abdullah b. Mes’ûd bile Kur’ân’ın ezberlenmesi ve okunması hususunda Habbâb’ı referans kabul ederdi. Fatıma binti Hattab ve kocası Saîd b. Zeyd’in Kur’ân öğretmeni de o idi. Bir defasında onlara Kur’ân’ı talim ederken, Ömer b. Hattab onlara baskın yapmıştı.

Ömer, İslâm’la ve Resûlü ile hesaplaşmak için yola çıkmışken, Habbâb’ın okutmak için getirdiği Kur’ân sayfalarını okuduktan sonra o ünlü sözünü haykırmıştı: “Beni Muhammed’e götürün..!!” Habbâb, Ömer’in bu sözlerini işitince saklandığı yerden çıkarak şöyle dedi: “Ya Ömer! Vallahi, dün Resûlullah’ın yaptığı dua sebebiyle Allah’ın seni seçmiş olmasını arzuluyorum.

Dün onun şöyle dua ettiğini işittim: “Allah’ım İslâm’ı şu iki şahıstan sana en sevimli olanıyla güçlendir: Ebü’l-Hakem b. Hişam (Ebû Cehil) veya Ömer b. Hattab’la...” Ömer aceleyle sordu: “Peki, Resûlullah’ı nerede bulurum ey Habbâb?” Habbâb cevap verdi: “Safa civarında, Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde...” Böylece Ömer, şansı yakalamış ve azametli akıbetine doğru yürümeye başlamıştı.

Habbâb, Resûlullah’la birlikte bütün olayları ve savaşları yaşamış, bütün ömrü boyunca imanını ve yakînini muhafaza etmişti. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında müslümanların beytülmali (hazinesi) dolup taştığında Hz. Habbâb, ilk muhacirlerden olması sıfatıyla yüksek bir ödeneğe sahipti... Bu bol girdi sayesinde Kûfe’de bir ev edinme imkânı bulmuştu.

Bu evin belli bir yerine bütün parasını koyar, arkadaşları ve gelen gideni bunu bilirdi. Kimin bir ihtiyacı olsa, oradan ihtiyacı kadar alırdı... Bununla birlikte, Resûlullah’ı ve arkadaşlarını her hatırlandığında gözyaşlarını tutamazdı. Çünkü onlar, hayatlarını Allah yolunda tüketmişler; fakat İslâm’ın yayılmasını ve müslümanların zenginleşmesini görmeden Allah’a kavuşmuşlardı. Şimdi de onun, ölüm hastalığına tutulduğunda başında bulunanlara söylediklerine kulak verelim: Ona dediler ki: “Sevin ey Ebû Abdullah, yarın kardeşlerine kavuşacaksın!..” Ağlayarak onlara cevap verdi: “Ben sızlanmıyorum... Fakat bana öyle kimseleri ve öyle kardeşleri hatırlattınız ki, onlar kazandıkları sevapların tümünü alıp götürdüler; fakat dünyalık hiçbir şeye nail olmadılar…

Biz ise geriye kaldık ve dünyalık birçok şeye nail olduk.” Yaptığı evi işaret ediyordu… Sonra da paralarını koyduğu yeri göstererek şöyle dedi: “Vallahi onun ağzını iple bağlamadım ve isteyenden esirgemedim.” Sonra da kefenine baktı. Kefenini lüks ve israf edilmiş buldu. Gözlerinden yaşlar süzülerek şöyle dedi: “Bakınız... Bu benim kefenim...!! Fakat Resûlullah’ın amcası Hamza’nın, Uhud’da şehit düştüğünde kefeni yoktu... Bürdesini başına örtseler, ayakları açıkta kalıyor, ayaklarına örtseler başı açıkta kalıyordu...” Habbâb hicretin otuz yedinci senesinde vefat etti... Câhiliyenin kılıç yapma ustası vefat etti… İslâm’ın fedakârlık yapma ustası vefat etti…

Haklarını savunmak için Kur’ân âyetleri inen topluluğun bir ferdi vefat etti… Kureyş ulularından bazıları, Resûlullah’ın kendilerine bir gün; Habbâb, Süheyb ve Bilâl gibi fakirlere de başka bir gün ayırmasını istemişlerdi… Bunun üzerine Allah, bu Allah adamlarının yüce şerefini dile getirerek Resûl-i Ekrem’e hitaben şu âyetleri indirdi: “Allah’ın rızasını isteyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma! Onların hesabından sana bir şey, senin hesabından da onlara bir şey olmadığı (herkes hesabını kendi vereceği) hâlde ne diye onları kovup da zalimlerden olasın?! İşte biz, şöyle demeleri için onların kimini kimine fitne (imtihan vesilesi) kıldık: “Allah aramızdan (bula bula hidâyet) nimetini verecek bunları mı (bulmuş)?” Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi..?! Âyetlerimize iman edenler sana geldiği zaman onlara de ki: “Selâm size! Allah (sizin gibilere) şefkât ve merhamet (göstermeyi) kendine vacip kıldı…” (En’am, 52-54) İşte böyle... Bu âyetlerin nüzulundan sonra Resûlullah (s.a.v.) onları her gördüğü yerde aşırı derecede izzet ve ikramda bulunurdu. Oturmaları için ridasını yere serer; yahut omuzlarına mübarek elleriyle hafıfçe vurarak şöyle derlerdi:


“Hoş geldiniz, Rabbimin bana tavsiye ettikleri..!!” Evet, vahiy zamanının ve fedakârlık kuşağının hayırlı evlatlarından biri daha vefat etmişti…

Onunla vedalaşırken söyleyebileceğimiz en hayırlı söz, belki Hz. Ali’nin Sıffin dönüşünde Habbâb’ın taze kabrini gördüğünde ve bu kabrin Habbâb’a ait olduğunu öğrendiğinde söylediği sözdür.

Hz. Ali’nin gözleri hüzünle dalıp gittikten sonra dudaklarından şu cümleler dökülmüştü: “Allah Habbâb’a rahmet etsin…

Arzuyla iman etti…

Gönül hoşluğuyla hicret etti…

Ve mücahid olarak yaşadı…”