Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

HUZEYFE b. YEMÂN

Hakikat Aşığı - Nifak Düşmanı


Medain halkı topluca Hz. Ömer’in (r.a.) kendileri için tayin ettiği valiyi karşılamaya çıktılar. Verâsı, takvası, Irak’ın fethinde gösterdiği azim ve kararlılığı hakkında çok şey işittikleri bu güzide sahâbeyi karşılamak üzere yola koyuldular.

Valinin kalabalık ve gösterişli bir gurupla geleceğini ümit ederlerken, karşılarında semeri eskimiş bir eşeğe binmiş, ayaklarını sarkıtmış, ellerinde tuttuğu çörek ve tuzu yiyerek gelmekte olan, yüzü aydınlık bir adam görünce şaşırdılar. Adam kendilerine iyice yaklaştığında bunun bekledikleri yeni valileri Huzeyfe b. Yemân olduğunu anladılar.

Bu durum karşısında neredeyse şaşkınlıktan akılları başlarından gidecekti. Fakat bu şaşkınlık neyin nesiydi? Hz. Ömer’in seçip gönderdiği birinden daha ne bekliyorlardı ki? Ama onlar şaşırmakta haklıydılar; zira ülkeleri ne İranlılar döneminde, ne de daha sonraki dönemlerde böyle bir vali görmemişti. Huzeyfe aralarında ilerledi, insanlar etrafına toplanmışlardı. Onların kendisinden bir şeyler söylemesini istediklerini anlayınca, onları derinden şöyle bir süzdü ve: “Fitne yerlerinden uzak durunuz.” buyurdu. İnsanlar: “Ey Huzeyfe! Fitne yerleri nedir?” diye sorduklarında cevap olarak: “Emirlerin kapılarıdır... Sizden biriniz emirin veya valinin yanına gider, yalan söylediği hâlde onu tasdik eder, onda olmayan şeylerle onu över. İşte bunlar birer fitnedir.” buyurdu.

Konuşması da kendisi kadar ilginç ve şaşırtıcıydı. Yeni valilerinin bu sözleri üzerine insanların ilk şaşkınlıkları geçti ve ona ısınmaya başladılar. Zira onun dünyada en çok kızdığı, hakir gördüğü şey, nifaktı. Aynı zamanda bu sözler, yeni valinin şahsiyetini ve hüküm verirken takip edeceği metodun ne şekilde olacağının da en açık deliliydi.

Huzeyfe b. Yemân tabiatı itibarıyla nifaktan nefret eden ve onu en gizli yerlerde bile görebilme kudretine sahip olan bir insandı. Huzeyfe, kardeşi Safvan ve babaları, Resûlullah’a gelip her üçü de iman ettikten sonra İslâm, kuvvet ve kararlılık bakımından yeni bir güç kazandı. Huzeyfe güçlü, temiz, cesur, doğru, korkaklığı, nifakı ve yalanı hor ve hakir gören büyük bir dine, İslâm’a boyun eğmişti. O, Allah Resûlü’nün elinde edeplenmiş, kendisine Resûlullah’ı örnek almış, doğru, güvenilir, hakkı müdafaa eden, güçlükleri seven ve dönek, riyakar ve hilekârlardan da nefret eden bir insandı. Resûlullah’ın ashabı içerisinde, az önce belirttiğimiz hususlarda en hassas ve en duyarlı melekeye sahip olan kişi, Huzeyfe b. Yemân’dı.
Huzeyfe, birçok alanda ileri derecede yetenekli bir insandı.

Öncelikle yüz hatlarını okuma ve sırları açığa çıkarma konusunda uzmandı. İnsanın yüzüne bir bakışla, onun nasıl birisi olduğunu, içinde ne tür duygular gizlediğini anlayıverirdi. Bu konuda gerçekten ihtisas sahibiydi. Hatta zekası ve tecrübesiyle tanınan Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer dahi bir yere birisini tayin edeceği zaman Huzeyfe’nin görüşüne baş vururdu. Huzeyfe, hayatta hayrı talep eden kişi için hayrın açık ve seçik olduğunu, buna mukabil şerrin gizli ve kapalı olduğunu, bu sebeple akıllı kişinin gerek hareketlerinde, gerekse düşüncelerinde şerden sakınması gerektiğini bilen ve tavsiye eden bir kişiydi. Huzeyfe şerri ve şerlileri, nifakı ve münafıkları gözetler ve bu konular üzerinde ehemmiyetle dururdu.

O şöyle diyor: “İnsanlar Resûlullah’a hayrı sorarlardı. Ben ise, bana erişmesinden korktuğum şeyi sorardım. Bir gün Allah Resûlü’ne “Ya Resûlullah! Biz câhiliye ve şer içerisindeydik. Allah bize hayrı ihsan etti. Bu hayırdan sonra şer var mıdır?” diye sordum. Allah Resûlü: “Evet.” dedi. Ben: “Bu şerden sonra tekrar hayır var mıdır?” dedim. Resûlullah: “Evet; ama içerisinde gizli fitne olan bir hayır.” dedi. Ben: “Bu fitne nedir?” diye sordum. Allah Resûlü: “Bunlar, benim sünnetimi bırakıp, başka şeylere uyan ve hidâyeti benim dışımda arayan bir kavimdir... Sen onları tanır ve yadırgarsın (inkâr edersin).” buyurdu. Ben tekrar: “Bu şerden sonra tekrar hayır var mıdır?” dedim.

Allah Resûlü: “Evet, cehennem kapılarında dikilip, insanları oraya çağıranlar vardır. Kim onların bu çağrısına icabet ederse, onu cehenneme atarlar...” buyurdu. Ben: “Ya Resûlullah o vakte erişirsem, bana ne yapmamı tavsiye edersin?” diye sordum. Allah Resûlü: “Bütün o guruplardan uzak dur. Bir ağaç köküne tutunmuş olsan bile, ölene kadar bu hâlin üzere kal.” buyurdu. Bu ifadelerden sonra Huzeyfe’nin, “İnsanlar Allah Resûlü’ne hayırdan soruyorlardı; ben ise şerden soruyordum.” sözü daha iyi anlaşılmaktadır. Huzeyfe b. Yemân, fitnelerden ve şerlerden korunmak ve insanları da bu tehlikelerden sakındırmak için bu konularda daima uyanık, basiretli ve ileri görüşlü bir kişi olarak yaşadı.

Bu sayede dünyayı, insanları ve zamanı gerçek anlamıyla kavradı ve bu konularda bir bir feylesof hakim gibi görüşler ortaya koydu. O (r.a.) şöyle diyor: “Allah, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) gönderdi. O da insanları, dalaletten hidâyete ve küfürden imana davet etti. Bir kısım insanlar ona icabet edip, sanki ölüyken hak ile yeniden dirildi. Bazıları da ona icabet etmeyip, dalalet içinde kalarak, daha önce diriyken sanki ölü hâline döndüler… Sonra nübüvvet gitti, yerine hilafet geldi... Daha sonrada yönetim -ısırıcı- saltanata dönüştü... İnsanlardan bir kısmı şerri kalbiyle, diliyle ve eliyle inkâr eder... İşte onlar hakka gerçekten icabet edenlerdendir. Onlardan bir kısmı da sadece kalbiyle ve diliyle şerri inkâr eder.

Bunlar ise (imandan) haktan iki şubeyi terk edenlerdir… Ne kalbiyle, ne eliyle, ne de diliyle şerri inkâr etmeyenlere gelince, böyleler yaşayan ölülerdir.” Huzeyfe kalplerin hidâyeti ve dalaleti ile ilgili olarak da şöyle diyor: “Dört çeşit kalp vardır: 1. Haktan perdelenmiş kalp. Bu, kâfirin kalbidir. 2. İki yönlü, dönek kalp. Bu, münafığın kalbidir. 3. İçerisinde parlak bir ışık taşıyan temiz kalp. Bu, mü’minin kalbidir. 4. İçerisinde hem iman, hem nifak bulunan kalp. Bu kalpteki iman, temiz suyun beslediği bir ağaç gibidir; nifak ise, kan ve kusmuğun beslediği yara gibidir.

Hangisi galip gelirse, kalp onun şeklini alır.” Huzeyfe’nin şer konusundaki tecrübesi, şerre karşı koyuşu ve âdeta meydan okuyuşu, diline ve kelimelerine bir keskinlik ve güç kazandırmıştı. O bu durumu açıklıkla ve cesaretle şu şekilde anlatıyor: “(Resûlullah’a geldim ve:) Ya Resûlullah! Aileme ve etrafımdakilere karşı dilim çok keskin. Bu durumun beni ateşe götürmesinden korkuyorum.” dedim. Allah Resûlü bana: “İstiğfar ne güne duruyor ey Huzeyfe? Ben dahi gün de yüz kere Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum.” buyurdu.

İşte Huzeyfe böyleydi... Nifâkın düşmanı... gerçeğin, doğruluğun dostu... Bu tarz bir insan ancak ve ancak güvenilir bir iman ve derin bir sadakat taşıyabilirdi... Nitekim Huzeyfe de bu iki şeye gerçekten sahip olan mümtaz bir sahâbî idi. Müslüman olan babası, Uhud günü müşriklerden biri sanılarak müslümanlar tarafından yanlışlıkla öldürülürken, Huzeyfe durumu tesadüfen görmüş ve: “Hayır, yapma! O benim babam...babam!” diye bağırmış; fakat takdir-i ilâhî öyle tecelli etmiş ve öldürülmüştü.

Müslümanlar durumu anladıklarında çok üzülmüşlerdi... Fakat Huzeyfe onlara şefkat ve merhametle bakmış ve: “Allah sizi affeder; O merhamet edenlerin en yücesidir.” demişti. Sonra da oldukça kızışan muharebenin ortasına atılmış ve Allah yolunda üzerine düşen vazifeyi edaya girişmişti. Savaş sona erdiğinde durum Resûlullah’a bildirilmiş, Allah Resûlü de Huzeyfe’nin babasını yanlışlıkla öldüren Huseyl b. Câbir’e, Huzeyfe’ye diyet ödemesini ve özür dilemesini emretmişti.

Huzeyfe ise, o diyeti müslümanlara tasadduk etmiş ve Resûlullah katındaki kadr-ü kıymetini bir derece daha arttırmıştı. Huzeyfe’nin imanı ve sadakati acizlik, zayıflık ve imkânsızlık diye bir şey tanımazdı. Hendek savaşındaydı... Kureyş kâfirleri ve onlara yardım eden yahudi yandaşları bozguna uğrayıp, safları sarsılmaya başladığı sıralardaydı... Allah Resûlü düşman karargahındaki son gelişmeleri öğrenmek istemişti... Karanlık ve korkunç bir geceydi... Ortalık ana baba günüydü, korku kol geziyordu ve ashab açlıktan neredeyse kırılacak hâldeydi.

Böyle bir hâlde kim, hangi güçle, düşman karargahına kadar girer, onların arasına karışır ve durumlarını öğrenip haber getirebilirdi..? Allah Resûlü, bu zor ve çetin görev için ashabından birini seçmek zorundaydı.

Kimi seçti sanırsınız? Huzeyfe’yi...! Evet, bu çetin görev ,Resûlullah tarafından Huzeyfe’ye verildi. Allah Resûlü, Huzeyfe’yi çağırdı ve durumu bildirdi. Huzeyfe, Resûlullah’ın çağrısına icabet etti ve görevi kabullendi... Onun şu yüce sadakatine bakınız ki, içerisinde bulunduğu şiddetli açlık, soğuk ve yorgunluğa… dahası karşılaşabileceği diğer tüm tehlikelere aldırış etmeksizin Allah Resûlü’nün isteğine “evet” deyivermişti.

O gece Huzeyfe gerçekten akıllara durgunluk verecek bir iş başardı. İki karargah arasındaki mesafeyi kat etti, ablukayı delip geçti ve Kureyş karargahına sızdı, şiddetli yer yağış sebebiyle karargahdaki ateşler sönmüştü. Huzeyfe karanlıktan istifade ederek düşman safları arasında kendisine bir yer tuttu. Bu sırada Kureyş’in komutanı Ebû Süfyan müslümanların karanlıktan yararlanıp aralarına sızabileceklerini düşünerek korktu ve bu konuda askerlerini uyardı. Huzeyfe, Ebû Süfyan’ın yüksek sesle: “Ey Kureyş! Herkes yanındaki arkadaşına baksın, elinden tutsun ve ismini öğrensin!” dediğini duydu. Ve hemen yanındaki adamın elini tutarak: “Senin adın ne?” diye sordu.

Yanındaki adam da “falan oğlu falan.” diye cevapladı. Bu şekilde Huzeyfe düşman askerleri arasında kendisini emniyete almış oldu. Ebû Süfyan askerlere dönerek konuşmasına devam etti: “Ey Kureyş! Vallahi sizler sağlam bir yerde sabahlamadınız, atlarınız ve develeriniz öldü. Benî Kureyza bizi terk etti. Gördüğünüz gibi şiddetli rüzgarlara yakalandık, ne kazanlarımız kaynıyor, ne de ateşlerimiz yanıyor... Bizim için burada yer ve yurt yoktur.

Binâenaleyh buradan ayrılınız; işte ben ayrılıyorum...” Ebû Süfyan sonra devesine bindi ve yola koyuldu, arkasından da diğerleri gittiler... Huzeyfe şöyle diyor: “Eğer Resûlullah “Sakın hiçbir şey yapma!” demeseydi, Ebû Süfyan’ı orada bir okla öldürürdüm.” Huzeyfe döndü ve Allah Resûlü’ne düşman askerlerinin çekilip gittikleri müjdesini ulaştırdı.

Aslında Huzeyfe’nin fikirlerine, felsefesine, marifetine ve yaşantısına bakan bir insan, onun savaş meydanlarında kahramanlıklar göstereceğini pek düşünemez. Ne var ki Huzeyfe, gösterdiği kahramanlıklarla, hakkındaki bu zanları daima boşa çıkarmıştır. Abid, zâhid ve mütefekkir bir insanın kılıcını çekip, küffar üzerine yürüyebilmesi için akıllara durgunluk verecek bir dehaya sahip olması gerekir ki, Huzeyfe bu vasıfta bir insandı... Huzeyfe’nin, Irak’ın tamamının fethinde, önde gelen üç kişiden veya beş kişiden birisi olduğunu bilmemiz, onun savaş konusundaki yeteneğini anlamamız için kâfidir.

Hemedan, Rey, Dinever fetihleri de Huzeyfe’nin ellerinde tamamlanmıştı. Büyük Nihavend savaşında, İranlılar yüz elli bin kişilik büyük bir orduyla toplandıklarında Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer, İslâm ordularının başına Nu’man b. Mukarrin’i atamış, Huzeyfe’ye de Kûfe askerlerinin başında Nu’man’la birlikte yürümesini emretmişti. Sonra Hz. Ömer savaşçılara bir mektup göndererek: “Müslümanlar toplandıkları vakit, her komutan kendi askerlerinin başında olsun. Nu’man b. Mukarrin tüm askerlerin başkomutanı olsun.

O şehit düşerse, bayrağı Huzeyfe alsın. O da şehit olursa, Cerir b. Abdullah başa geçsin...” buyurdu. Hz. Ömer, savaş komutanlarını tayin ederek, bu şekilde yedi kişinin ismini saymıştı. İki ordu karşılaştı... Farslılar yüz elli bin kişi... Müslümanlar ise sadece otuz bin... Eşi benzeri görülmemiş bir savaştı... Tarihin en büyük savaşlarından biri cereyan ediyordu... Can kaybı çoktu...
Bu sırada İslâm ordularının komutanı Nu’man b. Mukarrin şehid düştü... İslâm sancağı yere düşmeden yeni komutan Huzeyfe sancağı kaptı ve zafer rüzgarlarıyla dalgalandırarak, büyük bir azim ve kararlılıkla savaşa devam etti... Etrafındakilere, savaş bitene kadar Nu’man’ın ölümünü gizli tutmalarını söyledi. Sonra da sancağı, bir ikram ve onurlandırma olarak, Nu’man’ın kardeşi Nuaym b. Mukarrin’e vererek, kardeşinin yerine onu atadı.

Bütün bu sayılanlar bir anda oldu, bitti... Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Sonra Huzeyfe, âdeta bir kasırga gibi savaş meydanına atıldı, bir yandan da şöyle haykırıyordu: “Allahu Ekber! Allah vaadini gerçekleştirdi! Allahu Ekber! Askerine yardım etti!” Sonra atını askerlerinden tarafa döndürdü ve onlara: “Ey Muhammed ümmeti! İşte cennet..! Bir nazlı gelin gibi sizin için hazırlanmış! Sizi bekliyor..! Onu daha fazla bekletmeyin!.. Haydi ey Bedr’in aslanları!.. İlerleyin ey Hendek, Uhud ve Tebük kahramanları!..” Huzeyfe, askerin kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi ve onları savaşa teşvik etmeyi, diğer bir ifadeyle, savaş ve asker psikolojisini çok iyi bilen bir insandı. Savaş, İranlıların büyük bir hezimete uğramalarıyla son buldu...

Öyle bir hezimet ki, neredeyse bir eşi ve benzeri görülmemişti... Huzeyfe, kahramanlıklarda eşine az rastlanır deha sahibi bir insan olduğunu göstermişti. Gerçi o, kendisine verilen her işi, her görevi yerine getirmede eşsiz bir insandı. Sa’d b. Ebû Vakkâs ve beraberindeki müslümanlar Medâîn’den Kûfe’ye varıp, orayı yurt edindikleri vakit… Yine Huzeyfe’nin dehasını görmekteyiz. Meda’in’in iklimi, müslümanlar için çekilmez hâle gelince, Hz. Ömer Sa’d b. Ebû Vakkâs’a mektup yazarak, müslümanlar için uygun bir yer bulup taşınmalarını emretti. Sa’d da uygun bir yer bulması için Huzeyfe’yi görevlendirdi. Huzeyfe, Selmân b. Ziyad ile birlikte müslümanların yurt edineceği uygun bir mekan aramaya koyuldu.

Kûfe arazisine geldiler... O vakit orası, taşlık ve kurak bir yerdi. Fakat Huzeyfe etrafa şöyle bir bakıp, gözden geçirdikten sonra burasının müslümanlar için elverişli olacağı kanaatine vardı ve arkadaşlarına: “Allah’ın izniyle, aradığımız yeri bulduk; buraya yerleşeceğiz.” dedi.

Böylece Kûfe’nin yeri belirlendi ve Kûfe zamanla gerçekleştirilen imar faaliyetleriyle gelişmiş bir şehir hâline geldi. Oraya yerleşen müslümanlar için de gerçekten bir sıhhat ve afiyet kaynağı oldu. Huzeyfe, zekası ve tecrübesi geniş bir insandı... Müslümanlara daima şöyle derdi: “Sizin hayırlılarınız âhireti için dünyalarını terk edenleriniz veya dünya için ahiretlerini terk edenleriniz değildir.

Aksine her ikisinden de payına düşeni alanlarınızdır.” (Yani el kârda, gönül yarda olanlardır.) Hicretin 36. yılında son yolculuğuna çıkmaya (âhirete) hazırlanırken, ziyaretine gelen arkadaşlarına: “Yanınızda kefen getirdiniz mi?” diye sordu... Onlar da: “Evet.” Dediler. “Hani nerede; göreyim.” dedi. Kefenin güzel ve yeni olduğunu görünce tebessüm etti ve dudaklarından şu çarpıcı ifadeler döküldü: “Benim böyle bir kefene ihtiyacım yok... Bana gömleği (kamisi) olmayan iki parça beyaz örtü yeterlidir... Zira ben kabirde fazla kalmayacağım... Onlardan daha hayırlısına veya daha şerlisine kavuşacağım...”

Bu arada birkaç kelime daha mırıldandı, etrafındakiler ne dediğini duymak için yaklaştılar, şunları söylüyordu: “Merhaba ölüm... şevkle gelen sevgili... Artık pişmanlık fayda vermez...”

Böylece beşer ruhlarının en yücelerinden ve en muttakilerinden biri daha Allah’a yükselmişti...