Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDULLAH b. MES’ÛD

Kur’ân’ı Açıktan Okuyan İlk Sahâbî


Abdullah b. Mes’ûd, Resûlullah (s.a.v.) Darü’l-Erkam’a girmeden önce iman etmiş ve Resûl’e iman edip, ona tâbi olan ilk altı kişiden biri olmuştur. Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun.

O hâlde Abdullah b. Mes’ûd ilk müslümanlardandır.

Resûlullah’la ilk karşılaşmalarını şu şekilde anlatmaktadır: “Yetişkin bir çocuktum. Ukbe b. Ebû Muayt’ın koyunlarını otlatıyordum. Resûlullah (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir yanıma geldiler ve bana: “Ey delikanlı, bize ikram edecek sütün var mı’?” dediler. Ben ise: “Ben bir emanetçiyim, size süt veremem.” dedim. Bunun üzerine Resûlullah: “Yanında henüz yavrulamamış, sütü olmayan bir koyun var mı?” dedi.

Ben de: “Evet, var.” dedim. Koyunu yanlarına getirdim. Nebî (s.a.v.) koyunu bağladı, memesini sıvazladı ve Allah’a dua etti. Koyunun memesinde hemen süt toplanıverdi. Sonra Hz. Ebû Bekir içi oyuk bir taş getirdi, sütü sağdı. Kendisi içti, sonra ben içtim. Daha sonra memeye “Çekil.” dedi ve süt kesildi... Bu olaydan sonra Resûlullah’a “Bana bu sözleri öğret.” dedim. O da bana: “Sen eğitilebilir (öğretebilir) bir çocuksun.” dedi.

Abdullah b. Mes’ûd, Allah Resûlü’nün, Rabbi’ne yakarışı ve henüz sütü gelmemiş memeyi sıvazlaması neticesinde bu memenin -Allah’ın rızkından- hâlis ve içenler için içimi kolay bir süt verişi karşısında hayrette kalmıştı… Oysa o, bu gördüğü mucizenin küçük ve basit bir şey olduğunun, Resûlullah’ın dünyayı sarsacak, kâinatı nur ve hidâyete gark edecek esas mucizesinin ise yaklaşmakta olduğunun henüz farkında değildi... Yine o, Ebû Muayt’ın koyunlarını otlatan bu zayıf ve fakir çocuğun, bir gün gelip Resûlullah’a iman edeceğini ve imanıyla Kureyş’in ileri gelenlerini ve ulularını hezimete uğratarak, Allah Resûlü’nün bu mucizelerinden birisi olacağının da henüz farkında değildi... O müslüman olduktan sonra -hiç kimsenin yanından dahi geçmeye cesaret edemediğiKureyş’in ileri gelenlerinin, Kâbe’nin yakınındaki meclislerine gidip, başlarına dikilir ve o tatlı, akıcı sesiyle okumaya başlardı: “Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla... Kur’ân’ı Rahmân olan Allah öğretti... İnsanı O yarattı... Ona beyanı O öğretti... Güneş de, ay da hesapladır... Nebat da, ağaç da O’na secde ederler.” (Rahmân, 1-6) Ve böylece okumasına devam ederdi. Kureyş’in ileri gelenleri ise, bu olay karşısında dehşete düşüp, gördüklerine ve duyduklarına inanamazlar ve içlerinden birinin ücretli işçisi, çobanı olan böyle fakir birinin kendilerine meydan okumasına bir türlü akıl erdiremezlerdi.

Gelin bu etkileyici sahneyi bizzat müşâhede eden Abdullah b. Zübeyr’in ağzından dinleyelim: “Resûlullah’tan sonra Mekke’de Kur’ân’ı açıktan okuyan ilk kişi, Abdullah b. Mes’ûd idi. Bir gün Resûlullah’ın ashabı toplanmış, kendi aralarında konuşurlarken şöyle dediler: “Vallahi, Kureyş bu Kur’ân’ın açıktan okunduğunu hiç duymadı, bunu onlara kim duyurabilir?” dediler. Abdullah b. Mes’ûd: “Ben!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar: “Sana bir zarar vermelerinden korkarız. Bize bu işi yapacak aşireti güçlü birisi lazım. Böyle olmalı ki, Kureyş ona zarar vermekten çekinsin.” dediler. Abdullah b. Mes’ûd: “Bırakın bu işi ben yapayım, Allah beni onlardan korur.” dedi.

Netice Abdullah b. Mes’ûd onları ikna etti. Kuşluk vakti Kureyş’in ileri gelenlerinin toplandığı yere geldi. Onlara doğru yöneldi ve yüksek sesle Kur'ân okumaya başladı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Kur’ân’ı Rahman olan Allah öğretti... İnsanı O yarattı... Ona beyanı O öğretti...” Bu şekilde okumasına devam etti. Bu durum karşısında Kureyş’in ileri gelenleri söylenmeye başladılar: “Bu, kölenin oğlu neler söylüyor böyle? Yoksa Muhammed’e inen âyetlerden mi okuyor?!” Hepsi birden ayağa kalktılar ve Abdullah b. Mes’ûd’u dövmeye başladılar.

O ise, hâlâ gücü nispetinde okumasına devam ediyordu. Sonra yaralı bir vaziyette arkadaşlarının yanına döndü. Onun bu hâlini gören arkadaşlarına: “Allah düşmanlarını hiç bu kadar zayıf görmemiştim. Eğer isterseniz yarın gidip, aynı şeyi tekrarlayayım.” dedi. Ashab ise: “Bu yeterlidir, sen vazifeni yaptın.

Onların kerih gördükleri şeyi onlara zorla işittirdin.” dediler. Evet... Artık Abdullah b. Mes’ûd, henüz vakti gelmemiş memeden aniden süt geldiğini görüp hayrette kalan o eski Abdullah b. Mes’ûd değildi. O vakit kendisinin ve arkadaşlarının bir gün gelip de Resûlullah’ın mucizelerinden bir mucize olacaklarını, Allah’ın dininin bayraktarlığını yaparak, bu bayrakla güneşin nurunu ve gündüzün aydınlığını bile gölgede bırakacak hizmetler ortaya koyacaklarını bilmiyordu. O günlerin çok yakında olduğunun da farkında değildi. Fakat zaman çabuk geçti, vakit geldi çattı. Ve bu yoksul, zavallı çocuk mucizelerden bir mucize hâline geliverdi. Kalabalıklar içerisinde hemen fark edilecek bir insan değildi. Ne malı, ne iri yarı bir cüssesi, ne de mevkii ve makamı vardı.

İnsanlar içerisinde fakir, zayıf ve sıradan bir kişiydi. Fakat İslâm kendisine fakirliğin yerine, Kisra’nın hazinelerinden ve Kayser’in definelerinden çok daha değerli ve kıymetli şeyler nasip etti. Bünyesi zayıftı; fakat İslâm kendisine tarihin akışını değiştirecek ve azgınları kahredecek güçlü bir irade kazandırmıştı. Belki mevki ve makam sahibi değildi, halk arasında fazla göze çarpmıyordu; ama İslâm kendisine tarihin önde gelen şahsiyetleri arasında anılmayı ve ilim ve şerefi ihsan etmişti.

Hz. Peygamber onun hakkında “Sen eğitilebilir bir çocuksun.” derken ne kadar da doğru söylemiş. Zira Rabbi’nin lütfu sayesinde Abdullah b. Mes’ûd çok şey öğrenmiş, ümmetin fakihi olmuştu. Şöyle derdi: “Yetmiş sûreyi bizzat Resûlullah’ın ağzından öğrendim.

Bu konuda kimse benimle çekişemez.”
Abdullah b. Mes’ûd’un o işkence ve ıstırap günlerinde Kur’ân’ı Mekke’de -hayatı pahasınaher mekanda açıktan okuma ve yayma gayretine binaen elde edeceği sevap yanında Allah kendisine bir de Kur’ân’ı güzel okuma ve anlama yeteneği ihsan etmişti. Hz. Peygamber, ashabına İbn Mes’ûd’a uymalarını tavsiye eder ve: “İbn Mes’ûd’un tarikine tutunun, onu takip edin.” derdi. Yine Hz. Peygamber, ashabına, onun kıraatını yaymalarını ve Kur’ân’ın nasıl okunacağını ondan öğrenmelerini tavsiye ederdi.

Hz. Peygamber bu konuyla ilgili olarak şöyle buyururmuştur: “Kim Kur’ân’ı inzal olduğu üzere dinlemek isterse, Abdullah b. Mes’ûd’dan dinlesin. Yine kim Kur’ân’ı inzal olunduğu üzere okumak isterse, Abdullah b. Mes’ûd’un kıraatı üzere okusun.” Hz. Peygamber Kur’ân’ı Abdullah b. Mes’ûd’dan dinlemeyi severdi. Resûlullah bir gün onu yanına çağırdı ve: “Bana biraz Kur’ân oku.” dedi. Abdullah: “Ya Resûlullah Kur’ân sana indirildi, ben nasıl sana Kur’ân okuyabilirim?” diye şaşkınlığını ifade edince Allah Resûlü: “Ben onu başkasından dinlemeyi daha çok seviyorum.” buyurdu.

Abdullah b. Mes’ûd da Nisa sûresinden okumaya başladı: “Her ümmetten leh ve aleyhlerinde konuşacak birer şahit, onların üzerine de Habibim seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hâlleri nice olacak! Küfredenlerle, o Peygamber’e âsi olanlar, o gün yerle bir edilselerdi de keşke Allah’tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaklardır.” (Nisa, 41- 42) Âyetine geldiğinde Hz. Peygamber’in gözleri doldu, ağlamaya başladı. Ve eliyle İbn Mes’ûd’a işaret ederek: “Yeter, yeter ya İbn Mes’ûd!” buyurdu. Abdullah b. Mes’ûd, Allah’ın kendisine bir lütuf ve keremi olarak: “Vallahi Kur’ân’dan indirilen her şeyi biliyorum. Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen bir kimse yoktur. Kur’ân’ı benden daha iyi bilen birisini bilseydim, gider ondan öğrenirdim.

Bununla birlikte ben sizin en hayırlınız da değilim.” derdi. Onun bu konudaki önceliği ve önderliği ashab tarafından da kabul edilmiştir. Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer, onun hakkında: “İlim ve anlayışla dolu bir insandı.” derken, Ebû Musâ el-Eş’arî de: “İçinizde Abdullah b. Mes’ûd gibi bir âlim varken bize bir şey sormayın.” derdi. Onun önderliği sadece Kur’ân ve fıkıhla sınırlı değildi, takva ve verâ konusunda da eşsiz bir insandı. Onun hakkında Huzeyfe: “Sekinet, vakar ve siretinde Resûlullah’a Abdullah b. Mes’ûd’dan daha çok benzeyen birini görmedim.” demiştir.

Hz. Peygamber’in ashabı iyi bilmektedir ki, Abdullah b. Mes’ûd, Allah’a da en yakın olanlardandır. Bir gün: bir gurup insan, Ali b. Ebû Tâlib’in yanında toplandılar ve: “Ey mü’minlerin Emiri! İlim, ahlâk, arkadaşlık ve verâ bakımından Abdullah b. Mes’ûd’dan daha iyisini görmedik.” dediler.

Hz. Ali de onlara: “Allah için söyleyin, bunu inanarak mı söylüyorsunuz?” dedi. Onlar: “Evet.” cevabını verince Hz. Ali: “Allah’ım! Sen şahit ol. Allah’ım! Ben de onların dediklerinin aynısını hatta daha fazlasını söylüyorum… Kuşkusuz o Kur’ân’ı okudu, öğrendi, helâlini helâl, haramını da haram kabul etti. O dinde fakih, Sünnet’te âlimdi…” dedi.
 

Hz. Peygamber’in ashabı Abdullah b. Mes’ûd’dan bahsederler ve şöyle derlerdi: “Bize izin verilmezken ona izin verilir; bizim bulunmadığımız yerlerde o bulunurdu.” Onlar bu sözleriyle, Hz. Peygamber’in başkasına tanımadığı fırsatları ona tanıdığını anlatmak istiyorlardı. Bu cümleden olarak o, Hz. Peygamber’in evine herkesten daha çok girerdi. Onlarla başkasından daha fazla beraber olurdu. O hiç kimsenin bilmediği peygamber’in sırlarını ve özel hâllerini bilirdi. Bu yüzden ona “sahib-i sevâd” yani sırlarını bilen lakabı uygun görülmüştü.

Ebû Musa el-Eş’arî şöyle anlatıyor: “Ben Hz. Peygamber’e tanık oldum. İbn Mes’ûd’u Hz. Peygamber’in ailesinden sayardım.” Bunun nedeni, Hz. Peygamber’in Abdullah b. Mes’ûd’u çok seviyor olmasıydı. Onun uyanık, zeki oluşunu, verâsını ve yüceliğini beğeniyordu… O derece seviyordu ki, onun hakkında şunları söylemişti: “Eğer birini, müslümanlarla şûra yapmaksızın emir atayacak olsaydım, bu İbn Mes’ûd olurdu.” Daha önce Hz. Peygamber’in şu vasiyetini aktarmıştık: “İbn Mes’ûd’un tarikine tutunun, onun izinden gidin.” Bu sevgi… ve bu güven, onu Hz. Peygamber’e bu denli yakınlaştırmıştı. Başkasına verilmeyen izinler bundan dolayı ona verilmişti.Hz. Peygamber: “Senin bizden izin alman, (kapıyı örten) perdeyi kaldırmandır.” buyurmuştu.

O (s.a.v.), bu sözüyle, gece veya gündüz hangi vakitte dilerse gelip, kapısını çalabileceğini anlatmış oluyordu… Evet, ashab işte onun hakkında böyle söylüyordu: “Bize izin verilmezken ona izin verilir; bizim bulunmadığımız yerlerde o bulunurdu.” İbn Mes’ûd bu fazilete lâyık bir insandı… İki insan arasındaki bu derece yakınlığın beraberlikteki resmiyet ve saygıyı ortadan kaldırması beklenirken, aksine onun her geçen gün Hz. Peygamber’e karşı saygısı, hürmeti ve edebi daha çok artıyordu.

Hz. Peygamber’in onun yanındaki konumunu, vefatından sonra ondan bir hadis rivayet etmek istediği zaman sergilediği tutumu çok iyi ortaya koymaktadır… Hz. Peygamber’den çok fazla hadis rivayet etmezdi. Rivayet etmeye başlarken, dudaklarını oynatıp, “Hz. Peygamber’i şöyle derken dinledim…” dediği an onu bir titreme, sıkıntı ve kaygı kaplardı. Korkusu, hadisteki bir harfin yerine yanlışlıkla başa bir harf koyması ve böylece rivayet etmesinden ileri geliyordu… Gelin, şimdi onun bu hâlini arkadaşlarından dinleyelim.

Amr b. Meymûn anlatıyor: “Bir yıl Abdullah b. Mes’ûd’a gidip geldim. Bir gün bile Resûlullahtan bir şey rivayet ettiğini duymadım. Ancak bir kez bir hadis rivayet etmek istedi. “Resûlullah şöyle buyurdu...” der demez onu sıkıntı bastı ve terlemeye başladı. Sonra hadisi rivayet etmeye baştan başladı ve bu kez “Resûlullah şuna benzer bir şey söyledi...” diyerek devam etti.” Alkame b. Kays da şöyle anlatıyor: “Abdullah b. Mes’ûd her perşembe akşamı sohbet eder, konuşurdu. Bu konuşmaların hiçbirinde “Resûlullah şöyle buyurdu...” dediğini duymadım.

Ancak bir kere bunu söyledi, onda da baktım ki dayandığı asâ titriyordu.” Mesruk ise Abdullah b. Mes’ûd’un hadis rivayet edişini şöyle anlatıyor: “Bir gün Abdullah b. Mes’ûd, “Resûlullah şöyle buyurdu…” diyerek bir hadis rivayet etti. Sonra birden irkildi, titredi. Öyle ki bu titremesi elbiselerinden bile hissediliyordu. Akabinde sözünü değiştirdi ve “Resûlullah buna benzer bir şey buyurdu...” dedi.”
 

Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılmaktadır ki, Abdullah b. Mes’ûd Resûlullah’a karşı son derece hürmetkâr ve saygılı idi. Onun Resûlullah’a olan bu hürmeti, takvasının da ötesinde zeka ve ince anlayışının göstergesiydi. Abdullah b. Mes’ûd, Resûlullah’la aynı dönemde yaşamış, ömrünün çoğunu onun yanında geçirmişti. Dolayısıyla ona karşı nasıl davranılmasını gerektiğini, ona gösterilecek saygıda en iyi ve en doğruyu bilen kişiydi. Bu sebeple olsa gerek, Resûlullah hayatta iken sergilediği o eşsiz değer ve hürmeti, onun vefatından sonra da aynen devam ettirmiştir.

Abdullah b. Mes’ûd, ne hazarda ne de seferde Resûlullah’tan bir an bile ayrılmamıştır. Tüm büyük savaşlarda ve gazvelerde bulunmuştur. Kutlu Bedir günü, müslümanların kılıçları altında can veren Ebû Cehil’le olan macerası herkesçe malûmdur. Resûlullah’tan sonra onun halifeleri de İbn Mes’ûd’un kadrini ve kıymetini bildiler. Hz. Ömer, onu Kûfe’ye, beytülmalin başına tayin etti. Onu gönderirken Kûfelilere hitaben şunu yazdı: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, Abdullah b. Mes’ûd’u size göndermekle sizi -kendi nefsime- tercih ettim.

Ona sahip çıkın, ondan öğrenin, istifade edin.” dedi. Kûfe halkı, Abdullah b. Mes’ûd’a öyle bir sevgi gösterdi ki, daha önce hiç kimseye karşı böyle davranmamışlardı. Kûfe halkının bir insanı sevme konusundaki birliktelikleri ise, mucize kabilinden bir şeydir. Zira Kûfe halkı kavgacı ve isyancı olup, bırakın bir insanın sevgisi üzerinde birleşmelerini, onlar normalde bir çeşit yemeğe bile tahammül edemezler. Barış ve sükûnete ise hiç dayanamazlar.

İşte böyle bir topluluk Abdullah b. Mes’ûd’u bağrına basıp sevebilmişti. Hatta Hz. Osman onu Kûfe’den azledeceği zaman Kûfeliler, İbn Mes’ûd’a: “Bizimle kal, gitme. Ondan sana bir zarar gelmesine biz engel oluruz.” demişlerdir. Fakat İbn Mes’ûd onlara -şahsiyetinin ve takvasının yüceliğini ifade eden- şu beliğ cevabı vermiştir: “Benim ona (halifeye) itaat etmem gerekir.

Yakında bazı garip olaylar ve fitneler olacaktır ki, bunların kapısını ilk aralayan kişi ben olmak istemiyorum.” İbn Mes’ûd’daki bu örnek davranışa, şahsiyete ve verâya bakınız ki Hz. Osman’la tartışmalarına, ihtilaflarına ve neticede rütbesinden ve maaşından olmasına rağmen Hz. Osman hakkında bir tek kötü söz bile söylememiştir. Hz. Osman dönemindeki kargaşa ve huzursuzluklar, bir isyana dönüşürken de sadece müdafaa ve sakındırma yolunu tercih etmişti.

Kulağına Hz. Osman’ın öldürüldüğü yolunda haberler geldiğinde de şu seçkin sözünü söylemişti: “Eğer onu öldürürlerse, hilafet için onun bir benzerini daha bulamazlar.” Bir arkadaşı da onun hakkında: “İbn Mes’ûd’un Hz. Osman hakkında bir tek kötü söz söylediğini duymadım.” demektedir.

Allah Teâlâ ona takva ile birlikte hikmet de ihsan etmişti. En derin mânaları, en güzel ve en doğru şekilde ifade gücüne sahipti. Hz. Ömer hakkında söylediği: “Müslüman olması bir fetih, hicreti bir zafer ve hilafeti de rahmet idi.” şeklindeki özlü sözleri bunun en güzel örneğidir. Bugün bizim “zamanın izafiliği” dediğimiz şeyle ilgili olarak o şöyle diyordu: “Allah katında gece ve gündüz yoktur... Göklerin ve yerin nuru, O’nun vechinin nurundandır.”


Amelden ve amelin sahibini edeben yükseltmesinden bahseder ve şöyle derdi: “En çok, ne dünya ne de ahiret için hiçbir amel yapmayıp da boş duran kişilere kızarım.” Onun özlü sözlerin bazıları da şunlardır: “Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir En hayırlı azık, takvadır. En kötü körlük, kalp körlüğüdür. Yalan, en büyük hatadır. Faiz, kazançların en kötüsüdür. Yiyeceklerin en kötüsü, yetim malı yemektir. Affedeni Allah da affeder; müsamaha gösterene Allah da müsamaha gösterir.”

İşte bu, Resûlullah’ın arkadaşı Abdullah b. Mes’ûd ve onun yüce destansı hayatından bir kesit… Öyle bir hayat ki, baştan sona Allah’ın, Resûlü’nün ve dininin yolunda kullanılmış... İşte zayıf, boyu oturan bir insanın boyuna denk ve neredeyse cismi bir serçe büyüklüğünde olan; fakat imanı ve İslâm’ıyla gerçek büyüklüğü ve güçlülüğü tatmış ve yaşamış yüce insan... Abdullah b. Mes’ûd’un bacakları çok inceydi. Bir gün Resûlullah için misvak toplamak üzere bir ağaca tırmanmıştı. Bu arada onun bacaklarını gören ashab gülüşmeye başladı.

Bunu gören Allah Resûlü: “İbn Mes’ûd’un bacaklarına mı gülüyorsunuz? Onlar kıyamet günü mizanda Uhud dağından dağa ağır geleceklerdir.” buyurmuştu. Evet, Abdullah b. Mes’ûd, fakir, işçi, zayıf bir insandı. Fakat imanı ve yakîni sayesinde nur, hidâyet ve hayır önderleri arasındaki eşsiz yerini almış ve Resûlullah’ın, ashabından daha dünyada iken cennetle müjdelenen kişilerden biri olmuştu. Hem Allah Resûlü ile hem de onun halifeleriyle birçok savaşlara katılmış, zaferlere ortak olmuştu. O dönemin iki büyük imparatorluğunun İslâm orduları önünde hezimete uğrayıp, çöküşlerine ve İslâm sancağı altına girişlerine şahit olmuştu.

Birçok mevki ve makam görmüş, fethedilen yerden elde edilen mallar elinin altından gelip geçmiş; fakat bunların hiçbiri onu Allah ve Resûlü’ne bağlılıktan alıkoyamamış, tevazu ve vakarından hiçbir şey kaybettirememişti. Zira onun mevki, makam ve malda gözü yoktu. Onun bir tek emeli vardı ki, bunu sık sık tekrarlar, “ah..!” çekerdi. Bu arzusunun ne olduğunu, isterseniz gelin, onun ağzından dinleyelim: “Tebük gazvesi sırasındaydı.

Bir gece yarısı uyandım. Askerin konakladığı bölgede bir ateş parçası gözüme ilişti. Acaba nedir diye bakmaya gittim. Baktım Resûlullah, Ebû Bekir ve Ömer, üçü birlikte, o sırada ölmüş olan Abdullah Zülbicadeyn el-Müzeni’yi defnetmekle meşguller. Bir çukur kazmışlardı ve Hz. Peygamber çukurun içindeydi. Hz. Ebû Bekir ve Ömer de cenazeyi ona sarkıtıyorlardı.

Resûlullah onu kabre yerleştirirken şöyle diyordu: “Allah’ım! Ben ondan razıyım, sen de razı ol...” Keşke o gün, o çukura ben gömülseydim...” İşte Abdullah b. Mes’ûd’un dünyada iken yegâne arzusu buydu... Gördüğünüz gibi ne şan, ne şeref, ne de makam... Tek dileği, Allah ve Resûlü’nün kendisinden razı olduklarını bilerek ölmek...

İşte bu; kalbi geniş, şahsiyeti yüksek, yakîn ehli, Allah’ın hidâyete erdirdiği, Resûlü’nün terbiye ettiği ve Kur’ân’ın yol gösterdiği bir insanın Abdullah b. Mes’ûd’un yegâne dileğiydi..!!