Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

HAMZA b. ABDÜLMUTTALİB

Allah’ın Aslanı, Şehidler Sultanı


Koşuşturmalar, zahmet, ibadet ve eğlenceyle geçen bir günün ardından Mekke derin bir uykuda... Kureyşliler sıcak yataklarında yan gelip yatıyorlar...

Fakat biri var ki; kendini yatağından alıvermiş. Bu kişi, erkence yatağına girip az bir şey dinlendikten sonra büyük bir arzu ile kalkmış. Çünkü Allah ile vaadi vardır.

Odasındaki namazgahına çekilmiş Rabbine yakarıp dua ediyordu. Onun yalvaran göğsünün sesine ve ısrarlı sıcak yakarışlarına uyanan hanımını ona karşı bir şefkat ve acıma hissi kaplar ve ona, nefsine biraz daha yumuşak davranmasını salık verir, uykusunu yeterince almasını söylerdi. O ise cevap olarak “Uyku vakti geçti, ey Hatice” derken, gözyaşları sözlerinden önce gelirdi.

Onun davası her ne kadar Kureyş’in zihinlerini meşgul etse de henüz onları uykularından etmemişti. Sözlerini gayet gizli yayıyordu. Kendisine inananlar o gün gerçekten azdılar. Mü’minlerin dışında da kendisine son derece büyük sevgi ve saygı besleyenler vardı. Bunlar kendisine iman etmek ve kutsal kafileye katılmak için büyük bir arzu duyuyorlardı. Onları engelleyen sadece toplum ve bölgenin örfü, taklitçiliğin ve geleneğin baskısı ile güneşin doğuşu ve batışı arasındaki kararsızlıkları idi. İşte bunlardan biri de, Peygamberin amcası ve süt kardeşi Hamza b. Abdülmuttalib idi.

Hamza, yeğeninin büyüklüğünü, olgunluğunu gayet iyi biliyor, davasının hakikatini, iyi özelliklerini tanıyordu. Hamza’nın Muhammed’i (s.a.v.) tanıyışı, bir amcanın yeğenini tanıyışından öte, bir kardeş ve arkadaş tanıyışı idi... Zira Allah Resûlü (s.a.v.) ve Hamza aynı nesilden olup akran sayılırlar. Beraber yürümüş, oynamış, kardeş olmuşlar, aynı gelenek içinde yetişmişlerdi. Fakat daha sonra bu iki gençten her biri kendi yolunun yolcusuydu: Muhammed (s.a.v.) kendine Allah yolunu aydınlatan ruhunun ışığına ve hayatın gürültüsünden uzak derin tefekküre yönelmiş, hakikati karşılamak için hazırlanan kalbinin sesine bağlanmışken; Hamza, hayatın imkanlarından daha fazla yararlanmak, Kureyş ve Mekke’nin ileri gelenleri arasında kendine bir yer açmak için rakipleriyle yarışa girmişti.

İki gençten her biri kendi yolunun yolcusuydu, dedik. Ancak şu var ki, akranı ve kardeşinin oğlu Muhammed’in (s.a.v.) faziletleri Hamza’nın aklından bir an bile çıkmamıştı. Bunlar öyle fazilettir ki, sahibine tüm insanların gönlünde büyük bir yer açar ve gelecek için apaçık bir tablo çizer. Hamza bir gün, her günkü alışkanlığı üzere evden çıkmıştı. Kâbe’nin yanında bir grup insan görmüştü. Kureyş’in eşrafının yanlarına oturup konuştuklarına kulak kabarttı. Muhammed’den (s.a.v.) söz ediyorlardı.


Yeğeninin davasından duydukları sıkıntı hepsini kaplamıştı. Ondan söz ederlerken sözlerinden hınç ve öfke yükseliyordu. Halbuki önceleri Onunla ilgilenmiyorlardı veya ilgilenmez ve aldırmaz gözüküyorlardı. Ama bugün gözlerini sıkıntı, üzüntü ve bu davayı boğma arzusu bürümüştü. Hamza onların sözlerine uzunca güldü, onları aşırılık ve yanlış anlayışlarıyla ayıpladı. Ardından Ebû Cehil, arkadaşlarına destek mahiyetinde söz alarak Hamza’nın, Muhammed’in (s.a.v.) davasının tehlikesini herkesten daha iyi bildiğini; fakat meseleyi basit göstererek Kureyş’i uyutmak istediğini, bir gün Kureyş’in çok kötü bir sabaha uyanacağını, yeğeninin Kureyş’e üstün geleceğini belirtti.

Homurtular içinde konuşmalarını sürdürdüler. Hamza bir gülüm­süyor, bir kızıyordu. Sonunda topluluk dağıldı, herkes yoluna gitti. Hamza yeni düşüncelerin ağırlığı içinde yeğeninin durumunu düşünüyor, kendi içinde Onun durumunu yeniden tartışıyordu. Günler geçiyordu ve her geçen gün Kureyş’in, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) davetine olan öfkesi artıyordu. Daha sonra öfkeler, patlama noktasına geldi. Hamza olanları uzaktan izliyordu. Doğrusu yeğeninin kararlı ve cesur tavrı onu şaşırtıyordu. O inancı ve davası uğruna kendini feda ediyordu. Onun kararlılığı ve fedakarlığı bilinmesine rağmen bunlar tümüyle Kureyş için yeni şeylerdi.

Kuşku denen şey, Peygamberin doğruluk ve yüceliği söz konusu olduğunda Hamza’nın aklıselimine girecek bir giriş bulamazdı. Zira Muhammed’i ilk çocukluğundan, tertemiz gençlik dönemine ve emin bir kişi olarak bilindiği olgunluk çağına kadar en iyi tanıyan Hamza idi. Kendi gibi tanıyordu onu… Hayata beraber atıldıkları, birlikte gelişip olgunlaştıkları dönemden beri birlikteydiler... Muhammed’in (s.a.v.) hayatı güneş ışıkları gibi saf ve temizdi. Hamza onu kızgın, umutsuz, tamahkâr veya gafil gördüğü bir günü hatırlamıyordu.

Hamza sadece beden kuvvetine sahip değil; akıl ve irade gücüne de sahipti. Bundan ötürü de böyle bir kimsenin, doğruluğunu ve güvenirliğini iyi bildiği birine aykırı hareketi doğal kabul edilemezdi.

Beklenen gün geldi… Hamza evinden çıkmış yayı omzunda, en gözde sporu olan avlanmak için çöle doğru açılmıştı. Avcılıkta bayağı mahirdi Hamza. Günün bir kısmını evde geçirdi... Avdan dönünce âdeti üzere Kâbe’ye gitti, tavaf etmek için harekete geçmişti ki, Kâbe’nin yanında Abdullah b. Ced’an’ın hizmetçisi karşıladı kendisini. Konuşmaya başlayıncaya kadar fark etmemişti onu. “Ey Ebû Umare (Hamza)! Keşke bir görseydin Ebû Cehil’in yeğenin Muhammed’e (s.a.v.) yaptıklarını.

Onu işte burada gördü, sövdü, ağzına geleni söyledi, çok aşırı şekilde çirkin davrandı.” Hizmetçi, Ebû Cehil’in, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) yaptıklarını tek tek anlattı. Hamza anlatılanları güzelce dinledi. Sonra başını önüne eğip biraz durdu. Elini yayına uzattı, yerine yerleştirdi, hızlı adımlarla Kâbe­ye doğru yöneldi… Ebû Cehil’i görmesi gerekiyordu. Onu orada bulamazsa peşini bırakmayacak, buluncaya kadar arayacaktı. Kâbe’ye nerede ise varmıştı. İşte Ebû Cehil oradaydı.

Kâbe’nin avlusunda Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte oturuyordu. Gayet sakin bir şekilde karşısına dikildi Ebû Cehil’in. Sonra yayını sıyırıp Ebû Cehil’in kafasına bir tane indirdi. Başını yarmış, kanatmıştı. Daha oturanlar olayın dehşetinden ayılmaya kalmadan Hamza, Ebû Cehil’e haykırdı: “Ben onun dinini kabul ettiğim, onun söylediklerini söylediğim hâlde sen Muhammed’e (s.a.v.) söversin ha! Haydi gücün varsa bana karşılık ver bakalım!” Oturanlar liderlerine yapılan hakareti ve başından akan kanları unutmuşlar; daha çok yıldırım gibi inen bu sözlere takılmışlardı. Bu sözler Hamza’nın, Muhammed’in (s.a.v.) dini üzere olduğunu, onun düşünce ve sözünü paylaştığını ilan eden sözlerdi.

Hamza müslüman mı oluyordu? Kureyş’in defetmeye imkan bulamayacağı bir felaketti Hamza. Zira Hamza’nın müslüman oluşu, pek çok insanı İslâm’a çekecekti.

Muhammed de (s.a.v.) çevresinde davasını güçlendirecek, destek verecek bir kuvvet bulmuş olacaktı. Kureyş belki bir sabah putlarını ve ilâhlarını parçalayan balyozun sesiyle uyanacaktı. Evet... Hamza müslüman olmuş, bunu da topluluğa ilan etmişti. Zihni dağınık grubu, dağınık düşünceleriyle; Ebû Cehil’i de yarılmış başından akan kanıyla baş başa bırakan Hamza, yayını omzuna iyice yerleştirip evine doğru sabit adımlarla yürüdü.

Hamza keskin bir akla, doğru bir kalbe sahipti. Evine dönüp günün yorgunluğunu atınca, oturup düşünmeye başladı; olup bitenleri tekrar hatırından geçirdi. Müslümanlığını nasıl ve ne zaman ilan etmişti. Kuşkusuz her şey kızgınlık, hamiyet ve infial anında olup bitmişti. Yeğenine yapılanlar ağırına gitmiş, kendisini iyice kızdırmıştı.

Haşim oğullarının hamiyeti tutmuş, Ebû Cehil’in başını yararak, müslüman olduğunu yüzüne haykırmıştı. Fakat kişinin asırlardır yaşadığı, atalarının ve milletinin dinini bırakıp prensiplerinden bile henüz haberdar olmadığı, gerçek yüzünü pek az bildiği yepyeni bir dine girmesi için en iyi yol, bu muydu acaba? Gerçi o, Muhammed’in (s.a.v.) doğruluğundan ve gayesinin paklığından bir an bile kuşkuya kapılmamıştı. Fakat Hamza’nın yaptığı gibi, kişinin tüm sorumluluklarıyla birlikte kızgınlık anında yeni bir dine yönelmesi mümkün müdür? Yeğeninin bayraktarlığını yaptığı bu yeni dine karşı hürmet doluydu gönlü Hamza’nın.

Bu davanın taraftarı olmak, mü’mini olmak kaderde olabilir; fakat bu dine girmek için uygun zaman hangisidir? Öfke ve hamiyet anı mı? Yoksa enine boyuna düşünme ve tefekkür vakitleri mi? Kalbine bir yön vermesi, her şeyi tekrar inceden inceye düşünmesi, düşüncesini arındırması gerekiyordu. Düşünmeye başladı... Geçiyordu şüphelerin kesilmediği günler, gözlerini yummadığı geceler... Hakikati akıl aracılığıyla bulmaya çalışacak olursak, şüphe bilgiye götüren bir vesile hâlini alır. Hamza da İslâm’ı araştırma noktasında aklını kullanıyordu.

Eski ve yeni dini karşılaştırdığında kendisini şüpheler kaplıyordu. Geleneksel özlem ve arzular ve her yeniye karşı yaratılıştan gelen ürküntü kendisini atalarının dinine doğru itiyordu. Kâbe’yi dolduran tanrılara, putlara, Kureyş’e ve Mekke’ye ait dinî anlayışlara ait tüm hatıralarından bir anda uyanmıştı. Tarihe karışmış bu şeylerin hepsinden ve eski dininden kendini arındırmıştı.

Kişinin bir anda atalarının dinine sırt çevirmesinin, kişide nasıl böyle bir değişiklik yaptığına şaşıyordu Hamza. Yaptığına pişman olmuştu. Baktı ki, tek başına akıl yeterli gelmiyor, o zaman tüm içtenlik ve dürüstlüğüyle gayba sığındı. Kâbe’nin yanında gökyüzüne yönelmiş yalvarıp yakarıyordu, hakikati ve doğru yolu bulmak için. Gelin Hamza’ya kulak verelim, bakalım olayın gerisini nasıl anlatıyor: “Sonra beni bir pişmanlık aldı, atalarımın dininden ayrıldım diye.

Şüphelerle geceliyordum, gözlerime uyku girmiyordu. Sonra Kâbe’ye geldim. Hakikate gönlümü açsın diye Allah’a yalvardım. Şüphelerim gitti. Allah duama karşılık vermiş, kalbime iman doldurmuştu. Ertesi gün erkenden Allah Resûlü’ne (s.a.v.) gittim, durumu anlattım. O da kalbimin İslâm’da sabit olması için dua etti.” Hamza işte böylece gerçek İslâm’a ermişti.

Allah İslâm’ı Hamza ile güçlendirmiş, onu Allah Resûlü’nü ve zayıf sahâbeyi koruyan güçlü bir kol kılmıştı. Ebû Cehil onu İslâm safında görmüş, harbin kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Kureyş’i, Allah Resûlü’ne ve sahâbeye darbe indirmek için teşvik etmeye, kinini dindirecek iyi bir harbe hazırlamaya başladı. Pek tabi ki Hamza tüm baskı ve eziyetleri önleyemezdi. Fakat yine de onun müslüman oluşu önemli bir kalkan ve muhafaza görevi görüyordu.

Önce Hamza’nın, sonra da Ömer’in müslüman oluşu, Arap kabilelerini etkilemiş ve grup grup İslâm’a girmelerine sebep olmuştu. Müslüman olduktan sonra Hamza her şeyini Allah’a ve O’nun yüce dinine adamıştı. Bundan ötürü de Allah Resûlü (s.a.v.) ona “Allah’ın Aslanı, Resûlü’nün Aslanı” lakabını uygun görmüştü. Müslümanların düşmanla çatışmak için çıktıkları ilk seriyenin komutanı Hamza idi. Allah Resûlü!nün bağladığı ilk sancak da onundu. Bedir savaşında düşmanla karşı karşıya gelindiğinde Allah ve Resûlü’nün Aslanı burada çok şaşırtıcı şeyler yapmıştı.

Yenik Kureyşliler hezimet ve hüsran içinde Bedir’den Mekke’ye döndüler. Başı yerde ümitleri suya düşmüş olarak Ebû Süfyân Mekke’ye dönerken, Kureyş büyüklerinin cesetlerini de savaş meydanında bırakıyordu. Bunlar Ebû Cehil, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ümeyye b. Halef, Ukbe b. Ebû Muayt, Esved b. Abdülesed el-Mahzumî, Velîd b. Utbe, Nadr b. Hâris, Âs b. Saîd, Ta’me b. Adî gibileri ve bunlardan daha onlarcasını... Kureyş bu yenilgiyi müslümanların yanına bırakmayı düşünmüyordu. Tekrar hazırlığa başlandı. Şerefleri ve ölülerinin intikamı için Kureyş tekrar savaşa karar verdi.

Kureyş yanlarında kabile temsilcileri, başlarında Ebû Süfyân yola çıktıklarında Uhud savaşının eşiğine gelinmişti. Kureyş uluları iki adamı hedefliyordu bu yeni savaşta. Allah Resûlü’nü (s.a.v.) ve Hamza’yı (r.a). Evet... Onların savaş öncesi tartışma ve konuşmalarını duyan kimse, Hamza’nın Allah Resûlü’nden sonra nasıl da savaşın hedefi olduğunu görürdü.


Savaşa çıkılmadan önce, Hamza’nın işini bitirecek adam seçilmişti. Bu, mızrak atmada oldukça mahir olan Habeşli bir köleydi. Savaşta onun tek görevi vardı: Hamza’yı avlamak, öldürücü darbeyi ona yöneltmek... Kureyş onu başka bir şeyle uğraşmaktan men etmişti, durum ne gösterirse göstersin. Kureyş ona çok büyük bir karşılık vaat ediyordu: Özgürlüğünü. Adı Vahşi olan bu adam Cübeyr b. Mut’am’ın kölesiydi. Bedir’de Cübeyr’in amcası da ölmüştü. Cübeyr, Vahşi’ye: “Savaşa gir, Hamza’yı öldürürsen hürsün” demişti. Sonra onu Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e göndermişti, daha bir teşvik alsın diye. Hind Bedir’de babasını, amcasını, kardeşini ve oğlunu kaybetmişti.

Kendisine söylendiğine göre, bunların bir kısmını Hamza öldürmüş, bir kısmını da öldürmeye yeltenmişti. İşte bu nedenle erkekli kadınlı tüm Kureyşliler ne pahasına olursa olsun, Hamza’nın başını istiyordu. Savaşa birkaç gün kalmıştı. Yapacak hiçbir şey yoktu; Hind’in Vahşi’nin kalbine kin duygularını boşaltmasından, istediği tabloyu ona çizmesinden başka...

Hamza’nın katlinde başarılı olursa, bir kadın olarak sahip olduğu tüm ziynet ve mücevheratı kendisine vermeyi vaat ederken Hind, bir yandan da inciden küpesini ve boynunda kalabalık yapan altın gerdanlığını tutuyordu parmaklarıyla. Sonra gözleriyle Vahşi’yi kuşatırcasına bakıp: “Hepsi senin, şayet Hamza’yı öldürürsen!” diyordu. Ağzı sulanmıştı Vahşi’nin. O an aklı, kendisini bir daha köle olmamak üzere ögürlüğüne kavuşturacak ve Kureyş’in en ulu hanımının ziynetlerine sahip kılacak savaşa gitmişti. Görüşme tamamdı. Açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkmıştı ki, tümüyle hedef Hamza’ydı.

Ve Uhud Savaşı… İki ordu birbirine girdi. Hamza da zırhını giymiş, savaş meydanına girmişti. Bir ileri bir geri saldırıp, eline geçirdiği her kafaya kılıcını indiriyordu. Ölüm denen şey sanki emrine girmişti Hamza’nın. Dilediği kimseye fırlatıyordu ve o da onu içten kavrıyordu. Müslümanlar topluca saldırdılar. Kesin zafere neredeyse yaklaşmışlardı. Mağlup Kureyşliler korkup kaçmaya başlamışlardı.

Şayet okçular tepedeki yerlerini terk etmemiş ve bir an için mağlup duruma düşen düşmandan kalan ganimeti toplamak için savaş alanına inmemiş olsalardı... Ve şayet yerlerini bırakıp da Kureyş atlılarına tepedeki gediği açmamış olsalardı, hiç kuşkusuz Uhud, erkeği, kadını, atı ve devesiyle tüm Kureyş’e mezar olacaktı. Kureyş atlıları müslümanlara aniden saldırıp kana susamış kılıçlarını delice salladılar.

O anda müslümanlar da yeniden toplanmaya, attıkları silahlarına tekrar sarılmaya başladılarsa da faydası olmadı. Zira bu ani baskın çok sert ve şiddetli olmuştu. Hamza olan biteni görmüş, güç ve direnci daha bir artmış, gayrete gelmişti. Bir sağına, bir soluna, bir önüne bir arkasına, durmadan darbeler indiriyordu. Vahşi de onu gözlüyor, mızrağını fırlatmak için uygun bir vakit kolluyordu.

Şimdi gelin sözü Vahşi’ye verelim, manzarayı kendi cümlelerinden dinleyelim: “Ben Habeşli bir adamdım. Mızrağı onlar gibi atar, pek az hata yapardım. Savaş meydanında insanlar birbirine girdiğinde ben Hamza’yı arıyordum. Göz gezdirip dururken bir de baktım topluluğun ortasında iyice fark edilecek şekilde duruyor. Önünde kimse tutunamıyordu, geleni deviriyordu.

Biraz daha yaklaşınca, saldırayım diye bir ağacın ardına gizlendim. Tam o sırada Subâ’u b. Abdüluzza ortaya çıktı. Hamza onu görünce Subâ’u’yu meydan okuyarak kendine doğru çağırdı ve bir vuruşta kafasını yere indirdi. “İşte tam o sırada mızrağımı salladım. Mızrak hedefe isabet etmişti. Hamza bana doğru yöneldi; fakat güç bulamadı ve öldü. Yanına gittim, mızrağımı aldım. Sonra karargaha dönüp oturdum. Çünkü artık işim kalmamıştı, onu öldürmüştüm.

Ve artık serbest kalmıştım.”
Bırakalım Vahşi sözünü tamamlasın. “Mekke’ye döndüğümde azat edildim. Allah Resûlü (s.a.v.) fetih günü oraya gelinceye dek de orada kaldım. O gelince Taife kaçtım. “Taif heyeti müslüman olmak için Allah Resûlü’ne (s.a.v.) gittikleri zaman anladım ki benim için tüm yollar tıkanmıştı. Şam’a mı gitseydim ya da Yemen’e veya bir başka yere mi… Adamın biri bana “Yazıklar olsun sana! Allah Resûlü (s.a.v.) müslüman olan hiç kimseyi öldürmüyor.” deyinceye kadar durumum hiç de iç açıcı değildi doğrusu. Yola çıktım, Medine’ye gidip Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yanına vardım.

Beni görmemişti. Ayağa kalkıp karşısına çıkınca beni fark etti. Şehâdet getirdim. O: “Sen Vahşi misin?” dedi. “Evet, ey Allah’ın Resûlü” dedim. “Söyle bana,” dedi “Hamza’yı nasıl öldürdün?” Ben de anlattım. Sözümü bitirince: “Yazıklar olsun sana. Gözüme gözükme.”

O günden sonra Allah Resûlü’nün (s.a.v.) bulunduğu yoldan kaçar oldum, beni görmesin diye. Bu hâl Allah Resûlü’nün vefatına kadar böyle sürdü. Müslümanlar, yalancı peygamber Müseylime üzerine yürüdüklerinde ben de Hamza’yı öldürürken kullandığım mızrağımı alarak onlarla birlikte çarpışmaya çıktım. İki grup birbirine girdiğinde yalancı Müseylime’yi elinde kılıcı ayakta gördüm. Hazırlandım ve mızrağımı salladım, istediğim gibi oldu. İsabet almış, yere yıkılmıştı Müseylime. Eğer bu mızrağımla insanların en hayırlısını öldürdümse, Allah’tan affımı diliyorum. Zira bununla insanların en şerlisi Müseylime’yi de öldürdüm.”

İşte böyle ermişti Allah’ın Arslanı şehâdet mertebesine. Öldürülmesiyle yetinmemişti düşmanları, nasıl yetinsin ve ikna olsunlar ki? Allah Resûlü’nü ve amcası Hamza’dan başka birini hedeflemedikleri bu savaşa Kureyş’in tüm malını ve adamlarını sokan bu adamdır. Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Hamza’nın ciğerini getirmesini emretmişti Vahşi’ye. Vahşi bu ateşli arzuyu yerine getirmişti. Hind’in yanına bir elinde ciğerle döndüğünde, Vahşi diğeriyle de Hind’den küpe ve gerdanlığını alıyordu, görevini yerine getirmiş olmanın karşılığı olarak…

Şirk ordusunun komutanı Ebû Süfyân’ın karısı ve Bedir’de müslümanlarca öldürülen Utbe’nin kızı olan Hind, içindeki hınç ve kinini dindirir ümidiyle Hamza’nın ciğerini çiğnedi. Fakat ciğer dişlerine sert gelmiş, kendini çiğnetmemişti. Hind de onu ağzından çıkarmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da yüksekçe bir kayanın üstüne çıkarak şöyle bağırmaya başladı:

 “Verdik size Bedir’in karşılığını

Harp üstüne harp çetin olsa da

Tahammülüm yoktu babam Utbe’ye yapılana

Ne kardeşime ve amcasına ne de ilk göz ağrıma

Nefsime şifa verdim

Yerine getirdim ben adadığım nezrimi

Ve Vahşi giderdi içimde sakladığım kini”


Savaş bitmişti. Müşrikler develerine binmiş, atlarını da önlerine katarak Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı. Allah Resûlü (s.a.v.) şehidleri yoklamak için çarpışma alanına inmişti.

Vadinin ortasındaydı. Cennet karşılığı nefislerini Allah’a satan, onları Allah yoluna adayan ashabının yüzlerine iyice bakıyordu. Aniden durdu... Baktı... Dili tutulmuştu, dişlerini sıktı ve göz kapaklarını usulca salıverdi, gözlerini kapadı. Hiçbir Arap’ın ahlâkının bu derece çirkin bir vahşeti yapacak kadar alçalacağı düşünülemezdi. Allah’ın Arslanı, Şehidler Sultanı, amcası Hamza belirmişti yerde cesetler arasında.

Allah Resûlü (s.a.v.) şimşek parıltısı saçan gözlerini amcasının cesedine dikti ve: “Bunun kadar acı bir başka musibet yaşamayacağım ebedî olarak.” dedi ve ekledi: “Bundan daha öfkeli bir hâl yaşamamıştım.” Sonra sahâbeye dönerek şöyle dedi: “Hamza’nın kız kardeşi Safiye’yi üzmeyeceğini ve benden sonrakilere kötü örnek olmayacağını bilsem, bunu kurtlara kuşlara bırakırdım.

Ve şayet Allah beni herhangi bir yerde Kureyş’e muzaffer kılarsa buna karşılık olarak onlardan otuz adam alırım.” dediler. Sahâbe de şöyle seslendiler: “Allah’a yemin olsun ki bir gün Allah bizi muzaffer kılacak olursa, onlardan hiçbir Arap’tan görmedikleri şekilde öcümüzü alırız.” Hamza’ya şehâdet ikramında bulunan Allah, ikinci bir ikramda yine bulunuyordu. Onun ölümünü insanlara ders vesilesi olarak değerlendiriyor ve onlara adaletin sonsuza dek korunmasını, ceza ve kısasta dahi olsa merhametin gerektiğini öğretiyordu. “Ey Muhammed, Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış.

Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir. Eğer ceza vermek isterseniz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir. Onlara üzülme, kurdukları düzenden de endişe etme. Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla beraberdir.” (Nahl, 125-128) Allah Resûlü (s.a.v.) Hamza’yı çok seviyordu. Bu durum Hamza’nın sırf en sevdiği amcası olmaktan kaynaklanmıyordu. O aynı zamanda onun süt kardeşi, akranı, ömür boyu arkadaşı olmasından ötürü idi. İşte bu ayrılık anında Hz. Peygamber, onu uğurlamak için ona savaş şehidlerinin sayısınca namaz kılmaktan daha güzel bir şey bulamamıştı.

Hamza’nın nâşı savaş meydanındaki namazgâha getirildi ve namazı kılındı. Sonra diğer bir şehid getirildi, onunki de kılındı O kaldırıldı Hamza’nın nâşı yerinde bırakıldı. Üçüncü bir şehid getirilip Hamza’nın yanı başına konuldu ve Hz. Peygamber ikisinin de namazını kıldı. Bu şekilde tüm şehidler getirilmişti. O gün Hz. Peygamber hepsinin namazını tek tek kılarken, yetmiş kez de Hamza’nın namazını kılmıştı.

Hz. Peygamber savaştan eve dönerken Abdüleşhel oğullarının kadınlarının şehidlerine ağladıklarını görmüş, sevgi ve şefkatinden “Hamza’nın ağlayanı da yok” demişti. Sa’d b. Muâz bunu duymuş, Hz. Peygamberin, kadınların, amcasına da ağlamasını arzuladığını sanmış ve hemen kadınlara giderek, Hamza için ağlamalarını istemişti.

Hz. Peygamber de bunların ağıtını işitince hemen yanlarına çıkıp: “Ben bunu kastetmemiştim. Haydi dönün gidin! Allah iyiliğinizi versin! Bugünden sonra ağlama yok!” demişti. Hamza’nın şehâdetinden sonra sahâbe pek çok mersiye söylemiş menkıbe anlatmıştı. “Bakın uzun bir kaside de Hasan b. Sâbit neler diyordu onun için: Bırak kalıntısı bile yok olmuş evi, Ağla Hamza’ya ki kerem sahibi! Atıyla yek vücut olan, gemleyip bindiğinde Yiğit ve bahadır ormanda aslan sanki Haşim neslinin doruğunda bir kılıç ki Hakk’ın dışında hiç didişmemiş batıl uğrunda Şehid düştü o katil Vahşi’nin elleri Abdullah b. Revâha da şöyle diyordu: Gözlerim yaş döküyor, hakkı da dökmek Artık fayda etmez ne ağlamak ne de feryadı figan Seherlerde Allah Aslanına “Öldürülen adamınız Hamza mıydı?” dediler.

Öyleyse tüm müslümanların bu afet Ve Peygamber de gördü böyle bir musibet Ey Ebû Ya’la direklerin vardı yıkıldı Şan sahibiydin iyilik severdin, gözetirdin akrabayı”

Hz. Peygamberin halası, Hamza’nın kız kardeşi Safiye bint Abdülmuttalib de şöyle demişti: Arşın sahibi, gerçek İlâh onu çağırdı. Sevinç içinde cennette yaşamaya Umduğumuz huzur günü işte buydu En güzel sonuç olarak Hamza’ya Unutmayacağım seni yemin olsun Allah’a Ağlamaklı ve hüzünlü estikçe Saba yeli Sefer ve ikametim Allah’ın Arslanı’yla olacak O ki kavminin efendisiydi, korurdu küfre karşı İslâm’ı “Allah kardeş ve yaranımı iyilikle mükafatlandırsın” diyordum Aşiretine geldiğinde ölüm habercisi Fakat Hz. Peygamber’in Hamza hakkında söylediği cümle, onu en güzel şehidler arasında gördüğünde anlatan mersiye olsa gerektir: “Allahın rahmeti üzerine olsun. Sen bildiğim kadarıyla akrabalık bağlarını sağlam tutan ve çok hayır yapan biriydin.” Allah Resûlü’nün, amcası Hamza dolayısıyla uğradığı musibet büyük bir felaket olup, sabır ve tahammülü pek zor ve önemliydi.

Ancak şu vardı ki, şeref ve vakar Peygamberimiz için en güzel tahammül kaynağıydı. Uhud dönüşü Allah Resûlü’nün yolu, savaşta babası, kocası ve kardeşi şehid düşen bir hanıma uğruyordu. Bu kadın savaştan dönmekte olan müslümanları görünce onlara doğru koşmuş savaş haberlerini soruyordu. Kendisine kocasının, babasının ve kardeşinin şehâdetini haber verdiler. O ise onlara: “Allah Resûlü nasıl?” diye soruyordu. Onlar da: Şükürler olsun arzuladığın gibi” deyince hanım: “Gösterin bana, göreyim onu.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) yaklaşıncaya kadar birlikte beklediler. Kadın Peygamber’i (s.a.v.) görünce ona doğru koştu ve:


“Sana bir şey olmasın da tüm belalar kolaydır” dedi. İşte en güzel tahammül buydu. Peygamber (s.a.v.) bu eşsiz tablo karşısında gülümsemişti. Dünyada buna denk bir dostluk ve fedakârlık olmasa gerektir. Bir hanım... Zayıf, miskin…

Bir anda babasını, kocasını, kardeşini kaybediyor; sonra da bunların ölüm haberini getiren kişinin sözünü ağzında koyup, dağları titretircesine soruyor:

“Allah Resûlü nasıl?!” Bu kaderin en güzel şekilde çizdiği bir tabloydu.

Allah Resûlü’ne sabır ve tahammül bahşeden; Allah’ın Arslanı, Şehidlerin Sultanı Hamza hususunda