Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

SAÎD b. ÂMİR

Yırtık Elbiseler İçindeki Büyüklük


Hangimiz bu ismi tanıyor ve daha önce duymuş?

Büyük bir ihtimalle -hepimiz değilsek bile -çoğumuz bu şahsı şimdiye kadar duymamışızdır. Ve şimdi soralım Saîd b. Âmir kim diye? Evet, şimdi öğreneceğiz Saîd’i!..

Her ne kadar onun bu titrek isminde sahâbenin büyüklerinin isimlerine bir yakınlık olmasa da o sahâbenin büyüklerinden biridir. Kuşkusuz, o takva ehlinin gizli kalmış büyüklerindendir. Bütün toplantı ve savaşlarda onun Allah Resulü’nü yakından izlediğini dile getirmek, belki fazla söz ve bir tekrardan ibaret olacaktır. Ve zaten bu tüm müslümanların düsturuydu. Mü’min olana, gerek savaşta gerek barışta Peygambere muhalefet yaraşmazdı.

Hayber’in fethinden az önce müslüman olmuştu. Saîd, İslâm’la kucaklaştığı ve Resûlullah’a biat yaptığı andan itibaren hayatını, varlığını ve geleceğini tümüyle İslâm’a adamıştı. İtaat, zühd, alçakgönüllülük ve yücelik… İşte tüm bu büyük faziletler dost ve kardeş olarak bu temiz ve pâk insanda bulunmaktaydı. Onun büyüklüğünü iyi kavrayabilmek için herhangi bir şeyi kaçırmamak, uyanık davranmak gerekir. Kalabalık içinde Saîd’e gözümüz iliştiğinde, göz onda durmak için bir sebep görmez, başka tarafa geçer. Gözümüz onu alelâde bir fert olarak görür; dağınık ve tozlu...

Ne giyiminde, ne dış görünümünde, onu diğer yoksul müslümanlardan ayıran bir özellik taşımaz Saîd. Giyim kuşamından ve dış görünümünden, onun hakikî yapısına delil aradığımızda hiçbir şey bulamayız. Bu insanın büyüklüğünün süs ve şâşaadan daha öte bir şey olduğunu fark ederiz. Çünkü bu eski elbiselerin ve sadeliğin gerisinde büyük bir değer yatmaktadır. Sedefte gizlenmiş inci var ya... İşte öyle.

Mü’minlerin Emiri Ömer b. Hattab, Muaviye’yi Şam valiliğinden uzaklaştırınca, etrafını yoklayarak, onun yerine göreve getirebileceği birilerini araştırdı. Ömer’in vali ve yardımcılarını seçmedeki üslubu, tümüyle dikkat, vakar ve mahzurları göz önüne getiren bir üsluptu. O inanıyordu ki, şayet herhangi bir valisi bir yerde hata işleyecek olsa, bunu Allah iki kişiden sorardı: İlk olarak Ömer’den, ikinci olarak da hata sahibinden. Kişileri atamadaki ve vali seçimindeki ölçüsü, gayet hassas ve son derece basiretli idi. Şam, dönemin büyük medeniyet merkezi idi.

Oradaki hayat, çeşitli medeniyetlerin izlerini taşırdı. Ticaret için de önemli bir merkezdi. Geniş bir bolluk vardı. İşte bu ve buna benzer nedenlerden ötürü de fesad diyarıydı. Ömer’in düşüncesine göre de, buraya ancak fesatçı şeytanların, takvasının önünde duramayıp kaçtıkları bir veli uygun düşerdi. Zahid, abid, itaatkâr ve günahından tövbe edip dönmesini bilen biri.


Ömer aniden bağırdı: “Tamam buldum onu. Bana Saîd b. Âmir gerek.” Daha sonra Saîd, Ömer’e gelir. Ömer, ona Humus valiliğini teklif eder. Fakat Saîd özür beyan ederek: “Beni fitneye salmayın ey Mü’minlerin Emiri!” deyince Ömer bağırır: “Allah’a yemin olsun ki, seni bırakmam! Emanetinizi ve hilafetinizi boynuma yıkıp, beni bir başıma terk edemezsiniz.” Saîd o anda ikna olmuştu. Ömer’in sözleri ikna için yeterli gelmişti. Evet... Emanet ve hilafeti Ömer’in üstüne atıp, tek başına bırakmaları adalet değildi.

Ve şayet Saîd b. Âmir gibileri de sorumluluktan kaçınacak olursa, Ömer tayin edeceği kimseleri nereden bulacaktı? Saîd, Humus’a doğru yola çıktı. Yanında henüz yeni evlendiği hanımı vardı. Ömer kendisine biraz da mal vermişti. Humus’a yerleştikleri zaman zevcesi, Ömer’in verdiklerinden bir miktar harcamak istedi, Saîd’e yeni elbise ve eşya almasını söyledi. Gerisini de biriktirmek niyetindeydi. Saîd ona: “Bunlardan daha iyisini sana söyleyeyim mi?” dedi ve ekledi: “Bak, biz ticareti geniş ve pazarı kazançlı bir memleketteyiz. Gel, bu elimizdekilerle bizim hesabımıza ticaret yapacak, malımızı artıracak birine bunları verelim.” Hanımı: “Ya iflas edecek olursa” dedi.

Saîd: “Ben kefil olurum.” dedi. Hanımı: “İyi öyleyse.” dedi. Saîd çarşıya çıktı. Sade bir hayata gerekecek kadar eşya alıp, malının kalanını yoksul ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Günler geçiyor, hanımı da zaman zaman ticarî kazançlarının ne durumda olduğunu soruyordu. Saîd de: “Başarılı bir ticaret, kazanç durmadan artıyor.” diye cevaplıyordu. Bir gün kadın aynı soruyu Saîd’in bir yakınının yanında sorduğunda meselenin iç yüzünü bilen adam önce gülümsedi, sonra da kahkahayı bastı. Bu gülüş, kadını şüphelendirdi ve açıklama yapması için ısrar etti.

Adam da kadına: “Çok zaman oldu, onun hepsini tasadduk edeli.’ dedi. Bunun üzerine kadıncağız hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu maldan doğru dürüst bir fayda görmeyişi onu üzmüştü. Üstelik istediklerini alamamış, elinde de bir şey kalmamıştı. Saîd, hanımına şöyle bir baktı. Akan gözyaşları ona daha bir güzellik katmıştı. Fitneye sürükleyen bu manzara, nefsinde zaafa sebep olmadan önce o basiretini cennete yöneltmiş, orada daha önce cennete gitmiş dostlarını görmüştü. Şöyle dedi: “Benim benden önce Rab’lerine kavuşmuş arkadaşlarım var.

Ben kesinlikle onların yollarından sapmak istemem. Tüm dünya içindekilerle benim olsa da…” Hanımının, güzelliğiyle kendisini kandırmasından korktuğu anda ona ve aynı zamanda kendi nefsine şöyle sesleniyordu: “Biliyorsun ki, cennette ceylan gözlü hûrîler, iyi huylu güzeller var. Onlardan bir teki bile yeryüzüne inse, her tarafı aydınlığa boğar, nuru güneş ve ayınkini yok eder. Kuşkusuz seni onlara feda etmek, onları sana feda etmekten daha uygun düşecektir.” Sözünü başladığı gibi bitirmişti; sakin, güleç ve rahat. Hanımı sakinleşmiş ve anlamıştı ki, Saîd’in yolundan gitmekten ve Saîd’in sözünü ettiği zühd ve takvadan daha iyisi yoktu.


Humus o zamanlar “İkinci Kûfe” diye nitelendiriliyordu. Bunun sebebi de ahalisinin aşırılıkları ve valilere karşı muhalefetleri idi. Irak bu aşırılıkta öncelik sahibi idi. Humus da bu konuda ona benzemesinden bu ismi alıyordu. Humus’un belirttiğimiz bu aşırılıklarına rağmen Allah, onların kalplerini bu salih kuluna, Saîd’e yöneltmişti. Onlar onu seviyor ve itaat ediyorlardı.

Ömer bir defasında: “Şam ahalisi seni seviyor.” demişti. Saîd de: “Çünkü ben onlara yardımcı ve destek oluyorum.” diye cevap vermişti. Her ne kadar Humusluların Saîd’e sevgileri varsa da yine de ortada bazı şikayet ve rahatsızlıkların olması kaçınılmazdı... En azından Humus’un Kûfe ile başabaş yarıştığını ispatlaması gerekirdi. Bir gün Mü’minlerin Emiri Ömer (r.a.), Humus’u ziyaret eder ve kalabalık bir topluluk içinde onlara “Saîd hakkında ne dersiniz’?” diye sorar. Başlarlar ondan şikayetçi olmaya... Aslında bunlar, bir adamın büyüklüğünü ortaya çıkaran şikayetlerdi... Ömer şikayetçi guruptan şikayetlerini tek tek söylemesini istedi.

Gurup adına konuşacak kişi doğruldu ve: “Ondan dört hususta şikayetçiyiz.” dedi ve ekledi: “Gün iyice ilerlemeden yanımıza gelmiyor. Geceleri işlerimizi görmüyor. Ayda iki gün hiç yanımıza çıkmıyor, o günlerde kendisini hiç göre-miyoruz. Diğeri de, gerçi kendisinin bu konuda elinde bir şey yok; ama bizi rahatsız ediyor.

O da şu, kendisini zaman zaman baygınlık tutuyor.” Adam oturdu. Ömer (r.a.) bir müddet başını öne eğip sustu. Sonra Allah’a yönelerek: “Ey Allah’ım biliyorsun ki, Saîd senin en iyi kullarındandır. Ya Rabbi! Bu konuda ferasetimi yanlış çıkarma.” diye sessizce yalvardı. Saîd’i, kendini savunması için çağırdı. Saîd de cevaplamaya başladı. “Onlar, benim, gün epey ilerledikten sonra yanlarına çıktığımı söylüyorlar.

Vallahi nedenini söylemek içimden gelmiyordu. Madem istiyorlar söyleyeyim: Ailemin hizmetçisi yok. Onun için hamurumu kendim yoğurup, mayalanmaya bırakıyorum. Sonra da ekmeğimi pişiriyorum. Daha sonra da abdest alıp yanlarına çıkıyorum.” Ömer’in yüzü güldü ve Allah’a hamd etti. “Ya ikincisi?” dedi. Saîd konuşmasını sürdürdü: “Geceleri kimseyle ilgilenmediğimi söylüyorlar. Vallahi bunun sebebini de söylemekten hoşlanmıyordum.

Ben gündüzü onlara, geceyi Rabbi’me ayırdım. Ayda iki gün yanlarına çıkmayışıma gelince; benim çamaşırlarımı yıkayacak hizmetçim yok; fazla çamaşırım da yok. Ben çamaşırımı yıkıyor, sonra da kurusun diye bir müddet bekliyorum ve ancak ertesi gün yanlarına çıkabiliyorum. Bir de zaman zaman beni baygınlığın tuttuğunu söylüyorlar.

Ben ensârdan Hubeyb’in Mekke’de şehid düşürülüşüne şahit oldum. Vücudunu lime lime etmişti Kureyş. Onu bir deveye bindirmişlerdi. Sordular ona: “İster misin şimdi Muhammed senin yerinde olsun, sen de kurtul, rahata kavuş?” O şu cevabı vermişti: “Yemin olsun ki, Allah Resûlüne bir diken bile dokunacak olsa, ben ailem ve çocuklarım beraber dünya afiyeti ve nimeti içinde olmayı istemem... Her ne zaman bu manzara gözümün önüne gelirse, ki ben o sırada bir müşriktim, o gün Hubeyb’e yardım etmeyişimi hatırlarım.

İşte o zaman Allah’ın azabından duyduğum korkudan dolayı beni bir titreme alıyor ve kendimden geçiyorum.” Saîd sözlerini bitirmişti. Vera gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarından dökülen sözlerdi bunlar... Ömer kendine ve neşesine hakim olamamış: “Ferasetimi yanıltmayan Rabbime şükürler olsun!” diye bağırmıştı. Saîd’i kucakladı ve parlayan o yüce alnından öptü.

Böylesi bir saadete kim ulaşmıştı ki? Allah Resûlü gibi bir öğreticiyi Kur’ân gibi bir nuru ve İslâm gibi bir mektebi kim nerede bulmuştu ki? Fakat böyle bir hareket fazla miktarda olsaydı, acaba yeryüzü bunu kaldırabilir miydi? Şayet böyle olsaydı, yer yeryüzü olmaktan çıkar, Firdevs cennetine dönerdi.

Vaad edilen Firdevs’e... Firdevs’in zamanı gelmediğine göre, böyle şerefli ve yüce hayat yaşayanlar daima az ve nadir olacaktır. İşte Saîd b. Âmir de onlardan biridir. İşi ve vazifesi kadar maaşı ve geliri de çoktu Saîd’in. Fakat o, bundan kendine ve ailesine yeteri kadarını alır, gerisini yoksullara dağıtırdı. “Elindekilerle aile ve akrabana biraz bolca harca.” demişlerdi bir defasında kendisine.

O ise onlara: “Neden aileme ve akrabama?! Hayır, yemin olsun ki, ben Allah’ın rızasını akrabalığa karşılık satamam.” diye cevap vermişti. Kendisine her ne zaman “Kendine, aile efradına günlük harcamalarını biraz artır; hayatın güzelliklerinden istifade et.” Denilse, o devamlı şu büyük sözlerle karşılık verirdi: “Ben Hz. Peygamberin şu sözünü işittikten sonra benden öncekilerin (sahâbenin) yolundan ayrılamam. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allah insanları hesap için toplar. O sırada mü’minlerin yoksulları güvercinler gibi seke seke gelirler.

Onlara:“Durun! Hesap var.” denilir. Onlar da: “Hesaba çekileceğimiz hiçbir şeyimiz yok ki!” derler. O zaman Allah: “Kullarım doğru söylüyor.” der ve onlar herkesten önce cennete girerler.”

Saîd Hicretin 20. yılında Rabbine kavuştu… Her şeyiyle tertemiz ve pâk olduğu bir dönemde. Artık o dostlarına kavuşmuştu; gözü nurlu, gönlü rahat, yükü hafif olarak.

Ne yanında, ne ardında, ne sırtında ağırlık verecek bir dünya yükü ve eşyası vardı. Yanında sadece verâ, zühd, takva, büyük bir kişilik, büyük bir yaşantı ve mizanda ağırlığı olan; fakat sırta ağırlığı olmayan faziletler getirmişti.

Selâm olsun Saîd b. Âmir’e!..

Selâm olsun ona hayatında ve âhiretinde!..

Selâm, yine selâm yaşayışına ve anısına!..

Selâm olsun tüm iyilere, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ashabına!..