TE'LÎF:
Başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp kitâb hâline
getirme.
Kalp ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnîf ederler veya
te'lif ederler. Tasnif demek, bir ârifin kendine bildirilen ilimleri,
esrârı, dereceleri yazmasıdır. Böyle olan tasnif çok zamandan beri
dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İ mâm-ı Rabbânî'nin (k.sirruh)
yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim Kişmî)
TEL'İN:
Lânetleme, lânet etme. Bir kimsenin Allahü teâlânın rahmetinden uzak
olmasını dileme. (Bkz. Lânet)
TELKÎN:
Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak
okunan, kabir suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.
Mevtânıza (ölülerinize) telkîn ediniz. (Hadîs-i şerîf-Nî'met-i İslâm)
Definden sonra telkîn vermek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Telkîn özetle şöyledir: "Ey falan kişi! Bil ki bu kabir senin dünyâya
âit son, âhirete âit ilk konağındır. Artık bu fânî dünyâdan ayrılıp
sonsuz âleme göçtün. Şimdi sana Münker ve Nekir adında iki melek gelecek.
Korkma, mahzûn olma. Onlar Allahü teâl â tarafından gönderilmiştir.
Münker ve Nekir sana; "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin nedir? Kitâbın
nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir?" diye sorarlar. Onlara;
"Rabbim Allahü teâlâ. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm. Dînim İslâm.
Kitâ bım Kur'ân-ı kerîm. Kıblem, Ka'be-i şerîftir. Îtikâdda mezhebim,
Ehl-i sünnet ve'l-cemâattir." diye cevap ver. Bil ki, ölüm haktır, kabir
haktır, Münker ve Nekirin süâlleri haktır, haşr, neşr, hesap, mîzân (terâzî),
sırât haktır. Mü'minler için hazırlanmış olan Cennet ve inanmayanlar
için hazırlanan Cehennem haktır, gerçektir.
Yâ Rabbî! Bu kişiyi doğru cevap vermeye kâdir eyle. Eğer sâlih, iyi bir
kimse ise, ona ihsânını ziyâde eyle, arttır. Eğer günahkâr ise, onu
mağfiret eyle, affet. Âmîn." (Kutbüddîn İznikî)
TELVÎN:
Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.
Kıymetli kardeşim Hâfız Mahmûd'un şerefli mektûbu geldi. Hâllerinin
telvînlerinden bir şeyler yazmışsınız. Bu yolun başında da sonunda da
sâlikler (tasavvuf yolcuları) hâllerin telvîninden kurtulamazlar. (İmâm-ı
Rabbânî)
TEMELLUK:
İfrât (aşırı) derecede tevâzû.
Temelluk, müslüman ahlâkından değildir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adiy)
Temelluk ancak üstâda ve tabibe karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz
değildir. (M. Hâdimî) Muallim ile tabîbe, Temelluk etmek lâzımdır.
Tabîbin tedâvisine, Ve te'allüme (öğrenmeye) hâdimdir.
(M. Hâdimî)
TEMENNÎ:
Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin
olmasını dileme.
Temennî insanı tembelliğe götürür. Recâ (sebebine yapıştıktan sonra o
işin olmasını beklemek) ise, çalışmaya sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Müslüman temennî sâhibi değildir. Çalışır, sebeplere yapışır, ondan
sonra Allahü teâlâya tevekkül eder (her şeyi O'ndan bekler). (Mustafa
Sabrî)
TEMETTU' HAC:
Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra
memleketine dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'.
(Bkz. Hac)
Temettû' hac sevâbı, ifrâd haccından çoktur. (İbn-i Âbidîn)
TEMÎME:
Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir
zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü
teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın
gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.
Temîme ve tivele (muhabbet hâsıl etmek için okumak veya üzerinde bir şey
taşımak) şirktir. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)
TE'MÎNÂT:
Güven ve garanti vermek. (Bkz. Emân)
TEMKÎN:
Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna
kavuşma.
Kalb, telvinden (değişik hallerden), hâllere kul olmaktan kurtulmuş ve
temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller artık nefse gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Temkîne eren kimse üstünlerin üstünü olur. (Mevlânâ Hâce Emkenegî)
Temkîn Zamânı:
Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken,
vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb
edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun
altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan
bir kimsenin gördüğü ufuktan (zâhirî ufuk) güneşin üst kenarının batması
veya doğması mûteberdir. Bu ikisi arasında güneşin yarı çapı, bulunan
yerin inhitât-ı ufku (ufuk alçalması), güneş ışıklarının kırılması ve
güneşin paralaksı kadar fark vardır ki bu farka temkin denir. Temkin
zamânı, enlem derecesine, mevsimlere ve yüksekliğe göre değişirse de
Türkiye için ortalama 10 dakikadır.
Güneş tepede iken yâni öğle namazının vaktinden temkin zamânı kadar
evvel olan zaman içinde her namazı kılmak haramdır. (Ahmed Ziyâ Bey)
Temkîn zamânı değiştirilemez. Temkîn zamânı azaltılırsa, öğle ve daha
sonraki namazlar vakitlerinden evvel kılınmış olur. (M. Sıddîk Gümüş)
TEMLÎK:
1. Mülk olarak vermek.
Zekât vermek, malı müslüman fakire temlik etmekle olur. (İbn-i Âbidîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup altmış gün keffâret orucunu tutamaz
ise, altmış fakiri bir gün sabah akşam doyurur. Altmış günlüğü bir
fakire, bir günde toplu verirse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakiri
sabah, altmış başka fakiri de akşam doyuru rsa, sabah doyurduklarını
akşam veya akşam doyurduklarını sabah bir daha doyurmalıdır. Yâhut
bunlardan altmışının her birine Sadaka-i fıtır miktârı mal temlîk eder.
(Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
2. Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.
Temlik haberini başkası ile veya mektubla zevceye ulaştırma hâlinde
zevce, haberi aldığı mecliste kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü)
TEMYÎZ:
İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan
malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi
kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.
Temyiz sâhibi olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir).
Temyiz sâhibi olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi
izin verse bile sahih (geçerli) değildir. Talâk vermesi, köle âzâd
etmesi, birine borçlu olduğunu söyle mesi, ödünç, sadaka hediye vermesi
böyledir. (Ali Haydar Efendi)
Bunamış ihtiyarlar da temyiz sâhibi çocuk gibidir. Alış-verişlerini
velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veya canı telef
ederlerse öderler. (Ali Haydar Efendi)
TENÂSÜH:
Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız
bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.
Tenâsüh, îmânı giderir, Tenâsüh vardır diyen, İslâm dînine inanmamış
olur. Yâni müslümanlıktan çıkar. Rûhların, cisim şekil alarak iş
görmelerini, bâzı kimseler tenâsüh sanmıştır. Hâşâ ve kellâ (aslâ), hiç
tenâsüh değildir. Yâni ruhlar, başka bir bed ene girmemiştir. Bu hâl,
birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Derezîlerin (Fâtımî hükümdârı Hâkim biemrillah'ın ilâh olduğuna ve onun
vezîri Hamza'nın imâmlığına yâni peygamberliğine inananların) îmânları
bozuktur. Tenâsühe inanırlar. Şaraba ve zinâya helâl derler. Öldükten
sonra dirilmeye, namaza, oruca ve hac ca inanmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket
sinirlerine de te'sir eder, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bundan
haberi olmaz. Vaktiyle Roma'da ve Peşte'de, son zamanlarda Adana'da
konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak
memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bâzı
kimseler bu çocukların iki rûhlu olduğunu veya başka insanın rûhunu
taşıdığını yâni tenâsüh sanmıştır. Böyle zannetmenin yanlış olduğunu
dînimiz açıkça bildirmektedir. Cinler putun yâni heykelin içine girip de
konuşurlardı. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrîf
ettiği, İslâmiyet'in başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözleri
duyup, çok kimsenin müslüman olduğu Mir'ât-ı Mekke târih kitâbında
yazılıdır. Abdülhakîm Arvâsî)
TENEŞİR:
Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.
Teneşir (serîr) etrâfında önce buhur yakılıp üç defâ dolaştırılır. Beş
defâ da olur. Buhur bir ottur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen
ağacın zamkı da karıştırılıp bir kap içindeki ateş üzerine konur, bu
kap, teneşir etrâfında dolaştırılır. (Halebî, Tahtâvî)
Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay
gelen şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır.
Teneşir üzerinde kıbleye karşı yatırmak sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
TENZÎH:
Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve
noksanlıklardan uzak tutmak.
Kim her gece yatarken; "Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe
illallahü vallahü ekber" diye yüz defâ okursa, tenzîh, tesbih, hamd ve
tekbir söylemiş olur. Bunu çok okumakla, kusurlarının, günâhlarının
affedilmesini istemiş olur. (Ahmed Fârûkî)
TENZÎHEN MEKRÛH:
Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi
olmayan şeyler.
Dinde müekked, kuvvetli olmayan sünnetleri ve müstehabları yapmamak
tenzîhen mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla
yapmaya devâm ederse, azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm
kalmaya sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûhtur. (M. Hâdimî)
Namazda gözleri yummak tenzîhen mekrûhtur. Zihin dağılmasın diye
yumulursa mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
TENZÎL:
İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı
kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde,
tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i
mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği
ve dünyâ semâsında bulunduğu rivâyet edilen yer) denilen makâma topluca
indirilmiştir ki, buna inzâl, buradan Peygamber efendimize vahy yoluyla
parça parça indirilmiştir ki, buna da tenzîl denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın tenzîlidir. (Yâsîn sûresi: 5)
TERAKKÎ:
1. İlim, fen ve san'atta yükselme, ilerleme.
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini
karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. (M.
Sıddîk Gümüş)
Müslümanlar İslâmiyet'e yapışıp bağlandığı müddetçe terakkî etmişler,
İslâmiyet'ten uzaklaştıkça da, zelîl ve hakîr olmuşlardı. (Nur Muhammed
Bedevânî)
2. Mânevî ilerleme, rûhen yükselme.
Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya uğraşınız.
Evliyâların kabirlerini ziyâret ediniz. Onlara teveccüh edince (kalb ile
yönelince) çok terakkî edilir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Rûh da, melekler de terakkî etmez. Yaratıldığı mertebede kalır. Rûh bu
beden ile birleşince, terakkî etmek hâssasını (özelliğini, yeteneğini)
kazanır. (Ali bin Emrullah)
Terakkî; verâ ve takvâ yâni haramlardan ve şüphelilerden sakınmakla
olur. (İmâm-ı Rabbânî)
TERÂVİH NAMAZI:
Ramazân ayında yatsı namazından sonra kılınan yirmi rek'atlik nâfile
namaz.
Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu
aydaki bir gece (Kadir gecesi) bin aydan daha hayırlıdır. Allahü teâlâ
bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda geceleri terâvih
namazı kılmak da sünnettir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Erkeklerin ve kadınların terâvih namazı kılması sünnet-i müekkededir.
Cemâatle birlikte kılınması da sünnet-i kifâyedir. Yâni câmide cemâat
ile kılındıkta, başkaları evde yalnız kılabilir, günâh olmaz. (M. Zihni
Efendi)
Eshâb-ı kirâmın hepsi terâvih namazını cemâat ile yirmi rek'at kıldılar.
Dört halîfeye ve Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymamız
hadîs-i şerîf ile emredilmiştir. (Tahtâvî)
Kur'ân-ı kerîm, Ramazan'da indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazân-ı
şerîfte hurma ile iftâr etmek sünnettir. Bu ayda terâvih namazı kılmak
ve hatim okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
TERBÎ':
1. Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile
tutarak dört kişinin taşıması.
Cenâzeyi terbi' şeklinde taşımak sünnettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Mezârı düz yapmak.
Kabrin üzerine terbi' yapmak Hanefî'de sünnet değildir. Müsennem yâni
balık sırtı gibi yuvarlak yapmak sünnettir. (Halebî)
TERBİYE:
1. Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.
Oyunun faydası olmaz. Yalnız ok atmayı öğrenmek, atını terbiye etmek ve
âilesi ile oynamak haktır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Peygamber efendimiz; "Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli
olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan,
yahûdî ve mecûsî yapar" buyurarak, müslümanlığın yerleştirilmesinde en
mühim işin çocukların ve gençlerin iyi terb iye edilmesi olduğunu
bildiriyor. O hâlde her müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına dînini ve
Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlât büyük nîmettir. Nîmetin kıymeti
bilinmezse, elden gider. Bunun için pedegoji yâni çocuk terbiyesi İslâm
dîninde çok kıyme tli bir ilimdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp
kalkmasına mâni olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini
bozar. (İmâm-ı Gazâlî)
Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla
kesmek ve vurmak, zehirlemek câizdir. Döğmek câiz değildir. Döğmek
terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. (M.
Hâdimî)
Erkek, çocukları terbiyede hanımına yardım etmelidir. Çünkü bebek,
anasına, gece gündüz ağlayıp hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir
alacaklıdır. O hâlde ona imdâd edene Allahü teâlâ yardım eder. (İbrâhim
Hakkı Erzurûmî)
Allahü teâlâ bir kulunu severse, âhirete yarar işler, iyi, güzel ameller
yaptırır. Allahü teâlâdan hidâyet olmazsa, yüzlerce kitab okusa, nasîhat
dinlese yola gelmez. Yâni terbiye kabûl etmeyen kimseye nasîhat vermek,
öküze tecvîd okutmaya benzer. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edeblendirme, cezâlarını verme.
Mısır'daki Fâtımî hükümdârları, Ehl-i sünnetten ayrıldı. Bozuk yollara
saptı. Bunlardan Hâkim bi-Emrillah, Müslümanlıktan da çıkmıştı. Dırâr
isminde bir dönme, Hâkim'i aldattı. İslâmiyet'i yıkmaya uğraştı.
Dırâr'ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim'i
ve Mısır'daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuştu. Bu inanışları alan
Derezîler, Sûriye ve Lübnan'dakileri de aşıladı. İri, inâdcı, yağmacı ve
merhametsiz kimselerdir. Sultan Üçüncü Murâd devrinde isyân ettiler ise
de Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa terbiyelerini verdi. (M. Sıddîk Gümüş)
TERCEME (Tercüme):
Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek.
Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arabcaya da terceme edilemez.
Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercemesine imkân yoktur.
Ancak meâli ve îzâhı, tefsîri olur. Bir âyetin herhangi bir tercemesini
okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlâ nın o âyetten kasteddiği
mânâyı) öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini
öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercemeyi okuyan da, Allahü
teâlânın murâdını değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi
kafasından anlatmak istediğini öğrenir. (Abdülhakîm Arvâsî)
TERCÎ':
Geri çevirme, döndürme. Sesi yükseltip alçaltarak ve tekrarlayarak
okuma.
Kur'ân-ı kerîmi ve ezânı tercî' ile okumak hadîs-i şerîf ile men edildi.
Böyle okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek haramdır. (İbn-i Âbidîn)
TERCÎH EHLİ:
Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci
tabakasında bulunan ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları
mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hüküml erinden sahîh ve evlâ (en
iyi) olanı seçen mukallid (bir müctehide, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden mânâ, hüküm çıkarana tâbi olan) âlimler. (Bkz. Eshâb)
TERCÎHUN BİLÂ MÜRECCİH:
Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün
tutmak.
Tercîhun bilâ müreccih bâtıldır, geçersizdir. (Fahreddîn Râzî)
TERİKE (Tereke):
Ölenin geriye bıraktığı mal, mülk, eşyâ vs.
Vefât eden kimsenin terekesinden sırasıyla şunlar yapılır:
1) Techîz ve tekfîni (yıkama, kefenleme ve defn masrafları)
2) Borçlarının ödenmesi (kul borçlarının ödenmesi).
3) Vasiyetlerinin tenfîzi (kalan malının üçte biriyle dîne uygun
vasiyetlerinin yerine getirilmesi).
4) Geriye kalan malın kendileri veya satılıp paraları mîrâsçılar
arasında Allahü teâlânın bildirdiği şekilde dağıtılmasıdır. (Abdürreşîd
Secâvendî, Muhammed Mevkûfâtî)
TERK-İ DÜNYÂ:
Dünyâyı terk etmek. (Bkz. Dünyâ)
1. Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız,
yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları
kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından fazlasını terk etmek.
Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.
2. Haram olan ve şüpheli olan (haram ve helâl olduğu belli olmayan)
şeylerden sakınmak ve yalnız mübahları kullanmak. Bu şekilde terk-i
dünyâ, hele bu zamanda çok kıymetlidir.
İslâmiyet'in haram dediği, yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. Meselâ
erkekler altın ve gümüş eşyâ kullanmamalı ve hâlis ipek kumaştan elbise
ve çamaşır giymemelidir. Böyle yapmak terk-i dünyâ olur. Altın ve gümüş
eşyâ süs için muhâfaza olunursa câi zdir (dînen bir mahzûru yoktur).
Fakat bunları kullanmak haramdır. Meselâ bunlarla bir şey içmek, bunlar
içinden bir şey yemek, koku ve sürme kutuları yapmak sûretiyle kullanmak
haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)
TERK-İ HÜKMÎ:
Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte
İslâmiyet'e uymak. Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve
vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç istiyenin hakkını gözetmek ve
başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmam ak) ve malı zevk ve
sefâya, eğlenceye vermemek. (Bkz. Dünyâ)
Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak
istiyenin dünyâdan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyâyı tamâmen terk
etmek, kolay değildir. Resûlullah'a uymak şerefine kavuşmak için dünyâda
olan her şeyden yüz çevirmek lâzım olmaz. Hiç olmazsa terk-i hükmî ile
terk etmek lâzımdır. Yiyecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyet'e
uymak lâzımdır. O'nun emirlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve
ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların
zekâtını ver mek farzdır. Eğer farz olan zekât verilirse, dünyâ
mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan düyânın
zararından kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal
zarardan kurtulur. Demek ki dünyâ malını zarardan korumak için ilâç;
malın zekâtını vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
TERTÎB:
Sırayı gözetmek. (Bkz. Sâhib-i Tertîb)
Namazdaki tertîb vâcibtir. Abdestteki tertîb Hanefî mezhebinde sünnet,
Şâfiî ve Hanbelî'de farzdır. (Halebî)
Tertîb Sâhibi:
Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış
namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı
gözetmesi gereken kimse.
Kazâ namazı kılarken cemâate başlanırsa, tertîb sâhibi olan namazını
bozup cemâate uymaz. Mâlikî mezhebinde de böyledir. (İbn-i Âbidîn)
TERTÎL:
Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık,
tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.
Kur'ân'ı (güzel sesle tegannî yapmadan) tertîl üzere oku. (Müzzemmil
sûresi: 4)
Kur'ân-ı kerîmi tertîl üzere okumalıdır. (İbn-i Abbâs)
TERVİYE GÜNÜ:
Zilhicce ayının sekizinci günü. Arefe'den önceki gün. Hacıların sabah
namazını kıldıktan sonra, topluca Mekke'den Minâ'ya doğru hareket
ettikleri gün.
Bir müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günâh söylemezse, Allahü
teâlâ onu elbette Cennet'e kor. (Hadîs-i şerîf-Rıyâdünnâsihîn)
Terviye denmesinin sebebi, hacca gidenler umûmiyetle bu günde susuz bir
sâhayı katetmeye (gelmeye) hazırlık olmak üzere hayvanlarını bol bol
suladıkları ve zemzem suyundan çok içip kandıkları ve yanlarına
gerektiği kadar su aldıkları ve böylece Minâ' ya hareket ettikleri
içindir. (S. Abdülkâdir Geylânî)
Terviye günü sabah namâzından sonra Arafat'a gitmek için Mekke'den
çıkmak haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)
TESBİH:
1. Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların
(yaratılmışların) alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek,
yâni uzak tutmak mânâsına "Sübhânallah" sözü ve benzerleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler, cinler ve insan)
lar Allahü teâlâyı tesbîh ederler. Her şey, Allahü teâlâyı hamd etmekle
tesbîh eder. Fakat siz, onların tesbîhini anlayamazsınız. (İsrâ sûresi:
44)
Deccâl'in zamânında bulunan mü'minlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi,
tesbîh ve takdîs etmek olur. Allahü teâlâ o zaman tesbîh ve takdîs
edenlerin açlığını giderir. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zilhicce'nin ilk on gününde yapılanları
daha çok sever... Bu günlerde çok tesbîh ediniz!.. (Hadîs-i
şerîf-Rıyâd-un-Nâsihîn)
Tesbîh etmek, tövbenin anahtarı, hattâ özüdür. Tesbih atmek, günahların
yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Namazdaki kusûrlar,
tesbîh ile örtülür. (Ahmed Fârûkî)
2. Namaz kılmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbîh edin. Göklerde ve yeryüzünde
onların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler,
Allahü teâlâ içindir. (Rûm sûresi: 17, 18)
3. Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri
söylenirken bunların sayısının anlaşılması için kullanılan, ipe dizilmiş
tânelerin bütünü.
Resûlullah efendimiz, bir kadının tesbîhleri, çekirdeklerle saydığını
görerek men etme-miştir. Riyâ ve gösteriş için tesbih kullanmak
mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
TESBÎH NAMAZI:
Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan
namazlardan biri.
Resûlullah efendimiz, tesbîh namazını, amcası hazret-i Abbâs'a öğretmiş
ve şöyle buyurmuştur: "Ben, sana bir şey öğreteyim ki, onu işlediğin
zaman, Allahü teâlâ, senin günâhının evvelini ve âhirini, yenisini ve
eskisini, kasıtlısını ve kasıtsızını, küçüğünü ve büyüğünü, gizlisini ve
açığını bağışlasın. Dört rek'at namaz kılarsın. Her rek'atta Fâtiha'dan
sonra bir sûre okuyup ayakta iken on beş defâ (Sübhânallahi
velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber) dersin. Rükûya
eğilince bunu on defâ söylersin. Rükûdan ayağa kalktığında, ayakta
olduğun hâlde, bunu on defâ söylersin sonra secdeye varır, orada on defâ
söylersin. Secdeden kalkıp oturduğunda on defâ söylersin. Tekrar secdeye
vardığında on defâ söylersin. Sonra secdeden başını kaldırıp oturduğun
hâlde on defâ daha söylersin. Sonra ikinci rek'ate kalkarsın. Birinci
rek'atteki gibi dört rek'atı da kılarsın. Bu, her rek'atta yetmiş beş,
dört rek'atte üç yüz eder. Artık senin günahlarının Alic'in (yürümekle
dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa,
Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu her gün bir defâ kılmaya gücün yeterse
kıl." Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah, bunu her gün yapmaya kimin gücü
yeter?" deyince Peygamber efendimiz de; "Her gün kılmaya gücün yetmezse,
her Cumâ bir defâ kıl. Her Cumâ kılamazsan, ayda bir defâ kıl. Ayda bir
defâ kılamazsan senede bir defâ kıl. Senede bir defâ kılamazsan ömründe
bir defâ olsun kıl." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, Şir'at-ül-İslâm)
Tesbîh namazında efdâl (makbûl, kıymetli) olan odur ki, müsebbihâttan
yâni; Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ, Tegâbûn ve A'lâ sûrelerinden
dört sûre okumaktır. (Senâullah Dehlevî)
TESELSÜL:
Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının
lâzım olduğunu isbat etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin
(sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına sebeb olarak geriye
doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardı sıra gitmesi. (Bkz. Burhân-ı
Tatbîk)
Teselsülün muhâl (imkânsız) olduğu, Burhân-ı tatbîk ile isbât
olunur.Meselâ bir şeyin sonsuz yaratıcılarını birinciden başlıyarak,
sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci
bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sı ra, birinci sıradan bir
noksan olduğu için, kısadır.Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra,
sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz
olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat
böyle bir şey mevcud olamaz. Dolayısıyla teselsül olamaz.Bu sebeble
sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu
tek yaratıcı, ezelîdir (başlangıcı yoktur), ebedîdir (sonu yoktur),
sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Âkıl
ve bâliğ (akıllı ve ergenlik yaşına gelen) kimse, Allahü teâlânın sonsuz
var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten
sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını
kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabûl etmez, fenne uygun değildir
diyerek inanmazsa îmânsız olur. Cehennem'de sonsuz azâb görür, yanar.
(Âsım Efendi)
TESETTÜR:
Örtünme. Dînin bildirdiği şekilde örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)
Tesettür, İslâmiyet'te pek mühim bir konudur. Avret yerini örtmek,
namazda da, namaz dışında da farzdır, mutlaka lâzımdır. Mükellef olan
yâni âkil (akıllı) ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş olan)
insanın namaz kılarken açması veya her zaman ba şkasına göstermesi ve
başkasının bakması haram olan yerlerine avret mahalli denir. Hanefî ve
Şâfiî mezhebinde erkeklerin namaz için avret mahalli, göbekten diz
altına kadardır.Hanefî mezhebinde, hür olan kadınların ellerinden ve
yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının
altı namaz için avrettir. (İbn-i Âbidîn)
TESLİM:
Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma,
boyun eğme, itâat etme.
İslâm, Allahü teâlânın emirlerine teslim olup kurtulmaktır. (İmâm-ı
Birgivî)
Hocam Şems-i Tebrîzî'ye tam teslim oldum. Aklım ile hareket etmeyi
bıraktım ve kurtuldum. (Celâleddîn-i Rûmî) İlim edinmenin ilk şartı,
âlim bulmaktır, Hiçbir şey düşünmeden, ona teslîm olmaktır.
(Yûsuf Sinânüddîn)
TESLÎS:
Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan
(Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten) meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri
bozuk inanış. Trinite.
Îsevîliğin zuhûrunda (ortaya çıkışında) teslîs inancı yoktu. Teslîs
fikrini ilk defâ, felsefeci Eflâtun düşündü. Pavlos ismindeki yahûdî
hıristiyanlığa karıştırdı.
Bir rivâyete göre milâddan 200 sene sonra, Sibelius adlı bir papaz
teklif etmiştir. O zamâna kadar yalnız tek Allah'a ve peygamber olarak
Îsâ aleyhisselâma inanılıyordu. Sibelius'un teslîs inanışıyla ilgili
teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddet le reddedilmiş, kiliseler
arasında kanlı kavgalar baş göstermiş ve çok kan dökülmüştür. 200
senesinde yalnız baba ve oğul fikri öne sürülmüştü. Bunlara Rûh-ül-kudüs
ilâvesi ise ondan 181 sene sonra yâni; 381 yılında Bizans İmparatoru
Theodasius zamânında İstanbul'da kurulan bir konsül (rûhânî meclis) de
kararlaştırılmıştır. Bu karâra karşı gelen pekçok papa vardı.Bunlardan
Papa Honorius hiçbir zaman teslisi kabûl etmemiştir. Honorius öldükten
seneler sonra afaroz edilmişse de, teslîsi kabûl etmeyen yeni mezhebler
kurmuşlardır. (Elhâc Abdullah bin Destân Mustafa)
Îsâ aleyhisselâmdan sonra yahûdîler ve hıristiyanlar hakîki İncîl'i yok
ettiler. İncîl'e birçok yeni parçalar ilâve ederek, Allahü teâlânın
emirlerini değiştirdiler. İbrânice nüshayı Yunancaya çevirirken birçok
yanlış bilgiler ilâve edildi. Putperest Yunanlıların tek Allah inancına
karşı çıkmalarından ve İncîl'i, Eflâtun felsefesine uydurmak
istemelerinden dolayı akl-ı selîmin (bozukluk bulunmayan aklın) kabûl
etmeyeceği teslis inanışı ortaya çıktı. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâm;
"Ben ancak sizin gibi bir insanım" dediği hâlde onu Allah'ın oğlu olarak
kabûl etmişler, buna bir de Rûh-ul-kudüs ekliyerek baba, oğul,
rûh-ul-kuds adı altında teslis inancını ortaya koymuşlardır. (Harputlu
İshâk Efendi)
TESVÎF:
Hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakma.
Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na
yalvarmalıdır. Belki, tövbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i
şerîfte; "Tesvîf edenler helâk oldu" buyruldu. Boş zamânı
kıymetlendirmelidir.Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri
yapmalıdır. Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerindendir. Hak
teâlâdan her an bu nîmeti istemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
TEŞEFFÜ':
Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı
vesîle ederek (araya koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü
teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme. (Bkz. İstigâse ve Tevessül)
TEŞEHHÜD:
Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını
okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak. (Bkz. Ka'de ve Tahiyyât)
Namazda ikinci rek'atten sonraki oturuşta teşehhüd miktârı oturmak ve
ka'de-i ahîrede (son rek'atteki oturuşta) teşehhüd okumak vâcibdir. (M.
Zihni Efendi)
TEŞE'ÜM:
Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak.
İslâmiyet'te teşe'üm yoktur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem
teşrîf edince (peygamber olarak gönderilince), günlerin mü'minlere
(inananlara) uğursuz olmaları kalmadı. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Fakirlikten korkmak ve
teşe'üme inanmak şeytandandır. (İmâm-ı Rabbânî)
TEŞMÎT:
Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ
sana merhâmet etsin" demek.
Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır:Selâmına cevâb vermek,
hastalığında ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve
teşmît etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
TEŞRÎ:
Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî
ve mânevî bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.
Teşrî', Allah ve Resûlüne (peygamberine) âittir. Peygamber efendimiz
devrinde teşrî', ilâhî bir veche (durum) arzediyordu. Kur'ân-ı kerîm
tedrîcî olarak (hâdiselere göre) inzâl oluyor (iniyor), dînî ve dünyevî
her türlü mes'elelerin çözüm şekli beli rtiliyordu. Peygamber efendimiz
bizzât teşrî'î faâliyette bulunuyordu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, O'na teşrî'
salâhiyeti tanımıştı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Peygamber size ne verdi ise onu alın (ve emirlerini tutun) . Size neyi
yasak etti ise, onu da almayın (yapma dediğini yapmayın) . (Haşr sûresi:
7) (Serahsî, Pezdevî, Şa'rânî)
Peygamber efendimizin teşrî' vazîfeleri fiilî (bizzât yaparak) ve kavlî
(söyleyerek) olduğu gibi, dîne aykırı olmayan bir şey gördüklerinde de
susarlar, o işe mâni olmazlardı. Buna Peygamber efendimizin takrîrî
sünneti denir.Bu da Resûlullah'ın teşrî ' vazîfelerindendi. (İbn-i
Hatîb, Serahsî)
TEŞRİK GÜNLERİ:
Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci
gününe yevm-i nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü
olduğundan hepsine birden "eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe
günü denir. Ramazân-ı şerîf bayram ında arefe yoktur. Arefe, kurban
bayramına mahsustur. (Bkz. Eyyâm-ı Teşrîk)
TEŞRİK TEKBÎRİ:
Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından,
bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz
namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe
illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lill ahil-hamd" sözleri.
Hacıların ve hacca gitmeyenlerin, erkek kadın herkesin, cemâat ile
kılsın, yalnız kılsın, yirmi üç vakit farz namazda veya bu bayramdaki
farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kazâ edince, selâm
verir vermez Allahümme entesselâmü... de meden evvel bir kere tekbir-i
teşrik okuması vâcibdir. Cenâze namazından sonra okunmaz. Câmiden
çıktıktan veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir. İmâm tekbiri
unutursa, cemâat terk etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilir. Kadınlar
yavaş söyler. (Halebî, M. Zihni Efendi)
Teşrik tekbîri, Hanefî'de tehlil (Lâ ilâhe illallah)'dan evvel iki ve
tehlilden sonra yine iki tekbir ile bir hamdele (lillahil-hamd)den
ibârettir. Şâfiî'de tehlilden evvel üç tekbir okunur. (M. Zihni Efendi)
TEŞYİ':
Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte
gitme.
Vefât eden kul kabrine konduğu ve onu teşyi' edenler geri döndüğünde,
daha onların ayak sesleri kaybolmadan kabirdeki mevtânın (ölünün) yanına
iki melek gelip onu oturturlar ve derhâl; Muhammed aleyhisselâm hakkında
îtikâdın (îmânın) ne idi. O'na ne demekte idin? diye sorarlar. Eğer
mü'min ise; "Şehâdet ederim ki (kesin olarak bilir ve inanırım ki) O,
Allah'ın kulu ve Resûlüdür (peygamberidir) " diye cevap verir. Kâfir ve
münâfık ise aynı soruya; "Bilmiyorum. Herkesin söylediğini söylüyorum"
der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Misâfirliğin edeplerinden birisi de; misâfir gideceği zaman, ev
sâhibinin onu kapıya kadar teşyi' etmesidir. (Muhammed Rebhâmî)
TETAVVU' (Tetavvû):
Farz ve vâcib olmayıp, sırf Allah rızâsı için yapılan nâfile ibâdet.
Tetavvu' namazlarının kendilerine mahsus sevâbları ve fazîletleri
vardır. Tetavvu' namazlarından bâzıları
şunlardır:Tahıyyet-ül-Mescîd:Mescide girildiğinde kılınan namaz. Duhâ
namazı:Kuşluk vakti kılınan namaz. Teheccüd namazı:Gecenin üçte ikisi
geçt ikten sonra, imsâk vaktinden önce kılınan namaz. Teheccüd ve duhâ
(kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek'attir. Nâfile namazlarda gece
iki, gündüz dört rek'atte bir selâm verilir. (İbn-i Âbidîn)
Farz olan zekâtı açıkça vermek riyâ olmaz, daha sevâb olur. Çünkü
başkaları farz olan ibâdetin yapılmasına teşvik edilmiş olur. Tetavvu'
olan sadakayı gizlice vermek efdâldir (daha iyidir). Gizli verilen
sadaka açıktan verilen sadakadan yetmiş kat da ha sevâbdır. (Harputlu
İshâk Efendi)
TETAYYUR:
Uğursuzluk, uğursuzluğa inanma.
Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve kâhine giden ve
sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir.
Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
TEVÂ:
Havâlenin bozulma sebebi. Havâleyi kabûl edendeki alacağın telef yâni
yok olması. (Bkz. Havâle)
Havâlede tevâ iki türlü olup; birincisi, kabûl eden sözünden döner.
İnkâr eder ve yemin eder. Havâleyi veren ve alan da isbât edemez. Fakat
ikisinden birisi sened veya şâhid ile isbât ederse, tevâ olmaz.
İkincisi; havâle kabûl eden, müflis (iflâs etm iş) olarak vefât edince
de tevâ hâsıl olur (meydana gelir.) (Ali Haydar Efendi)
TEVÂCÜD:
Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde
kavuşmaya tâlib olması, istemesi. (Bkz. Vecd)
Bu yüksek yolun yâni Ahrâriyye yolunun büyükleri, yüksek sesle zikr
etmekten bile sakındırmışlardır. Kalb ile sessiz zikretmeği (Allahü
teâlâyı anmayı) emir buyurmuşlardır.Şarkı, raks, dans etmek gibi
oyunları ve Resûlullah efendimizin ve dört halîfe si zamanlarında
olmayan vecd ve tevâcüdü, şuûrsuz hareket ve sözleri yasak etmişlerdir.
(Ahmed Fârûkî)
TEVÂTÜR:
Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin
hepsinin bir şeyi, bir haberi bildirmeleri.
Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar,
mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da
mûcizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir.
Muhammed aleyhisselâm, mûcizeler göste rmiş ve bu mûcizeler bizlere
tevâtür yoluyla bildirilmiştir. (Fahrüddîn-i Râzî)
Üç halîfeyi yâni hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman'ı
metheden hadîs-i şerîflerin birkaçını bir sahabî bildirmiş ise de
bunları çok kimseler çeşitli yollardan haber vermiş, bu yüzden tevâtür
derecesini bulmuştur. Bunlara inanmamak elb ette küfür olur. (Abdullah-ı
Süveydî)
TEVÂZU' (Tevâdu'):
Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha
üstün ve daha aşağı görmemek.
Allahü teâlâ, tevâzû üzere olmağı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir
kimseye tekebbür etmeyiniz (büyüklenmeyiniz). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Nîmete kavuşmuş olanlardan, tevâzû gösterenlere ve kendilerini kusurlu
bilenlere ve helâlden kazanıp, hayırlı yerde sarf edenlere ve fıkıh
bilgileri ile hikmeti (yâni tasavvufu) birleştirenlere ve helâle harama
dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı
için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve
ilmi ile amel edenlere ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını
saklayanlara müjdeler olsun. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Tevâzû, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfte; "Tevâzû edene
müjdeler olsun" buyruldu. Tevâzû sâhibi, kendini başkalarından aşağı
görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Malını helâlden kazanıp çok hediyye
verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır . Fakirlere merhamet eder.
(Muhammed Hâdimî)
Tevâzû, dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük
göstermemektir. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve
ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. (Ali bin Emrullah)
TEVBE (Tövbe):
Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir
daha yapmamaya karar vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş)
bulasınız. (Nûr sûresi: 31)
Allahü teâlâ tövbe edenleri sever. (Bekara sûresi: 222)
En iyiniz, günâhtan sonra hemen tövbe edeninizdir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Tövbe eden, günah işlememiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Rûh gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder.
(Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Günâhlarınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tövbe edince Allahü teâlâ
tövbenizi kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Günahtan sonra hemen tövbe etmek, farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük
günâhtır. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın
günâhı ancak kazâ etmekle affolur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe
etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağı şlanmasını istemek) ve beden ile
kazâ etmek lâzımdır. (M. Hâdimî)
Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi
yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir. (Lokman Hakîm)
İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh
işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir.
(Şakîk-i Belhî)
Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, harâm işleri yapmaya niyeti
terk etmesi; gözün tövbesi, harâma bakmaması; ayakların tövbesi, harâma
gitmemesi; kulakların tövbesi, haram şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi
harâm yememesidir. (Zünnûn-i Mısrî)
Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl
edileceğinde değil, tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe
etmelidir. (İmâm-ı Gazâlî) Tevbe yâ Rabbî hatâ râhına git tiklerime
Bilip ettiklerime bilmeyip ettikle rime
(Abdurrahîm Rûmî)
Tevbe Bi'atı:
Mürşid-i kâmil denilen velî bir zâtın, huzûrunda tövbe edip günâh
işlememek üzere söz vermek.
Tevbe Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.
Tevbe sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). 128 ve 129. âyet-i kerîmeleri
Mekke'de indi. Yüz yirmi dokuz âyettir. Evvelinde Besmele nâzil
olmamıştır. Sûre, müşriklerin Allahü teâlâ ile alâkalarının kesildiğini,
bundan sonra onların Kâbe'ye yaklaştırılm ayacağını, müslüman
olmadıkları takdirde öldürüleceklerini bildiren bir ültimatom
mâhiyetindedir. Sûre, Peygamber efendimizin şefkat ve merhâmetini
bildiren âyet-i kerîmelerle sona erer. (Muhammed bin Hamza-Hüseyn Vâiz-i
Kâşifî)
Tevbe sûresinde buyruldu ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allahü teâlânın ve
Resûlünün haram ettiklerine haram demiyen ve hak olan İslâm dînini kabûl
etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl ettiklerini veya müslüman olduklarını
bildirinceye kadar harb ediniz! Onları öldürünüz. (Âyet: 28)
Kur'ân-ı kerîm bana âyet âyet, harf harf nâzil oldu. Ancak Tevbe ve
İhlâs sûreleri hâriç. Bunlar bana yetmiş bin saf melekle berâber nâzil
oldu. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Tevbe-i İstigfâr:
Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af
dilemek.
Tevbe-i istigfâr devâmlı olmalıdır. Haramları ve şüpheli şeyleri,
öldürücü zehir bilmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tevbe-i Nasûh:
Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu
tövbesinde tam kararlı olmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Günâhlarınızdan Allahü teâlâya tevbe-i nasûh ile tövbe
ediniz. (Tahrîm sûresi: 8)
Tevbe-i nasûh dört şey ile tamam olur.
1) Dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmayı dilemek).
2) Günâhı işleyen âzâ ile günâhı terk etmek.
3) Bu günâhı bir daha işlemiyeceğine kalb ile kesin karar vermek.
4) Günâh işlemeye sevk eden her türlü vâsıta ve arkadaştan uzaklaşmak.
(Ahmed-i Nâmık-ı Câmî)
Bir kimse bir günâhı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye
kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı
işledim?diye pişman olup, bir daha öyle bir günâha dönmemesidir. İşte bu
tevbe-i nasûh yâni bir daha günâha dönmemek üzere yapılan tövbedir.
(Ahmed bin Âsım Antâkî)
TEVECCÜH:
Yönelme.
1.Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak,
onların hâtırı için istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya
yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve teşeffü' de denir.
Resûlullah'ın yanına bir âmâ (gözleri görmeyen) birisi geldi. Gözlerinin
açılması için duâ etmesini diledi (istedi). Resûlullah sallallahü aleyhi
ve sellem, ona; (İstersen duâ edeyim, istersen sabret. Sabr etmek, senin
için daha iyi olur" buyurdu. O kimse; "Duâ etmeni istiyorum. Benim
bakacak kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum" deyince; "İyi bir abdest al!
Sonra; "Allahümme innî es'elüke ve eteveccühü ileyke bi-Nebiyyike
Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî
hâcetî-hâzihî, li takdiye-lî Allahümme şeffi'hü fiyye" duâsını oku!"
buyurdu. Duânın mânâsı şudur: "Yâ Rabbi! İnsanlara rahmet olarak
gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden
istiyorum. Yâ Muhammed aleyhisselâm! Dileğimin hâsıl olm ası (yerine
gelmesi) için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allah'ım! O'nu bana
şefâatçi eyle!" (Merâkıl-Felâh, Nesâî, Tirmizî, İmâm-ı Beyhekî)
2. Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı.
Bir velînin, Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka
yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki
mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh
lekelerini temizleyip, yerini feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni
mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve fâidelerle doldurması, yüksek
derecelere kavuşturması.
Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühü, her ne sûretle ortaya çıkarsa
çıksınlar, sâdık talebeden, zulmet ve keder dağlarını kaldırıp,
uzaklaştırır. (Muhammed Ma'sûm)
Tasarruf sâhibleri üç nev'idir (kısımdır). Bir kısmı Allahü teâlânın
izni ile, her istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf
ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makâmına eriştirirler.
Bâzısı, Allahü teâlânın emri olmada n tasarruf etmez. Emir olunan
kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise kendilerine bir sıfat (hâl)
geldiği zaman kalblere tasarruf ederler. (Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu
Hâce Muhammed Yahyâ)
Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp
kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni öteler ötesini aramalıdır. Böyle
bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile
elde edilebilir. Onun teveccühü de mürîdin (telebenin)ona olan sevgisi,
bağlılığı kadar olur. (İmâm-ı Rabbânî)
3. Bir kimsenin, hayatta ve vefât etmiş, bir velîden feyz alabilmek,
ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona
bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi.
Rûhu olgun bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o
tapraktaki velîye teveccüh edilirse, rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin
rûhu da bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile velînin
rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna olur. Herbirinde
olan meârif (ilimler) ve kemâlât (olgunluklar) ötekine aks eder, yansır.
(Fahreddîn-i Râzî)
Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah
ism-i şerîfini, bâzan da kelime-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok
zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak
Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu ça lışmalarda gevşeklik olursa, bu
fakîrin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın
kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve
yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir dirinin faydasından daha
çoktur. (Abdullah-ı Dehlevî)
TEVEKKÜL:
Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan
sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi,
güvenmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe)
bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim,
Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir. (Talâk sûresi:
2,3)
Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (Mâide sûresi: 23)
Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 259)
Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi,
size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mîdeleri boş, aç gider. Akşam mîdeleri
dolmuş, doymuş olarak döner. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah'a
tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü
teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebeb
altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın
yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir. (Hadîs-i
şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Sebeblere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeblere yapışmak,
sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârûkî)
Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve
başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak
korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Tevekkülün alâmeti üçtür:Kimseden bir şey istememek (dilenmemek),
verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek. (Sehl bin Abdullah)
Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı hakk'ın, kendisi
hakkındaki muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı
ve musîbetlere de râzı olması lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş
olur. (Bişr-i Hafî)
TEVELLÎ:
Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan
uzaklaştırır. Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmedikçe
(uzaklaşmadıkça) tevellî olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
TEVERRÜK:
Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını
birbirine yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol
uylukları üzerine oturmaları.
Kadınlar, namazda teverrük ederek otururlar. (Alâüddîn-i Haskefî)
Namazda dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş
kurarak, teverrük ederek uyursa, abdesti bozulmaz. (M. Zihni Efendi)
TEVESSÜL:
Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb
yapmak. Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı,
hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle yapılan duâ. İstiğâse ve
teşeffû' da denir (Bkz. İstigâse ve Teşeffû' ve Vesîle)
Peygamber efendimiz; "Allahümme innî es'elüke bihakkıs sâilîne aleyke"
yâni "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için,
senden istiyorum" diye tevessül eder ve böyle duâ ediniz buyururdu.
(İbn-i Mâce)
Ömer bin Hattâb radıyallahü anh kıtlık olduğu zaman Peygamber
efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile tevessül etti. Yâni onu vesîle
ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi: "Yâ Rabbî! Kıtlık olduğu
zaman,Resûlullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur
verirdin.Şimdi sana, Resûlullah efendimizin amcası ile tevessül
ediyoruz. Bize yağmur ihsân et." diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara
yağmur verdi. (Buhârî)
Yüzyıllardır, doğru yolda olan müslümanlar, Allahü teâlânın sevgili
kullarını vesîle ederek duâ etmişler, böylece arzu ve isteklerine
kavuşmuşlar, sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Duânın kabul olması haram
lokma yememeğe bağlıdır. Bu ise, ancak cenâb-ı Hakk'ın sevdiklerinde
mümkündür. Ölü olsun, diri olsun Allahü teâlânın sevdiklerini araya
koyarak yapılan duâ, onların bereketiyle ve hatırları için kabûl
olmaktadır.Daha önce yapılmış olan sâlih (iyi) ameller ile de tevessül
yapılır. (M. Sıddîk Gümüş)
TEVFÎK:
Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer
(kötülük) yolunu kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.
(Şuayb aleyhisselâm), kavmine şöyle dedi: "Benim tevfîkim, Allahü
teâlânın hidâyeti ve yardımı iledir. (Hûd sûresi: 88)
TEVHÎD:
1. Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek.
Yâni Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh
yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur) sözünü, mânâsına inanarak söylemek.
(Bkz. Kelime-i Tevhîd)
İnsanların ilk dîni tevhîd dînidir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem
aleyhisselâmdır. İnsanlar, peygamberlere aleyhimüsselâm uydukları
müddetçe tevhîd inancı üzere devâm ettiler. Fakat kendi başlarına
gittiklerinde hep yanlış yollara saptılar, tevhîd inancından ayrıldılar.
Allahü teâlâdan başka şeylere, putlara taptılar. İslâmiyet geldiği
sırada Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. İslâmiyet, putperestliği ve
putları ortadan kaldırdı. Tekrar tevhîd inancını yerleştirdi. (Herkese
Lâzım Olan Îmân)
2. Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.
Tevhîd-i Şuhûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) görmemek ve düşünmemek.
Tasavvuf yolunda yürümekten, nefsin istemediği zor gelen şeyleri
yapmaktan ve sıkıntı çekmekten maksad, Allahü teâlâdan başka, her şeyin
sevgisinden kurtulmaktır. Bu da tevhîd-i şuhûdî ile hâsıl olmaktadır.
Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zaval lılığın meydana çıkması ve
hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tevhîd-i Vücûdî:
Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) yok bilmektir.
Tevhîd-i vücûdîyi ilk açıklayan Muhyiddîn-i Arabî'dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük pederim Abdülehad, tevhîd-i vücûdda çok ileride idi. Bu yolda
yüksek kitaplar yazmıştı. Bununla berâber, dînin edeplerinden hiçbirini
bırakmazdı. (İmâm-ı Rabbânî)
TE'VÎL:
1. Yorumlamak, açıklamak.
Bir müslümanın bir sözü veya bir işi birçok bakımdan kâfir (îmânsız)
olacağını gösterse, bir bakımdan ise, kâfir olmıyacağını gösterse, bu
bir bakıma göre te'vîl edilmeli ona kâfir dememelidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden
ve Eshâb-ı kirâmdan bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı
kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu şekilde yapılan açıklamalar
ve îzâhlar.
Tefsîr âlimleri, tefsîre uygun olan te'villeri de tefsîr olarak kabûl
etmişlerdir. Bunlara re'y tefsîri denir. Te'vîl, nakle ve din
bilgilerine uygun olmazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur.
Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan
hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı
açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak
yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet
fırkası ortaya çıktı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Te'vîllerin doğruluğu tefsîr ile ölçerek anlaşılır. Te'vîl tefsîre
uymazsa atılır. Uyarsa alınabilir denildi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ehl-i sünnet âlimleri, nassları, zâhirleri üzere almışlardır. Yâni
âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan mânâları vermişler,
zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları
değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile h içbir değişiklik
yapmamışlardır.Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, îmân
bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
(Seyyid Abdülhakîm)
TEVKÎFÎ:
İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.
Allahü teâlânın ism-i şerîfleri tevkîfîdir. Şerîatin bildirdiği isimler
söylenir. Bunlardan başka isimler ile zikretmeye, anmaya şerîat
(İslâmiyet) izin vermemiştir. (Seyyid Şerîf)
TEVKÎL:
1. Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim
demek. ( Bkz. Vekîl)
İslâmiyet'te erkeğin talak (boşama) hakkını başkasına bırakması üç türlü
olur:
1) Tefvîd: Erkeğin zevcesine (hanımına); "Kendini sen boşa" diyerek
talağı (boşamayı) zevcesinin arzûsuna bırakması. Buna temlîk de denir.
2) Tevkîl etmek.
3) Temlîk haberini başkası ile veya mektupla zevceye (kadına)
ulaştırmaktır. Zevce, haberi aldığı mecliste (yerde) kendini
boşayabilir. (Ahmed Zühdü, M. Zihni Efendi)
2. Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin
etme.
Zenginin kesmesi vâcib olan kurbanı, fakîrlere veya hayır, yardım
cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kesmek vâcibdir.
Kurbana verilen para sevâbı, yüz misli sadaka sevâbından kat kat daha
fazladır. Kurbanı satın alması, kesmesi ve etini dağıtması ve bunları
dilediğine de yaptırması için birini tevkîl etmek, parasını veya diri
hayvanı vekîle vermek câizdir. Fakat vekîl kılınan kişinin, keserken
başında bulunması müstehâbdır (iyidir). (Ebû Bekr Ali, M. Zihni Efendi)
TEVLİYE SATIŞI:
Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.
Bir kimse aldığı bir malı kendisine kaça mal olmuş ise onu söyleyerek
tam alış fiyâtına satarsa, meselâ on bin liraya aldığı bir malı on bin
liraya aldığını söyleyip, on bin liraya satarsa, bu satış tevliye satışı
olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)
TEVRÂT:
Dört büyük kitabdan biri. Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma
gönderilen ilâhî kitab.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz, Mûsâ için Tevrât'ın levhalarında, mev'izaya (nasîhatlere) ve din
hükümlerinin açıklamasına âit her şeyi yazdık. (A'râf sûresi: 145)
Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı.
Şimdi elde bulunan Tevrât'larda bu kadar âyet yok. Çünkü Tevrât'ın ve
İncîl'in sonradan tahrîf edildiklerini (değiştirildiklerini) Kur'ân-ı
kerîm haber vermektedir. Cebrâil aleyhisse lâmın Mûsâ aleyhisselâma
getirdiği Tevrât'ı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşâ ve Uzeyr ve Îsâ
aleyhimüsselâm ezberlemiştir. (Nişancızâde, Sa'lebî)
Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü alıp Mescid-i Aksâ'yı yıktığı
zaman, Tevrât nüshalarını yaktı. Tevrât'ı ezberlemiş olan yahûdîler de
zamanla unuttular, azdılar. Nasîhat için gönderilen peygamberlere
inanmayıp, çoğunu şehîd ettiler. (Şemseddîn Sâmî)
Bugün elimizde bulunan Tevrât'ın içine birçok yabancı yazılar ilâve
edilmiştir. Bunların Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan, inen hakîkî Tevrât
ile bir alâkası yoktur. Hakîkî Tevrât'ta, Allahü teâlânın Muhammed
aleyhisselâm isminde bir son peygamber gönde receği yazılıdır.
(Nişâncızâde)
Bugünkü Tevrât, Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra yaşayan beş haham
tarafından kaleme alınmış ve Azrâ adındaki haham bunları tek tek
toplayarak Ahd-i atîk'in asıl nüshası olduğu iddiası ile
çoğalttırmıştır. Günümüzde Tevrât'ın üç nüshası mevcutt ur. Yahûdîler ve
protestanların kabûl ettikleri İbrânice nüsha, katolik ve ortodokslarca
kabûl edilen Yunanca nüsha; Samirîlerce kabûl edilen Sâmirî dilinde
yazılan nüsha. Bunlar Tevratın en eski ve en güvenilir nüshaları olarak
bilinmelerine rağmen aralarında birçok tezatlar, tutarsızlıklar vardır.
Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan insanlara zulüm telkinleri,
peygamberlerden bâzılarına karşı çok çirkin ve makamlarına yakışmayan
isnadlar, yakıştırmalar vardır.Hakîki Tevrat'ta tezatların ve böyle
şeylerin bulunacağından söz edilemez. (Prof. Elliot Friedman)
TEVVÂB (Et-Tevvâb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe
etme sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin
tövbesini kabûl eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ve o zaman İbrâhim ve İsmâil (aleyhimesselâm) Kâbe'nin temellerini
yükselttiler ve şöyle duâ ettiler: "Ey Rabbimiz! Bizden bu hayırlı işi
kabûl buyur. Hakîkaten sen duâmızı işitici ve niyetimizi bilicisin. Ey
Rabbimiz! Bizi sana teslîm ve ihlâs sâhibi olmakta sâbit kıl. Soyumuzdan
bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap. Bize ibâdet yollarımızı
ve hac vazîfelerimizi göster, kusurlarımızı affedip, tövbemizi kabûl
buyur. Muhakkak ki sen, tevvâbsın ve rahîmsin (âhirette mü'minlere
merhamet buyuransın) . (Bekara sûresi: 127,128)
Onlar bilmediler mi ki, şüphesiz Allahü teâlâ kullarından tövbeyi kabûl
edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir. Ve hakîkatte tevvâb ve
rahîm yalnız O'dur. (Tevbe sûresi: 104)
Bir kimse duhâ namazından sonra üç yüz altmış defâ et-Tevvâb ism-i
şerîfini söylerse tövbesi kabûl olur. On defâ bir zâlim üzerine
söylendiğinde zâlimin zulmünden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
TEYEMMÜM:
Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı
takdirde; temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir
şey ile hadesi yâni mânevî kirliliği, abdestsizliği gidermek için,
elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mes h etmek.
Hicretin beşinci senesinde Benî Müstalak Gazvesi sırasında mücâhidler
yâni Eshâb-ı kirâm su bulamadıkları için bir sabah namazını kılamama
tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardı. Bunun üzerine teyemüm ile
ilgili âyet-i kerîme nâzil oldu (indi). Meâl en; "Su bulamadığınız zaman
temiz toprağa teyemmüm ediniz" buyruldu. (Mâide sûresi: 6) (Senâullah
Dehlevî)
Teyemmüm, suyu bulamadığı zaman müslümanın temizliğidir. (Hadîs-i
şerîf-Nîmet-i İslâm)
Gusül (boy) abdesti alınca, soğuktan ölmek veya hasta olmak tehlikesi
varsa, şehirde dahî olsa, hamam parası yoksa ve başka çâre bulamazsa,
gusül abdesti için teyemmüm eder. (Tahtâvî, M. Zihni Efendi)
Hastanın, abdest veya gusül ile veya hareket etmekle, hastalığının
artacağı veya iyi olması uzayacağı, kendi tecrübesi ile veya mütehassıs
ve açıkça günâh işlemeyen müslüman bir doktorun söylemesi ile
anlaşılırsa, teyemmüm eder. (İbn-i Âbidîn, Tahtâvî)
Teyemmüm ile namaz kılmak ancak Muhammed aleyhisselâmın dînine
mahsustur. (Kutbüddîn-i İznikî)
TEZEKKÜR:
Hâfızadaki bilgileri, istenildiği zaman hatırlamak.
İnsanın bâtınında (içinde) hiss-i müşterek, hayâl, tefekkür, tezekkür ve
hıfz kuvvetleri vardır. Allahü teâlâ bu kuvvetleri yaratmasa, el, ayak
ve kuvvetlerden hâli (mahrûm) kaldıkları gibi beyin de boş kalır (İmâm-ı
Gazâlî)
Tezekkür-i Mevt:
Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde
yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak
düşünmesi.
Tezekkür-i mevt, lezzetleri yıkar, eğlencelere son verir. (Hadîs-i
şerîf-Tebyîn)
Muhammed Behâüddîn-i Buhârî (kuddise sirruh) her gün yirmi kere
tezekkür-i mevt ederdi. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Tezekkür-i mevt edenler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılıp,
günâhlardan sakınırlar. Haram işlemeye cesâretleri azalır. (İbn-i Receb)
TEZELLÜL:
Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.
Tezellül kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına câhil bir kimse
geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği
zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve kunduralarını önüne koyması
tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp ot ursaydı, ona yer
gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı, suâllerine
güler yüzle cevap verseydi, dâvetini kabûl etseydi ve sıkıntısını
giderecek şey yapsaydı, tevâzû göstermiş olurdu. Hadîs-i şerîfte; "Din
kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir" buyruldu. Bir
günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olup,
haramdır. Bunun, bir günlük nafakası olmayan için veya borçlu için
yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediye almak için az bir şeyi
hediye vermek de tezellül olur. Âyet-i kerîme, böyle hediye vermeyi men
etmektedir. (Muhammed Hâdimî)
TEZKİYE:
Pâk ve temiz etmek, kalbi temizlemek.
Bir sâlik (tasavvuf yolcusu), niyetini düzelttikten ve kendini dünyâ
arzularından kurtardıktan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe
başlar. Güç riyâzetler (nefsin arzularını yapmamak) çeker. Şiddetli,
ağır mücâhedeler (nefsin istemediği şeyleri yapmak) yapar. Böylece
tezkiye hâsıl olur ve kötü huyları iyi huylara döner. (İmâm-ı Rabbânî)
Tezkiye-i Nefs:
1. Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü
isteklerinden temizlemek.
Tezkiye-i nefs yapınca, kalb tasfiye bulur yâni kalbin Allahü teâlâdan
başkasına, mahlûklara bağlılığı kalmaz. Haramlara, günahlara meyletmez.
Haramları istemekten kesilme dikçe nefs, Kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz
hiç.
(İmâm-ı Rabbânî, Mevâkıb Tefsîri)
2. Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden
bilip, Allahü teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü
teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünmek ise, şükr
olur.
TEZVÎC:
Evlendirme, kocaya verme.
Kadını, kendisi veya vekîli yâhut velîsi (babası, dedesi, sonra erkek
kardeşi, amcası ...) tezvîc eder. (Saîdeddîn Fergânî, M. Zihni Efendi)
Erkek velîleri bulunmayan yetimleri, Hanefî mezhebinde anaları tezvîc
edebilir. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bir kimse, kolaylık olmak bakımından nikâhını
tâzelemek, yenilemek için, zevcesinden (hanımından) vekâlet almalı, iki
şâhit yanında "Öteden beri nikâhım altında bulunan zevcemi onun
tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olara k kendime tezvîc ettim"
demelidir. (Kâdızâde Ahmed Efendi)
TEZYÎN:
Süslemek.
Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle
uğraşmayın. Hemen geçip gidin! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Yâ Ali! İnsanları görürsün ki dünyâyı tezyîn etmeye çalışıyorlar. Sen
dînini tezyîn etmeye çalış. (Hadîs-i şerîf, Miftâh-un-Necât)
Müslümanın her şeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü kalb
bütün bedenin reisidir. Peygamber efendimiz; "İnsanın kalbinde bir et
parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi; kötü olursa, bütün
uzuvlar bozuk olur. Bu kalbdir" buyurdu. Yâni bu, yürek denilen et
parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve
iyi ahlâk ile tezyîn edilmesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Herkes dışa kıymet verip, dışını süslerken siz içinizi tezyîn edin.
İslâm'ın emir ve yasaklarına uyarak kalbinizi tezyîn edin. (Ahmed-i
Câmî)
TILA':
Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden
fazlasının uçmasıyla elde edilen içki.
Tıla', gaz çıkararak kabarıp, tadı keskin olunca, sarhoş eder. Şarap
gibi, damlası haram ve kaba necs olur. (İbn-i Âbidîn)
TİCÂNİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Ticânî hazretlerinin tasavvuftaki
yolu.
Ticâniyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Abbâs Ticânî evliyânın
büyüklerinden olup, Ahmed bin İdrîs hazretlerinin halîfesi
(talebesi)dir. Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı mâdî denilen yerde 1737
(H.1150)'de doğdu. 1815 (H.1230)'da Fas'ta vefât etti. Halvetiyy e
yolunun bir kolu olan Ticâniyye yolunu kurdu. (Harîrizâde, Hüseyin
Vassâf)
Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî ve yetiştirmiş olduğu talebeleri Ticâniyye
yolunu Afrika içlerine ve Kuzey Afrika ülkelerine yaydılar.Müslümanların
Peygamber efendimizin sünnet-i şerîfine uygun bir şekilde yaşamalarına
çalıştılar. Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî h azretlerinin talebelerinden Ali
Arabî Mağribî Fâsî, hocasının yüksek hâllerini ve kerâmetlerini anlatan
Cevâhir-ül-Meânî isimli bir eser yazdı. (Yûsuf Nebhânî)
TİCÂRET EŞYÂSI:
Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.
Eşyânın ticâret eşyâsı sayılması için ticâret niyetiyle satın alınması
lâzımdır. Uşur vermesi lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîrâs
olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabûl edince mülk olan
şeylerde ticârete niyet edilse de bunlar ticâ ret eşyâsı olmaz. Çünkü
ticâret niyeti alış-verişte olur. Bunları satınca veya kirâya verince
eline geçen mal ticâret eşyâsı olur. (İbn-i Âbidîn)
Canlı cansız her mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar,
oksidler, naft, yâni petrol ve benzerleri, ticâret yapmak için, yâni
satmak için satın alındıkları zaman ticâret eşyâsı olurlar. Altın ve
gümüş gibi zekâta tâbidirler. Altın ile gümüş h er ne niyet ile olursa
olsun, hep ticâret eşyâsıdır. (İbn-i Âbidîn)
TİLÂVET:
Kur'ân-ı kerîm okumak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini tilâvet ederler.
(Âl-i İmrân sûresi: 113)
Onlara Allah'ın âyetleri tilâvet olunduğu zaman ağlayarak secdeye
kapanırlardı. (Meryem sûresi: 58)
Bu Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. Şüphesiz ki onu tilâvet etmekle her
harfine bedel on sevapla mükâfâtlandırılırsınız. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Mahşer günü (insanlar ve bütün canlılar diriltilip bir yerde
toplandıkları zaman); "Muhammed aleyhisselâm nerededir?" diye bir nidâ
işitilir. Peygamber efendimiz gelir. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl
sana Kur'ân-ı kerîmi teblîğ ettim diyor" O da; "Evet yâ Rabbî!" der.
Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Minbere çık ve Kur'ân-ı kerîmi tilâvet et"
buyurur. Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel
ve tatlı bir şekilde okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve
sevinirler. Kur'ân-ı kerîme inanmayanların, bu mübârek kitâba (hâşâ) çöl
kânûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur. (İmâm-ı Gazâlî)
Tilâvet Secdesi:
Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya
işiten bir mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir
müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen) secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı
kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, H ac, Furkân, Neml, Secde,
Sâd, Necm, İnşikâk ve Alak sûrelerinde bulunmaktadır. (Bkz. Secde)
Namazda aranan şartlar tilâvet secdesinde de aranır. Hadesten
(abdestsizlik ve cünüplükten) ve necâsetten (gözle görülen
pislikten)temizlenmek, setr-i avret (avret yerlerini örtmek) ve
istikbâl-i kıble (kıbleye dönmek) gibi şartları taşımıyan kimse, secde
âyetini duyduğu zaman bu şartları yerine getirdikten sonra secdesini
yapar. (İmâm-ı Gazâlî)
Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Niyet edilerek eller kaldırılmadan Allahü
ekber diyerek secdeye varılır. Secdede üç kere; "Sübhâne rabbiyel a'lâ"
denir. Sonra Allahü ekber denilerek ayağa kalkılır. (M. Zihni Efendi)
Tilâvet secdesinin hükmü, dünyâda bir vâcibi yerine getirip borcundan
kurtulmak ve âhirette de sevâba kavuşmaktır. (M. Zihni Efendi)
Fonografta (gromafonda, teybde, radyoda ve televizyonda) okunan secde
âyetini işitenin tilâvet secdesi yapması vâcib olmaz. (Muhammed Bahît
el-Mutî')
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden
yalvararak on dört secde âyetini (ezberden ayakta) okuyup her birinden
sonra, hemen tilâvet secdesi yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve
belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)
TİMÂR:
Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları
karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi
nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsîs etmiş olduğu
vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.
Arâzi, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi arâziyi,
reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir,
mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.
(Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
TİMSÂL:
Kumaşa, kâğıda, duvara ve başka yerlere yapılmış canlı resimler.
Saneme (odundan, altından, gümüşten yapılan insan heykeline), vesene
(taştan yapılan insan heykeline), sûrete ve timsâle tapınmak, onların
fayda ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma)
çeşitlerinden biri olup, böyle tapınanl ara putperest ve müşrik denir.
(Tahtâvî)
Üzerinde timsâl bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekruhtur.
Cansız resimleri bulunursa, mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namazda giymese de üzerinde timsâl bulunan elbise giymek her zaman
mekrûhtur. (Abdülganî Nablüsî, Tahtâvî)
TÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan beşinci sûresi.
Tîn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir.Tîn, dağ adı veya
incir demektir.Sûrede dört şeye yemîn edildikten sonra, insanoğlunun
yaratılışı, kâinâtın en güzel yaratığı olduğu, buna rağmen günâh ve
isyânı yüzünden aşağıların aşağısı hâline geldiği bildirilmektedir.
(Râzî, Kurtûbî)
Tîn sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biz insanın rûhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye
indirdik. (Âyet: 4,5)
Kim Tîn sûresini okursa, sağ olduğu müddetçe Allahü teâlâ ona (dünyâda)
yakîn ve âfiyet verir. Vefât ettiği zaman da bu sûreyi okuyanların
adedince sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
TİVELE:
Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan
sonra, kadının, kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için
mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir yapması.
Tivele şirktir (Allahü teâlâya eş, ortak koşmadır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû
Dâvûd)
Hadîs-i şerîfte tivelenin şirk sayılması, tivelenin Allahü teâlânın
takdîrinin ve dilediğinin aksini yapabileceğine inanıldığından
dolayıdır. (İbn-ül-Esîr)
Kadının tivele yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise haramdır.
(İbn-i Vehbân)
Kadının yapmış olduğu rukye, âyetlerin ve Resûlullah'tan gelen duâların
yazılması değil de; bunlardan başka şeyler de orada yazılır veya
okunursa, o tivele sihir hükmünde olur. (İbn-i Âbidîn)
TRİNİTE:
Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı. (Bkz. Teslîs)
TÛBÂ:
Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.
Tûbâ bir ağaçtır. Allah onu kudret eliyle dikmiştir. Cennet ehlinin
elbiseleri ondan dikilir ve dalları Cennet surlarından taşar. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) Salınır Tûbâ dalları, Kur'ân okur hem dilleri,
Cennet bağının gülleri, Kokar, Allah deyû deyû.
(Yûnus Emre)
TÛL-İ EMEL:
Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak
için çok yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.
Cennet'e gitmek isteyen, tûl-i emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile
uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebid-Dünyâ)
Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeği terk
ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhattan
ibret almazlar. Tûl-i emelin sebepleri; dünyâ zevklerine düşkün olmak,
ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine a ldanmaktır. Tûl-i emel
hastalığından kurulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her
an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını
unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki
ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok
hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri
her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü
hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. (Muhammed Hâdimî)
TUMÂNÎNET:
Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra
ayakta durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın
(uzuvların) hareketsiz kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar
durması ise, ta'dîl-i erkândır.
Sizlerden biriniz namaz kılarken rükû'dan sonra ve iki secde arasında
tumânînet yapmadıkça namazı tamâm olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Rabbânî)
Bir gün Peygamber efendimiz birinin namaz kılarken namazın şartlarına
dikkat etmediğini ve kavmede ve celsede tumânînet yapmadığını görüp
buyurdu ki: "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana
benim ümmetimden demezler." Başka bir yerde de buyurdu ki: "Bu hâl üzere
ölürsen Muhammed'in (aleyhisselâm) dîninde olarak ölmemiş olursun."
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz
şehîd sevâbı kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı
ne kadar çok olur. O hâlde, namazda, ta'dîl-i erkâna dikat etmelidir.
Yâni rükûda ve secdelerde ve kavmede ve celsede tumânînet bulduktan
sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğu buna vâcib
demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise, farz demiştir.
Bâzı Hanefî âlimleri de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu
yapmıyor. Bu bir ameli (işi) meydana çıkarana Allah yolunda harb edip
canını veren yüz şehîd sevâbından çok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)
TÛR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.
Tûr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İsmini birinci âyette geçen Tûr
kelimesinden alır. Kırk dokuz âyet-i kerîmedir. Sûrede; kıyâmetin
kopması sırasında olacak bâzı olağan üstü hâdiseler, inkarcıların
Cehennem'e atılacağı, takvâ sâhibi (Allahü teâl âdan korkup,
haramlardan, dinde yasaklanan şeylerden sakınan) mü'minlerin âhirette
kavuşacakları mükâfâtlar, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı
olduğu, cenâb-ı Hakk'ın varlığı, birliği ve kudretinin sonsuzluğu
bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tûr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse
önleyemez. (Âyet: 7)
Şüphesiz ki takvâ sâhipleri cennetler (ve) nîmetler içindedirler.
Rablerinin kendilerine verdiği şeylerle zevk duyarak... Rableri, onları
Cehennem azâbından korumuştur. (Şöyle denilir: İyi) amel (ve hareket)
etmiş olduğunuz için âfiyetle yiyip için. Sıra sıra dizilmiş koltuklara
yaslananlar olarak... Biz onlara şâhin gözlü hûrîleri eş yaptık. Îmân
edip de zürriyetleri de îmân ile kendilerine tâbi olanlar yok mu? Biz
onların nesillerini de kendilerine kattık. (Birlikte Cennet'e koyduk).
Kendilerinin amelinden bir şey de eksiltmedik. Herkes kazancı
mukâbilinde bir rehindir. Onlara canlarının istiyeceği, meyveleri,
etleri de bol bol verdik. (Âyet: 17-22)
Kim Tûr sûresini okursa, Allahü teâlânın onu azâbından emîn kılması ve
Cennet'te nîmetlendirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
TÛR-İ SÎNÂ:
Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği
ve sonra Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika
kıtalarının arasındaki Sinâ yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Mûsâ'ya Tûr-i Sînâ yanında, sağ tarafından nidâ ettik ve münâcât
ettiği (yalvardığı) hâlde kendisine yüksek mertebe verdik. (Meryem
sûresi: 52)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine
getirdikten sonra (Hazret-i Şuayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte
(Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr-i Sînâ tarafında bir ateş
gördü. Hanımına; "Siz burada bekleyin ben bir ateş gördüm, ümid ederim
ki o ateşin bulunduğu yerden size bir haber veya o ateşten bir parça
getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. Vaktâki Mûsâ (aleyhisselâm) o
ateşe vardığında sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç
tarafından nidâ olundu ki: "Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi
olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak..." (Kasas sûresi: 29-31)
Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından Medyen dönüşünde Tûr-i
Sînâ'ya gidişinde peygamber olduğu, kardeşi Hârûn aleyhissselâmın da
peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Mûsâ aleyhisselâma daha
sonraki Tûr-i Sînâ'ya gidişinde Tevrât-ı şe rîf ve on emrin yazılı
olduğu levhalar verildi. (Kisâî, Sa'lebî, Nişâncızâde)
Allahü teâlâ Tûr-i Sînâ'da Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bir kimseye,
Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allah'tan kormağı bana mı
öğretiyorsun, sen Allah'tan kork derse en fenâ insan odur." (Süleymân
bin Cezâ)
|