TAYYİB:
1. Helâl.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin tayyib
olanlarından yiyin! (Bekara sûresi: 172)
Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden
çıkardıklarımızın en tayyib olanından, Allah yolunda harcayın (zekât ve
sadaka verin) . (Bekara sûresi: 267)
Yetimlere (rüşdüne gelince, âkıl bâliğ olunca) mallarını verin. Tayyib
olanı habis olana değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)
2. Temiz.
Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek; rızkın bereketini,
tayyib olmasını giderir. (Ahmed Fârûkî)
Yemekte dört farz vardır:Yemeği, rızkı Allah'tan bilmek. Yenen yemeğin
helal ve tayyib olması. Yemek hazm oluncaya kadar, Allahü teâlânın
emrinden çıkmamak. Yemek hazm oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle,
Allahü teâlânın nehyini (yasaklarını, ha ram olan şeyleri) işlememek. (Süleymân
bin Cezâ)
TAZARRU':
1. Kendini alçaltarak, aşağı görerek, Allahü teâlâya yalvarma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Rabbinize tazarru' ederek ve gizlice duâ edin. (A'râf sûresi: 55)
Sabah ve akşam, içinden tazarru' ederek ve (Allahü teâlânın azâbından)
korkarak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini (Kur'ân-ı kerîm okuyarak, duâ
ederek ve zikrederek) an! (A'râf sûresi: 205)
Her günâhı yaptıktan sonra, pişmanlık duyarak, günâhının bağışlanması
için, Allahü teâlâya tazarru' etmelidir. Çünkü Allahü teâlânın gazâbı
günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve
intikâm alıcıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Tövbe etmek.
(Yâ Muhammed!) Andolsun ki biz, senden önceki ümmetlere peygamberler
gönderdik. (Onlar, peygamberlerini tekzîb ettiler, yalanladılar,
dinlemediler de) biz onları, belâ, şiddet, fakirlik ve hastalıklarla
yakaladık (cezâlandırdık). Umulur ki, (onlar) tazarru' ederler. (En'âm
sûresi: 42)
Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve dağlara
çıkar, göğüslerinizi döver ve Rabbinize tazarru' ederdiniz. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
TA'ZÎM:
Hürmet ve saygı gösterme, üstün tutma.
Allahü teâlâ, beni size peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekr inandı.
Bana malı ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve ona hürmet ve
ta'zîm edin. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın emirlerini ta'zîm etmek ve O'nun yarattıklarına acımak
lâzımdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Allahü azîm-üş-şânın evliyâsını ve enbiyâsını ve ulemâsını, bunların
sözlerini ve fıkıh kitablarını ve fetvâları ta'zîm etmeyip tahkîr etmek
(aşağılamak), küfürdür yâni îmânın gitmesine sebeb olur. Kâfirlerin dînî
âyinlerini beğenmek ve zarûret yok i ken zünnâr kuşanmak ve küfür
alâmetlerini kullanmak ve bunları sevmek küfürdür. (Muhammed İznikî,
Yûsuf Sinânüddîn)
TA'ZÎR:
Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi
cezâlarla cezâlandırma.
Müslümanları dili ve eli ile haksız inciten ta'zîr olunur. (Molla Hüsrev)
Ramazan ayında özürsüz açıkça oruç yiyen bir müslüman, fıskını (günâhını)
îlân ettiğinden hükûmet tarafından ta'zîr edilir. Gizli yerse bunun
cezâsı ve keffâreti Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibidir. (Halebî)
Harâm işleyeni görünce gadaba gelmek (öfkelenmek) iyidir. Din
gayretinden ileri gelir. Fakat kızınca, aklın ve İslâmiyet'in dışına
taşmamak lâzımdır. Ona kâfir, münâfık, deyyus ve diğer fuhuş gibi çirkin
şeyler söylemek harâm olur. Söyleyenin ta'zîr edilmesi lâzım olur. Haram
işleyeni görenin buna câhil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de,
yumuşak tatlı söyleyerek nasîhat vermek iyi olur. Haram işleyeni hükûmet
me'mûrunun, polisin güç kullanarak men etmesi lâzımdır. Devlet me'muru
yoksa, gü cü yetenin de men etmesi, ta'zîr etmesi lâzım olur. Ölüm,
evini yıkmak cezâları ancak hükûmet ve hâkim tarafından verilir. (M.
Hâdimî)
TA'ZİYE:
Ölen kimsenin yakınlarına sabır, ölene rahmet dileme.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem Eshâb-ı kirâmdan (arkadaşlarından)
Mu'âz bin Cebel'e yazdırdığı ta'ziye mektûbunda buyurdu ki:
Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve
zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe kimse kimseye iyilik ve
kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin!
Nîmetlerine şükr etmeni ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, Allahü teâlânın
sayısız nîmetlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu nîmetleri,
bizde sonsuz kalmak için değil, emânet kullanmak, sonra geri almak için
vermiştir. Bunlardan belli bir zaman da faydalanırız. Vakti gelince,
hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi,
vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi.
Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nîmetlerinden idi. Geri
almak için emânet bırakmıştı. Seni, o ğlun ile faydalandırdı. Herkesi
imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de,
sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni,
yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhâmete, ihsâna kavuşabilmek için
sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan,
sevâba, merhâmete kavuşamazsın ve sonunda pişmân olursun. İyi bil ki,
ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz!
Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak
lâzımdır.
Allahü teâlâ hepinize selâmet versin! Âmîn (Hilyet-ül-Evliyâ)
Meyyit (cenâze) sâhiblerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara
rast gelince, ta'ziye etmek, sabır tavsiye etmek müstehabdır. Ta'ziye
için; "A'zamallahü ecrek ve ahsene ezâek ve gafere li meyyitik" denir ki;
"Allahü teâlâ, sevâbını, dereceni arttırsın ve güzel sabır etmeni nasîb
eylesin ve meyyitin günâhlarını affeylesin." demektir. (Seyyid
Abdülhakîm)
Üç günden sonra ta'ziye yapmak mekruhtur. Ancak uzakta olanlar ve yakın
olup da, geç haber alanlar için mekrûh olmaz. İki kerre ta'ziye etmek de
mekruhtur. Kabir başında ve meyyit sâhiplerinin kapılarında da ta'ziye
mekrûhtur. Ta'ziye, mektub ile de olur. (Seyyid Abdülhakîm)
TAZMÎN:
Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.
Çeşitli kimselerden aldığı haram malları birbirleri ile veya kendi helâl
malı ile yâhut kendinde emânet bulunan mallar ile karıştırırsa ve
bunları birbirlerinden kolayca ayıramazsa, bu karışımlar kendi mülkü
olur. Bu karışımlara mülk-i habîs (temiz o lmayan) denir. Haram malları
ayırabilirse kendilerini, sâhiplerine veya bunların vârislerine
(mîrâsçılarına) vermesi, ayıramaz ise tazmîn etmesi lâzım olur.
Tazmînden sonra habîs (pis) karışımı kullanması mubâh olur (ve zekâtını
vermesi lâzım olur). Sâhibini bildiği hâlde, tazmîn etmeden evvel
kullanamaz ve sadaka ve hediye veremez ve zekât nisâbına katması lâzım
olmaz. Sâhiplerini vârislerini bilmiyorsa, haram malın ve habis
karışımın hepsini sadaka vermesi vâcib olur. Sâhibi sonra ortaya
çıkarsa, kendisine tazmîn etmesi de lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
TEADDÜD-İ ZEVCÂT:
Birden fazla kadınla evlenmek; poligami.
Şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni teaddüd-i zevcât'ı emretmemiş, ancak
izin vermiştir. Yâni teaddüd-i zevcât farz değil, sünnet de değil ancak
mübahtır, dinde izin verilen bir husustur. Kadını boşamak ve teaddüd-i
zevcât İslâm dîninde vâcib değildir . Mendûb da değildir. İhtiyâç olduğu
zaman izin verilmiştir. Erkekler teaddüd-i zevcât yapmaya
emrolunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeye mecbûr değildirler.
(M. Sıddîk Gümüş)
İslâm düşmanlarının ve Avrupalıların müslümanlığa ve müslümanlara
saldırmalarının sebeplerinden biri de teaddüd-i zevcâttır. Halbuki
müslümanlar dörde kadar kadınla evlenirken, Avrupalılar sayısız kadın ve
metreslerle düşüp kalkıyorlar. Ayrıca İslâmi yet teaddüd-i zevcât için
şartlar koymuştur. Bu şartları herkes yerine getiremez. Bunun içindir
ki, müslüman erkeklerin birden fazla evlenmesi sınırlıdır. Zâten
teaddüd-i zevcât bir emir değil, şartlara bağlı bir izindir. Teaddüd-i
zevcâtın yasak olduğu yerlerde, fuhşun, zinânın çoğaldığı görülmektedir.
(M. Sıddîk Gümüş)
İslâmiyet'i incelerken, teaddüd-i zevcât bahsini buldum. Yaptığım
incelemeler netîcesinde anladım ki, İslâmiyet'ten önce Arabistan'da her
erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiçbir
mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadın ın sosyal mevkiini ıslâh
etmek ve düzeltmek için bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok
azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti te'min etmeği,
onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînât vermeyi emretmiştir. Kimsesiz
kalan kadınlar da teaddüd-i zevcât sâyesinde bir âileye, o âilenin bir
ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Ayrıca
şartlarını yerine getiremeyecek erkekler için teaddüd-i zevcât haramdır.
İkinci Cihân Harbi bittiği zaman İngiliz radyosunda Dear Sir adlı
proğramda bir zavallı İngiliz kadınının "Genç bir kadınım. Kocamı harbde
kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir
adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya
râzıyım. Yeter ki bu yalnı zlıktan kurtulayım" diye yalvardığı ve feryâd
ettiği hatırıma geldi. Bu da gösteriyor ki, İslâm'da teaddüd-i zevcât
bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir.
(Bayan Maviş B. Jolly)
TEAKKUL:
Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını
aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl
olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.
Hikmetten (ilimden) yedi şey meydana gelir: 1)Zekâ, 2)Sür'ât-ı selim,
yâni ihtiyâc olunca, lâzım olan şeyi hemen anlama, 3)Zihin açıklığı,
istediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmek, 4)Dikkat, 5)Teakkul,
6)Tehaffuz yâni unutmamak, rûhun anladığı şeyl eri unutmaması,
7)Tezekkür, hâfızadaki bilgileri istenilen zamanda hatırlamaktır. (Ali
bin Emrullah)
TEÂLÂ VE TEKADDES:
Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya
yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)"
mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine hamdolsun. O'nun seçtiği kullarına
selâm olsun. Sevgili oğlum! Fırsat ganîmettir. Yâni, zaman çok
kıymetlidir. Bu kıymetli zamanları faydasız şeylere sarfetmemelidir.
Allahü teâlâ ve tekaddesin râzı olduğu, beğen diği şeyleri yapmakla
geçirmelidir. Beş vakit namazı, dünyâ işlerini düşünmeyerek ve cemâatle
kılmalıdır. Ta'dil-i erkâna (şartlarına) uygun olarak kılmaya dikkat
etmelidir. Teheccüd (gece) namazını kaçırmamalıdır. Seher vakitleri
istiğfâr (tövbe) et melidir. Gafletten, nefse uymaktan lezzet
almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü
hatırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
TEÂMÜL:
İ'tiyâd, alışkanlık olarak yapılagelen şey. (Bkz. Örf ve Âdet)
TEASSUB (Taassub):
Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü
körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı
(arkadaşları) Resûlullah'ın huzûrunda oturmakla, O'nun mübârek sözlerini
işitmekle; teassub, mevki arzûsu ve dünyâya düşkün olmak, hepsinin
kalblerinden sıyrılmış gitmişti. Hırs, kin ve kötü huydan kurtulmuş,
tertemiz olmuşlardı. ( Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mezhebsizler bir mezhebi taklîd eden müslümanları kötülemek için ilmî
kelimelere yanlış mânâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ mezheb
bilgilerini açıklamaya ve bunları isbât etmeye teassub diyorlar.Teassub,
mezheb kavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlb uki İslâm âlimlerine göre
bir mezhebe bağlanmak, Peygamber efendimizin sünnetine ve dört halîfenin
sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, teassub değildir. Bunun aksini
yapmak teassub olur. Dört mezhebi taklîd edenler hiçbir zaman böyle
teassub yapmad ı. Hiçbir asırda mezheb teassubu olmadı. (M. Sıddîk
Gümüş)
TE'ÂTÎ:
Yalnız bir taraftan veya her iki taraftan teslim etmekle yapılan
alış-veriş.
Satıcı, bu malı bin liraya sana sattım dese, müşteri dahi bir şey
söylemeden alsa, bu te'âtî yoluyla câiz olur. Satıcı malı verse, müşteri
de parasını verse, ikisi de hiçbir şey söylemese, alışveriş yine câiz
olur. (İbrâhim Halebî)
TEAYYÜN:
Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak
kalması.
Teayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır.Benzerini hattâ daha
iyisini alması için müşteri zorlanamaz. ( Hamza Efendi)
Teayyün-i Evvel:
İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.
Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri, teayyün-i evveldedir.
(Muhammed Bâkî-billah)
Teayyün-i İmkânî:
İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü.
Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf
mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında
Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i
imkânîsine kavuşmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)
Teayyün-i Vücûbî:
Bir şeyin, insanın hakîkati.
Îsâ aleyhisselâm gökten inerek, âhir zaman Peygamberinin dînine uyunca,
onun teayyün-i vücûbisi kendi makâmından yükselerek, ona uyduğu için,
hakîkat-i Muhammedî'nin makâmına gelir. O'nun dînini kuvvetlendirir.
(İmâm-ı Gazâlî)
Teayyün-i Vücûdî:
Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.
Teayyün-i ilmî, teayyün-i vücûdîden evveldir ve onun husûsiyetlerinden
bir husûsiyettir. (İmâm-ı Rabbânî)
TEBÂREKE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi. (Bkz. Mülk Sûresi)
Ey oğul! Yatacağın zaman, Tebâreke sûresini oku. Peygamberimiz
aleyhisselâm buyurdu ki: Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma. Zîrâ
ölürsen kabirde sana yoldaş olur. Her gece Tebâreke sûresini okuyan
kimse, Kadr gecesini ihyâ etmiş gibi sevâbına nâil olur, kavuşur.
(Süleymân bin Cezâ)
Mü'minlerden dokuz kimseye de kabir süâli olmaz:Şehîd, düşman karşısında
nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle
hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp sabrederek başka sebeble ölen,
sıddîklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi ölenler. Her gece
Tebâreke ve Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini
okuyanlara kabir süâli olmaz. (Muhammed bin Alkamî)
TEBÂREKE VE TEÂLÂ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve
yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına
ta'zîm ve hürmet ifâdesi.
Allahü tebâreke ve teâlâ lutf ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri
mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için,
mubâhlarla doymayıp bitmez tükenmez mubâhları bırakıp, İslâmiyet'in
hudûdundan dışarı taşarak şüpheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar
bedbaht ve zavallıdır. Âdet üzere alışkanlık ile namaz kılan ve oruç
tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten haram ve şüphelilere
düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri âdet
üzere bozuk ibâdet ed enlerden ayıran fark, Allahü teâlânın emirlerini
gözetmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
TEBASBUS:
Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek,
yaltaklanmak.
Dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemek
tevâdûdur. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır.
Kendi elinde bir şey yoktur. Mevki ve servet sâhiblerinin tevâdû'
göstermeleri iyi olur. Sevâb olur.Tebasbus günâhtı r. Dilencilerin
tevâdûları böyledir. (Ali bin Emrullah)
TEBBET SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.
Tebbet sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyettir.Tebbet, kurusun
mânâsında bedduâdır.Sûre, Ebû Leheb hakkında inmiştir. (İbn-i Hişâm,
İbn-i Abbâs)
Tebbet sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ebû Leheb'in iki eli kurusun. (zâten) kurudu (helâk oldu ya) . Ona, ne
(babasından mîras kalan) malı, ne kazandığı fayda vermedi. O yakında
alevli bir ateşe girecek, karısı da odun hammalı olarak, boynunda
bükülmüş bir ip de olduğu hâlde. (Âyet: 1-5)
Kim Tebbet sûresini okursa, umarım ki, Allahü teâlâ onunla Ebû Leheb'i
bir yerde birleştirmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Siyâsete karışmış olan din adamlarından Hüsâmeddîn Peçeli, tefsirinde
bilhassa Tebbet sûresinin ittihâdcıları methettiğini yazmaktadır. (M.
Sıddîk Gümüş)
Resûlullah efendimizin mübârek kerîmeleri Rukayye çok güzel idi. Ebû
Leheb'in oğlu Utbe'ye nikâh edildi. Tebbet sûresi gelince, Utbe düğünden
önce boşadı. Vahy gelerek hazret-i Osman'a nikâh edildi. (Nişâncızâde)
TEBCÎL ETMEK:
Ta'zîm, hürmet etmek ve saygı göstermek.
Kâfirlere (müslüman olmayanlara) ancak iş düştüğü zaman selâm
verilebilir. Kâfiri tebcîl etmek için selâm verenin ve kâfiri ta'zim
edenin, kıymet verenin, meselâ üstâdım gibi sözlerle saygı gösterenin
îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
TEBE-İ TÂBİÎN:
Peygamber efendimizin Eshâbını gören ve sohbetinde bulunmakla Tâbiîn
denen büyükleri görmekle şereflenenler. (Bkz. Tâbiîn)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin toplam zamânı yaklaşık iki yüz
yıldır. Bu devir, Resûlullah efendimiz tarafından övülmüştür. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Namazın, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyler okumak olduğu,
Peygamber efendimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmıştır.
Eshâb-ı kirâmın Tâbiîn'e, onların da Tebe-i tâbiîne bildirdikleri bu
husûslar her asırda bulunan İslâm âlimleri tarafından bizlere kadar
gelmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tebe-i tâbiînden olan ve zamânında, Kûfe'nin en çok ibâdet edeni diye
tanınan Muhammed bin Nadr el-Hârisî buyurdu ki: "İlmin evveli sükûttur.
Sonra onunla uğraşmaktır. Sonra ezberlemek, sonra onunla amel etmek,
sonra da başkalarına öğretmektir."
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü
teâlânın sevdiklerini seven, cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için sever."
TEBERRÎ:
Uzaklaşmak, uzak durmak.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan
uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî (dostluk, yaklaşma) olmaz.
Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve
kâfirlikten, kâfirlere mahsus şeylerden, meselâ bel ine zünnâr bağlamak
ve bunun gibi kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır.
Küfürden teberrî etmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Her akşam yatarken tecdîd-i îmânda bulunmalı ve "İslâm dînine muhâlif
(aykırı, uymayan) herşeyden teberrî ettim" demelidir. (Seyyid
Abdülhakîm)
TEBERRU':
Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi
kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde
vermesi.
Teberru' ancak kabz (teslim almak) ile tamâmlanır yâni mülkolur. Şöyle
ki: Akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşta) olan bir kimse, birisine
bir şey hibe, hediye veya sadaka olarak verse, o kimse de onları ele
geçirip, teslim alsa, kendi mülkü ve onun malı olur. Fakat kabzetmedikçe
mülkü olmaz. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)
Kadının ev işlerini yapması zevcine (kocasına) teberru' ve ihsândır. Çok
sevâbdır. Yapmazsa günâha girmez. Zevc bunları zorla yaptıramaz.
(Abdülganî Nablüsî)
TEBERRÜK:
Bereketlenme, mânen istifâde etme, faydalanma.
Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün mezârını ziyâret ediyorum. Zor
bir durumda kalınca, onun kabrine gidip iki rek'at namaz kılarım. Allahü
teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir. (İmâm-ı Şâfiî)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbâtını teberrük niyeti ile her gün
okumalıdır. Çünkü insan farkına varmadan kalbden dünyâ sevgisini
çıkarır. (Abdullah-ı Dehlevî ve Abdülhakîm Arvâsî)
TEBESSÜM:
Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.
Peygamber efendimiz güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken
mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü zaman nûru duvarlar üzerinde ziyâ
(ışık) verirdi. Ağlaması da gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile
gülmediği gibi yüksek sesle de ağlamazdı. (Abdullah-ı Dehlevî)
Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfte saf bağlayıp Ebû Bekr-i Sıddîk'ın
arkasında sabah namazını kılarken, Peygamber efendimiz mescide girdi.
Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini gördü. Sevinerek tebessüm
buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekr'e uyup ar kasında namaz kıldı.
Rükû ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da abdesti de
bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. (Halebî)
TEBLÎĞ:
Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz
ve noksansız olarak bildirmeleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (Peygamberler) Allahü teâlânın insanlara gönderdiklerini tebliğ
ederler. O'ndan korkarlar. Allah'tan başka kimseden korkmazlar. (Ahzâb
sûresi: 39)
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bilmemiz vâcib olan sıfatlar
yedidir: 1) Emânet (güvenilir olmak), 2)Sıdk (doğruluk), 3) Teblîğ, 4)
Adâlet (âdil olmak), 5) İsmet (hiç günah işlememek), 6)Fetânet (diğer
insanlardan daha akıllı olmak, 7)Emn-ül-azl (peygamberlikten azl
olunmamak, atılmamak). (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem 632 (H.10) yılında vedâ
haccı denilen son haccı yaptılar. Bu sırada vedâ hutbesini îrâd
buyurdular. Hutbenin sonunda "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar,
ne diyeceksiniz?!." Eshâb-ı kirâm; "Allahü teâlânın dînini tebliğ ettin.
Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun, diye
şehâdet ederiz" dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi
ve sellem efendimiz, mübârek şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine
çevirip indirdiler ve; Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ
Rab!" buyurdular. (İbn-i Hişâm)
TEBŞÎR:
Müjdeleme, sevindirici bir haber ulaştırma.
Eğer ölüyü ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahi kırpık
gibi görür isen; bilmiş ol ki, o kimse, âhirette kavuşacağı sürûr
(sevinç, neş'e) ile tebşîr olunmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ölen kimse sa'îd yâni Cennetlik ise, bir takım melekler başlarında
Cebrâil aleyhisselâm olduğu hâlde, o kimsenin rûhunu alıp, altıncı kat
semâyı geçtikten sonra, surâdikat-i celâl denilen, celâl perdelerinin
bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulduğunda; Cebrâil
aleyhisselâm, yanımdaki filândır diyerek o kimseyi onun hoşuna gidecek
şekilde tanıtır. O anda; "Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, çoluk
çocuğuna ve sözü geçenlere emr-i ma'rûf yapan (iyiliği emreden), Allahü
teâlânın dînini O'nun kullarına öğreten, miskinlere ve darda kalanlara
yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun" denir. Sonra
meleklerden bir cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile tebşîr edip,
onunla müsâfeha ederler. (İmâm-ı Gazâlî)
TEBZÎR:
Malı, İslâmiyet'in ve aklın uygun görmediği yerlere dağıtma, isrâf.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede buyurdu ki:
Akrabâya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Malını tebzîr etme.
Çünkü tebzîr edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine
(karşı) çok nankördür. (İsrâ sûresi: 26,27)
Tebzîr'in haram olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir
huydur. Dînimizin; hasisliği (cimriliği), isrâftan daha çok kötülemesi,
isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasisliğin daha çok
kötülenmesi, insanların çoğu, yaratılıştan , mal biriktirmeği sevdiği
içindir. (İmâm-ı Birgivî)
TECDÎD-İ ÎMÂN:
Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü
söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli
üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını
bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.
Lâ ilâhe illallah diyerek tecdîd-i îmân yapınız. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Îtikâdında (inancında) veya sözünde veya işinde küfre (îmânın gitmesine)
sebeb olacak bir şey bulunan kimsenin tecdîd-i îmân etmesi lâzımdır.
(Abdülganî Nablüsî)
Kadın ve erkek her müslümanın, her gün sabah ve akşam tecdîd-i îmân
duâsını okuması lâzımdır. Zevc ile zevcenin (hanımın) birlikte okumaları
iyi olur. (Birgivî)
Nikâh yapmadan önce, îmânında şüphe olunan erkeğe ve kıza, îmânın altı
şartını ve İslâm'ın beş şartını sormalı, bilmiyorlarsa öğretmeli,
ezberden okutmalı ve Kelime-i şehâdet okumalıdırlar. Tecdîd-i îmân
ettirmeli ondan sonra nikâh yapmalıdır. Şâhitl erin de böyle îmânlı
olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek yanılarak söyleyenin îmânı ve nikâhı
bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi iyi olur.
Tecdîd-i nikâh (nikâhı yenilemek) lâzım olmaz. (Hâdimî)
Her gün tecdîd-i îmân müstehabtır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak veya
yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günah ve her ne meydana gelmiş
ise ben onların hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi
yapmamaya söz verdim. İslâm dînini kabûl ettim. Peygamber efendimiz
senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabul ettim. Dilim ile
söyledim kalbim ile tasdik ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir.
Eğer söz ve işlerim dîne aykırı ise, ondan da pişman oldum, vazgeçtim"
demeli ve Âme ntü duâsını okumalıdır. (Ahmed Hilmi Efendi)
TECDÎD-İ NİKÂH:
Nikâhı yenileme, tâzeleme.
Erkek veya kadın bir müslüman, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb
olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu
bilerek, amden (tehdîd edilmeden, istekle) ciddî olarak veya hezl (şaka
ve güldürmek) için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi îmânı gider,
mürted olur (dinden çıkar). Buna küfr-i inâdî denir. Bu şekilde mürted
olanın evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tövbe ederse, geri
gelmezler. Zengin ise tekrar hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken
kıldığı namazları, oruçları zekâtları kazâ etmez. Daha öncekileri kazâ
eder. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur, iki şâhit
yanında tecdîd-i nikâh yapmaları lâzım olur. (Abdülganî Nablüsî)
Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh duâsı şöyledir: "Allahümme innî ürîdü en
üceddidel-îmâne ven-nikâha tecdîden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah." Câmide cemâatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra imâm
efendi bunu cemâat ile birlikte okursa, cemâat birbirlerine şâhit olmuş,
nikahları da tâzelenmiş olur. (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)
TECELLÎ:
Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.
Evliyâ herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı
İslâmiyye'ye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan
ilimler, mârifetler, tecellîler keşfler, ve muhabbet-i zâtiyye bu ağacın
meyveleri gibidir. (Rükneddîn-i Çeştî)
Zât-ı ilâhînin (Allahü teâlânın) tecellîsi bu dünyâda yalnız Muhammed
aleyhisselâma nasîb oldu. Başkalarına ise âhirette nasîb olacağı
bildirildi. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ insanın kalbine tecellî eder. Fakat bu tecellî Allahü
teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler
vardır. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)
Tecellî-i Cemâl:
Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.
Cennet'te mü'minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi
aşağı olanlar ise, her Cumâ günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda
birkaç kere tecellî-i cemâl ile şerefleneceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
Tecellî-i Ef'âl:
Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın
fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının
O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan
tecellîler.
Tecellî-i ef'âl sâhibi, her işte arada olan vâsıtaların var olmasının
bahâne olduğunu, asıl yapanın Allahü teâlâ olduğunu bilir. (Abdülhakîm
bin Mustafa)
Tecellî-i Sıfat:
Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.
Seyyid Nûr'un bir teveccühü (bakması) ile tâliblerin (kendisine talebe
olanların) kalbleri zikre başlardı. Tecellî-i sıfat hâsıl olurdu.
(Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Tecellî-i Sûrî:
Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin,
görüntülerinin tecellîsi.
Başkalarının yolun sonunda kavuştukları ve Hakk-ul yakîn dedikleri, bize
yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tecellî-i sûrî, sâliki yâni tasavvuf yolcusunu fânî yapmaz. Birçok
bağlılıklarını yok eder ise de fenâya kadar götürmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Tecellî-i Zât:
İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.
Tecellî-i zât,Peygamberlerin sonuncusuna (Muhammed aleyhisselâma)
mahsûstur. O'nun yanısıra başka peygamberlere ve O'na çok uyan bu
ümmetin evliyâsında da hâsıl olur. Başka peygamberlerin ümmetlerine
nasîb olmaz. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin hayır lısı olmuştur.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ahrâriyye büyükleri, vecdlerin İslâmiyet'e uygun olmasına dikkat
ederler. Zevkleri, mârifetleri İslâmiyet terâzisi ile ölçerler, çocuklar
gibi ceviz, kozalak sayılan vecdlere, hâllere aldanıp da İslâmiyet'in
güzel cevherlerini elden kaçırmazlar. Tasa vvufçuların İslâmiyet'e
uymayan sözlerine aldanıp bağlanmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında
değişiklik olmaz.Başkalarının şimşek gibi çakıp geçen tecellî-i zâtî
bunlara devamlıdır. Çabuk geçer, gayb olan huzûra kıymet vermezler. "O
yüksek insanlara, ticâret, alış-veriş Allahü teâlâyı unutturmaz." (Nûr
sûresi: 24) meâlindeki âyet-i kerîme bunların hâlini bildirmektedir.
(İmâm-ı Rabbânî)
TECEMMÜL:
Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak, şükr etmek ve nîmeti göstermek
için zînetlenmek, süslenmek.
Tecemmül etmek, müstehâbdır.Helâl şeylerle zînetlenmek mubâhtır. İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe dört yüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. (İbn-i Âbidîn)
TECESSÜS:
İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü
araştırıp öğrenmeye çalışmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bâzı zan (vardır ki)
günâhtır. Tecessüs etmeyiniz. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin.
(Hucurât sûresi: 12)
Sû-i zan etmeyiniz (kötü zanda bulunmayınız). Sû-i zan, yanlış karar
vermeye sebeb olur. Tecessüs etmeyiniz. Münâkaşa etmeyiniz, birbirinizi
çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona zulm etmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Tecessüs etmek harâmdır. ( Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin muhtâc olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp,
ibâdet etmesi câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan
(kötü zan) ve tecessüs etmemelidir. İkisi de harâmdır. Fakat çalışmayıp
câmide oturarak, Allahü teâlâya tevekkül ediyorum diyene de
inanmamalıdır. Bu kimse, çalışmayı terk ettiği için günâh işlemektedir.
(Abdülganî Nablüsî)
TECHÎZ:
Vefât edenin (ölenin) yıkanmasından kabre defnedilmesine kadar yapılması
lâzım gelen şeyler.
Meyyitin (ölü kimsenin) techîzi, tekfini ve cenâze namazı farz-ı
kifâyedir. Müslümanların bâzısı bu vazîfeleri yerine getirirse,
diğerlerinin üzerinden bu vazîfeleri yapmak düşer. (Hâdimî)
Meyyitin bıraktığı maldan ilk önce onun techîz ve tekfînine harcanır. Bu
harcama işinde isrâftan ve cimrilikten kaçınılır. (Muhammed Mevkûfâtî)
TECRİBE (Tecrübe):
Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşları) bir gün
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Yemen'e
gidenlerimiz orada hurma ağaçlarını başka türlü aşıladıklarını ve daha
iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı
babalarımızdan gördüğümüz gibi mi, yoksa Yemen'de gördüğümüz gibi mi
aşılayalım?" diye sordular.Peygamber efendimiz; "Tecrübe edin. Bir kısım
ağaçları babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen'de
öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse her zaman
o usûl ile yapın" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona
akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir.
(İmâm-ı Gazâlî)
Ahlâkı değiştirmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek
mümkündür. Hadîs-i şerîfte; Ahlâkınızı iyileştiriniz" buyruldu.
İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emretmez. Tecrübeler de böyle olduğunu
gösteriyor. (Muhammed Hâdimî)
İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir.
Müslümanlar fenni sever, fen adamlarının tecrübelerine inanır. Fakat fen
adamıyım diyen fen taklidcilerinin ve din düşmanlarının iftirâlarına,
yalanlarına aldanmaz. (Seyyid Abdülhakîm)
Tecribî İlimler:
Tecribe ve müşâhede (gözlem) ile elde edilen bilgiler, ulûm-i akliyye
(aklî ilimler).
Bâzılarının İslâmiyet'ten ayrı ve uzak gördükleri tecribî ilimler,
fenler, vesîkalar ve senetler hep İslâm dîninin birer şûbesi,
dallarıdır. Yâni dînimiz tecribî ilimleri, fen bilgilerini
emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde tabîatı yâni canlı -cansız
varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâm bilgileri başlıca iki kısma ayrılır. Birincisi ulûm-i nakliyyedir.
Bunlara din bilgileri de denir. İkinci kısmı ise ulûm-i
akliyyedir.Bunlar matematik, mantık gibi tecrübî ilimlerdir. Bunlar his
organlarıyla duyularak, akıl ile incelenerek, tec rübe ve hesâb edilerek
elde edilir.Bu bilgiler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbik
edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
İslâm ilimlerinden ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yâni tecrübî
ilimlerin iyi öğrenilmesi; ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık
anlaşılmasına yardım eder. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
TECVÎD:
Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine)
ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîde uygun okuyana şehîd sevâbı verilir. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi
sevâb verilir. Tecvîdsiz on sevâb alır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kırâati güzel olan imâm olur.Yâni Kur'ân-ı kerîmin harflerini tanıyan,
tecvîd ile okumasını bilen olur. Sesi güzel ve tegannî eden (harfleri
değiştirerek okuyan) değil. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmi okurken riâyet edilecek on edepten altıncısı; Kur'ân-ı
kerîmi güzel sesle ve tecvîd üzere okumaktır. Harfleri kelimeleri
bozarak tegannî etmek, haramdır.Harfler bozulmazsa, mekrûh olur.
(Halebî, İmâm-ı Gazâlî)
Din adamlarının insanlara yapamayacakları fetvâları bildirmeleri de
fitneye sebeb olur. Köylüye ve ihtiyâra, tecvidsiz namaz kılınmaz demek
de böyledir.Çünkü bunlar artık öğrenemez ve namazı büsbütün bırakırlar.
Hâlbuki, tecvidsiz namazın câiz olduğu na fetvâ verenler vardır. Bu
fetvâ zayıf ise de namazın terkedilmesinden iyidir. (Abdülganî Nablüsî)
TECVÎZ:
İzin verme, yapılmasına rızâ gösterme. Câiz görme. (Bkz. Câiz)
TEDBÎR:
Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek
hareket etmek.
Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i
Mâce)
İnsan bu âlemde; sebeblere yapışmakla vazîfelidir. Allahü teâlânın
kendisi için takdîr buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın,
tedbîrin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına
inanması da insanın vazîfesidir. (Fahreddîn-i Râzî)
Kul tedbîr alır, takdîri bilmez; kişinin tedbîri ile Allahü teâlânın
takdîri değişmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Tez olma teemmül kıl, Her hâle
tahammül kıl, Allah'a tevekkül kıl, Tedbîri bozar takdîr.
(İbn-i Kemâl)
Tedbîr-i Menzil:
İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi
ile ilgili husûslardan bahseden ilim.
İslâm ahlâkı üçe ayrılır: Birincisi; insan yalnız iken, başkasını
düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilm-i ahlâk.
İkincisi, tedbîr-i menzîl. Üçüncüsü; insanın cemiyetteki vazîfelerini,
hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğreten siyâset-i medîne yâni
sosyal terbiye. (Ali bin Emrullah)
TEDEBBÜR:
Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Onlar, Kur'ân-ı kerîmi tedebbür etmezler mi? Yoksa (münâfıkların)
kalbleri üzerinde (kat kat) kilidler mi var? (Muhammed (aleyhisselâm)
sûresi: 24)
Kur'ân-ı kerîmi tedebbür, onun emirleri ve yasaklarını düşünmek
demektir. Bu ise, kalb huzûru ve Kur'ân-ı kerîmi okurken zihni
toplamakla olur. Kur'ân-ı kerîmi tedebbür için, helalden az yimek ve
hâlis niyet şarttır. (İmâm-ı Gazâlî)
Tedebbür, huzûr-ı kalbden yâni, kalbin dünyâ meşgâlelerinden
kurtulmasından sonra gelir.Kur'ân-ı kerîm okumaktan maksad, O'nun
âyetleri üzerine tedebbür etmektir. Bunun için, Kur'ân-ı kerîmi ağır
okumak sünnettir. (İmâm-ı Gazâlî)
TE'DÎB:
1.Terbiye etme, edeblendirme. (Bkz. Edeb)
Kişinin çocuğunu te'dîb etmesi, sadaka vermesinden daha hayırlıdır.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Rabbim beni en güzel bir edeb ile te'dîb etti. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî)
2. Suçluyu cezâlandırma.
TEDVÎN:
Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
Birinci asrın sonuna doğru ilk defâ hadîs tedvîn eden zât, İbn-i Şihâb-ı
Zührî'dir. Daha sonra hadîs tedvîn edenler şunlardır: Mekke'de Abdullah
bin Cüreyc, Medîne'de Muhammed bin İshâk yâhut İmâm-ı Mâlik, Basra'da
Rebî bin Sâbih, Kûfe'de Süfyân-ı Se vrî, Şam'da Abdurrahmân Evzâî,
Vâsıt'ta Hüşeym bin Beşîrü's-Selmâ, Yemen'de Ma'mer bin Râşit,
Horasan'da Abdullah bin Mübârek. Bunlardan başka daha birçokları vardır.
(Zerkânî)
Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekr'den ve
hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka
işlerini başka sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet,
delîl soran olmazdı. Yâni, Tâbiînden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı
kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkün değildi. Çünkü
Eshâb-ı kirâmın mezhebleri (ictihâdları ve dînî cevapları, fetvâları)
tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitablara geçmiş değildi. (İmâm-ı
Kurâfî, Menâvî)
TEENNÎ:
İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.
İşlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Acele ile verilen
kararlara şeytan karışır. Hadîs-i şerîfte; "Acele şeytandandır. Teennî
Rahmân'dandır" buyruldu. Nefsin istediği bir şey hâtırına gelince,
şeytan; "Fırsatı kaçırma, hemen yap!" der. O da, yapar. Allahü teâlâdan
kalbe gelen ilhâma uyan kimse ise; "O şeyi yapmaktan Allah râzı olur
mu?" der. Sevap mı, günâh mı olacağını düşünür. Günâh değil ise, yapar.
Böylece teennî etmiş olur. Yalnız beş şeyde acele etmek lâzımdır:
1) Misâfir gelince önüne yemek getirmelidir.
2) İnsanlık îcâbı bir günâh işleyince, hemen tövbe ve istiğfâr
etmelidir.
3) Beş vakit namazı vakti çıkmadan, erken kılmalıdır.
4) Kız ve oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını
öğretmeli, bülûğa erişince, geciktirmeden evlendirmelidir.
5) Ölen şahsın defnedilmesinde acele etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)
TEFÂHÜR:
Öğünme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı; elbette la'b (oyun) ve lehv (eğlence) ve zînet
(süslenmek) ve tefâhür ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd
sûresi: 20)
Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme: Mücâdele,
tefâhür ve riyâ (gösteriş) için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak veya
lüzûmu yok veya bilmesem de olur demek sûretiyle de ilmi terk etme!
(Hazret-i Ömer)
Zînet eşyâsını, başkalarına gösteriş, üstünlük sağlamak için kullanmak
tefâhür olur. Tefâhür haramdır. (Ali bin Emrullah)
Bu dünyâda tefâhür; mal, evlâd ve mevki gibi şeylerle olur. Halbuki
bunların hepsinin bir emânet olduğu ve bir gün yok olacağı bellidir. O
hâlde bunlara gönül bağlamak niye? (Ahmed Rif'at)
Tefâhürden zevk duyarak büyüklenen kişi, malından soyunmuş olsaydı,
hakîkatte kendisinin tefâhür edecek ve büyüklenecek hiçbir şeye sâhib
olmadığını, yalnız bir vücûdu olup onun da göçe dönüşe (ölüme) hazır
vaziyette beklediğini görür ve değerini anl ardı. (Ahmed Rif'at)
TEFEKKÜR:
İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın
sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (o selîm akıl sâhipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken,
otururken, yanları üstünde (yatar) iken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar
ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Bu tefekkür
edenler şöyle derler;) "Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen
(bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azâbından koru." (Âl-i İmrân
sûresi: 191)
İşte biz tefekkür eden bir kavim (topluluk) için âyetleri (delilleri)
böyle açıklarız. (A'râf sûresi: 24)
Varlıklardaki nizâmı tefekkür ederek Allahü teâlâya îmân ediniz.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsanın günahlarını tefekkür etmesi ve bunlara tövbe etmesi, tâatlarını,
ibâdetlerini düşünüp bunlara da şükr etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki
(yaratılmışlardaki) ve kendi bedenindeki ince san'atları, düzenleri,
birbirlerine olan bağlılıklarını tefekkü r ederek de Allahü teâlânın
büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Aklı başında olan kimsenin tefekkür
vazifesini hiç ihmâl etmemesi lâzımdır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi bâtıl
yâni boş, faydasız yaratmamıştır. İnsanların anlayamadıkları,
göremedikleri faydalar, anlayabildiklerinden kat kat daha çoktur.
Tefekkür dört türlü olur demişlerdir. Allahü teâlânın mahlûklarındaki
güzel san'atları, faydaları tefekkür etmek, O'na inanmağa ve sevmeye
sebeb olur. O'nun vâd ettiği sevâbları tefekkür etmek, ibâdet yapmaya
sebeb olur. O'nun haber verdiği azâbları tefekkür etmek, O'ndan
korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun nîmetlerine,
ihsânlarına karşılık nefsine uyarak günâh işlediğini, gaflet (Allahü
teâlâyı unutma hâli) içinde yaşadığını tefekkür etmek, Allah'tan hayâ
etmeye, utanmaya sebeb olur. Allahü teâlâ yerlerde ve göklerde bulunan
mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. (Muhammed Hâdimî)
TEFE'ÜL:
1. Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet,
işâret olarak görmek. Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz
saymaktır. (Bkz. Teşe'üm)
İslâm'da teşe'üm (uğursuzluk) yoktur. En hayırlısı tefe'üldür. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tefe'ülü sever, fakat uğursuz
saymayı sevmezdi. (İbn-i Hanbel)
2. Falcılık.
Zamânımızdaki bâzı falcılar, tefe'ül ederek hayrı ve şerri
öğrendiklerini, sanki gaybı bildiklerini iddiâ ediyorlar. Buna Kur'ân
falı, Danyâl falı diyorlar. Bu yaptıkları fal oklarıyla kısmet aramak
câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)
TEFSÎR:
Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî
kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü
teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir. (Bkz.
Müfessir)
Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına
tâbi olmamız emredildi. (Hâdimî)
Tefsîr ve fıkıh kitaplarına hakâret eden; bunları beğenmeyen, kötüleyen
kimse kâfir olur. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)
Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma
açıklamışlardır. Bu sebeble Kur'ân-ı kerîmin hakîkî tefsîri, Peygamber
efendimizin bu açıklamalarıdır. Tefsî r âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmin
tefsîrine dâir, Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve
Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlerle yaptıkları tefsîrlere, rivâyet,
me'sûr ve naklî tefsîr denildi. Ayrıca bu tefsîrler esas alınarak
Kur'ân-ı kerîmin lisan ve daha başka bilgilere göre de açıklamaları
yapıldı.Bu açıklamalara te'vîl denildi. Bunlara ma'kûl, re'y ve dirâyet
tefsîri denir. Te'vîllerin doğruluğu, naklî tefsire uygunluğu ile
anlaşılır.Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'vîlleri de tefsîr olarak kabûl
etmişlerdir.Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uymazsa, tefsîr değil,
yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; " Kur'ân-ı kerîmi
kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile hatâ etmiştir" buyrulmuştur.
Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden yalnız
akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması
netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı.
(Abdülhakîm Arvâsî)
TEFVÎZ:
Ismarlama, havâle etme.
1. Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek,
helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü
teâlâdan beklemek. Hak, şerleri hayr eyler, Zannetme ki, gayr eyler,
Ârif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler Sen
Hakk'a tevekkül kıl, Tefvîz et ve râhat bul, Sabreyle ve râzı ol, Mevlâ
görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
2. Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna
Temlîk de denir.
Tevfîz, zevcenin arzusuna bırakılarak; "Ne zaman istersen" diye ilâve
edilirse, zevce istediği zaman kendini boşayabilir. (Mehmed Zihnî)
TEGÂBÜN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış dördüncü sûresi.
Tegâbün sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir.
Dokuzuncu âyette geçen ve aldanma mânâsına gelen Tegâbün kelimesi sûreye
isim olmuştur. Sûrede; insanların mü'min ve kâfir olarak iki kısma
ayrıldığı, mal ve çoluk-çocuğun bir imt ihan olduğu bildirilmektedir.
(İbn-i Atıyye, Râzî)
Tegâbün sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihan etmek için verildi.
Allahü teâlâ iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecir verecektir.
(Âyet: 15)
Kim Tegâbün sûresini okursa, ansızın ölüm ondan uzak olur. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
TEGANNÎ:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma)
ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını
dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.
İlk tegannî eden şeytandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Tegannî ile sesini yükselten kimseye Allahü teâlâ iki şeytan musallat
eder. Bu şeytanlar o kimsenin omuzları arasında dururlar ve bitirinceye
kadar göğsünü tekmelerler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ, Taberânî)
Lokman sûresindeki Levh-el-hadîs âyet-i kerîmesi tegannî ile okumağı
yasak etmek için indi. Abdullah bin Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ)
talebesinden olan İmâm-ı Mücâhid, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin)
büyüklerindendir.Bu âyet-i kerîmenin tegann îyi yasak ettiğini bildirdi.
Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (r.anhüm) bu âyet-i
kerîmenin tegannî için olduğuna yemin etmişlerdir. İmâm-ı Mücâhid,
Furkân sûresi yetmiş ikinci âyet-i kerîmesinde; "Günahları af ve
mağfiret edilecek olanlardan biri; tegannî, şarkı okunan yerlerde
bulunmayanlardır." buyruluyor dedi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi, ezânı, mevlidi mûsikî ile tegannî ederek okumak, mânâyı
bozuyor ve zararlı oluyor. Meselâ (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyüktür,
demektir. Sesi uzatarak (Aaaallahü ekber) şeklinde okunursa, Allah acabâ
büyük müdür? demek olur ki, böy le söylemek küfürdür, îmânı giderir.
(İbn-i Âbidîn)
Başkalarını hicveden (kötüleyen) ve fuhş, içki anlatan ve şehveti
harekete getiren şiirleri tegannî ile okumak her dinde haramdır. Harama
sebeb olan şeyler de harâm olur. (Âlim bin A'lâ)
Vâz, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk bildiren şiirleri tegannî ile okumak
câizdir. Devamlı böyle vakit geçirmek mekrûh olur. Kur'ân-ı kerîmi,
zikri, duâyı, ezânı tegannî ile okumak ise sözbirliğiyle harâmdır.
Tegannî; harfleri, kelimeleri değiştirmekte, mânâyı bozmaktadır. Bunları
kasd ile bile bile değiştirmek harâm olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri ve
ilâhîleri, mânâyı bozmayacak güzel sesle okumak müstehâbdır. (Muhammed
Bağdâdî)
Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile tecvide göre okumalıdır. Tegannî ile
kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır. (Abdullah-ı
Dehlevî)
TEHADDÎ:
Meydan okumak.
Âlimlerin çoğuna göre peygamberlerin mûcize gösterirken açıkça tehaddî
etmeleri şart değil ise de mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Evliyâ,
peygamberlik iddiâ etmedikleri ve onların kerâmetlerinde tehaddî
bulunmadığı için mûcize olmazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
TEHARRÎ:
Bir şeyi anlamak için araştırmak.
Sofradakiler, içeri gelen kimseyi yemeğe çağırsalar, âdil bir müslüman
da, yedikleri eti mürted kesti veya içtiklerinde şarâb karışık dese,
çağıranlar âdil ise, oturur. Âdil değilseler oturmaz. İkisi âdil ise,
yine oturur. Biri âdil ise, teharrî eder . Karar veremezse, oturup yer,
içer ve suları ile abdest alır. (İbn-i Âbidîn)
TEHÂVÜN:
Gevşeklik.
Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni ve Peygamber efendimizin sünnetini terk
edeni ârif, velî zan etme. (Cüneyd-i Bağdâdî)
TEHAVVÜL:
Değişme. Bir hâlden başka bir hâle geçme.
Sıcak havada tazyik azalır, barometre düşer. Soğukta ise yükselir. Bu
tazyik tehavvülü sıhhat için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı
bildiğimiz hastalıkların dörtte biri mevcûd olmazdı. (Seâdet-i Ebediyye)
TEHECCÜD NAMAZI:
Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on
iki rek'at arasında kılınan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsûs fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da,
Kur'ân-ı kerîm ile teheccüd (namazı) kıl. (İsrâ sûresi: 79)
Teheccüd namazına devâm ediniz. Zîrâ sizden önceki sâlihlerin kıldığı
bir namazdır ve Rabbinize sizi yaklaştırıcıdır ve günâhların keffâretine
ve nefsi günahtan alıkoymaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-ül-İslâm)
Teheccüd namazını zarûret olmadıkça elden kaçırmamalıdır. Peygamber
efendimiz muhârebelerde bile teheccüd kılardı. Kazâ namazları olan,
teheccüd yerine kazâ namazı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de
teheccüd sevâbına kavuşur. (Hâdimî, İbn-i Nüceym)
TEHEVVÜR:
Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı.
Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.
Tehevvür sâhibi hiddetli, sert olur. Bunun aksine hilm (yumuşaklık)
denir. Halîm (yumuşak) kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında
kızmaz, heyecana gelmez. Korkak olan, kendisine zarar verir. Gadablı
kimse ise hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Tehevvür, insanı
küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfte; "Gadab, îmânı bozar" buyruldu.
Burada bildirilen gadabdan maksat tehevvürdür. Resûlullah'ın sallallahü
aleyhi ve sellem dünyâ için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba
gelirdi. (M. Hâdimî)
TE'HÎR:
Geciktirmek, geri bırakmak. (Bkz. Takdîm ve Te'hîr)
Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulm eder. Tövbeyi
te'hîr etmemelidir. (İmâm-ı Mücâhid)
İyi, hayırlı işler akla gelince bunu te'hîr etmeden hemen yerine
getirmelidir. Zîrâ insanın nefsi ve şeytan bu hayırlı işi yaptırmamak
için araya binbir sebeb koyar. (M. Hâdimî)
Yavrucuğum tövbeni te'hîr etme! Zîrâ ölüm âni gelir. (Lokman Hakîm)
TEHİYYÂT (Tahiyyât):
Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan
Ettehiyyâtü duâsı.
Son rek'atte otururken, tahiyyât okumak namazın vâciblerindendir. Üç ve
dört rek'atli namazların ikinci rek'atinde otururken, tahiyyât okumak
ise sünnettir. (Halebî)
Son rek'atte tahiyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Tahıyyâtın mânâsı; yapılan bütün tâzimler, hürmetler ve ibâdetler Allahü
teâlâya mahsustur ve ey Muhammed aleyhisselâm! Selâmet ve Allah'ın
rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve
bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şe hâdet ederim ki Allahü
teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilâh yoktur ve
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir. (Harputlu
İshâk Efendi)
TEHİYYET-ÜL-MESCİD:
Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya
ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.
Câmiye girenin tahiyyet-ül-mescid olarak iki rek'at namaz kılması, söz
birliği ile sünnettir. Sesli Kur'ân-ı kerîm okunuyorsa
tehiyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevî)
Mescide girdiği esnâda kılınan farz veya sünnet ile tehiyyet-ül-mescid
sevâbı dahi hâsıl olduğu gibi, abdesti müteâkib (sonra) kılınan farz
veya sünnet ile de bu fazîletler meydana gelir. (M.Zihni Efendi, İbn-i
Âbidîn)
TEHLÎL:
"Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.
Tesbîh (sübhânallah), tehlîl ve takdîse (Allahü teâlânın büyüklüğünü,
yüceliğini, noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemeye) devâm edin.
Bunlardan gaflet etmeyin. Şaşırmamak için parmak uçları ile hesâb
edin.Zîrâ onlar, kıyâmet gününde sorguya çekilir ve şehâdet ederler.
(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
İnsan için boş sözlerden kaçıp, tesbîh (sübhânallah) ve tehlîle devâm
etmek, daha hayırlıdır. Öyle olur ki, Allahü teâlâ, onun karşılığında
Cennet'te bir köşk verir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hacca giden kimse, Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner; tekbir (Allahü
ekber), tehlîl ve salevât getirir. Sonra, iki kolunu omuz hizâsında
ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ eder. (Ebû Bekr Ali)
Fısk meclislerinde (günah işlenen yerlerde), alay edenler arasında
tesbîh (sübhânallah), tehlîl, zikr (Allahü teâlâyı anma), tekbîr (Allahü
ekber), hadîs ve benzerlerini okumak günâhtır. (Halebî)
TEKÂSÜR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir. Tekâsür, çokluk ve çoklukla
övünmek demektir. Sûrede, insanların âhiret günü Cehennem'i görecekleri
ve suâle tâbi olacakları bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tekâsür sûresinde meâlen buyruldu ki:
O gün dünyâda kazanıp harcadığınız nîmetlerden hesâba çekileceksiniz.
(Âyet: 8)
Tekâsür sûresini okuyan kimse, bin âyet okumuş gibi olur. (Hadîs-i
şerîf-Feth-ül-Kadîr)
TEKÂYÂ:
Tekkeler. Tekkenin çoğulu. (Bkz. Tekke)
TEKBÎR:
1. Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı
bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da (kâfirleri, Allahü teâlânın azâbı
ile) korkut! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim
şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için
sabret! Sûr'a üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür.
Onlara kolaylık yoktur... (Müddessir sûresi: 10)
2. "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir.
İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânellah), otuz üç tahmîd
(Elhamdülillah), otuz üç tekbîr ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallah)
söyleyiniz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Her namazdan sora otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere el-hamdülillah,
otuz üç kere (tekbîr) Allahü ekber deyip, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ
şerîke lehu lehülmülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr,
demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar
olsa da af olunacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Envâr li-A'mâl-il-Ebrâr)
Tekbîr kelimesi, Allahü teâlânın, kullarına yaptığı şükürlerden çok
yüksek olduğunu, O'na yakışan şükür yapılamıyacağını ifâde etmektedir.
(Ahmed Fârûkî)
3. Ramazan ve Kurban bayramlarında okunan; "Allahü ekber, Allahü ekber.
Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd" sözü.
Buna Teşrîk tekbîri de denir. (Bkz. Teşrîk Tekbîri)
Tekbîr-i Tahrîme:
Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah
(namaza başlama) tekbîri de denir.
Tahrîme tekbîri, namazın şartlarından yâni dışındaki farzlarındandır.
Kadınlar iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sonra tekbîr-i tahrîmeyi
söyler. Sonra sağ eli sol elin üstünde olarak, göğüse kor. Bilek
kavramazlar. AAAllahü veya ekbaaar gibi uzun söylenirse, namaz olmaz.
İmâmdan önce ekber denirse, namaza başlanmış olunmaz. (İbn-i Âbidîn)
Tekbîr-i Zevâid:
Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci
rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak
üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.
Tekbîr-i zevâid bayram namazlarında şöyle alınır. Birinci rek'atte
Sübhâneke'den sonra söylenir. Bu sırada eller üç defâ kulaklara
kaldırılıp, birinci ve ikincide, iki yana uzatılır, üçüncüde göbek
altına bağlanır. İkinci rek'atte ise, Fâtiha ve zamm -ı sûre okunduktan
sonra, rükûa gitmeden, ayakta iken yine üç tekbir alınır. İki el yine
kulaklara kaldırılır, eller üçünde de yanlara bırakılır. Namaza âit olan
dördüncü tekbirde elleri kulaklara kaldırmayıp, rükûa gidilir. (Halebî-i
Kebîr)
TEKEBBÜR:
Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük gösterme.
Allahü teâlâ tevâdu' üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir
kimseye tekebbür etmeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden
zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Allahü teâlâ; "Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu' edenleri severim"
buyuruyor. Âciz, elinden bir şey gelmeyen zavallı insana bunlardan
hangisini yapmak yakışır?Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan
kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan aşağıl ığını, âcizliğini, Rabbine
karşı her an izhâr etmek (göstermek) mecbûriyetindedir. Bunun için her
an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu' üzere bulunması lâzımdır.
Tekebbür etmek harâmdır.Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir
ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan nefsini ne kadar aşağılarsa,
Allah indinde kıymeti o kadar artar. Kendine kıymet verenin, Allahü
teâlâ indinde kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Mal, evlâd, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü
bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde
kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (M. Hâdimî)
Tekebbür edene tekebbür sadakadır. (İmâm-ı Rabbânî)
TEKFÎN:
Kefenleme.
Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) bir genci Cehennem korkusu yakaladı.
Hattâ bu korkudan sokağa bile çıkamaz oldu. Peygamber efendimiz bu
gencin ziyâretine gitti ve genci kucakladı. Daha sonra bu genç vefât
etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bunun techîz ve tekfînine bakın.
Zîrâ Cehennem korkusundan ödü çatlamıştır." (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
TEKFÎR:
Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.
Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bir kimsede küfre sebeb
olan iş veya söz görülünce, hemen tekfîr etmemelidir. Küfrü irâde
ettiği, istediği açıkça anlaşılmadıkça sû-i zan (kötü zan) etmemelidir.
Bir kimsenin bir işinde veya sözünde doksa n dokuz küfr ihtimâli olsa,
bir tâne de îmân ihtimâli olsa, bu kimse tekfîr edilmez. Müslümana
hüsn-i zan edilir, hakkında iyi zan beslenir. (Kutbüddîn İznikî)
TEKKE:
Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği
ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına
doğru, Şam yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr,
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi
sayısız büyük velîler, yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla
mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık târihinin şeref
levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
TEKMÎL MAKÂMI:
Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta
başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.
Tasavvuf yolunda nihâyete kavuştuktan sonra geriye dönenler, irşâd
(öğretme, yetiştirme) ve tekmîl makâmına kavuşur. Allahü teâlânın
kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için Hak'tan halka dönerler.
(İmâm-ı Rabbânî)
TEKVÎN:
"Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
Allahü teâlânın sübûtî (zâtında bulunmakla birlikte başka varlıklarda da
sınırlı olarak bulunan) sıfatları sekiz tânedir. Bunlar; hayât (diri
olmak), ilim (bilmek), semi' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü
yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylem ek) ve tekvîndir. Bu sekiz
sıfata sıfât-ı hakîkiyye denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyyeden
bir tânesi de tekvîndir. Allahü azîm-üş-şân hâlıktır, yaratıcıdır. Her
şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
O'ndan başkası için yarattı demek küfr olu r. İnsan bir şey yaratamaz.
(Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda
bulunan âlimler) buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ, ilim gibi, kudret gibi
bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat yalnız üç
sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı Ki briyâ (büyüklük), Ganî olmak
(başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtâç olmak) ve Tekvîn
sıfatlarıdır." (İmâm-ı Rabbânî)
TEKVÎR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.
Tekvîr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir.
Birinci âyet-i kerîmede geçen ve güneşin dürülüp, ziyâsının (ışığının)
gitmesi mânâsına olan Tekvîr kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede,
kıyâmetin kopmasına dâir on iki önemli hâdise bildirilmektedir. (Râzî,
Senâullah Dehlevî)
Tekvîr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Güneşin karardığı, yıldızlar yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve
dağların dağılıp saçıldıkları zaman... Her nefis, hayır ve şerden ne
hazırlamışsa artık hepsini görüp bilecektir. (Âyet: 1-3, 14)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse,
Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Nesâî)
TELBİYE:
"Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde
ven-ni'mete vel-mülke lâ şerîke leke" sözlerini söylemek. (Bkz. Lebbeyk)
Erkekler hac ve umre için ihrâmda bulunduğu müddetçe, arkadaşları ile
karşılaştığı vakitte, toplantı yerlerinde, tepelere yükselip, vâdilere
indikte, vâsıtaya biniş ve inişlerde yüksek sesle telbiye okur. Kadınlar
telbiyeyi hafif sesle söyler. (Saîdüddîn Fergânî)
TELFİK:
Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin
hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve
karıştırma.
Bir ibâdeti veya bir işi yaparken, birkaç mezhebi telfik etmek, dört
mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Bu iş,
karıştırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh (doğru) olmaz, bâtıl
(geçersiz) olur. Dîni oyuncak yapmış ol ur. (Abdülganî Nablüsî)
İşlerini, mezhebleri telfik ederek yapmak câiz değildir. Çünkü böyle
yapmak İslâmiyet'in dışına çıkmak olur. (İmâm-ı Ebü'l-Hasen Subkî)
|