MÂ-İCÂRÎ:
Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması
mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan
artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.
Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni
Efendi)
MÂ-İMEŞKÛK:
Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.
Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin
ve cünüplüğün) giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli
su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)
MÂ-İ MUKAYYED:
Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen
sular.
Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
MÂ-İ MUTLAK:
Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen,
yalnız su denilen sular.
Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır.
Mâ-i mutlak, namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır.
Mâ-i mutlak hem temizdir, hem temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)
MÂ-İ MÜSTA'MEL:
Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak
kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.
Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve
gusl edilmez. İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir
(temizdir). Fakat mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem
tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
MAÂZ-ALLAH:
"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen
durumlardan korunmak için söylenen bir söz.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak
ancak onu alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)
MA'BED:
İbâdet edilen yer.
Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya
Mescid-i Harâm da denir. (Azrâkî)
Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog
ve havra, hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci
sahifesinde; "Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl
maksadımız, dinleri yok etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
MA'BÛD:
Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.
Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve
tapılmağa lâyık hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak
Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÂCİD (El-Mâcidü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Şânı, şerefi yüksek olan.
El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)
MÂCİN:
Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak
işler konusunda mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak
için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb
olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir. Biri mâcin, ikincisi
mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek
îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)
MADDE:
Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.
Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir.
Çünkü yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz
olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin,
kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bun lar, bulundukları kabın
şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep
cisim hâlinde bulunur. Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka
cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi demir maddesinden yapılmıştır.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir,
yâni yok iken sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)
Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi
kendine duran madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran,
Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MADDÎ TEMİZLİK:
Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.
Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı
ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır.
Kendisi, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için mikrop ve
hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)
Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat
eder. Dînimizin emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
MADDİYYÛN:
Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına
inananlar, maddeciler.
Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn
olup, bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle
kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir, bunun yaratanı yoktur diyorlar.
Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip , sonsuz olarak sürecektir,
diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman
değildirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş
mübârek arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında
maddiyyûnun sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak
istedikleri uydurmaları delîller ve tartışm alar ile reddederek hepsini
susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini
söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)
MA'DÛM:
Yok olan, mevcût olmayan
Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir.
(Mecelle)
MAĞFİRET:
Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz.
Allah, günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz
merhâmet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için
çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet,
Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu) ! Sen benden ümidli
bulundukça, senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu!
Senin günâhların gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret
dilersen seni bağışlarım. Ey âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip
de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak huzûruma çıkarsan, ben seni
bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb
olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)
Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben
suçuma büyük demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)
MAĞRÛR:
Gururlu. (Bkz. Gurûr)
Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz.
Malı çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)
Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse,
sakın mağrûr olma. Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere
karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm) Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben
gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MAHBÛB:
Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i
Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)
Mahbûb-i Hudâ:
Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır.
Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı
Rabbânî) Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı
ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.
(Yûsuf Nâbi)
MAHBÛBİYYET:
Sevgili olmak.
Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve
ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib
olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele
geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş
ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed
aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir.
O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtı nın tecellîsine
kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)
MAHCÛR:
Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler
yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz.
Hicr)
Mahcûr iki kısımdır:
1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.
2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar
(bunaklar), rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni
kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet
etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)
MÂHİYYET:
Öz, asıl ve esas.
İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)
MAHKEME:
Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile
kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid
olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden
korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur ol maz bir iş için hemen
mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)
Mahkeme-i Kübrâ:
En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin
tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.
Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında
birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış
olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle
(gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i
kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)
MAHLÛK:
Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş. Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı
yok. Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân. Mahlûka muhtaç değildir,
ortağı benzeri yok, Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.
(M. Sıddîk Gümüş)
Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla
olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak
lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)
MAHLÛKÂT:
Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.
Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir.
(İmâm-ı Gazâlî)
MAHMASA HÂLİ:
Açlıktan ölmek üzere olma hâli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı
olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı,
affedicidir. (Mâide sûresi: 3)
Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan
sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden
başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)
MAHMÛD:
1. Övülmüş, övülen.
Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür
(her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak),
recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun
eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı g elmemek), zühd (dünyâya düşkün
olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup,
daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na
bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi
geçi m, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak)
hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed,
Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah
Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin
adını Rahmân
(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)
3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.
Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası
meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret
ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe,
Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bi r ordu hazırlayıp
Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı.
Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki
Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu
üzerine Ebâbîl, yâni D ağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü
gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak
üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin
ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a,
Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi) (İbn-i
Esîr)
MAHREM:
1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme
sebebiyle nikâhı haram olan kimse.
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan
kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy)
ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile
olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)
Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında
bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve
gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç
günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) h aramdır. (Muhammed Hâdimî)
Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz
kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde
ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır.
(Süleymân bin Cezâ)
2. Gizli, herkese söylenmeyen.
Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh
edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MAHŞER:
Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün
canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer.
Arasat Meydanı, Mevkıf.
Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun
göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm
yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i
şerîf-Feth-ül-Bârî)
Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel
defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri,
zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ
yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur.
Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz
çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)
Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar
olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MAHYA:
Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki
minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle
(lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.
Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han
devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim
Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti
olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konu lması bid'attir.
(İbn-i Âbidîn)
MAHZÛRÂT:
Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.
Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş
bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde
olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak
(ölmek) korkusundan dolayı, başkasını n yiyeceğini rızâsı (izni)
olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)
MÂİDE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.
Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir.
112 ve 114. âyet-i kerîmelerde Îsâ aleyhisselâm zamânında gökten
indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği için sûre bu ismi
almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, g usül, teyemmüm; içki
ve kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl ve haram
yiyecekler anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru
bildirmezsen, peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni,
düşmanlık etmek isteyenlerden korur. (Âyet: 67)
Kim Mâide sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin
on katı sevâb verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece
yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MA'ÎŞET:
Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve
çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen
nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)
Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır
ve biz onu kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz) . (Tâhâ
sûresi: 124)
Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir
namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık,
helâlden isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram
yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Ma'îşet te'mini altı yoldandır:
1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S.
Abdülhakîm Arvâsî)
MA'İYYET:
Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet,
vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.
Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir.
Ma'iyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta
olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu
sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)
Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri;
onu herkese yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre
çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık),
ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle
anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bi lgilerden ele geçmeyen
hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)
MAKÂM:
1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde
şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli.
Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay
etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara b akmamalı. Doğru söylemeli.
Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları
(iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp,
haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları
insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci
vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının
bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve
işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)
Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için
yarış etmek gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi
küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç) Mal için makam için hep uğraştım,
Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık! Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,
Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı
mânevî derecelerden her biri.
Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl
arasında fark vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana
gelir. (Ali bin Hüseyin)
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini,
îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte
acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati
olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olma z. Tevekkülü tam
olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. ( Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Makâm-ı İbrâhim:
Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları
hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.
Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf,
Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü
farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve
makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak d a tavâf etmek câizdir. (İbn-i
Âbidîn)
Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten
getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı
İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş
koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd sâhiblerine
mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)
Makâm-ı İlliyyîn:
Cennet.
Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine
girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış
melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm
çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündü r ki, geçmiş olan,
anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak
teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)
Makâm-ı Mahmûd:
Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan
mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ
tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i
Kübrâ da denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece
uykudan kalk da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile) , teheccüd (gece namazı)
kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ
sûresi: 79)
Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim.
(Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise)
giydirecek. Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse
söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i
Buhârî)
MAKÂMÂT-I AŞERE:
Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında
olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.
Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup,
Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir.
Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu terk etmektir.
Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır.
Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret
miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden,
kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak
yâni Allahü teâlâ yı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve
isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan
sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba
çekmek ve rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun
eğmektir. (Ahmed Fârûkî)
MAKÂMÂT-I SÜLÛK:
Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.
İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin
itmînânından (şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur
(meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)
MAKSAD (Maksûd):
Niyet, kasd.
Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı
sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde
sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli,
karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin öğrenilmesi ve yayılması en mühim
işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünn etini (İslâm dînini) yaymak
ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)
İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ
ve âhiret bir arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir.
Çünkü bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini
artırmış olur. (İbn-i Hibbân)
MAKTÛL:
Kâtil tarafından öldürülen.
İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de,
Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd
etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal,
para ile uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)
MA'KÛL İLİMLER:
His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney,
gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.
Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî
ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din
bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar.
Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, art ar, değişir, ilerler.
Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni
san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine
eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her
tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının
tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÂL:
İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için
saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.
Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan
kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse,
Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb
vet-Terhîb)
Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun
zarârından daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i
Ahlâk)
Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve
mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını
vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı güzeldir. Hazret-i
İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığ ır olmak üzere
davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine)
kavuşamamıştır. Malı, hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan,
râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer, çok kimse bu
denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma)
iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan
büyük felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir.
Emânetlerini dilediği (istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve
parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et
yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri
için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)
Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Mâl-ı Habîs:
Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine
emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve
dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın),
kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı m allar.
Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri,
sâhipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur.
Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî
Nablüsî)
Mâl-ı Mütekavvim:
Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve
faydalanılması mümkün olan mal.
Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden
öldürülen hayvan, mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh
(doğru) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÂLÂYA'NÎ:
Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.
Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile
vakit geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu
şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve
mâlâya'nîyi terk etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)
Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az
konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan
anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi,
susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)
Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü
teâlâ da, ona mâlâya'nîden kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i
Bağdâdî)
Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı,
farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte
düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte
yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefs in tezkiyesi
(süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve
tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri
ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı,
sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz
ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı
yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit
geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)
MÂLİK:
1. Sâhib olan, mülk edinen.
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi
mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân
(aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi.
Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik
olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli,
nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)
Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır.
Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan)
ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim
idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi
öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde)
kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)
Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan
yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik
cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve
derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi bur adan çıkarın. Biz bir daha
isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan
daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan
çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz"
der. (İmâm-ı Gazâlî)
Mâlik-ül-Mülk:
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların
ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime
dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi
dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır
yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin.
(Âl-i İmrân sûresi: 26)
Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal
ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)
MÂLİKÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine
tâbi olan, bağlı olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere
bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki)
mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden
herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin
Kutbüddîn İznikî)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en
kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd
(Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim
öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddı r. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır.
Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey
mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da
Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allah ü teâlânın yardımı,
koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın
gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye
(Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde
toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî veHanbelî
mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse,
bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)
Mâlikî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik
bin Enes'tir. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)
MÂLİYYET (Mâliyet):
Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi
masrafların hepsi.
Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan
semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni
geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)
MA'LÛM:
Bilinen şey.
Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı
kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür
(îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini
ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliy ordu. İlim, mâlûma tâbidir.
Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve
böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi
olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle)
kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey,
kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken
de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey
isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)
MA'NÂ (Mânâ):
Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.
Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde
olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında
vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ
bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, a nlaşılan meşhûr,
yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından
çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ,
Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde,
fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde
başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma
Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz.
Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup
öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır.
Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette
daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din
âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların
hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır.
Kur'ân tercümesi diye yazılan kit ablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları,
bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder
ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Mânây-ı İltizâmî:
Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan)
mânâ.
İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen
canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ,
ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren
bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir
mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya
kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle,
ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.
Mânây-ı Murâdî:
Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.
Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm
çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı
kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i
kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında
geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i
şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka,
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını
kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf,
temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde
ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan
kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre
yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak
için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü
Erdem)
Mânây-ı Mutâbıkî:
Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.
Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı
mutâbıkîsidir. Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.
Mânây-ı Zâhirî:
Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.
Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin
âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan
âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan
âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meş hûr olmayan mânâ
verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne)
uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder.
Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü
teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını
vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Mânây-ı Zımnî:
Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî
mânâlardan herbiri.
İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen
canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı)
mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî,
Teftezânî)
Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i
lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i
usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık
gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı
zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini
ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil
olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl
açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı
kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü
teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MANASTIR:
Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya
râhibenin idâre edip, barındığı binâ.
Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve
bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi
içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler
bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adaml arı için nezârethâne,
hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve
kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta
bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra
papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların,
hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini
bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini,
(başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden
çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların
manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal
alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i
şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)
MA'NEVÎ:
Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.
Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan
olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini
yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın)
yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müsl üman şekline girerek, din
adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî
yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah
efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının
gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka
kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ma'nevî Bağ:
1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi.
Buna mânevî râbıta da denir.
Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol
vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin
(kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir
kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, an lar. İnsan, her şeyin bir
yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini
düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir
yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin
yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)
2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî
değerler.
Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman
oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân
sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu
kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağl arını) parçalamak, dînî
metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik
Gregoryus)
Ma'nevî Fâide:
Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.
Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene
çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları,
senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî
faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir
insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım
etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine
sebeb olur. (Hayri Aytepe)
Ma'nevî Hastalık:
Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine
mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara
düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü
olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu,
güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat
bunu görmek için müdrike yâni anlay ış hâssası bozuk olmamak ve mânevî
hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk
olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur,
gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, s
afrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu
ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca,
isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)
Ma'nevî Huzûr:
Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle
kalbde meydana gelen rahatlık.
Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı
Gazâlî)
Ma'nevî Kuvvet:
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına,
seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî
kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan
akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata,
senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânev î kuvvetle anlaşılanları,
meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş
âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Ma'nevî Mîrâs:
Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet
(tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler,
iyilikler).
Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr
etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce
Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa
çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasa klarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Ma'nevî Temizlik:
İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve
düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.
Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb
temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu)
sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer
(kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığı n emirlerini yapan bir insan,
dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş
olur. (Hayri Aytepe)
MÂNİ' (El-Mâni'):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya
âit zararları gideren, men' eden.
El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan
korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)
MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat
bir kimsenin mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ
bin Ebî Kesir)
Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük
İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk
Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.
Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar
boyu medreselerde okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar
yazıldı. (Taşköprüzâde)
MARAZ:
Hastalık.
Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç
zarar vardır: Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm,
bedenine maraz olur. Taâmda bereket olmaz. (Kudûrî)
Maraz-ı Kalbî:
Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ
(gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere
tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini
indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan
söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara
sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz.
(İmâm-ı Rabbânî)
Maraz-ı Mevt:
Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten
îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana
emirlik verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin
(sakındırdın). Ben ise isyân ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da;
"Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık o lan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve
başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan
ne de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti.
(İbn-ül-Cevzî)
MA'RİFET (Mârifet):
Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini
hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak,
O'ndan başka her şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)
Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok
olur. Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ
tarafından bir heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de
artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere
şükretmede, âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu
bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve
sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir.
(Muhammed Ma'sûm)
MA'RİFETULLAH:
Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar
bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha
sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez. (Hadîs-i
şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen
mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması
ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir.
İlhâm ile elde edilemez. Şerîat b ilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı,
Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı.
(Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm)
Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha
kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
MA'RÛF (Mârûf):
Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten
alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
(Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan
Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir.
(Muhammed Hâdimî)
MÂSİVÂ:
Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.
Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve
mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir.
Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ
silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgi sinden başka hiçbir şey
kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka
şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak
teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir
şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ
denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)
MA'SİYYET (Mâsiyet):
İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği
şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini
yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran,
kalbe heyecan veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler),
ma'siyetten sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi
gizli, açık işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi
geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin
Sinân)
Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her
kötülük ve sıkıntı da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ,
günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir.
(Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük
günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü,
ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın beğendiği şey olarak
bilmektir. Onun için dînî bilgileri l âzım olduğu kadar mutlaka
öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
MASLAHAT:
Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir.
Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların
üzerine koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu
şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin)
olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olma lı, husûsî ve şahsî
menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir
şey bulunmamalı veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta
olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve
icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette de olsa,
maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet,
işâret olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin
korunmasıdır. Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin)
haram kılınmasında da mevcuttur. (Serahsî)
MA'SÛM:
Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)
Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de
İsmet'tir. Yâni Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar.
Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir.
(Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir.
Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup
ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar.
Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve
açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)
MÂŞÂALLAH:
Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği
ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah
demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez.
Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye
bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve
cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen,
belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ
Muhammed Osman)
MÂTEM:
Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb
görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna
sövmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı
yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de
mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp,
mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu. Sonra
hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için
mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için
çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
MATERYALİZM:
Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş,
düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve
davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe
akımı; maddecilik.
Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse
yapmaktadır. İnsanın değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir.
İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber
verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin
hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha
hırslı duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları,
mânevî ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı,
maddî zevk ve eğle nceleri koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın
idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu
büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık
duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi
duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin,
materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e
sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar ile reddederek
hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fit ne ve fesâd ateşlerini
söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MATLÛB:
Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)
Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün
kalkar. Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı
Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan
bâtıl tanrıların ibâdete hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun
ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd
olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyel ere) olan bağlantıları yok
edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir.
(Muhammed Bâkibillah)
Matlûb-ı Hakîkî:
Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan
Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.
Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan
şeylerle uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
MÂTÜRÎDÎ:
1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların)
îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı
Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû
Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için
Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup,
852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmekt edir. 944 (H.333)te Semerkand'da
vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara
ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü
aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının)
bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de to pladı ve yüzlerce talebesine
bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin
yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû
Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm
ilminde (îmân bilgilerin i anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi
yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini
kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet
îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa,
Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının
îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb
kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir
îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâ at ismi ile meşhûr
olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki
imâmından birine yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu
iki imâmdan birine tâbi olmak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan
(inanıştan) korur. ( Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan
kimse.
MÂ'ÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.
Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i
kerîmedir. Son âyet-i kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi sûreye isim olmuştur.
Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden (yalanlayan) ve Allahü teâlânın
emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimsel erin, uygunsuz
hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten,
yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla berâber)
namaz kılan (münâfık) ların vay hâline ki, onlar namazlarından
gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin) tâ kendileridir.
Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)
Kim Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu
mağfiret eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MAZLÛM:
Zulme, haksızlığa uğramış kimse.
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana
babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında
bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok
sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel) Aldatmasın seni,
diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların
göz yaşı.
(İmâm-ı Rabbânî) Alma mazlûmun âhını, Çıkar âheste âheste.
(Atasözü)
MAZMAZA:
Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.
Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin
sünnetlerindendir. (Halebî)
Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu
yıkamak) guslün (boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)
MEÂL:
Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında,
âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini
söyleyemeyeceği bir vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız
Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin
nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâf aza ederek tercüme
etmek mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen
mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)
ME'ÂNÎ İLMİ:
Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı
değişikliklerden bahseden ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)
MEÂRİC SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.
Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir.
Üçüncü âyet-i kerîmede geçen el-Meâric kelimesinden dolayı
Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin çoğulu olup yükselme
dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile
Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Melekler ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün
uzunluğu (dünyâ senesi ile) elli bin senelik yoldur. (Âyet: 4)
Kim Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini
gözetenlerin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MEÂRİF:
Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)
MEBDE-İ TEAYYÜN:
İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk
kaynağı.
Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M.
Ma'sûm)
MEBDE' VE MEÂD:
Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların)
nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış
hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.
Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit
mes'elelerden) ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden
bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de mahlûkların hâllerinden bahseder
fakat mebde' ve meâd bakımından değ il. Sâdece, onların hissedilebilen,
tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele
alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna
geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu
kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse
Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve
meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi,
felsefe de, mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak,
kelâm ilmi, bunda nakli yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas
aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne uygun olup
olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar.
(Abdüllatîf Harpûtî)
MEBÎ':
Satılan veya satın alınan mal.
Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim
alınmadan önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan
önce tam mülkü değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i
Nüceym)
Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın
kendisinin verilmesi, teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek
olmaz. (Mevkûfâtî)
MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir
mânâda kullanılan lafız (söz) veya mânâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi:
82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy"
zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar kasdedilmiştir.
(Şeyhzâde)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye
hicret ettikleri zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay)
doğdu" dediler. Burada bedr kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr
gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla Peygamber efendimiz
kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)
Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ)
kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd
(çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını
içerisine almaz. Fakat bir kimse malını e vlâdına vakfetse, ancak evlâdı
bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar
Efendi)
MECELLE:
Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir
komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş,
şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler
hâlinde tertibinden meydana gelen kânunla r veya bu kânunları içerisine
alan mecmûa.
Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın
Mecelle kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması
lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin
sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa
(rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh
etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır. Bunları
okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgi lerin inceliğine
ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı
sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp,
başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının elbisesini çekip de
yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup , sâhibi çekmekle yırtılsa,
yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5)
Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp,
hayvan kaçarak zâyi olsa öder.
MECÎD (El-Mecîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü,
yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd
sûresi: 73)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve
şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli
(yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok, âhirette sevablarını
sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve nûrlu bir yer
olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini
yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek
arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni
her insanda ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır.
Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın
gibi, Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi
olanları (uyanları), ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle.
Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî)
Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde
oruç tutup iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü
teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf
Nebhânî)
MECNÛN:
Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi
binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir
hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün
dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi o kudu: "Lâ ilâhe
illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de,
azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu
hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna
okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)
Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)
ME'CÛC:
Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın,
yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan
gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları
çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)
MECÛSİ:
Ateşe tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o
mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet
günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah
her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)
Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir.
Bunları sonra anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar.
(Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp
yaşamadığı tam bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne
bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve
akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MECZÛB:
1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar.
Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir
şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da
böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)
2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.
Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada
kavuşmaları çok güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan
bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri
diriltmek için devâdır. Bakışları ş ifâdır. Böyle devletli bir rehber
ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir
nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri)
yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
MED:
Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ)
biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci
şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de)
olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya bunların
aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüs ü kelimelerde ve cümlelerde
olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek
yerde olur. İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl
olursa, namaz bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz.
(Alâüddîn Haskefî)
MEDENÎ:
1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli,
görgülü kimse.
İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde
birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı
için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması
lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırmak,
düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak
lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde
Ali Efendi)
2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.
Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu,
indi), yirmi yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)
Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren
sûrelerle, kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini
bildiren ve münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)
|