İKÂB:
Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek
çetindir. Allahü teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması
bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide sûresi: 98)
Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının
karşılığını görür. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının,
arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda iken tövbe etmiş olduğu
günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) s evâb verilir.
Kâfirlerin ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan
mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red olunup (geri çevrilip),
kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb
küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı
Birgivî)
Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp,
gökler seyrettirilir. Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir
sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni buraya neden getirdiniz?"
der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu
sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin
havzının başında durup, nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız
kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara
verirsiniz ve onları tutup salıvermeyesiniz ki, Cehennem yoluna
gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî)
Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden
veyâ haram (Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen,
tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa
kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad)
İKÂLE:
Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında
yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.
Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman
olursa, ikâle etmek, alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
İKÂMET:
1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan
ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan
sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan
efdaldir (üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn)
Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur.
Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur.
(İbn-i Âbidîn)
2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Bkz. Vatan-ı İkâmet)
ÎKÂZ:
Uyarma. Tenbih etme.
Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola
teşvîk ederek îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o
kimseyi peygamberlerle berâber haşreder (toplar) . (Hadîs-i şerîf-Ey
Oğul İlmihâli)
Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar
vermemeleri, yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz
etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
İKBÂL:
1. Yönelme.
Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an
Allahü teâlâya ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin!
Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe
başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı (iyiliği),
eksik etmeyesin ki, ins an ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi
adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu)
et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster,
haklarını gözet) ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli
duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve
malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim
mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa,
kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ
herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü
teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî)
3. Baht açıklığı. Gerçek bana oldu hayâl Korkutuyor beni bu hâl
Kararmakta her gün ikbâl Nefs elinden kurtar Rabbim
(M. Sıddîk bin Saîd)
İKİNDİ NAMAZI:
İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti
ile akşam vakti arasında kılınan namaz. (Bkz. Asr) Gökten yere iner kamû
(bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur
anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.
(Yûnus Emre)
İKRÂH:
Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm
dînine girmek için ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... ( Bekara sûresi:
256)
Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan
vatandaşı) ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn)
Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri
ve farzları, haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde)
İkrâh-ı Mülcî:
Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle,
şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle)
korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.
Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip
ölmesi günâh olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik,
başka çıkar yol bulamamak) olur. (İbn-i Âbidîn)
İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali
Haydar Efendi)
İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:
Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya
zorlarken tam şiddet kullanmama.
İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın
malı telef edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi)
İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak),
yemîn, ric'at yâni boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar
Efendi)
İKRÂM:
Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir
şey sunma.
Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i
şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet)
etmesin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin;
kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi)
söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse
gelince, kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah
rızâsı için kesmiş, faydası misâfire olmuş olur. (Ahmed Fârûkî)
Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı
karşıla, yemek ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince
selâmını al. Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân
bin Cezâ)
Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona
ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir,
ona da ikrâm ederler. (Ahmed Rıfâî)
İKRÂR:
1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile
inanmak lâzımdır. Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ
ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve
gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilm eye hakkı olan ve tapılmaya
lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak Allahü
teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu
ve Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî)
Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele!Âmentü, îmânın
altı şartını bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve
çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir.
Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözün ü) oku ve inanılması
lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve
onlara da öğret! Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ)
2. Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi
haber vermesi, îtirâf etmesi.
Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi
ve sözünde ısrar etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki
kadının şâhid olması ile belli olur. ( İbn-i Nüceym)
İKRÂZ:
Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile
alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir
şahsa vermesi. (Bkz. Borç ve Karz-ı Hasen)
İKTİDÂ:
Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de
onlara iktidâ et. De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına)
karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân-ı kerîm âlemler için
öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90)
Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, Hâkim)
Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur
ki, o peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine
iktidâ eden eshâbı, arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl-i ekremin
sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân
ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ, ikincisi tâbi olduğu âlim ve
velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye
iktidâ etmemelidir. (İbn-i Âbidîn)
İKTİSÂD:
1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya
hâs kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya
çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı iktisâd yolunu tutar.
(Lokman sûresi: 32)
İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet)
İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti:
Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her
şeyde îtidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin!
2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim
dalı.
İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel)
teşebbüslere ve sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete
elverişli bir iktisâd sistemini emr etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye)
İKTİZÂ-İ NASS:
Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması
için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.
"Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları
şeyler kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın
kaldırıldığı bildirilmektedir. Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz.
İnsanda her zaman görülebilmektedir. B u sebeble iktizâ-i nass, insandan
kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten
doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni
hadîs-i şerîfte mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini
gerektirmektedir. (Serahsî)
ÎLÂ:
Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek
"Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer
erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe
yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara
sûresi: 226)
Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn
(tam boşanma) ile boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ
olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn
keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş
olabilir. Helâli kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana
haramsın" yâhut; "Sen bana haram ol!" diyen kimse kendisine haram
kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îl â etmek istememiş ise hanımını
bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi)
Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut
oruç tutmak, sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay
içinde karısına yakınlıkta bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn
etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşe r. (Mevkûfâtî)
İLÂH:
Mâbud, tanrı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka
bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti)
bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96)
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler.
Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir
olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka
hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen
münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31)
Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın
Allahü teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse,
Allahü teâlâ ona Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve
hakîkî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır.
(Kemahlı Feyzullah)
İLÂHÎ:
1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan
onları bilmedi. (Abdullah-ı Ensârî)
İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve
âhirette sıkıntıda bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin.
Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan şeyleri bize gönder. Dünyâda
ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed Rebhâmî) Yüzüm
dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok
olanı). Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî, Ki sensin cümle mahlûkun penâhı
(sığınağı). Yüzüm karasına bakma ilâhî Cehennem nârında (ateşinde) yakma
ilâhî.
(Beykozlu Muhammed bin Receb)
2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği,
indirdiği.
Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek
ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden
Allahü teâlânın murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber
efendimizin maksâdını en iyi anlayabilenler, müctehîd denilen büyük
İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
İlâhî Dinler:
Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve
semâvî dinler de denir.
Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan
yahûdîlik ve hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından
değiştirilmiştir. Aslı bozulmamış, kıyâmete kadar da bozulmayacak olan
tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş)
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi,
insanlar tarafından bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından
birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
İLÂHİYYÂT:
İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı,
zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.
Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını
isbat için bildirilen delillerden birisi şöyledir:
Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa
belli bir yörüngede ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün
meydana gelmesine sebeb olan güneşe, gökteki bulutlara ve yağan
yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehi rlere, denizlere,
karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip
memleketlere ve şehirlere, mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa
âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve kâinattaki eşyânın eşsiz bir
sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen) ve
intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi
düşünen bir kimse, âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının
var olduğuna inanmak zorunda kalır. (Abdüllatîf Harpûtî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini
anlattım. Şimdi aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam
kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı
cevap verecektir. (W. Heisenberg)
İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:
Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.
Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış
olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın
hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için
Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya,
Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Al lah'ın dînini, O'nun
kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız
keyf için, tama' için cihâd yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (A
bdülhakîm bin Mustafâ)
Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını
zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
İLHÂD:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid
âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan
îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa)
sebeb olan inanış.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir
azâb tattırırız. (Hac sûresi: 25)
Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için
hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır.
"İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete bakılmaz" demek, ilhâd olur.
(Muhammed Hâdimî)
Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin
bildirdikleri bilgilerdir. Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır.
(İmâm-ı Rabbânî)
İLHÂM:
1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin
bırakılması.
İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların
kalblerine gelir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm,
her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî
Nablüsî)
2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese
İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı,
başkalarına huccet, sened olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları
doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fakat,
Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bi lgilerini öğrenmek ve
bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü
teâlâ ilim ihsân eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu
bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e sarılmayan, bid'atten
sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin söyledikleri
nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez.
İbâdetlerin yapılması ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle
elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın
peygamberler ve kitaplar göndermesine l üzûm olmazdı. (Abdülganî
Nablüsî)
İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret
etmelidir. Nefse uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın,
ilhâma uyması kolay olur. ( Muhammed Hâdimî)
3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü
denilmektedir.
Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır.
Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur.
Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı
aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arası nda yer kaybı
olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar
okumakla, öğrenmekle anlar. Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren
kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin Emrullah)
İLKA':
Atma, bırakma.
1. Öğretme.
Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a
geldim. O gece gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu
ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru) rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk;
çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra söyleneni ona ilka'
et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i
şerîf-Sünen-i Tirmizî)
2. Bırakma, yerleştirme.
Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de;
Peygamber efendimiz uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin,
Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka' ederdi. (İmâm-ı Süyûtî)
İLLET:
Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.
İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm
de bulunur. İllet bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet
için illettir. Akd yapılınca, satıcı sattığı eşyânın bedeli olan şeye,
alıcı da mala sâhib olur. Satış ak di olmayınca, alıcı da, satıcı da
hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez.
Aynı şekilde, nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh
varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa, evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli
yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî)
İLLİYYÎN:
1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları
(amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel
defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine
hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini hâlis ettiğinden (yâni
amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini
İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ
vahyeder (bildirir). (Zemahşerî)
2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde
bulunduğu yer.
Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek
mendil ile gelip, yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken;
"Ey mutmainne (Hakîkate ermiş, bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve
tereddüt kalmamış) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olduğu
hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o
kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e
götürülür... (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ
dileyince, mezarlardaki cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En
çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşur, konuşurlar. Rûhlar
İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, n îmetlenir, lezzetlenir. (İmâm-ı
Yâfiî)
İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri
kaplamıştır. O, bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin
düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına, hayvanların ve
şeytanların seviyesine) iner. Şehvetle rini yendikçe, İlliyyîn'e ve
meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî)
İLM (İlim):
Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve
anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On
sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye denir. Bunlardan biri
İlim sıfatıdır.Bu sıfatı da kendi gibi kad îmdir, yâni sonradan olma
değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan
saklarlarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine
olsun. (Nisâ sûresi: 30)
Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha
sevâbdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her
müslümana farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni
korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i
Ali)
Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara
hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)
Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli
bir şey bulamadım. (Lokman Hakîm) İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye
baştır. Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır. İlim, uçsuz bucaksız
bir ummanı andırır. İlimden başka her şey insanı usandırır.
(M. Sıddîk bin Saîd)
İlm-i Ahlâk:
İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim.
(Bkz. Ahlâk)
İlm-i Âlet:
Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım
olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri
de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i
hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din
bilgileri yirmi olmaktadır.
İlm-i Bâtın:
Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.
İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan
arınıldığında kalbe doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler
görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır.
(İmâm-ı Gazâlî)
İlm-i Bedî':
Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini
öğreten ilim.
İlm-i Belâgât:
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.
İlm-i Beyân:
Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre
gibi konularından bahseden ilim.
İlm-i Ezelî:
Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.
Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i
ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya
olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir.
Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uy gun olarak meydana
gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)
İlm-i Ferâiz:
Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim
edileceğini öğreten ilim (Bkz. Ferâiz).
İlm-i Fıkıh:
Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Bkz. Fıkıh)
İlm-i Hadîs:
Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni
olmadığı şeylerden bahseden ilim. (Bkz. Hadîs)
İlm-i Hâl (İlmihâl):
Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler
veya bu bilgileri anlatan kitap.
Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını
alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir.
Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren, câhil ve sapık bir
kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenm eye kalkışmak, kendini
Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Önce ilm-i hâli öğren,
çocuğuna da öğret Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman
(M. Sıddîk Gümüş)
İlm-i Hey'et:
Astronomi ilmi.
İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):
Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.
Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin
sûretinin, şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat
ilm-i huzûrîde durum böyle değildir. İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile
bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır . (İmâm-ı Rabbânî)
İlm-i Husûlî:
Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O
şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i
husûlî devamlı değildir.
İlm-i İlâhî:
Allahü teâlânın ezelî ilmi.
İlm-i Kelâm:
Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten
ilim.
İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş
olarak ve delilleriyle anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı
Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı Gazâlî)
İlm-i Kesbî:
Çalışarak elde edilen ilim.
İlm-i Kırâat:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin
ise, farklı okunmasından bahseden ilim.
İlm-i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur.
(Taşköprüzâde Ahmed Efendi)
İlm-i Ledünn:
Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.
İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta
olmaktadır. (Muhammed Pârisâ)
İlm-i Lügat:
Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.
İlm-i Meânî:
Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.
İlm-i Nâfi':
İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah
korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul
haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve
Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle o lan ilim.
İlm-i Nahv:
Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre
sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.
İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o
ilimleri elde etmeğe birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv
ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî ilimlerden değildir. Ancak
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimle rin anlaşılmalarında
lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça
olduğundan, dînimizi anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır.
(İmâm-ı Gazâlî)
İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi
sâhibine doğru yolu gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs
ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî ilimlerden önemlileri de nahv ve
meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde)
İlm-i Sarf:
Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim.
Morfoloji.
İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde
alışkanlık kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed
Efendi)
İlm-i Tefsîr:
Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı
açıklayan ilim.
İlm-i Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl
çıkarıldığını öğreten ilim.
İlm-i Usûl-i Hadîs:
Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.
İlm-i usûl-i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin
nev'ileri, çeşidleri ayırd edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İlm-i Usûl-i Kelâm:
Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i
şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.
İlm-i Usûl-i Tefsîr:
Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması
gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve
âmmından bahseden ilim.
İlm-i Vehbî:
Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (Bkz.
İlm-i Ledünnî)
İlm-ül-Yakîn:
Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı
görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.
İLTİCÂ:
Sığınma.
Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı
namazını kılınca hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır.
Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek,
yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplar ını, kusurlarını hatırlamak,
kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından
titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar
işledim. Şimdi sana ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) Bu dünyâ
bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz Hani âba u ecdâdın ne oldu
kimseler sormaz Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz Gelenler
hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı
zât-ı Mevlâya
(Tâceddîn-i Velî)
İLYÂS ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden biri. Hârûn aleyhisselâmın
neslindendir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İlyâs da, şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine
(şöyle) demişti; "Siz Allahü teâlânın azâbından korkmaz mısınız? Allahü
teâlâ sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir." Fakat
onlar İlyâs'ı (aleyhisselâm) yalanladılar. Şüphesiz onlar hazırlanıp
(Cehennem'e) götürüleceklerdir. Ancak Allah'ın ihlâs sâhibi (mü'min)
kulları müstesnâdır. ( Sâffât sûresi: 123-128)
Zekeriyyâ, Yahya, Îsâ ve İlyâs'a da (aleyhimüsselâm) hidâyet
(peygamberlik) verdik. Onların hepsi sâlihlerden idiler. (En'âm sûresi:
85)
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra İsrâiloğullarına Yûşâ aleyhisselâm
ve Hazkîl aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Onlara Tevrât'ın
hükümlerini bildirdiler. Hazkîl aleyhisselâmdan sonra İlyâs aleyhisselâm
peygamber olarak gönderildi. İsr âiloğullarından Ba'lbek'te yerleşen
kabîleyi îmâna dâvet etti. Ba'lbek'te hüküm süren ve insanları Ba'l
adındaki puta tapmaya zorlayan zâlim hükümdârı ve ona tâbi insanları,
puta tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı.
İnsanlar onu dinlemediler. İlyâs aleyhisselâm onları azâbla korkuttu ise
de karşı gelip onu memleketlerinden çıkardılar. İsyânları sebebiyle
Allahü teâlâ bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu. Hayvanları
susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musîbet ve belâlar geldi. İlyâs
aleyhisselâmı Ba'lbek'ten çıkardıklarına pişman olan İsrâiloğulları,
sonunda ondan af dilediler. Onların isteği üzerine, İlyâs aleyhisselâm
Ba'lbek'e geri döndü. İsrâiloğullarını puta tapmaktan sakındırdı. Onlar,
İlyâs aleyhisselâma îmân ettiler ve ona tâbi olacaklarına söz verdiler.
İlyâs aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ kıtlık ve musîbetleri kaldırıp
bolluk ve bereket ihsân etti. Bir müddet İlyâs aleyhisselâma tâbi
oldular fakat sonunda isyân ederek eski sapıklıklarına dönd üler. İlyâs
aleyhisselâmın yaptığı nasîhatleri dinlemediler. Doğru yola
gelmeyeceklerini iyice anlayıp, çok üzüldü ve bu azgın insanlardan
ayrılması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl
buyurdu. İlyâs aleyhisselâm o beldeden hicret edip başka yerlere gitti.
İsrâiloğullarına tekrar belâ ve musîbetler geldi. İlyâs aleyhisselâm
gittiği beldelerden birinde ihtiyâr bir kadının evine misâfir oldu. Bu
kadının Elyesâ' isimli hasta oğluna duâ etti. Onun duâsı bereketiyle
Elyesa'n ın hastalığı iyileşip, İlyâs aleyhisselâmın yanından ayrılmadı.
Ondan Tevrât'ı öğrendi. İlyâs aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına
peygamber olarak Elyesa' aleyhisselâm gönderildi. (Bkz. Elyesa'
Aleyhisselâm) (İbn-ül-Esîr, Sa'lebî, Nişâncızâde)
ÎMÂ:
İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû'
için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.
Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)
Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı
ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya
böyle sert bir şey üzerine koyamıyan, ayakta durabilse bile, yere
oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)
Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten
çok devâm eden kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur
(düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin,
namazlarının keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn,
İmâm-ı Birgivî)
İMÂM:
1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Cemâate, Kur'ân-ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca
sünneti en iyi bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm
olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim, Sünen-i Tirmizî)
İmâm kalkan gibidir. Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize
olur. Noksan kıldırırsa, sizin namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan
sorulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken,
cemâat işitecek kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla
yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni Kur'an-ı kerîmin
harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olu r. Sesi güzel ve
tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî
ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber
efendimizin emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)
3. Müslümanların devlet reîsi. (Bkz. Halîfe)
Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı
emredersiniz" deyince; " Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!"
buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Bkz.
Halîfe)
İMÂME:
1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din
görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken
giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at
namazdan efdâldir, üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli
olmak mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu
arkadan iki kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi
Ramazan-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile
birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci Perşembe günü Mekke-i
mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okur ken mübârek başında
siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.
İMÂMET:
İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.
İmâmet-i Kübrâ:
Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara
imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip,
İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı
ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet. (Bkz. Hilâfet)
İmâmet-i Suğra:
Namaz kıldırmak için imâm olmak. (Bkz. İmâm)
İMÂMEYN:
İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde
yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab.
İkisi de mezhebde müctehiddirler.
Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ
verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un
sözünü alır. Onun sözlerinde de bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin
sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir taraf ta, İmâm-ı a'zam'ın sözü karşı
tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)
İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların)
amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241)
senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok
İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine
dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm,
fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet
etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona
yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)
İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:
Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî
mezhebinin kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam
lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H.
150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh
bilgilerini topladı. Yüzlerce tale besine öğretip, kitaplara
geçirilmesine sebeb oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim.
(Abdullah bin Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol
bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)
İMÂM-I MÂLİK:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin
reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes,
künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795
(H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap
kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyer îlerden bir hükümdâr âilesine
ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek
insanların mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok
geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet,
sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez,
çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkan ı, bilmiyorum demektir"
buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır,
edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu
bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini,
utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir
fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs
kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)
İMÂM-I ŞÂFİÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin
reîsi.
İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir.
Soyca Kureyş kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir.
Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmda n ve dördüncü göbekten dedesi
olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu isimle
meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da
vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe
yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten
sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O,
rûhların şifâsıdır. (Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi
âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)
İMÂMİYYE:
Şiîliğin kollarından biri.
Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri
yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla
onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kab ûl eden ve on iki imâma
inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka,
topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir. (Bkz. İsnâ Aşeriyye)
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları
incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye,
evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)
ÎMÂN:
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed
aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan
getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü
(îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi.
(Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde
onun (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek;
"İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü
teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak,
peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak,
kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak,
îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup,
insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve
müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp,
haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet
söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği
şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan
kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz
mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece
kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya
îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Gaybî:
Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem,
Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü
peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz,
Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân
ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı Hakîkî:
Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.
Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in
emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl
olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir
araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine
aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı
gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmâ n-ı istidlâlîden üstün ve
kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü
düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri)
gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresindeki;
" Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede
bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu
âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Hılkî:
Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek
Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan
"Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz
sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı
Gazâlî)
Îmân-ı İcmâlî:
Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü
teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir.
Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse
böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni anasından
babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp b una göre ibâdetini yapanların
îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının
sarsılmasından korkulur. (Bkz. Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)
Îmân-ı İstidlâlî:
İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden
veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem
bilir ve hem amel eder, yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem
bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir.
(Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı
istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin
bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve düşüncesi
ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiğ i yolun doğru olduğu Allahü
teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl
ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde
edilebilir. Fakat peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan
yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir.
Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış
olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)
Îmân-ı Kâmil:
Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp,
haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En
üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil
olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması
demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır,
nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O
hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın
cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâ lı, parlak îmâna çok
dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte;
"Ebû Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha
ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık
aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati
çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Kesbî:
Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti
alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.
Îmân-ı Makbûl:
Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip
kalben kabûl edenlerin) îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm:
Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân
ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı
hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan doğrusu
bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)
Îmân-ı Merdûd:
Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların)
yalnız dil ile söyledikleri îmân. (Bkz. Münâfık)
Îmân-ı Metbû:
Meleklerin îmânı. (Bkz. Melek)
Îmân-ı Mevkûf:
Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.
Îmân-ı Şühûdî:
Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre
yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün
değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca,
görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli o lur. Muhammed aleyhisselâm
dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü
ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir
demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan
nîmet, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Tafsîlî:
Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı
şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına,
peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan
olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî
emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân
edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)
Îmân-ı Taklîdî:
Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve
etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî.
Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez.
Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini
yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru
söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız
anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Îmân-ı Yakînî:
Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.
İMSÂK VAKTİ:
Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit.
Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah
namazının vakti başlar.
Orucun farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden
sakınmaktır. (Kutbüddîn-i İznikî)
İNÂBE (İnâbet):
Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan
tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu
işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve
arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,
Kapından etme red, bu pûr günâhı. İnâbet eyleyip geldim kapına, Yüzüm
yere sürüp durup bâbına (huzûruna).
(Muhammed bin Receb Efendi)
İnâbe Yolu:
Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve
istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak
Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin
isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak)
çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler (talebeler)
yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip
götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İNÂD:
Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp,
hakkı, doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten
(çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın
peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)
İNÂN ŞİRKETİ:
Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart
edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl
taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir veya
çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre
değil, şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)
İNÂYET:
Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu
Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed
Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb etti.
(İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra
bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb
oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
İNBİSÂT:
Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak.
Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bkz. Bast)
İNCÎL:
Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen,
aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış
gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk
işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu.
Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini
doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl
diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı.
Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve
protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından
sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ
aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed
isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı
idi. ( Harputlu İshâk Efendi)
İNFÂK:
Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım
olan malı hak sâhibine verme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana
soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın,
babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır
işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını veren) dir.
(Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa)
katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan
gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler, kötülüğü de iyilikle
savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar
içindir. (Ra'd sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da
yapmazlar. (Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde
bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü
teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve
yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı
Seâdet)
İNFİTAR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.
İnfitâr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir.
İlk âyetinde geçen ve göğün yarılması mânâsına olan infitar kelimesi
sûreye isim olmuştur. Sûre, kıyâmet ve âhiret hâllerini anlatmaktadır.
(İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ İnfitâr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Göğün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman, insanoğlu
yaptıklarını ve yapmadıklarını bir bir anlar. (Âyet: 1-5)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuşçasına bakmak isterse,
Tekvîr, İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İN'İKAS:
Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin
talebenin kalbine yansıması.
İNKÂR ETMEK:
İnanmamak, kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve
faydalı bir kelâmdır (sözdür) . (Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı
ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır.
İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur.
(Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder,
saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider.
(M. Hâlid-i Bağdâdî)
İNKIYÂD:
Boyun eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği
şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri
kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı Mâverdî) Fermân-ı aşka cân ile var
inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
(Bâkî)
İNKİSÂR:
Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i
kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi
bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç
sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı hiçbir mahlûkuna vermemiştir.
Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratm ak sıfatlarıdır. Kibriyâ,
büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her
şey O'na muhtaç olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat
vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve inkisâr ile ihtiyâç ve fâni
olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük
günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki
sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu.
(Osman bin Nâsır)
İNNÂ LİLLAH VE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:
Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara
sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra
diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i
kerîmesi. (Bkz. İstirca')
Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu
ümmete mahsûs bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine
verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı
musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile) beni
kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn"
derdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi
râci'ûn" dedikten sonra; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü,
yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu
bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıl dıktan sonra, Allahü
teâlânın; " Sabır ve namaz ile yardım isteyin " (Bekara sûresi 45)
meâlindeki emrini yerine getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı
bozar. Bunu, namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)
İNNÎN:
İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan.
İktidârsız erkek.
Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocanının innîn olduğunu
anlarsa, nikâhın feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ
açabilir. (İbn-i Âbidîn)
İNSÂF:
Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allah korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insâflı
muâmelede bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede
bulunan kimseyi severler. İşte bunun için, insanların sevgisi, kişinin
kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğun a ve o kişinin iyiliğine;
insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah
korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)
İNSAN:
Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini
sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan
pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık;
o et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Sonra ona başka bir
yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü
teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)
Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için
yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i
ma'rûf ve nehy-i münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa,
îmânı kâmil (tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve
nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence
değildir. Onun yaratılmasından maksât, Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na
karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak v e yalvarmak içindir. (İmâm-ı
Rabbânî) Şu insan dedikleri el ayakla baş değil İnsan rûha denilir,
surat ile kaş değil.
(M. Sıddîk bin Saîd)
İnsan-ı Kâmil:
Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan,
yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan,
hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri,
ahlâkı, Resûlullah'a tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere
O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak, İslâmiyet'e yapışmak demektir.
(Muhammed bin Muhammed Endülüsî)
İnsan Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. (Bkz. Dehr Sûresi)
İNŞÂALLAH:
Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse
olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek
için söylenen söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın
yaparım deme. İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)
Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a
girersiniz. ( Feth sûresi: 27)
Allahü teâlâ onların Mescid-i Harâm'a gireceklerini dilemiş ve bunu
biliyordu. Fakat kullarına öğretmek için inşâallah buyurmuştur. Nitekim
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de kabirdekilere
kavuşacağını kesin olarak bildiği hâlde, meza rlığa uğradığında;
"Esselâmü aleyküm yâ ehle dâr-il-kavmil-mü'minîn ve innâ inşâallahü an
karîbin biküm lâhıkûn: Ey mü'minler diyârı! Size selam olsun. İnşâallah
biz de size yakında kavuşacağız" buyurarak ilâhî emre uyarak inşâallah
demiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
|