İBÂDET:
Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine
getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için
yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni
görüyor." (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz
olurdu. (Yahyâ bin Muâz)
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman
Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden
daha iyidir. Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir.
Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O hâlde, ey mü'min
kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zam ânının kıymetini bil ve en
iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman
olmayasın!Çok büyük sevâba kavuşasın! (Cüneyd-i Bağdâdî)
İbâdet-i Bedeniyye:
Beden ile yapılan ibâdetler.
Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin
kendisi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine
fakire fidye (bedel, belli miktarda mal veya para) veremez. Hâlbuki,
oruc yerine fidye vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
İbâdet-i Mâliyye:
Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.
Bir kimse birkaç yemini bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması
lâzımdır. Keffâretler, zekat gibi ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakirlere
bir vekil vâsıtası ile vermesi câiz olur. Fakat kendisinin malı
ayırırken veya fakire verilinceye kadar niy et etmesi lâzımdır. (İbn-i
Âbidîn)
İbâdethâne:
İbâdet yapmak için toplanılan yer. (Bkz. Ma'bed)
İbâdette Bid'at:
Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan
katılan reformlar, değişiklikler. (Bkz. Bid'at)
İBÂDİYYE:
Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri. (Bkz. Hâricîlik)
Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd
adındaki kimseye tâbi olanlardır. Bu şahıs, hazret-i Ali, hazret-i
Muâviye ile hakem yapmak sûretiyle uyuştuğu için hazret-i Ali'den
ayrıldı. Trablusgarb'a gitti. Orada İbâdiyye f ırkasını kurdu. Bundan
sonra adamları hicrî 153 yılında halîfeye isyân edip, Trablusgarb'ı ele
geçirdiler. Kendilerinden başka müslümanlara kâfir deyip, harb
zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günâh işleyen mü'min
değildir dediler. Hazret-i Ali'yi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir
bildiler. (Seyyid Şerîf Cürcânî-Şehristânî)
Kur'ân-ı kerîmin lafzına (zâhirî mânâsına) bağlanan İbâdîlere göre; îmân
ve İslâm bir bütündür. Amel îmândan bir parçadır. Bu sebeple günah
işleyen kimse, îmândan çıkar, Kur'ân-ı kerîm mahlûktur, yaratılmıştır.
İbâdîler peygamberlere îmân ederler fak at şefâati inkâr ederler. Allahü
teâlânın âhirette görülmeyeceğini söylerler. (Abdülkâdir Bağdâdî)
İBÂHA:
1. Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey ibâha olur. Ancak yediği
mülk olur. Başkalarına veremez. (İbn-i Âbidîn)
2. Yedirme, doyurma.
Devamlı hasta veya çok yaşlı olan kimse, altmış gün keffâret orucunu
tutamaz ise, altmış fakire bir gün taam (yemek) ibâha eder. (İbn-i
Âbidîn)
İBÂHÎ:
Haramları mübah (serbest) sayan sapık İbâhiyye fırkasına mensûb olan
kimse. (Bkz. İbâhiyye)
İBÂHİYYE:
İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk
bir fırka. Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.
İbâhiyye, haramlara helâl deyip, yetmiş-seksen sene hacıları soydular.
Müslümanları öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri 983 (H. 372)
senesinde yıkılınca dağıldıkları yerlerde gizlendiler. Bunlardan Hasan
Sabbâh'ın kurduğu İsmâiliyye devleti de 1256 (H. 654)'de yıkıldı. (M.
Sıddîk bin Saîd)
Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de onların yolunda bulunmayan,
kendi bozuk düşüncelerine Eshâbın yoludur diyen, Ehl-i sünnet âlimlerini
ve tasavvuf büyüklerini beğenmeyip kötüleyen kimseler kendileri gibi
olmıyanlara müşrik (şirk koşan) diyorla r. Bunların malı, canı
kendilerine helâldir diyorlar. Böylece İbâhiyyeden oluyorlar. Kur'ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi görüşleriyle çıkardıkları bozuk
mânâları müslümanlık sanıyorlar. Edille-i şer'iyyeyi (dînî delilleri) ve
hadîs-i şerîf lerin çoğunu inkâr ediyorlar. (Dâvûd bin Süleymân)
İBÂRET-İNASS:
Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet
etmesi.
Nûr sûresi yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Namaz kılın,
zekât verin" buyrulmaktadır. Burada ibâret-i nass, yalnız namaz ve
zekâtın farz olduğunu ifâde etmekte, başka bir mânâ bildirmemektedir. (Serahsî,
Senâullah Dehlevî)
İBDÂD:
Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz
kılmağa gitmek.
Namazın kemâl mertebesinde (en güzel ve tam şekliyle) kabûl olmasının
şartları; haramlardan sakınmak, huşû (Allahü teâlâdan korkmak), takvâ (Allahü
teâlâdan korkup haramlardan sakınmak), mâlâyânîyi (dünyâ ve âhirete
faydası olmayan şeyleri) terk etme k ve namazı usûlüne, şartlarına uygun
olarak kılmak husûsunda, üşenmekliği, gevşekliği terketmek ve bir de
ibdâddır. (Kutbüddîn İznikî)
İBLÎS:
Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onu hâtırla ki meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de, iblîsten başka
bütün melekler hemen secde etmişlerdi. Ancak iblîs yüz çevirip,
kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)
Allahü teâlâ, iblîse; "Ben sana secde ile emr etmiş iken, seni secde
etmekten alıkoyan neydi?" buyurdu. İblîs şöyle dedi: "Ben Âdem'den
hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın." (A'râf sûresi:
12)
Üç kimse iblîs ve iblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar. Allahü
teâlâyı gece gündüz zikr eden (hatırlayan), seherde istigfâr eden (günahlarının
bağışlanmasını isteyen) , Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse. (Hadîs-i
şerîf-Telbîs-ül-İblîs)
İblîs ve yardımcıları insanlara hep kötülükleri yaptırmağa çalışırlar.
Bâzan iyi şeyleri yapmağı da hatırlatırlar. Fakat bunları yaparken
nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ (gösteriş) yaptırarak
veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak ins anın günâha girmesine sebeb
olur. (Abdülgafûr-i Lârî)
Tekebbür yâni kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle iblîs de
öyle tekebbür etti. Meleklere Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri
emrolununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm.
Beni ateşten, onu çamurdan yarattın d iyerek Rabbine karşı geldi. İblîs
ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce onu sudan ve
topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil
tevâzû göstermektedir. (M. Hâdimî)
İblisin rahat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını
gören bir zât; "Niçin insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?" dedikte,
İblis; "Bu zamânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel yapıyorlar,
insanları aldatmak için bana iş bır akmıyorlar" demiştir. (İmâm-ı
Rabbânî)
İBN-ÜL-VAKT:
Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri
değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden
geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir. (Bkz.
Erbâb-ı Kulûb)
İBN-ÜS-SEBÎL:
Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası
kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.
Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak; fakîrlere, miskinlere (bir
günlük nafakası olmayanlara), zekât me'murlarına, müellefet-ül-kulûba (kalbleri
İslâm'a ısındırılmak istenenlere) , mükâteb (efendisinden kendisini
satın alıp, borcunu ödeyince , âzâd, serbest olacak) kölelere,
borçlulara, Allah yolunda olanlara ve ibn-üs-sebîle verilir. Allahü
teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir. (Tevbe sûresi: 60)
Ganîmetlerin beşte biri yetimlere, miskinlere ve ibn-üs-sebîl'e verilir.
Bunlardan herbirine ayrı ayrı verilebildiği gibi tek bir sınıfa da
verilebilir. (İbn-i Hümâm)
İBRÂ:
Alacağından vaz geçmek.
Bir kimse alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu ibrâ etse borçlu
borçtan kurtulur. (Ali Haydar Efendi)
İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Kitabda (Kur'ân-ı kerîmde) İbrâhim'in kıssasını anlat.
Çünkü o sıddîk (doğruluğu tam) bir peygamber idi... (Meryem sûresi: 41)
Biz (ergenlik çağına ulaşmadan) önce İbrâhim'e tevhîde ve putlara
tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüştünü verdik. Biz onun buna lâyık
olduğunu biliyorduk. (Enbiyâ sûresi: 51)
Ben babam (dedem) İbrâhim'in duâsı, kardeşim Îsâ'nın müjdesi ve annemin
rüyâsıyım. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat
nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Babası mü'min olan Târûh'tur. Âzer,
amcası ve üvey babasıdır. Putlara ve yıldızlara tapan Keldânî kavmine
peygamber olarak gönderildi. Kendisin e on suhuf (forma) kitab verildi.
Bu kavmin o devirdeki hükümdârı olan ve ilâhlık iddiâ eden Nemrûd'u da
îmâna dâvet etti. Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmediği
gibi ona ve inananlara zulm ve işkence yaptırdı. İbrâhim aleyhisselâmı
önce habs ettirip, sonra ateşe attırdı. Allahü teâlâ, Halîl'i (dostu)
olan İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. İbrâhim aleyhisselâmın ateşe
atılmasını ibretle tâkib edenlerden bir kısmı îmâna geldi. İbrâhim
aleyhisselâm, Nemrûd'u ve Keldânîleri son bir defâ daha îmâna dâvet
ettikten sonra, kendine inananlarla birlikte hicret etmek üzere
Bâbil'den ayrıldı.
İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile Bâbil'den Harran'a
(Urfa'nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu
Lût aleyhisselâm ve zevcesi (hanımı) Sâre Hâtun da bulundular. Harran'da
bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, orada n da Mısır'a gitti. İbrâhim
aleyhisselâm, hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile Mısır'dan ayrılıp,
Filistin'e geldi. Evlâdı olmadığı için Allahü teâlâdan sâlih bir evlâd
istedi ve adakta bulundu. Sâre'den çocuğu olmadığı için, onun tavsiyesi
ile hazret-i Hâcer'le evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm dünyâya
geldi. Ardından, Sâre Hâtun'dan İshâk aleyhisselâm doğdu.
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Hâcer Hâtunu ve İsmâil
aleyhisselâmı yanına alıp, Şam'dan ayrılarak, o sırada susuz ve ıssız
bir yer olan Mekke'ye bıraktı. Kendisi Şam'a döndü. Gördüğü bir rüyâ
üzerine oğlunu kurban etmek istedi. Tam kur ban etmek üzereyken Allahü
teâlâ İbrâhim aleyhisselâma rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterdiğini
bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Beytullah'ı (Kâbe-i muazzamayı)
oğlu İsmâil aleyhisselâm ile inşâ etti. Ebû Kubeys dağında bulunan ve
Cennet yâkutlarından olan Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil
aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak Kâbe-i muazzamanın duvarına
yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen taşın
üzerine bastı. Kâbe'yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın emri ile oğlu
İsmâil aleyhisselâm ve Mekke'de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte
hac ibâdetini yaptı ve Şam'a döndü. Şam'a döndükten sonra yüz yetmiş beş
yaşında Kudüs'de vefât etti. Kudüs civârındaki Habrun kasabasında
bulunan bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, Allah'ın dostu anlamında
Halîlürrahmân diye meşhûrdur. İbrâhim aleyhisselâmın dînine Hanîf dîni
denilmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, sevgili Peygamberimizden sonra
insanların en üstünüdür. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde, Ahmed Cevdet
Paşa, Altıparmak)
İbrâhim aleyhisselâm, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
efendimizin ümmetinden olmayı temenni buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah'tır (Allah'ın dostudur). (İmâm-ı
Rabbânî)
İBRÂHİM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on dördüncü sûresi.
İbrâhim sûresinin 28 ve 29. âyetleri Medîne'de, diğerleri Mekke'de nâzil
oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. Otuz beşten kırk bire kadar olan
âyetler İbrâhim aleyhisselâmın duâsını ihtivâ ettiği için İbrâhim sûresi
denilmiştir. Sûrede; Allahü teâ lâya, peygamberlerine ve âhiret hayâtına
îmân konuları ve İbrâhim aleyhisselâmın duâsı bildirilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ İbrâhim sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allah'a îmân etmeyenlerin yaptıkları faydalı işler, fırtınalı bir günde
rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiçbir faydasını
bulamazlar. (Âyet: 18)
İbrâhim sûresini baştan sona kadar okuyana, sayısız çok sevâb verilir.
(Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl)
İBRÂNÎ:
Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine
mensûb kimse.
İBRET:
İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması,
kendi hâlini düşünmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için
birer ibret vardır. (Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak
kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve (dîne âit) her şeyin
tafsîlidir (beyânıdır). O, îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve
bir rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)
Davarlarda (deve, sığır, koyun, keçide) da sizin için elbette bir ibret
vardır. Karınlarında bulunan sütten size içiririz. Sizin için onlarda
daha birçok faydalar vardır. Hem onları (etlerini) da yersiniz.
(Mü'minûn sûresi: 21)
Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü
geliyor; birini uzatıyor, öbürünü kısaltıyor; hâllerinde karanlık,
aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi değişiklikler yaratıyor). Bütün
bunlarda, basîret sâhibleri (görür gözlere mâlik olanlar) için elbette
birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)
Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan), suçtan korumak için,
herkesin anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklayıp, bunlara
işâret buyurmuş; yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi
anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varl ığının, büyüklüğünün
anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı
hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak,
faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn)
İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve günahkârların âkıbetlerine
(sonlarının nasıl olduklarına) bak da kalbini topla. (İmâm-ı Şâfiî)
Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden
üstündür. (Cüneyd-i Bağdâdî)
İBTİLÂ:
1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle
imtihan etmesi, denemesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte orada îmân sâhibleri ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir
sarsıntıya uğratılmışlardır. (Ahzâb sûresi: 11)
2. Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede
iki yüz beş bin kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların
çoğu karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmaktan ölmüşlerdir. On
dört ve on yedi yaşları arasında a lkol ibtilâsının arttığı, bu sebepten
mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M.
Sıddîk Gümüş)
ÎCÂB:
1. İhtiyaç.
İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları, karşılayacak en mükemmel ve en
üstün bir dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen
söz.
Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan veya iki taraftan
mektublaşma ile veya adam göndermekle de olur. (Kâşânî)
Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile, sattım, hediye ettim gibi;
kabûl ise, aynen kabûl ettim, râzı oldum gibi geçmiş zamân bildiren
sözlerle olur. (Kâşânî)
İCÂBET ETMEK:
1. Kabûl etmek.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek,
hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine icâbet etmek, aksırıp
elhamdülillah deyince, yerhamükellah diyerek cevâb vermek. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bana duâ ediniz size icâbet edeyim. (Mü'minûn sûresi: 60)
(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben (ilim ve icâbetle)
yakınım. Bana duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara
sûresi: 186)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini
kaldırıp duâ ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arkadan yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)
ÎCÂD:
Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.
İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü
teâlânın mahlûkudur. Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi
mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak
damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve il min noksan olduğuna
işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın
işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î,
sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat o işi
yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki,
insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi,
istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir.
İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş
titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz ne
hepsiniz, ne de hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz
îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib olmaktan şüphesiz uzaksınız.
Fakat, inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiy ârınız, serbest
hareketiniz sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz,
eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan
Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan birer
me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)
ÎCÂR:
Kirâya verme, kirâya verilme, kirâ parası. (Bkz. İcâre)
İCÂRE:
Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksatla icâreye
verilir. İcârenin sahîh (uygun, geçerli) olması için ücretin (kirâ
olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi şarttır. (İbn-i
Âbidîn)
İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince, emânet olup kirâcının
elinde kastsız (istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca ödemez. Âdet
hâricinde kullanmak kast sayılır. Tarla icâreye verilirken ne ekileceği
bildirilmeli veya her şey ekilebil ir demelidir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri
ev sâhibine âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa parasını
kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan kendiliğinden yaparsa kesemez.
(Tahtâvî)
İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise kirâcı çıkar. Malı, olduğu
gibi teslim etmesi gerekir. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat
kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık, yıkılma
ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
ÎCÂZ:
Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır, inanmıyorsanız bir
âyeti kadar siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz" buyurdu. O kadar düşman
oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi
Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez îmân etti. Kimisi insan
bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)
Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kâdı
Bâkıllânî dedi ki: "Îcâz, hem belâgatinin yüksek olmasından hem de
nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb olmasındandır. Yâni hiç
görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur 'ân-ı kerîmin îcâzı
gaybden (gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre
Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde
ihtilâf yâni uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir.
Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin
nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini
söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemi yor. Yâni bir
kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki
güzellik bozuluyor. (Nişâncızâde Muhammed Efendi)
İ'CÂZ:
Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana
getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek
olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88) (Muhammed bin
Hamza)
İCÂZET:
İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın)
talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.
İcâzet verilecek talebenin bâtınının (kalbinin) iyi hâllere kavuşmuş
olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması, sabr,
tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini Allahü teâlânın taktirine
bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâ hibi olması ve dünyâya düşkün
olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)
İcâzet-i Mutlaka:
Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve
başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde
eden belge, diploma.
Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi icâzet-i mutlaka ile
Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün
talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini ona
havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıl dızı örten bir güneştir.
Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe
altında onun gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed Mazhâr)
İCBÂR-I NEFS:
İnsanın kendini bir işe zorlaması.
Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın
yâni ağlamaya icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki: "Sübhânellezî"nin (İsrâ
sûresinin) secde âyetini okuduğunuz zaman ağlamadan secde etmeyin. Eğer
gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek kalbiniz ağlasın, sonra secde edin."
Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içind en hüzün duymaktır. İnsan bu
sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen meselâ cömerd olmak
isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı nefs etmesidir.
Zorlaya zorlaya bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet cömerd bir
insa n olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin,
kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin
âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine
uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da
kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber
efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin)
ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin ) icmâ'ı anlaşılır. (İbn-i
Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu
şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i
tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç asrın âlimleri
yâni müctehidleri hadîs-i şerîf il e övülmüştür. Bunlara selef-i sâlihîn
denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine
inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım
olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her
müslümanın bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her
müslümanın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların
icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler
sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üze rinde icmâ' yapılan
husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın
bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları
yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev,
Serahsî, Hâdimî)
İCMÂLÎ ÎMÂN:
Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş
ise hepsine inandım demek. (Bkz. Îmân)
İCTİBÂ:
Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe
(çekilme) ile ilerleme.
İctibâ Yolu:
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve
seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu.
Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.
İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin isteklerini yapmamak), kavuşmak
nîmetine şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile hâsıl olduğu için
sıkıntı ve meşakkat (eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti ahkâm-ı
şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve sünnet-i seniyyeye uymak
ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşlar ı zamânında olmayıp
dînimize ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
İCTİHÂD:
İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve
hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça
bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma. (Bkz. Müctehid)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Muâz bin Cebel'i,
Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?"
buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. " Allah'ın kitâbında
bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi.
"Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek,
anladığımla" dedi. Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne
koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini),
Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvûd,
Dârimî)
İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki
veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır.
İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd
edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i şerîf) bulunan yerde
ictihâda izin yoktur. (İbn-i Nüceym, Hâdimî)
İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan,
inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir.
(Abdülganî Nablüsî)
Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını,
önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa,
hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette
ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes 'eleye benziyen başka
mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve
icmâ'da bulunan cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip
benzeri cevâbı bulurlardı. (İmâm-ı Şa'rânî)
Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed
aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm
çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin ictihâd ile
çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebi ndeki hükümlere benzeyecek
yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed
Pârisâ)
Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran
âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır.
(Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş
arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz
idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın emri olduğundan,
hiçbir müctehid başka bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü,
her müctehide kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî
hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâ lde; "İmâm-ı a'zâm Ebû
Hanîfe'nin ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni
merhamet etmesin" buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların
mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İDDET:
Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın
bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi
için beklemesi gereken zaman.
İddet bekleyen kadınlar beş çeşittir:
1) Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son
bulur. (Talâk sûresi: 4)
2) Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler) . (Bekara sûresi:
234)
3) Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, hamlini vad etmekle yâni çocuğu
olunca tamam olur. Kocası ölen, hâmile kadının durumu gibidir.
4) Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde
kocasının boşadığı kadının iddeti, üç ay başı hâli veya üç temizlik
müddetidir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve
Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl
olmaz. (Bekara sûresi: 228)
5) Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı
boşanma târihinden îtibâren üç aydır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Yaşlılık dolayısı ile) hayzdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet,
bekleme hükmünden) şüphelendinizse (bunu bilmediğinize göre) onların
iddeti de üç aydır. Henüz hayz görmeyenler de öyle (boşandıkları zaman
üç ay iddet beklerler) ... (Talâk sûresi: 4) (İbn-i Âbidîn, Kâşânî, Hacı
Zihni Efendi, Abdurrahmân Cezîri)
Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı
bitince nafakası kesilir. (Ubeydullah bin Mes'ûd)
İddet; Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ilk temizlik başından, üçüncü
hayzın sonuna kadar olan zamandır. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde üç
temizlik geçinceye kadardır. Hayz görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm
için dört ay on gündür. (İbn-i Âbidîn)
Haccın edâ şartlarından birisi de kadın iddet hâlinde olmamaktır. (İbn-i
Âbidîn)
İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez. (İbn-i Âbidîn)
İDRÂK:
Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyruldu ki:
O'nu (Allahü teâlâyı) gözler (dünyâda) idrâk edemez. O ise, gözleri
bilir anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir. (En'âm sûresi: 103)
İnsanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktir (Hâdimî)
İnsanların hâlet-i rûhiyeleri (rûhî durumları) farklı oduklarından,
idrâk ve fehmleri (anlamaları) da farklı olmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir. (Ebû Osman Mağribî)
Allahü teâlânın zâtı idrâk edilemez. Dünyâ yurdunda gözle görülmez.
Kalb, O'nun varlığını tastîk eder. Âhirette gözler O'nu görecektir.
İnsanlar, Allahü teâlâyı âyet ve delîllerle bilmektedir. Kalbler O'nu
tanır, fakat akıllar O'nu idrâk edemez. (Sehl bin Abdullah)
İdrâk-i Basît:
Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.
İDRÎS ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İsmâil, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hâtırla. Onların her
biri sabr edenlerdendi. (Enbiyâ sûresi: 85)
Kitabda İdrîs'i de an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. (Meryem
sûresi: 56)
Ben (Mîrâc gecesinde) dördüncü kat semâda (gökte) İdrîs (peygamber) ile
karşılaştım. Cibrîl bana; "Bu gördüğün İdrîs'dir. Ona selâm ver" dedi.
Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra bana;
"Merhabâ sâlih kardeş, sâlih peygamber" dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî,
Müslim)
İdrîs aleyhisselâm, Bâbil'de veya Mısır'da doğup yaşadı. Şit
aleyhisselâmın torunlarındandır. Babasının ismi Yerd'dir. Âdem
aleyhisselâmın oğlu Kâbil'in evlâdından olan bir topluluğa peygamber
olarak gönderildi. Kendisine otuz suhuf (forma) kitâb ver ildi. Cebrâil
aleyhisselâm kendisine dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını getirdi. İdrîs aleyhisselâm da bunları insanlara bildirip,
emirlere uymaya, yasaklardan sakınmaya çağırdı. Yetmiş iki lisan ile
konuştu. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâ ona
mûcizeler ihsân etti. Mûcize olarak ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu
bilirdi, havadaki bulutlara dağılmaları için emir verirdi. Kavmine,
kendisinden sonra gelecek peygamberleri haber verdi. Peygamber efendimiz
Muhammed aleyhisselâmın vasıflarını anlattı. Kendisinden sonra gelecek
olan Nûh tûfânını haber verdi. Bu kadar açık delîllere ve mûcizelere
rağmen kendisine, pek az kimse itâat etti. Harb âletleri yapıp,
kâfirlerle cihâd (savaş) yaptı. İnsanlara şehir kurma san'atını ve
idârecilik ilmini öğretti. 100 şehir kurdu. Ayrıca insanlara çeşitli
ilimleri öğretti. Fen ilimleri, tıp, yıldızlarla ilgili ince ve derin
mes'eleleri anlattı. Kalem ile yazı yazmayı, iğne ile elbise dikip
giymeyi öğretti. (Bunun için terzilerin pîri, üstâdı olarak anılır).
İnsanlara hikmetli sözler ile pek çok nasîhatta bulundu. Yeryüzünün
meskûn (yerleşilmiş) yerlerini dört bölgeye ayırarak her birine vekîl
tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde diri olarak göğe ka ldırıldı.
Bu husus, Meryem sûresinin "Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık"
meâlindeki elli yedinci âyet-i kerîmesinde bildirildi. Kalem ile ilk
defâ yazı yazan ve iğne ile dikiş diken odur. (Taberî, Kisâî,
İbn-ül-Esîr)
ÎFÂ:
Yerine getirme.
Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin namazları, oruçları
kabûl olmaz (Borçları ödenirse de sevâb alamazlar). (Hadîs-i
şerîf-Mürşîd-ün-Nisâ)
Her sabah bir kere, "Allahümme mâ esbaha bî min ni'metin ev bi-ehadin
min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve
lekeş-şükr" demeli ve her akşam "mâ esbaha" yerine "mâ emsâ" diyerek
hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz sallal lahü aleyhi ve sellem
buyurdu ki: "Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü, gece okuyan, o
gecenin şükrünü îfâ etmiş olur." Abdestli okumak şart değildir. Her gün
ve her gece okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
İFFET:
İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından
ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ
duygusu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim
tahsîl eden ve ibâdet gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde
ticâret ve san'at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâit (elverişli)
vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için,
cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından
tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka
istemezler. Malınızdan, bunlara infak (sarf) ederseniz, muhakkak Allahü
teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir... (Bekara sûresi: 273-274)
Allahü teâlâ hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş (çirkin)
söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf
(iffetli) yapınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olursanız kadınlarınız da afîf (iffetli) olur. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İffet; kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve
diğer âzâyı her türlü zarardan korur. Bu haslet güzel ahlâkın en
üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ gözün harama bakmaması ve
kendisine yasak olan şeyleri terk etmesid ir. (Abdurrahmân bin Abdullah
bin Nasr)
İFRÂT:
Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.
Riyâ yâni gösteriş yapanlara karşı tekebbür etmek (kibirlenmek,
büyüklenmek) câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzû göstermek
(kendini onlarla bir görmek) iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması
lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İfrat ve tefrît'in ikisi de kötüdür. Doğru ve en iyisi ortada olandır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Şecâatın (kahramanlığın) ifrâtı, tehevvürdür (aşırı öfkedir). (Muhammed
Hâdimî)
Kazâ-i hâcetin yâni abdest bozmanın edeplerinden biri de; necâset
husûsunda vesveseye kapılıp bunu ifrât derecesine götürmemektir. (İmâm-ı
Gazâlî)
İFRÎT:
Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Cinden bir ifrit (Süleymân aleyhisselâma); " Sen makâmından kalkmadan
ben onu (Belkıs'ın tahtını) sana getiririm. Ben buna karşı her hâlde
güvenilecek bir kuvvete mâlikim" dedi. (Neml sûresi: 39)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Resûl-i ekreme
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Cinlerden bir ifrit sana hîle
yapmak istiyor. Yatağına girdiğin vakit Âyet-el-kürsî'yi oku!" dedi.
(Senâullah Dehlevî)
İFSÂD:
Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ ifsâd edenleri sevmez. (Mâide sûresi: 64)
Sarı sabır maddesi balı ifsâd ettiği gibi, kızgınlık da îmânı bozar.
(Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şâyet sen, insanların kusûrlarını ve gizli hâllerini araştırırsan,
onları ifsâd etmiş ve ifsâdlarına sebep olmuş olursun. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı
ifsâd ettiği gibi, kötü huy, hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) yok eder.
(Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ı Alâî)
Zamm-ı sûreleri rükûda tamamlamak, dört mezhebde de mekrûhtur. Fâtihayı
tamamlamak ise, hanefîde mekrûhtur. Diğer üç mezhebde namazı ifsâd eder.
(Abdurrahmân Cezîrî)
İFTÂ:
Fetvâ vermek, dînî bir mes'elenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak
bildirmek. (Bkz. Fetvâ)
İFTÂR:
1. Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice
anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
...İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan
daha güzel gelir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
... Bir kimse, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) bir oruçluya iftâr verirse,
günâhları affolur. Hak teâlâ onu Cehennem ateşinden âzâd eder, kurtarır.
O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İftârda acele etmek demek, yıldızlar görünmeden önce iftâr etmek
demektir (İbn-i Hibbân)
İftar edince, (Zehebazzama' vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü
teâlâ: Susuzluk gitti. Damarlar ıslandı sevâb hâsıl oldu inşâallah)
duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatm okumak mühim sünnettir. (İmâm-ı
Rabbânî)
2. Oruç tutmama, yime.
Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce iftâr ediniz (Hadîs-i
şerîf-Merâkıl felâh)
Ey Ebü'd-Derdâ! Muhakkak senin üzerinde bedeninin hakkı vardır. Ehlinin
(âilenin) hakkı, Rabbi'nin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver!
İftâr et, oruç tut, namaz kıl, uyu ve ehline yakın ol. (Hadîs-i
şerîf-Kenz-ül-Ummâl)
İFTİKÂR:
Fakîr olmak, muhtâc olmak.
Hâlık (yaratıcı) ve râzık (rızıklandırıcı) Allahü teâlâdır. İnsana hâlık
ve râzık demek küfrdür. İnsanın sıfat-ı asliyesi (her zaman bulunan
özelliği) acz (elinden birşey gelmeme) ve iftikârdır (İmâm-ı Birgivî)
İFTİRÂ:
Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç
isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu
günâhları onlara kâfidir. (Nisa sûresi: 50)
Bir kimse için söylenen kusur onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa
iftirâ olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İftirâ etmek ve nemmâmlık yapmak yâni söz taşımak gîbet etmekten daha
fenâdır. (Muhammed Ma'sûm)
Birisine iftirâ etmek, gıybet etmekten (belli bir mü'minin aybını,
kusurunu, onu kötülemek için arkasından söylemekten) daha fenâdır.
(Muhammed Hâdimî)
İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki,
yalan, her dinde haram idi. İftirâda bir mü'mini incitmek de vardır, bu
da ayrıca haramdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd
çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebe b olur ki, bu da haramdır. Çok
fenâ ve tehlikelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Beni, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'den üstün tutan; iftirâ etmiş
olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi onu döverim. (Hazret-i Ali)
İFTİTÂH TEKBÎRİ:
Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme
tekbîri de denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılarken bir kimse
sabah namazında iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle âzâd etti
(serbest bıraktı). Daha sonra Peygamber efendimize gelerek; "Yâ
Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemed im. Bir köle âzâd
ettim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına kavuşabildim mi?" diye sordu.
Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve
hazret-i Ali'ye iftitâh tekbîrinin fazîletiyle ilgili soru sorup,
değişik cevaplar aldıktan sonra; "Ey benim ümmetim ve Eshâbım! Yedi kat
yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryâlar (bütün denizler)
mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa, bütün melekler kâtib olsalar
ve kıyâmete kadar yazsalar yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin
sevâbını yazamazlar" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)
Bir kimse iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa; sonbahar
günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe nasıl dökülürse, o
kişinin günâhları da öyle dökülür. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)
İftitâh tekbiri söylerken niyet edilir. Daha önce niyet etmek de
câizdir. İftitâh tekbîrinden sonra edilen niyet sahih (geçerli) olmaz ve
o namaz olmaz. (Abdullah Mûsulî)
İĞFÂL:
Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.
İslâm nîmetinin elden çıkmasına sebeb olan bir kısım kâfirler,
kendilerine müslüman ismi ve süsü verip, din adamı tanıttırıp,
müslümanlığı kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine uygun bir
şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslümanlık ismi altında y eni, uydurma bir
din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanlarla, sözlerini isbât etmeğe,
yaldızlı, yaltakçı yazılar ile, müslümanları kandırmaya, iğfâle
çalışıyorlar. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlerine ve akla tâbî olup, İslâm dînine
uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra kavuşur.
Kötü kimselerin iğfâl edici sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana
uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb; kara rır, bozulur... (Abdülhakîm Arvâsî)
İĞTİSÂL:
Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer
kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak. (Bkz. Gusl)
Abdestte ve iğtisâlde lüzûmundan fazla su kullanmak, isrâf olup,
haramdır. (Tahtâvî)
İHÂNET:
1. Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
Siz emniyet içinde meclislerde oturursunuz. İhâneti yalnız altın ve
gümüşte aramayın. En büyük ihânet, kendisine güvenilerek yanında
konuşulan sözleri ilgili kimselere götürmektir. (Hasen-i Basrî)
2. İsyân etmek, karşı gelmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Peygamberine ihânet etmeyin. Sonra
bile bile kendi emânetlerinize ihânet etmiş olursunuz. (Enfâl sûresi:
27)
Hükümete ihânet edene, Allahü teâlâ ihânet eder. (Hadîs-i şerîf-Nebras)
3. Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.
Bid'at sâhibine ihânet edeni Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan
korur. (Hadîs-i şerîf-Fetâvâl-Haremeyn)
Fâsık (günâhkâr) kimse, âlim olsa da imâm yapılması mekrûh olur. Çünkü,
İslâmiyete uymakta gevşek davranır. Buna ihânet vâcip olur. (Tahtâvî)
İHÂTA:
Kuşatma, çevirme.
Allahü teâlâ her şeyi ihâta etmiştir. Her şeye yakındır ve her şeyle
berâberdir. Fakat, bizim alıştığımız, bildiğimiz ve anladığımız ihâta,
yakınlık ve berâberlik gibi değildir. Bunlar, O'na lâyık değildir.
Mahlûkların (yaratılmışların) hiçbiri O'nu ve sıfatlarını ve fiillerini
(işlerini) anlıyamaz, bilemez. Bunlara anlamadan inanmak lâzımdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
İHFÂ:
Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce
gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm
(birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden
çıkarmak.
İHLÂS:
Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini
düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.
İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri
kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mu'âz bin Cebel'i
(r.anh) Yemen'e vâli olarak gönderirken:
"İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü
sana yetişir" buyurdu. (Hilyet-ül-Evliyâ)
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl
eder. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâssız amel, sahte para gibidir. Kabûl edilmez. (Seyyid Emîr Külâl)
Sehl-i Tüsterî'ye insanın nefsine en çok ağır gelen nedir? diye
sorduklarında, ihlâstır cevâbını verdi. Zîrâ ihlâsta nefsin nasîbi, payı
yoktur.
İhlâs elde etmeye çalışanlara muhlis denir. İhlâsı tabiat hâline
gelenlere muhlas denir. (İmâm-ı Rabbânî) Bir de ihlâstır, her işte
dâimâ, Şöyle ki hiç olmaya ucb-u riyâ, Hem bu ihlâs olmasa makbûl değil,
Tasavuftur ihlâsın kaynağı bil.
(İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd,
Vilâyet ve Mârifet sûresi de denilmiştir.
İhlâs sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Sûrede;
İslâm dîninin tevhîd (Allahü teâlâyı bir bilme) inancı en özlü ve en
anlamlı şekilde ifâde edilmiştir.
İhlâs sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) de ki: O, Allah birdir, Sameddir. O doğurmamıştır,
doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir. (Âyet:
1-4)
Kim ölüm hastalığında, İhlâs sûresini okursa, kabir azâbı görmez. Kabrin
sıkmasından emîn olur. Melekler onu kanatlarıyla taşırlar ve sırattan
sür'atli bir şekilde geçirirler. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Kim bin defâ İhlâs sûresini okursa, Cennet'teki makâmını görmeden vefât
etmez. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Eve girerken İhlâs-ı şerîf okuyan fakirlik görmez. (Hadîs-i
şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Kim İhlâs sûresini besmele ile bin defâ okursa diş ağrısı görmez.
(Süleymân bin Cezâ)
İHRÂM:
Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal
gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle,
daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni
bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm
elbisesinin belden aşağı sarılan kısmına îzâr, omuzlara atılan kısmına
da ridâ denir. Kadınlar ihrâm elbisesi giymeyip, mestûre (örtülü) olarak
hac ve umre ibâdetini yapar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hac ayları bilinen, Şevval, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür.
İşte kim o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa artık
hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne
hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık
edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tam olanlar,
benden korkun! (Bekara sûresi: 197)
İhrâma girerken temizlenmek ve gusül (boy abdesti) almak ve iki rek'at
namaz kılmak sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan
gelenlerin, mîkât denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Hareme yâni Mekke-i
mükerremeye girmeleri, haramdır (günahtır). Geçenin tekrar mîkâta gelip
ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girm ezse kurban kesmek lâzım olur.
(İbn-i Âbidîn)
İhrâm giyen kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av
hayvanlarını öldürmesi, dikişli elbise giymesi, bir yerini traş etmesi,
cimâ etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, koku sürünmesi, tırnak kesmesi,
erkeğin mest ayakkabı giymesi, başını örtmes i, hıtmî çiçeği ile başını
yıkaması, eldiven çorap giymesi, kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları
koparması v.s. Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara
kurban ve sadaka cezâları lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
İHSÂN:
1. İyilik etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İhsân edenlere elbette rahmetim çok yakındır. (A'râf sûresi: 55)
İnsanlara, analarına - babalarına ihsân etmelerini söyledik. (Ahkâf
sûresi: 15)
İhsânın karşılığı ancak ihsândır. (Rahmân sûresi: 60)
Ananıza-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din
kardeşinin özrünü kabûl etmeyen, Kevser havzından içmeyecektir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Resûl-i ekremin o kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardır ki, Rum
imparatorları, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi
sıkıntı ile yaşamağı severdi. (İmâm-ı Rabbânî)
İhsân her yerde övülmeye değer. Bilhassa akrabâya ve komşulara olunca
daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî) Hamd olsun, nîmetleri bol Allah'a, Önce,
varlık nîmeti verdi bana! İhsânlarını saymaya güç yetmez, Güç de, her
üstünlük de lâyık O'na!
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.
İhsân, Allahü teâlâya O'nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyor
isen de, O seni hep görmektedir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
İHTİDÂ:
Doğru yola girme, müslüman olma, din olarak İslâmiyet'i seçme; hidâyete
erme. (Bkz. Hidâyet)
İHTİKÂN:
Lavman yapmak.
İhtikan yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de keffâret lâzım
olmaz. (Abdullah Mûsulî)
İHTİKÂR:
İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut
girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün ihtikâr ederse, Allahü teâlâ ona
darılır. O, Allahü teâlâyı saymamış olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Çalışıp kazanan rızıklanmıştır. İhtikâr yapan ise lânetlenmiştir.
(Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İhtikâr haram olup, yapan mel'ûndûr. İhtikârın haramlığı müslümanlara
zararlı olduğu içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların
yaşayabilmesi için lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddesini istediği zaman satabilir. Acele
satması vâcib değildir. Fakat acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca
satmayı düşünmesi çirkindir. İlâçlarda ve gıdâ maddesi dışında herkese
lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram de ğildir. (İmâm-ı a'zam Ebû
Hanîfe)
İHTİLÂF:
Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid
denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad
ayrılıkları.
Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerine; "Senin kitaplarını
çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim"
deyince; "Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın
rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her m üslüman dilediği âlime uyar"
buyurdu. ( Tahtâvî)
Bir kişi bir kişiye bedduâ ederek, Allahü teâlâ senin canını küfürle
alsın dese, âlimler böyle söyleyen kimsenin kâfir olmasında ihtilâf
ettiler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, usûl-i dinde (inanılacak bilgilerde)
ittifâk, ahkâm-ı ictihâdiyyede (iş ve ibâdetle ilgili hükümlerde)
ihtilâf ettiler. (Şehristânî)
İHTİLÂM:
Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti,
işâreti.
Bir kimse gece uykuda ihtilâm olup sabahlasa veya gündüz uyuyup ihtilâm
olsa orucu bozulmaz. (İbrâhim Halebî)
İHTİRÂ':
Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var
etme.
Allahü teâlâ her şeyi yaratırken kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka
hiçbir şeye bağlı olmadığından, O'nun işlerine ihtirâ' denir. İnsan ise,
böyle olmayıp, kudret ve irâdesi kendi elinde olmayan başka sebeplere
bağlı olduğundan ve işleri Allahü teâ lânın işlerine benzemediğinden
insanın işlerine yaratma ve ihtirâ' denmez. (İmâm-ı Gazâlî)
İHTİRÂS:
Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması. (Bkz.
Hırs)
Âdemoğlu yaşlanır. Fakat onda iki haslet gençleşir: Mala ve ömre
(yaşamaya) ihtirâs. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Bu zamanda kendisinde şu beş sıfat bulunmayan kimsede mal toplanmaz.
Tûl-i emel (sonu gelmeyen istek), ihtirâs, şiddetli cimrilik, korku
azlığı, âhireti unutmak. (Süfyân-ı Sevrî)
Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına (dünyâya düşkün olmamasına)
mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız
şeylerine ihtirâsı olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm verilir.
Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de
dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir.
İnsan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. (Süfyân-ı
Sevrî)
Âhirete îmânı olanın, dünyâya ihtirâsı olmaz. Âhirette cezâ göreceğini
kesin olarak bilen kimse, dünyâyı âhirete tercîh etmez. (İmâm-ı Mâverdî)
İHTİSÂB:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi
bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf
nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin
el ile yapılması vazîfesi. (Bkz. Hisbet)
İHTİYÂÇ:
Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak
için lâzım olan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yerde olan her şeyi sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yarattım. (Bekara
sûresi: 28)
Ümmetimden bir kardeşinin ihtiyâcını giderip, onu sevindiren kimse, beni
sevindirmiş olur. Kim beni sevindirirse, Allahü teâlâyı sevindirmiş
olur. Kim Allahü teâlâyı sevindirirse, Allahü teâlâ onu Cennet'e koyar.
(Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Bir hastanın ihtiyâcını giderinceye kadar gayret sarfeden kimsenin
günâhlarını Allahü teâlâ affeder. Anasından doğduğu gibi temiz olur.
(Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarının faydaları insanlar içindir. Allahü
teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı da
yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Din kardeşinin ihtiyâcını gidermek, hac sevâbından daha hayırlıdır.
(Hazret-i Hasen)
İhtiyâç Eşyâsı:
Yiyecek, giyecek ve barınmada asgarî lâzım olan miktar.
İHTİYÂR:
1. İstediğini seçme. (Bkz. İrâde)
Kulun ihtiyârı zayıftır, demeleri, Allahü teâlânın ihtiyârına göre
zayıftır mânâsında ise doğrudur. Yok, eğer emr ve yasak olunan işleri
yapmaya kâfi değildir demek istiyorlarsa bu doğru değildir. Zîrâ kula,
gücü yetmeyecek şey ve iş teklif edilmedi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Yaşlı.
İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım edene, ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ
ona da yardımcılar nasib eder. (Hadîs-i şerîf)
İhtiyârî Fiiller:
İstek ile yapılan işler. (Bkz. İrâde)
Ehl-i sünnet âlimleri, insanın yaptığı işte kendi kuvveti de te'sir
(etki) ediyor dediler ve bu te'sire kesb ismini verdiler. Çünkü elin
titremesi ile istekle kaldırılması arasında fark vardır. Titremelere
insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî fiillere ise karışıyor.
(İmâm-ı Rabbânî)
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî fiilleri incelemek güçtür. Bu fiilleri
insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fakat insanın istemesi için o
işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ yapıp yapmamağı bir
zaman düşünüp iyi olduğunu bildikten s onra irâde, istek hâsıl oluyor ve
uzuvlar (organlar) hareket ediyor. Kul irâde edince Allahü teâlâ o fiili
yaratıyor. Böylece ihtiyârî fiiller meydana geliyor. (İmâm-ı Gazâlî)
İHTİYÂT:
Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli
hareket etme.
Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre (sabahleyin) ufkun bir yerinde
beyazlık başlayınca, (imsak vakti) olup, oruca başlanır. Bundan (6-10
dakika) sonra beyazlık ufk üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti
başlar. Ancak oruca imsâk vaktinde ba şlamak ihtiyatlı olur. Bu
taktirde, namaz da oruc da bütün âlimlere göre sahîh, doğru olur. Fakat
oruca birinci vakitten yâni imsâk vaktinden sonra başlanırsa, oruc
şüpheli olur. Astronomik hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve
takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. İkinci vakitte, hattâ bundan
sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zaman oruca başlayanların orucları
şüpheli olmaktadır. Yemeyi-içmeyi bırakmayı, şüpheli zamâna tehir etmek,
geciktirmek ise, mekruhtur. Hele ikinci vakitten sonra başlayan
kızıllığın sonunda başlanılan oruclar, sahîh olmaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için ihtiyatlı
davranmalı, iftârı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce
iftâr eden de iftârda acele etmiş olur. (Şernblâlî)
Zevcin (kocanın), zevcesi (hanımı) için kendi mülkünden onun izni
olmadan fıtrasını vermesi câizdir, verebilir. Yine zevcesinin ve evinde
olanların fıtralarını, izinleri olmadan karıştırıp verebileceği gibi,
toplamı kadar buğdayı ve değeri olan altın ı bir defâda ölçüp bir veya
birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması
veya ayrı ayrı vermesi, ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)
İHTİZÂR HÂLİ:
Ölüm sırasında can çekişme hâli.
İHVÂN-ÜS-SAFÂ:
On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete
birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe
ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir"
diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.
Bâtıniyye (İsmâiliyye)ye âit fikirlerin te'sirinde kalan ve
zamanlarındaki bütün ilimleri içine alan 52 risâleden (küçük kitabdan)
bir ansiklopedi meydana getiren bu ekolün mensûbları birbirlerine "saf
kardeşler" mânâsına "İhvân-üs-Safâ" dedikleri iç in bu ad ile meşhûr
oldular. (Corci Zeydân)
İhvân-üs-Safâ cemiyeti metafizik (gözle görülmeyen ve akıl ötesi)
konularda Eflâtun'un, ahlâkta Sokrat'ın, matematikte Pisagor'un,
mantıkta Aristo'nun, felsefî konularda Fârâbî'nin fikirlerinden
etkilenmişlerdir. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kend i felsefî
görüşlerini gerçekleştirmek olduğunu söyleyen İhvân-üs-Safâ cemiyetinin
önde gelen isimleri; Makdîsî lakabıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin
Ma'şer el Bustî, Ebü'l-Hasen Ali bin Hârûn ez-Zencânî, Muhammed bin
Ahmed en-Nehrecûrî, el-Avfî gibi felsefecilerdir. (Corci Zeydân)
İHYÂ:
1. Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek.
Receb'in ilk Cumâ (Regâib) gecesini ihyâ edene, Allahü teâlâ kabir azâbı
yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını
kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Cebrâil aleyhisselâm bana geldi: "Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece,
Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesidir" dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri
Allahü teâlâ affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları,
hasîsleri (cimrileri) , alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ
yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Mübârek geceler İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ
kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki,
duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet
yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır... Bu
geceleri ihyâ etmeli, kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı,
duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların
sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermek, günâh
işlememekle olur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün
geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı
Nevevî)
2. Ölüleri diriltmek.
Allahü teâlânın izniyle, ölüleri ihyâ bana zor gelmedi. Fakat ahmağa
doğru sözü anlatamadım. (Hazret-i Îsâ)
İhyâ-ı Mevât:
Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek.
(Bkz. Mevât Arâzî)
|