BÂB:
1. Kapı.
Mescîd-i Nebî'nin şimdi beş bâbı vardır. İkisi batı duvarında olup,
kıbleye yakın olana Bâb-üs-selâm, kuzey köşesine yakın olana
Bâb-ür-rahme adı verilir.
2. Bir kitâbın bölümlerinden her biri.
Riyâd-un-nâsihîn kitâbı ikinci kısım ikinci bâbı birinci faslında diyor
ki: Tövbe kalb ile, dil ile ve günâh işliyen âzâ ile olmalıdır. Kalb
pişmân olmalı, dil duâ etmeli ve yalvarmalı, âzâ da günâhtan
çekilmelidir.
3. Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine
verdiği ad. (Bkz. Bâbîlik)
El-Bâb Ali Muhammed kendisinin beklenen imâma açılan bir bâb (kapı)
olduğunu söyledi, daha sonra da peygamberlik iddiâsında bulundu. El-Bâb
Ali Muhammed'in kendisine bâb demesi sebebiyle kurduğu bozuk yola
Bâbîlik adı verildi. (Muhammed Ebû Zühre)
Bâb-ı Cibrîl:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede
yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu
kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı
Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere
bu kapıdan girip çıkmayı âdet edindikleri için Bâb-ün-Nebî de
denilmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kureyzâ yahûdîleri
üzerine sefer düzenlendiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm Peygamber
efendimize yardım için geldiğinde Bâb-ı Cibrîl önünde beklemişti. (Eyyûb
Sabri Paşa)
Bâb-ür-Rahme:
Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı
mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk
diye de bilinir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir Cumâ günü hutbede
iken batı tarafındaki kapıdan gelen bir kimse; "Yâ Resûlallah!
Susuzluktan hayvanlarımız, âile ve çocuklarımız perişân oldu. Bizim için
cenâb-ı Hakk'a duâ edin de yağmur ihsân buyu rsun" deyince, Peygamber
efendimiz mübârek ellerini kaldırıp duâ buyurdular. Bu sırada Sel
dağının üzerinde rahmet alâmetleri (bulutları) belirip yağmur yağdı. Bu
sebeple bu kapıya Bâb-ür-Rahme denildi. (Ebû Abdullah Tilemsânî)
Bâb-üs-Selâm:
1. Mekke-i mükerremede bulunan Mescid-i Haram'ın doğu tarafına açılan
kapı. Bâb-ı Şeybe de denir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşında iken,
yağan yağmur ve seller sebebiyle Kâbe-i muazzama tahrîb olmuştu. Yeniden
inşâ edilmesi sırasında Hacer-ül-Esved taşının yerine konulması
husûsunda kabîleler arasında anlaşmazlık ç ıktı. Nihayet Bâb-ı Şeybe
kapısı tarafından ilk gelecek kimsenin hakemliğini kabûl etmek üzere
anlaştılar. O kapıdan ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın geldiğini
gördüler. Peygamber efendimizin hükmüne râzı olup Hacer-ül-Esved'i
yerine koydular. Anla şmazlığa son veren Muhammed aleyhisselâm bu
kapıdan Kâbe-i muazzamanın yanına geldiği için Bâb-üs-Selâm adı verildi.
(İbn-i Hişâm ve Abdülhak Dehlevî)
2. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i
münevverede yaptırdığı Mescid-i Nebî'nin batı duvarında kıbleye yakın
olan kapısı. Bâb-ı Mervân diye de bilinen bu kapı, Mescid-i Nebî'nin beş
kapısından en büyüğü ve en zînetlisidir (süsl üsüdür).
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından önce Eshâb-ı
kirâmın evlerinden mescide açılan kapıların kapatılmasını emir
buyurduğunda, sâdece Ebû Bekr-i Sıddîk'in (r.anh) kapısının açık
kalmasını istemişti. Bâb-üs-Sıddîk adıyla bilinen bu kapı,
Bâb-üs-Selâmın sol tarafından üçüncü küçük kapıdır. (Eyyûb Sabri Paşa ve
Ahmed Cevdet Paşa)
Bâb-üt-Tevessül:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede
yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından
Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de
bilinir.
Hicretin ikinci senesi Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi
emr olununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp, karşısına,
Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-Tevessül
denmektedir. (Eyyûb Sabri Paşa)
İlk Mescid-i Nebî'nin üç kapısı vardı. Mihrâbı Bâb-üt-Tevessül yerinde
idi. Şimdiki mihrâbın yerinde bulunan kapısından cemâat girer çıkardı. (Eyyûb
Sabri Paşa)
BÂBÎLİK:
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed
isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî
olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu
söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha
sonra Behâîlik adıyla devâm etti. (Bkz. Behâîlik)
BÂĞÎ:
Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.
Bâğîler başkaldırınca, devlet başkanı onların isyân etme sebeblerini
araştırır. Niçin isyân ettiklerini sorar ve kendisine itâate dâvet eder.
Şâyet bâğîler, yapılan dâveti kabûl etmeyip, harbe başlarsa, devlet
başkanı, onların topluluklarını dağıtınc aya kadar harb eder. (İbn-i
Âbidîn)
Haksız olarak devlet başkanına baş kaldıran bâğîler döğüşürken
öldürülünce, namazları kılınmaz. Bunları yıkamak da câiz değildir. (İbn-i
Nüceym)
BAHÎL:
Cimri. (Bkz. Cimrilik)
Bahîl, Allahü teâlâdan, Cennet'ten ve insanlardan uzaktır. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Cömert olan câhil, Allahü teâlâya, bahîl olan âbidden (çok ibâdet
edenden) daha sevimlidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı
azâb yapacaktır. Zinâ eden ihtiyâr, başa kakan bahîl ve kibirli olan
fakir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
BAHT:
Tâlih, nasîb, kısmet.
Bahtı açık olan ve işi rast gelen her kişi mutlu sayılmaz. Bahtlı, ancak
cenâb-ı Hakk'ın, emirlerine uymakta ve yasaklarından kaçınmakta muvaffak
(başarılı) ettiği kalben huzûrlu kimsedir. (Ahmed Rıfat)
BAHTİYÂR:
Tâlihli, mes'ûd, mutlu.
Bahtiyâr kişi, her zaman bulunduğu hâlden memnun, dâimâ nasîbine râzı ve
şükredici olup, kimseye ihtiyâcını arzetmez. (Ahmed Rıfat)
Ey mes'ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyet ile dürüst ve
doğru olur. Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, önce niyeti
düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra sevâb kazanılır. Muhârebeye gitmekten
maksad; Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek ve din
düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
BÂİN:
1. Ayırıcı. Talâk-ı bâin.
2. Tasavvuf'ta bir terim. İnsanlardan uzak olan. (Bkz. Kâin ve Bâin)
Bâin Talak:
Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren
boşama. (Bkz. Talâk)
BÂİS (El-Bâisü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra,
kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât
meydanına) sevkeden, gönderen.
Kim uyumazdan önce elini göğsüne koyar ve yüz kerre el-Bâisü ismi
şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalbini nurlandırır, ilim ve hikmet
ile doldurur. (Yûsuf Nebhânî)
BÂKÎ (El-Bâkî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî,
sonsuz. Varlığının sonu olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ancak) celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin zâtı bâkîdir. (Rahmân sûresi:
27)
Allahü teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Varlığından evvel yokluk olamaz. Kadîm
ve ezelî olan, öncesi, başlangıcı olmayan bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve
mahlûk (sonradan yaratılmış) olan, fânî (yok olucu) ve muvakkat (geçici)
olur. (İmâm-ı Rabbânî).
El-Bâkî ismi şerîfini bin kerre söyleyen kimse, zarar ve kederden
korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)
BÂLİĞ:
Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Cünüp olup, gusül (boy) abdesti
almağa başlayan, evlenecek yaşa gelen erkek. (Bkz. Âkıl-Bâliğ)
BÂLİĞA:
Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Hayız (regl) görmeye başlayan,
evlenecek yaşa gelen kız. (Bkz. Âkıl Bâliğ)
BÂRÎ (El-Bâri):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan
var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden
ayıran.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ Bârî'dir. (Haşr sûresi: 24)
Yedi gün arka arkaya yüz defâ el-Bârî ism-i şerîfine devam eden
belâlardan selâmet bulur, kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
BARNABAS İNCÎLİ:
Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ
aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.
Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırılınca, hakîkî
İncil kaybolup İncil adıyla bir takım kitaplar yazıldı. Bunun üzerine
Barnabas, hazret-i Îsâ'dan görüp işittiklerini bir araya getirdi.
Barnabas İncîli denen bu kitap hazret-i Îsâ'da n sonra ilk üç yüz senede
elden ele dolaşıp okundu. Mîlâdî 325 senesinde İznik rûhânî meclisi,
İbrânice yazılı İncillerin kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncîli
ve nüshaları yakıldı. Pâkistan Kur'ân-ı kerîm Cemiyeti büyük bir
gayretle imhâ edilmeyen bir İngilizce nüshasını bulup, tekrar basmaya
muvaffak olmuştur. (Müslimmerks Mecmûası-Pâkistan)
Barnabas İncîli'nden bir bölüm şöyledir:
"Ben bu dünyâya, cenâb-ı Hakk'ın dünyâya selâmet getirecek olan
Resûlünün (Muhammed aleyhisselâmın) yolunu hazırlamak için geldim. Fakat
sizler dikkat ediniz. O gelinceye kadar bir çok yalancı peygamberler
çıkabilir. Benim İncîl'im bozulabilir." ( 72. Bâb)
BA'S:
Dirilme, diriltme, diriltilme. Kıyâmet koptuktan sonra Allahü teâlâ
tarafından ölülerin diriltilmesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ kabirlerde olanları elbette ba's eder. (Hac sûresi: 7)
Ölüler, kefenleri ile ba's olunur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Ba'se inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan
sonra, hepsi bir araya gelecek, rûhlar bedenlerine girip, herkes
mezârlarından kalkacaktır. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
Ba'se inanmıyan birini görürsen, ona de ki: "Ben inanıyorum. Senin
dediğin doğru çıkarsa, benim hiç zarârım olmaz. Benim dediğim doğru
olunca, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın!" (Hazret-i Ali)
İsrâfil aleyhisselâm, sûr'a (bizce nasıl olduğu bilinmeyen boruya) iki
defâ üfürecektir. Birincisinde; Allahü teâlâdan başka her diri (canlı)
ölecektir. İkincisinde; hepsi tekrar ba's olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
BASAR:
Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi
mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.
Allahü teâlânın Basar sıfatı ezelî ve ebedîdir. Zâtı ile kâimdir. O'nun
basar sıfatı, göze, herhangi bir âlete ve ışığa bağlı değildir. Karanlık
bir gecede kara karıncanın siyah bir taş üzerinde yürüdüğünü görür. (İmâm-ı
Birgivî)
BASÎR (El-Basîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık
her şeyi hakkıyle görücü. (Bkz. Basar)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphesiz O, semî'dir (her şeyi hakkıyle işitendir) , Basîr'dir. (İsrâ
sûresi: 1)
Bir kimse Cumâ namazından sonra yüz kerre el-Basîr ism-i şerîfini
söylerse, Allahü teâlâ onun kalb gözünü açar. (Yûsuf Nebhânî)
BASÎRET:
İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.
Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ basîreti kör olan
kişidir. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Allahü teâlâ mü'minlere basîretler ve nûrlar lütûf eylemiştir. Onlar bu
sâyede işlerin iç yüzünü anlarlar. Resûlullah efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem "Mü'min Allah'ın nûru ile nazar eder" hadîs-i şerîfi bu
mânâda anlaşılmalıdır. (İmâm-ı Kuşeyrî)
BÂSİT (El-Bâsit):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından
bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren.
Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının
kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise
geniş yapıp, hayırlara arzulu kılan.
Bir kimse ellerini açıp, el-Bâsit ismi şerîfini söylese geçimi genişler.
Bol rızka kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)
BAST:
Tasavvufta gönül ferahlığı, rûhen rahatlama. Sıkıntı ve gönül darlığının
zıddı.
Kabz ve bastın ikisi de kalbe gelen hâllerdendir. Sanki yolumuzun
erkânından, şartlarındandırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz (Gönül darlığı) ve bast insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz,
sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Bast hâli gelince de sevinmeyiniz. (İmâm-ı
Rabbânî)
Güzel sesle, tecvîde uyarak okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek, kalbdeki
kabzı (sıkıntıyı) bast hâline çevirir. (Muhammed bin Mahmûd)
BÂT SATIŞI:
Şartsız, kesin satış, alış-verişte şart koşmama.
Bât satışında ikrah (zorlama), muhayyerlik gibi şartlar bulunmaz ve
satın alınan mal geri verilmez. (İbn-i Âbidîn)
BÂTIL:
1. Fânî, geçici, devamlı olmayan, yok olan.
En güzel söz, (şâir) Lebîd'in "Allahü teâlâdan başka her şey bâtıldır"
sözüdür. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
2. Abes, boş, boşuna, sebebsiz yere, yok yere.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz bâtıl olarak
yaratmadık. (Bilâkis, kudretimize ve birliğimize delîl olsunlar diye
yarattık.) (Sâd sûresi: 27)
3. Hırsızlık, gasb, kumar gibi dînin helâl etmediği, izin vermediği
kazanç yolu.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Aranızda birbirinizin mallarını bâtıl (yollar) ile yemeyin. (Bekara
sûresi: 188)
Bir kimsenin malını içki, kumar ve zinâ gibi dînin yasakladığı şeylere
harcaması da bâtıl (yol) ile yemektir. (Yûsuf Sinânüddîn)
4. Şirk, putlara tapmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hak (İslâmiyet) gelince bâtıl gider. Bâtıl her zaman gidicidir. (İsrâ
sûresi: 81)
Bâtıl Satış:
Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir
kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına
dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu
şartlardandır. Buna göre; domuz , içki ve denizdeki balık mütekavvim
değildir.
Bâtıl satışlar câiz değildir, haramdır, günâhtır. Bâtıl satışla müşteri
malı teslim alsa bile mülkü olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mülkü olmayan şeyi satmak bâtıldır. Meselâ havadaki kuşu, denizdeki
balığı yakalamadan satmak bâtıldır. (Mecelle)
BÂTIN:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu)
organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile
anlaşılamayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ Bâtındır. (Hadîd sûresi: 3)
2. Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.
Bütün âzâları (organları) İslâmiyet'in emirlerini yapmakla süsledikten
sonra, bâtına teveccüh etmeli (yönelmeli), böylece yapılan ameli,
ibâdeti gafletten, Allahü teâlâyı unutarak yapmaktan uzak tutmalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı
vardır. Bâtının ilerlemesi, zâhirin (görünüşün, bedenin) İslâmiyet'e
uymasına bağlıdır. O hâlde bu dünyâda her zaman, zâhir de bâtın da
İslâmiyet'e muhtaçtır. Bedenin işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de,
İslâmiyet'in (ona uymanın) meyvelerini toplamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Öyle yaşayınız ki, etrâfınızda bulunanların bâtınları toparlansın. (İmâm-ı
Rabbânî)
BÂTINİYYE:
Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş
gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından
kurulan bozuk yol.
Bâtıniyye; "Kur'ân-ı kerîmin zâhirî, açık ve anlaşılır mânâsı olduğu
gibi, bâtınî, gizli mânâsı da vardır. Bâtınî mânâsı lazımdır. Zâhirî,
görünen mânâsı lazım değildir." derler. Bu fırka, Seb'iyye, Hurremiyye,
Muhammire, Ta'limiyye, Karamita, Bâbeki yye, Haşhâşiyye, İsmâiliyye
isimleriyle de anılır. (Şehristânî, Ebû Zühre)
Bâtıniyye fırkasında olanlar; Kur'ân-ı kerîmin zâhir mânâsını bırakıp
bâtın dedikleri kendi uydurdukları şeylere inandılar. Hâlbuki
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'ân-ı kerîmin zâhir, açık
mânâsını bildirdi. Zâhir mânâyı bırakıp gizli mânâ uydurmak küfr olur. (Şehristânî)
Kur'ân-ı kerîmin âyetlerine, kelimelerin açık, meşhûr mânâları verilir.
Bu mânâları değiştirerek bâtınîlere uyanlar, kâfir olur. (İmâm-ı Birgivî,
Nesefî)
BÂYİ':
Satan, satıcı, dînimizce satış yapabilme ehliyetine sâhib kimse.
Bâyi'in satış yapabilmesi için akıllı olması şarttır. Bâyi', malın
aybını müşteriden (alıcıdan) gizlememeli, hepsini olduğu gibi
göstermelidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, buğday satan
birisinin buğdayına mübârek parmaklarını sokup içinin yaş olduğunu
görünce; "Bu nedir?" buyurdu. Buğday satan kimse; "Yağmur ıslatmıştır"
deyince; "Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden bizden değildir"
buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
BAYRAM:
1. İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr
(Ramazan) ve Kurban bayramı.
Resûlullah efendimiz, Medînelilerin câhiliyye âdetlerinden kalma
bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teâlâ size onlardan daha
hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban bayramı) ihsân buyurdu" diyerek,
sevinç ve neş'e günlerini göstermiştir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Rahmet kapıları dört gece açılır: O gecelerde yapılan duâ, tövbe red
olmaz. Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şâban (ayının)
on beşinci (Berat) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb
vet-Terhîb)
Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü Ramazan (Fıtr) bayramı,
Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramıdır. Ramazan bayramı üç,
Kurban bayramı ise dört gündür. Bu günlere; günâhlar affedildiği ve
müslümanların sevinçli, neş'eli günleri tekrar ge ri geldiği için (İyd)
yâni bayram denildi. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ)
2. Cumâ günü.
Günlerin en kıymetlisi Cumâdır. Cumâ günü, bayram günlerinden ve aşûre
gününden daha kıymetlidir. Cumâ, dünyâda ve Cenet'te mü'minlerin
bayramıdır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsıhîn)
Cumâ, mü'minlerin ve gök ehlinin bayramıdır, Cennet'te bayram günüdür. (Hadîs-i
şerîf-Huccet-ül-İslâm)
3. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh
işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler.
Hazret-i Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp böyle eğlenip
neş'elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar; "Bugün bayramımızdır"
dediler. Bunun üzerine hazret-i Ali de; "Günâh işlemediğimiz günler de
bizim bayramımızdır" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Bayram bineklere binenler
için değildir Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir.
(Behlül Dânâ)
4. Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zaman rahmet meleklerini ve
Cennet hûrîlerini görmenin zevkiyle can verme vakti.
Bayram Namazı:
Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci günü güneş doğduktan
yaklaşık 45 dakika sonra erkeklerin cemâat hâlinde kılmaları vâcib olan
iki rek'atlik namaz.
Bayram namazının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir. Burada
namazdan sonra okunan hutbe sünnettir. (İbrâhim Halebî)
BAYRAMİYYE:
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî
hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bayramiyye yolu bir koldan Bâyezîd-i
Bistâmî'ye diğer koldan Hasen-i Basrî'ye ulaşır.
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyet'i yaymak için çalıştı.
Vefâtından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemseddîn ile
Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler. (Hüseyin Vassâf)
Bayramiyye yolunda esâs maksad, Allahü teâlâdan başka herşeyin sevgisini
kalbden çıkarmak ve gönlü Allah sevgisi ile doldurmaktır. Buna gönle
varmak denir. (Sâdık Vicdânî)
BÂZGEŞT:
Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf
yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin.
Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi.
Bâzgeşt, zikr (Kelime-i tevhîdi söylemek ile hâsıl olan kalb
uyanıklığının devam etmesi, kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlılıktan
kurtulması içindir. Kelime-i tevhîd söylemek, kalbdeki her türlü
düşünceyi giderir. Yalnızca Allahü teâlâyı anmak ka lır. Böylece kalb,
Allahü teâlâyı anmaktan başka her şeyden boşalır. (Şeyh Ali bin Vâiz
Hirevî)
BEDBAHT:
Tâlihsiz. Bahtıkara.
Beş şey bedbahtlık alâmetidir: Kalb katılığı, Allah korkusundan ve
günâhlarını hatırlayarak ağlamamak, utanmamak, dünyâya fazla rağbet
etmek, uzun emelli olmak. (Fudayl bin Iyâd)
Evlâd, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli
bir cevher gibidir. Mum gibi her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir
şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum
ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Ço cuklara îmân, Kur'ân ve Allahü
teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ
seâdetine ererler. Bu seâdette anaları, babaları ve hocaları da ortak
olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. (İmâm
-ı Gazâlî)
Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri isteyen ne kadar bedbaht ve
zavallıdır. (İmâm -ı Rabbânî)
BEDDUÂ:
Bir kimsenin aleyhine yapılan duâ.
Kendinize, evlâdınıza, bedduâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzı olunuz.
Nîmetlerini artırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun zâlime olan bedduâları red
olunmaz. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce)
BEDEL:
Bir şeyin yerini tutan, yerine geçen; başkasının yerine iş yapan kimse.
Hasta için hacca gitmek farz değildir. Hac farz olduktan sonra gitmeyip
de sonraki seneler hastalanan kimse, yerine başkasını kendi
memleketinden bedel göndermesi veya bunun için vasiyyet etmesi lâzımdır.
Sonraki seneler iyi olup kendisi giderse, teh ir günâhı afv olur. (İbn-i
Hümâm)
BEDEVÎ:
Sahrada, çölde ve vahada göçebe halde yaşayanlar.
Medîne-i münevvere çevresindeki Müzeyne, Cüheyne, Eslem, Eşca'
kabîleleri bedevî idi. Peygamber efendimiz Hudeybiye sulhünün yapıldığı
sene umre için Mekke'ye gitmeye karar verdikleri sırada, Kureyş'in
herhangi bir taarruz (saldırı) ihtimâline karşı bu kabîlelerin de
berâberlerinde bulunmasını istediler. Fakat bedevîler korkularından bu
şerefli dâvete uymayıp özür dilediler. Bu sebeple Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
(Henüz kalplerinde îmân yerleşmemiş olan Kureyş müşriklerinden korkarak)
geri kalan bâzı bedevîler sana; "Mallarımız ve âilelerimiz bizi (seninle
gitmekten) alıkoydu. Bu sebeple Allahü teâlâdan bizim için af ve
mağfiret dileyiver" diyecekler. Onlar kalblerinde olmayan şeyi
dilleriyle söylerler (Yoksa, senin kendileri için istiğfâr etmene veya
etmemene aldırmazlar) . (Feth sûresi: 11) (Senâullah Dehlevî, Taberî)
BEDEVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin tasavvuftaki
yolu.
Bedeviyye yolunun büyüğü Seyyid Ahmed Bedevî (r.aleyh) talebelerine
buyurdu ki:
Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelince, sakın sevinmeyin.
Gıybet ve dedikodu yapmayın. İnsanlar arasında söz taşımayın. Size
eziyet vereni ve zulmedeni affedin. Kötülük yapana iyilikle karşılık
verin. Size vermiyene siz verin. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
BEDÎ' (El-Bedî'):
Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce
benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var
eden, yaratan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Allah) göklerin ve yerin Bedî'idir. O, bir şeyin olmasını irâde edince
(dileyince), ona "ol" der, o da olur. ( Bekara sûresi: 117)
El-Bedî' ismi şerîfini yetmiş bin kerre söyleyen kimse, kendisine
gelecek olan musîbetten kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
Bedî' İlmi:
Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar ile sözün süslenmesini
öğreten ilim.
Kur'ân-ı kerîm Bedî', Meânî ve Belâğat ilimlerinin incelikleri ile
doludur. Arabî lisânın inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup yazsa
bile Kur'ân-ı kerîmi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile anlıyamamış,
çok yerlerini onlara Peygamber efendi miz açıklamıştır. (Abdülganî
Nablüsî)
BEDR GAZVESİ:
Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu
muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bedr muhârebesinde düşmana nisbetle daha az ve zayıf olduğunuz hâlde,
Allahü teâlâ size yardım etti, kesin zafer verdi. Allah'tan korkun ki,
şükretmiş olasınız. (Âl-i İmrân sûresi: 123)
Bedr harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili
Peygamberimiz; "Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!" diye duâ
ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup (inip),
meleklerin müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir:
"O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size; "Gerçekten
ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum" diye
duânızı kabûl buyurmuştu. (İbni Abbâs, Taberî, Kurtubî)
Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip dedi ki: "Bedr Gazvesi'nde bulunanları
nasıl sayarsınız?" Ben; "Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri) "
dedim. Cebrâil (aleyhisselâm) ; "Meleklerden (o muhârebede) hazır
bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en
hayırlılarıdır" dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bedr Gazvesi'nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız
zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden
ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk. (Sehl radıyallahü anh)
BEHÂÎLİK:
Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali
Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk
yol.
Behâîlere göre namaz, Hayfa'ya karşı durup, Allah'ı düşünmektir. Namaz
ferdî olup duâdan ibârettir. Oruç, 2 Mart-21 Mart arası on dokuz gün
tutulur. 21 Mart günü Oruç bayramı olup, Behâî yılının ilk günüdür.
Hacları, El-Bâb Ali Muhammed'in Şirâz'daki evini veya Behâullah'ın
Bağdâd'daki evini gidip görmektir. On dokuz sayısını kutsal sayan
Behâîleri umûmî adâlet evi dedikleri, yüksek meclislerine seçilen on
dokuz kişi idâre eder. Her Behâî, senelik kazancının beşte birini bu
hey'ete vermeye mecbur tutulur. (Muhammed Ebû Zühre)
BEKÂ:
1. Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz
olması, hiç yok olmaması.
2. Bekâ-billah.
Fenâ ve bekâdan ilk bahs eden Ebû Saîd Harrâz'dır. (Molla Câmî)
Bekâ-Billah:
Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk
derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.
Hakk'ul-yakîn bilgisi (hakîkate kavuşmak) bekâ-billah makâmında hâsıl
olur. (Ahmed Fârûkî)
Bekâ-billaha kavuşmadan önce huzûrun, yâni her an Allahü teâlâ ile olma
hâlinin devam etmesi mümkün değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta fenâ ve bekâ'dan ilk bahs eden Ebû Saîd-i Harrâz'dır. (Molla
Câmî)
BEKARA (Bakara) SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.
Bekara sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki yüz
seksen altı âyettir. İçerisinde Allahü teâlânın varlığını, kudretini,
büyüklüğünü, peygamberlere itâatin lâzım olduğunu gösteren bekara (sığır)
kesme hâdisesi bildirildiği için bu sûreye Bekara sûresi ismi
verilmiştir. Bekara kelimesi, sûrenin altmış yedi, altmış sekiz, altmış
dokuz ve yetmiş birinci âyet-i kerîmelerinde geçmektedir. Sûre ayrıca,
binlerce meseleleri, hakîkatleri ihtivâ etmektedir. (Muhammed bin Hamza
ve Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, İbn-i Abbâs)
Bekara sûresinde buyruldu ki:
Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân-ı kerîmde şüphe ediyorsanız, siz de ona
benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden
yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Âyet: 23)
Bekara sûresi okunan evden şeytan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
BEKTÂŞÎLİK:
Evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki
yolu.
Bektâşîlik; Hacı Bektâş-ı Velî, Lokman-ı Horasânî, Hâce Ahmed Yesevî,
Yûsuf-i Hemedânî ve Ebû Alî Fârmedî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî vâsıtası ile
Bâyezîd-i Bistâmî'ye, ondan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine ulaşır.
Bektâşîler, Resûlullah efendimizi ve Ehl- i beytini çok sever ve
birbirlerini kardeş bilirlerdi. (A. Rıfkı Efendi)
Müslümanları aldatmak için kendilerine kıymetli bir isim takan
yalancılardan biri de, Bektâşî tarîkatı adı altında toplanan
hurûfîlerdir. Hakîkî Bektâşîlik, bir kaç asırdan sonra bütün
tekkeleriyle berâber sapık hurûfîlerin eline geçerek bozulmuştur. .. (Tokatlı
İshak Efendi) (Bkz. Hurûfîlik)
BELÂ:
Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve
mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.
Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihân) ettiğim vakit sabreder ve
ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından
iyi kan veririm. İyileştiği vakit günahsız olarak iyileşir. Onu
öldürürsem rahmetime yâni Cennet'ime gider. (Hadîs-i kudsî-Muvattâ)
Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ
insanları, dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis
olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı
Seâdet)
Mü'mine; dert, belâ, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici
şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret (bedel)
eyler. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ "Belâlar,
mihnetler (sıkıntılar) en çok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra
bunlara benziyenlere gelir" buyruldu. (Ahmed Fârûkî)
Dert ve belâ gelince Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi,
kurtarması için duâ etmeli, yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri,
sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)
Birinize dert ve belâ gelince Yûnus Peygamberin duâsını okusun. Allahü
teâlâ onu muhakkak kurtarır. Duâ şudur: "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
innî küntü minezzâlimîn." (Senâullah Dehlevî)
Bir kimse sıkıntı ve belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhil-aliyyil'azîm" desin. (Ca'fer-i Sâdık) Kazâ gelmez Hak yazmasa
Belâ gelmez Kul azmasa
(Atasözü)
BELÂGAT:
1. Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâza (az sözle çok mânâ ifâde etme
özelliğine) sâhip bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile
hakkıyla çevrilemez. (H. Hüsnü Erdem)
Kur'ân-ı kerîmin aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme
etmek mümkün değildir. Fakat meâl (geniş açıklamalı) olarak tercümesi
mümkündür. (H. Hüsnü Erdem)
2.Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.
BELÂDET:
İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama; ahmaklık. (Bkz. Ahmak)
BELED SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksanıncı sûresi.
Beled sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyettir. Şehir
mânâsına olan beled'e yemin ile başladığı için bu ismi almıştır.
Bahsedilen şehir, Mekke-i mükerremedir. Sûrede, insanın yaratılışından,
tabîatından, kendi kuvveti ile gururlanm asından bahsedilmekte, Allahü
teâlânın insanlara ihsân ettiği nîmetlerden, sıkıntı ve darlıkta
olanlara yardım etmenin üstünlüğünden, seâdet ehli ile böyle
olmayanlardan bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
BELKIS:
Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren
Himyerîlerden bir kadın sultan.
Süleymân aleyhisselâm babası Dâvûd aleyhisselâmın yerine geçti. Sultan
ve sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâyı yaptı. Yedi senede tamamladı.
Sonra hükümet sarayını yaptı. Bundan sonra Belkıs'ı Filistin'e çağırdı.
Belkıs geldi. Görüştüler ve Belkıs î mân etti. Süleymân aleyhisselâm
Belkıs ile evlendi. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâm ile mektuplaşması ve
Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun bildirilmektedir.
(M. Sıddık bin Saîd)
BELVÂ-YI ÂM:
Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.
BENÎ ÂDEM (Âdemoğlu):
İnsanoğlu.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Benî Âdem! Yiyin, için, isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ, isrâf
edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)
(Ey Benî Âdem!) Şeytana itâat etmeyin, o size ap-açık bir düşmandır diye
size Kur'ân-ı kerîmde bildirmedim mi? (Yâsîn sûresi: 60)
Allah katında Benî Âdem'den daha şerefli bir varlık yoktur. (Hadîs-i
şerîf-Şa'bul-Îmân)
Ey Benî Âdem! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan;
yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek sonsuz
yaşattığındır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim) Mağrûr olma Benî Âdem!
Ölmemeğe çâren mi var? Yakası yok ak gömleği, Giymemeğe çâren mi var?
(Yûnus Emre)
BENÎ HÂŞİM (Hâşimoğulları):
Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.
Allahü teâlâ, İsmâil (aleyhisselâm) evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi
ve onun sülâlesinden, Kureyş adlı zâtı beğenip, seçti. Kureyş evlâdından
da, Benî Hâşim'i seçti. Onlardan da, beni beğenip seçti. (Hadîs-i
şerîf-İmâm-ı Müslim)
...Ey Benî Hâşim! Nefslerinizi ateşten (Cehennem'den) koruyunuz. Ey
kızım Fâtıma, nefsini ateşten kurtar. Çünkü sizleri kurtarmak için
Allahü teâlânın sizinle ilgili irâdesini önleyecek hiçbir şeye sâhib
değilim. ( Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Kureyş kabîlesi; Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm,
Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştı. Zemzem dağıtmak ve
Kâbe'yi tâmir ve tezyîn (süsleme) işi, Benî Hâşim'e verilmişti... (Muhammed
Nişancı)
BENÎ İSRÂİL (İsrâiloğulları):
Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb
aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle
anılmışlardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îsâ bin Meryem de bir zamanlar şöyle demişti: "Ey Benî İsrâil! Ben size
Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Benden evvel (gönderilmiş
olan) Tevrât'ın tasdîkçisi, benden sonra gelecek bir peygamberi de
müjdeleyici olarak geldim, ki o peygamberin ismi Ahmed'dir (Muhammed'dir)
. (Saf sûresi: 6)
Benî İsrâil yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e
gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur... (Hadîs-i şerîf-Sünen-i
Tirmizi-Milel-Nihâl Tercümesi)
Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Benî İsrâil Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da çoğaldı. Fakat burada
zulüm ve hakâret gördüler. Bu durum Mûsâ aleyhisselâm zamânına kadar
devâm etti. Mûsâ aleyhisselâm onları Mısır'dan alıp Şeria vâdisinin
doğusundaki bölgeye yerleştirdi. Zamanla h azret-i Mûsâ'nın dînine
uyanlar azaldı. Hazret-i Îsâ gelince, Mûsâ aleyhisselâma verilen
Tevrat'ın hükmünü kaldırdı. Benî İsrâile, hazret-i Îsâ'nın dînine uymak
lâzım oldu. Fakat onlar, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrat'a
uymakta inad ettiler. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm son
peygamber olarak gelince de Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükmü kalktı.
Herkesin İslâmiyete uyması lâzım oldu. Fakat Benî İsrâil Peygamber
efendimizi kıskandıklarından O'nun peygamberliğine ve İslâmiyete
inanmadılar. (Harputlu İshak Efendi, Nişancızâde, Rahmetullah Efendi)
BENCİLLİK:
Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet. (Bkz. Enâniyet)
BENÛL-AHYÂF:
İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın
Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir
erkek ve kız kardeşler.
Benûl-Ahyâf tek kişi olduğunda hissesi mîrâsın altıda biridir. Birden
fazla oldukları zaman mîrâsın üçte birini alıp aralarında paylaşırlar.
Erkek ve kadın aynı miktârda alır. Ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu,
yâhut babası, dedesi varsa, Benûl-Ahyâf mîrâs alamaz. (Abdürreşîd
Secâvendî)
BENÛL-ALLÂT:
İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.
Benül-a'yân (ana-baba bir erkek ve kız kardeşler) ve Benûl-allât; oğul,
oğlun oğlu, baba, dededen biri bulunduğu zaman vâris, mîrasçı olamazlar.
(Secâvendî)
BENÛL-A'YÂN:
İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız
kardeşlerinden her biri.
Benül-A'yân; oğul, oğlun oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman
vâris olamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)
BERÂÂT SATIŞI:
Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve
uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı
(Bkz. Bey') .
Berâât satışı câiz değildir. Zîrâ verilen senetlerdeki yazılı mal mevcûd
değildir. (İbn-i Âbidîn).
BERÂE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Tevbe sûresi de denir. (Bkz. Tevbe
Sûresi)
BERÂET (Berât):
1. Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak
olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının
anlaşılması.
Allahü teâlâ dört kimseyi dört şeyle töhmetten (iftiradan) berât
ettirmiştir. Yusuf aleyhisselâmı şâhitle, Mûsâ aleyhisselâmı elbisesini
taşıyan taşla, hazret-i Meryem'i çocuğunu konuşturmakla, hazret-i
Âişe'yi Nur sûresi 26. âyet-i kerîmesiyle berât ettirmiştir. Hazret-i
Âişe'nin berâeti için birçok âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin
Hamza)
2. Kurtuluş vesîkası.
Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ bir gün Resûlullah'ın sallallahü
aleyhi ve sellem huzûruna geldi. Peygamber efendimiz ona çok iltifat
ederek; "Kıyâmet günü herkesin berâeti, her işi ölçüldükten sonra
verilir. Abdullah'ın berâeti ise dünyâda verilmiştir" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt)
Âhirette pek çok kimse, hesâba çekilmeden Cennet'e girerler. Onlar için
mîzân (terâzi) kurulmaz. Onlara verilen sayfalar üzerine; "Lâ ilâhe
illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filânın oğlu filânın Cennet'e
girmesinin ve Cehennem'den kurtulmasının ber âetidir" yazılır. (İmâm-ı
Gazâlî)
Berâet-i Zimmet:
Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.
Berâet-i zimmet asıldır. Meselâ bir kimse başka bir kişi üzerinde şu
kadar alacağım vardır diye iddiâ etse, borçlu olduğu iddiâ edilen kimse
borcunu inkâr etse ve borcu olmadığına dâir yemin etse onun sözüne
bakılır. Çünkü her şahıs zimmetten yâni bo rcdan ârî (uzak) olarak
yaratılmış olduğu için, Berâet-i zimmet asıldır. (İbni Nüceym-i Mısrî)
BERÂT GECESİ:
Şâban ayının on beşinci gecesi.
Berât gecesini büyük nîmet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir.
Şâban'ın on beşinci gecesidir. Kadr gecesi, çok büyük ise de, hangi gece
olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa kıyâmet günü
pişmân olursunuz! (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Berât gecesinde çok duâ etmeli, kötü sondan, îmânsız ölmekten Allahü
teâlâya sığınmalı, Cehennem ateşinden kurtuluş berâtı, bereket, rahmet,
mağfiret ve âfiyet dilemelidir. (Muhammed Rebhâmî)
BEREKÂT:
Bereketler, hayırlar, iyilikler, bolluklar. Bereket'in çokluk şekli. (Bkz.
Bereket)
BEREKET:
1. Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Böylece İbrâhim'i ve (kardeşi oğlu) Lût'u (Irak'daki Nemrûd'dan)
kurtarıp, içinde âlemlere (ağaçlar, tatlı meyveler, ırmaklar vb.
şeylerle veya pek çok peygamber çıkarmak sûretiyle) bereketler
verdiğimiz arza (Şam diyârına) çıkardık. (Enbiyâ sûresi: 71)
Bir kadın, Resûlullah'a hediye olarak bal göndermişti. Resûlullah
efendimiz balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Kab bal ile dolu
olarak geri geldi. Kadın gelerek; "Yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl
etmediniz. Acaba günahım nedir?" deyince, Resû lullah efendimiz; "Senin
hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği
berekettir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Senenin bereketi, bahârından belli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Hayır, fayda.
Şeytan her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ yemekte bile.
Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yesin. O lokmayı
şeytanlara bırakmasın. Çünkü bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Ticârete hiyânet karışınca bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Tergîb
vet-Terhîb)
Bir kimse Allahü teâlâ emr ettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan
ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur.
(Seâdet-i Ebediyye)
Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi
işlerin yapılmasına vesîle olur. Bereketli olmayan çok mal vardır ki,
sâhibinin dünyâda ve âhirette felâketine sebeb olur. O halde malın çok
olması değil, bereketli olmasını istemelid ir. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Rahmet.
Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket gelir. Melekler oraya toplanır.
Şeytanlar oradan kaçar. (Ebû Hüreyre)
Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket iner. Bu zaman yapılan duânın kabûl
olması umulur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
BERR:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden,
iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller
yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat,
kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
2. Îtikâdı doğru, amelleri ibâdetleri iyi, ahlâkı güzel, ihlâslı sâlih
müslüman. Çoğulu Ebrârdır. (Bkz. Ebrâr)
BERZÂH ÂLEMİ:
Dünyâ ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.
Berzâh âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ
hayâtında hem his (duygu), hem de irâde (istek) ile hareket vardır.
Berzâh hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir, elem (acı) ve azâb
duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. (Ahmed Fârûkî)
2. Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad. (Bkz. Âlem-i Misâl)
Berzâh âlemi, âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ile âlem-i ecsâd (madde âlemi)
arasında yer alır. Ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve
mânâlar bu âlemde latîf şekillerde görünürler. Çünkü iki âlemdeki her
hakîkate ve her mânâya uygun birer şekil, heyet, görünüş bu âlemde
bulunur. Bu âlemde kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve mânâ
yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden
görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil
görünürse, başka yerden gelen görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir.
Berzâh-ı Kübrâ:
Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme
gidilinceye kadar geçen zaman.
Berzâh-ı kübrâda, insanların dağılmış, çürümüş, erimiş parça ve
kemikleri bir araya getirilir. (Muhammed Ma'sûm)
Berzâh-ı Sugrâ:
Kabre konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman.
Ervâh (rûhlar) ve berzâh-ı sugrâ, fazla düşünmeye ve üzerinde inceleme
yapmaya gelmez. Bu konuda zan ve tahmin ileri sürmek doğru değildir.
Nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler) ile sâbit olanlara (bildirilenlere)
kısaca îmân etmek lâzımdır. On un etrâflı olarak bilinmesini Allahü
teâlânın ilmine havâle etmelidir, bırakmalıdır. (Ahmed Fârûkî)
BESMELE:
Bismillâhirrahmânirrahîm sözü.
Kur'ân-ı kerîme saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur ve
Kur'ân-ı kerîmin anahtarı Besmeledir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Yâkûb-i
Çerhî))
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun
anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için senet
yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Dürr-ül-Mensûr)
Cehennem'de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen Besmele
okusun! Besmele on dokuz harftir. (Abdullah ibni Mes'ûd)
Besmelenin mânâsı: "Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve
varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü
teâlânın yardımı ile bu işi yapabiliyorum. Ârifler (evliyâ), O'nu ilâh
olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günah
işliyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu" demektir. (Yâkûb-ı
Çerhî)
Besmele öyle bir sözdür ki ağzı temizler, kalbden gamı ve sıkıntıyı
giderir. (Abdülkâdir Geylânî)
Abdest almağa, yemeğe, içmeğe ve her mübârek işe başlarken Besmele
çekmek Peygamber efendimizin âdet-i şerîflerinden olup sünnettir. (İbn-i
Âbidîn) Besmeleyle başlıyalım kitâba Allah adı en iyi bir sığnakdır
Nîmetleri sığmaz ölçü hisâba Çok acıyan, afvı seven bir Rab'dır.
(Seâdet-i Ebediyye)
BEŞER:
İnsan, âdemoğlu (Bkz. Benî Âdem).
BEŞÎR:
1. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Muhammed!) Biz seni; mü'minleri, inananları beşîr, kâfirleri de azâb
ile korkutucu, uyarıcı olarak gönderdik. (Bekara sûresi: 119)
2. Kabirde mü'minlere suâl soran melekler.
Kabirlerde kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde
suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine münker ve nekir denir.
Mü'minlere soranlara ise mübeşşir ve beşir denir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
BETÛL:
Peygamber efendimizin mübârek kızı hazret-i Fâtımâ'nın lakabı.
İlimde ve ictihâdda hazret-i Âişe, zühd (dünyâya rağbet etmemekte) ve
dünyâdan kesilmekte, uzak durmakta ise, hazret-i Fâtıma daha ileridir.
Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımâ'ya Betûl denilmiştir. (Abdülkâdir-i
Geylânî)
BEVÂDİH:
Tasavvufta, insan kalbine gayb âleminden âniden gelen şeyler.
Bevâdih kalbe gelen ferahlık ve sevinçtir. Sâhibini güldürür. Yâhut
hüzün ve kederdir; sâhibini ağlatır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin; "Bir
zaman güldüm, bir zaman ağladım. Ve şimdi ne gülüyor ne ağlıyorum."
buyurması bevâdih hâline işârettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
BEY':
Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile
değişmeleri.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ bey'i, helâl ve fâizi haram kıldı. (Bekara sûresi: 275)
Bey' ve şirâ (alış-veriş) bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak helâl
olmaz. Her tâcirin bir fıkıh âlimi bulup, işlerini buna danışarak
yapması, böylece fâizden ve fâsid (bozuk) alışverişten kurtulması
lâzımdır. (Ebü'l-Kâsım Semerkandî)
Bir kimse İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinden sordu ki: "Vakitlerimi
ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana bir şey yaz da, hep onu yapayım?"
İmâm-ı a'zam rahmetullahi aleyh, bey' ve şirâ bilgilerini yazıp verince;
"Bu tüccarlara lâzım olur. Ben evim de oturup ibâdet ile meşgûl olacağım"
dedi. Cevâbında; "Yiyecek ve giyecek lâzım olmayan kimse var mı?
İslâmiyet'in alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve
ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır
ve çok pişman olur" buyurdu. (Kerderî, M.Rebhâmî)
Bey'-i Bâtıl:
Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir
kısmı bulunmayan alış veriş. (Bkz. Bâtıl)
Bey'-i bil Vefâ (Vefâ ile Satış):
Alıcı ve satıcının, satıştan vazgeçmek hakkına sâhip olduğu alış-veriş.
Bey'-i Fâsid:
Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.
Bir kimse satın aldığı bir malın bedeli olan paranın yarısını peşin
verip, yarısını da yolcum gelince vereyim dese, bu alış-veriş Bey'-i
fâsid olur. Çünkü yolcunun geleceği târih yâni paranın kalan kısmının
ödeneceği târih belli değildir. Bu durum is e, satışın sıfatı bakımından
uygun olmaması demektir. (Zeylaî)
Bey'-i fâsid, câiz değildir ve haramdır. Büyük günâhtır. Fâsid satışla
alınan mal, müşteri teslim alınca, kendi mülkü olursa da, yemesi,
giymesi haramdır. Alanın ve satanın bu satışı bozması, geri vermesi
vâcibdir. Geri çevirmezlerse, vâcibi terk ett ikleri için günâha
girerler. (Hamzâ Efendi)
Bey'-i Mekrûh:
Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş
olduğu bir şey karışmış olan satış.
Satın almıyacağı bir malın fiyatını, başka müşteriler arasında
yükseltmek, iki kişi bir malın fiyatında uyuşmuş iken bu malı, daha
yüksek fiyatla satın almak istemek Bey'-i mekrûhdur.
Bey'-i Mevkûf:
Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.
Bey'-i Sahîh:
Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun olan satış; doğru ve sıhhatli
alış-veriş.
Bey'i sahîhin geçerli olması için, alıcı ve satıcının aynı kimse
olmaması, yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekil olarak kendi
kendine satış yapmaması, satanın ve alanın akıllı olmaları, akd
yapılması yâni birinin îcâb (teklif) edip karşıs ındakinin, onu;
ayrılmadan önce kabûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebî'in (satılan malın)
ve semenin (bedelin) mütekavvim (kıymetli, kullanılması mübâh ve mümkün
olan) mal olmaları lâzımdır. Satılan malın felsin îtibârî kıymetinin
yâni (piyasadaki yarım gram altının kuruş cinsinden değerinin on beşte
birinden aşağı olmaması lâzımdır. (Bkz. Fels) (İbn-i Nüceym)
BEYÂN:
Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde
etme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) insanı yarattı. Ona beyânı öğretti. (Rahmân sûresi: 3-4)
Beyânın öylesi vardır ki büyüleyici bir tesire sâhiptir. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Beyândan bilmediklerimizle bizleri nîmetlendiren Allahü teâlâya hamd
olsun. ( Ahmed Mekkî Efendi)
Beyân İlmi:
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten belâgat ilminin teşbîh (benzetme),
mecâz, kinâye gibi konularını anlatan ilim. (Bkz. İlm-i Beyân)
BEYT-İ MA'MÛR:
Meleklerin kıblesi. Göklerde meleklerin devâmlı tavâf ettikleri yer,
makam.
Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Bir kere namaz
kılana bir daha sıra gelmez. Meleklerin büyüklerinden Kerûbîyân
melekleri gece ve gündüz tesbih ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Münzir)
Beyt-i ma'mûr üçüncü, altıncı veya yedinci kat semâdadır. Onun
gökyüzündeki kıymeti, Kâbe-i Muazzamanın yeryüzünde kıymeti gibidir. (Sa'lebî)
Beyt-i ma'mûr, Beyt-i Harâm'ın (Kâbe'nin) üst tarafına düşmektedir. Yere
düşecek olsa, onun üstüne düşer. Orayı her gün daha önce hiç görmemiş
yetmiş bin melek ziyâret eder. (Ezrâkî)
BEYTÜ'L-MUKADDES (Beyt-ül-Makdis):
Kudüs'deki Mescid-i Aksâ. (Bkz. Mescid-i Aksâ)
BEYTULLAH:
1. Mekke-i mükerremede Mescid-i harâmın ortasında bulunan mukaddes binâ.
Kâbe-i muazzama; müslümanların kıblesi; Fazîlet ve kıymetini bildirmek
için Beytullah buyurulmuştur.
Rivâyet edildiğine göre, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma buyurdu ki:
Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek
peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler. En son
peygambere kadar bu böyle sürüp gidecek. (Ezrâkî)
2. Câmi, mescid.
Beytullah olan câmi ve mescidlerde ibâdet etmeyip, dünyâ kelâmı ile
meşgul olmak tahrîmen mekruhtur. Yâni harama yakın günahtır. Ateş odunu
yiyip bitirdiği gibi câmide dünyâ kelâmı konuşmak da, insanın
sevâblarını giderir. (Tahtâvî)
BEYTÜLMÂL:
İslâm devleti hazînesi, mâliye teşkîlâtı.
Beytülmâl, devlet gelirlerini muhâfaza eder, gerekli yerlere sarfeder,
devletin gelirleri ile giderleri arasında dengeyi sağlamaya çalışır ve
bütçenin bütün vazîfelerini görürdü. (İsmâil Nablüsî)
Beytülmâlın gelirleri dört yoldan sağlanırdı: 1) Zekât malları, 2)
Ganîmetin, çıkarılan mâden ve defînelerin beşte biri, 3) Gayr-i
müslimlerden haraç ve cizye olarak alınan mallar, 4) Vârisi olmayan
zenginlerin bıraktığı mal ve yerde bulunup sâhibi b ulunmayan mallar. (Îmâm-ı
Serahsî)
Beytülmâlden, ayırım yapmadan bütün fakirler, zekât me'murları, âlimler,
öğretmenler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular,
seyyidlerle şerîfler yâni Peygamber efendimizin soyundan gelenler ve
askerlerin hepsi haklarını alırlardı. (Abdülganî Nablüsî)
İmâm-ı Ebû Yûsuf bir suâle bilmiyorum deyince; "Hem Beytülmâlden maaş
alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun" dediler. Bunun üzerine İmâm-ı Ebû
Yûsuf; "Beytülmâlden, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim
için alsaydım, Beytülmâlde bulunanların hiç biri yetişmezdi" dedi. (Taşköprüzâde,
İbn-i Hacer)
BEYYİNE:
Açık delîl. 1. Kur'ân-ı kerîm.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Mekkeliler! Bu kitâbı, Kur'ân-ı kerîmi) "Bizden evvel kitap yalnız
iki taifeye (yahûdî ve hıristiyanlara) indirildi. Biz ise (konuştuğumuz
dilde olmadığından) onu okumaktan gâfilleriz" dememeniz için yâhut; "Bize
de kitab indirilseydi, muhakkak onlardan daha fazla hidâyete ererdik"
dememeniz içindir. İşte size Rabbinizden (konuştuğunuz dilde) apaçık bir
beyyine, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Allahü teâlânın
âyetlerini inkâr eden ve onlardan yüz çevirenlerden daha zâlim
kimdir?Elbette biz âyetlerimizden yüz çevirenleri, bu kabahatleri
sebebiyle şiddetli bir azâb ile cezâlandıracağız. (En'âm sûresi:
156-157)
2. Mûcize.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Semûd (Kavmine) de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik) . O, dedi ki: "Ey
kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız
yoktur. İşte size, Rabbinizden (benim peygamberliğimi ve sözümün
doğruluğunu gösteren) bir beyyine geldi (ki, Allahü teâlânın kudretiyle
vâr olan) işte bu devedir. Onu (kendi hâline) bırakın, Allahü teâlânın
arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azâba
uğrarsınız." (A'râf sûresi: 73)
3. Delil, şâhid.
Tevâtür (yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun
verdikleri haber) ile bildirilenlere uymıyan beyyine kabûl olunmaz. (Ali
Haydar Efendi)
4. Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
Beyyine müddeî (dâvâcı) içindir Yemin ise dâvâlıya âittir. (Hadîs-i
şerîf-Câmi'us-Sagîr)
Allahü teâlânın hakkı bulunan bir günâhı işliyeni gören kimsenin, bir
şâhid yanında ta'zîr (suçluyu sözle azarlama) yapması lâzımdır. Bir
müslümana fâsık diyen kimsenin ta'zîr edilmesi; o müslümanın hakkının
korunması içindir. Bir kimse, kendini, ta' zîrden kurtarması için
beyyine ile sözünü isbât etmesi lâzımdır. (İbni- Âbidîn)
5. Peygamber efendimizin isimlerinden. (Bkz. Beyyine Sûresi)
Beyyine Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin doksan sekizinci sûresi.
Beyyine sûresi Medîne'de nâzil olmuştur (inmiştir). Sekiz âyettir.
Birinci âyet-i kerîmede açık delîl mânâsına olan el-Beyyine kelimesi
sûreye ad olmuştur. Bahsedilen beyyine, Peygamber efendimizdir. Sûrede;
inanmayanların îmân etmeleri için istedikl eri en açık delil olan
Peygamber efendimiz gözleri önünde olduğu hâlde, yine inançsızlıklarında
devâm ettikleri bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Vâiz-i Kâşifî)
Beyyine sûresinde buyruldu ki:
Muhakkak ki, îmân edib de sâlih ameller işliyenler işte bunlar
yaratılanların en hayırlılarıdırlar. Onların mükâfâtı, Rableri katında (ağaçları
altından) ırmaklar akan Adn Cennetleridir; içlerinde ebedî olarak
kalacaklardır. Allahü teâlâ onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı
olmuştur. (Ayet: 7,8)
Kim, "Lem yekünillezîne Keferû" (Beyyine) sûresini okursa, kıyâmet günü,
hayrın (iyiliğin) kaynağı ile berâber olur. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-ut-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)
BÎ'A:
Hıristiyanların mâbedi, tapınak, kilise.
Bî'adaki küfür alâmetleri boşaltılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (Alâüddîn
Haskefî)
Bî'aya gidip hazret-i Îsâ'dan, Meryem anadan bir şey isteyenin îmânı
gider. (İbn-i Âbidîn)
BÎ'AT (Bey'at):
1. Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak,
hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, kız çocuklarını öldürmemek, herhangi
bir iyilik husûsunda sana isyân etmemek üzere, seninle bî'atleşmeye
geldikleri zaman bî'atlerini kabûl et. Onlar için Allah'tan mağfiret (günahlarının
affını) dile. Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edeni affedici, tâatle,
beğendiği işleri yapanlara pek merhametlidir. (Mümtehine sûresi: 12)
2. Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını,
idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim,
şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.
Bu çeşit bî'at, Peygamber efendimizin vefâtından sonra Benî Sakîfe
denilen yerde hazret-i Ebû Bekr halîfe seçilirken görülür. Burada Ebû
Bekr'e ilk bî'atı, hazret-i Ömer yaptı. Bundan sonra İslâm devletlerinde
devlet başkanına itâat edilmesi ve sözün ün dinlenmesi için bî'at esas
oldu. Zamanla bî'at için merâsimler yapıldı. Bu, çeşitli devirlere ve
devletlere göre farklılık gösterir. Osmanlı Devletinde de, bî'atın
önemli bir yeri vardı. Her pâdişâhın tahta çıkışında merâsimler
yapılırdı. Resmî bî'at, Topkapı Saray-ı Hümâyûnunda Bâbüssaâde önünde
icrâ olunması eskiden beri âdetti. Bî'at sırasında el tutuşmak âdeti,
zamanla kaldırılmış, yerine etek öpmek usûlü getirilmiştir. (Yeni Rehber
Ansiklopedisi)
3. Tasavvufta bir terim.
Bî'at tâbiri tasavvufta üç mânâyı ifâde eder: Birincisi, büyük bir zâtın
yanında, günah işlememek için söz vermektir. Buna tövbe bî'atı denir.
Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî'at bozulur. Yeniden bîat etmek
lâzımdır. İkincisi, intisâb etmek, b ağlanmak, bereketlenmek için bir
velîye veya onun hakîkî mensuplarına bîat etmektir. Onlar için
bildirilen müjdelere ve şefâatlarına kavuşulur. Bî'atin üçüncü mânâsı,
evliyâ zâtlardan gelen feyizlere, mânevî bilgilere kavuşmak, onlardan
faydalanmak için yapılır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Bî'at-ı Rıdvân:
Hudeybiye'de Semûre ismindeki ağacın altında 400 Eshâb-ı kirâmın
Peygamber efendimize, emirlerini kayıtsız şartsız yerine getireceklerine
dâir verdikleri söz.
Kur'ân-ı kerîmde Bî'at-ı Rıdvân yapanlar hakkında meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki, Allahü teâlâ, seninle o ağacın altında bî'at ettikleri
vakit mü'minlerden râzı olmuştur. (Feth sûresi: 18)
Ağaç altında gerçekten bî'at edenlerden hiç biri, Cehennem'e
girmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt).
BÎ-ÇÛN VEBÎ-ÇİGÛNE:
Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan. Allahü teâlânın
nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk
olunamayacağını ifâde eden bir terim.
Allahü teâlâ bî-çûn ve bî-çîgûnedir. Akıl neyi düşünür neyi tasavvur (hayâl)
ederse etsin, O değildir. Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Allahü teâlâyı anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresi on
birinci âyetindeki: "Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur." sözüdür ki,
buna Fârisî dilinde "bîçûn ve bî-çîgûne" denir. (İmâm-ı Rabbânî)
BİD'AT:
Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.
Peygamberimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde
sonradan meydana çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usûl ve işler,
reformlar.
Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin
hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir. Yoldan çıkmaktır. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
Bir millet, dîninde bir bid'at yaparsa, Allahü teâlâ, buna benzeyen bir
sünneti yok eder. Kıyâmete kadar bir daha geri getirmez. (Hadîs-i
şerîf-Dârimî)
Sünnete giden yol; bid'atten kaçmak, Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz
birliğine) uymak, bozuk din adamlarından uzaklaşmak, bir Allah adamını
tanımak ve eserlerini okumaktır. (Ebû Ali Hasen Cürcânî)
Değiştiremeyeceğim bir bid'atı görmektense, mescidde söndüremiyeceğim
bir ateşi görmeyi tercih ederim. (Ebû İdrîs Havlânî)
Bid'atin terki, sünneti yerine getirmekten iyidir. Bid'atin yaygın
olduğu, sünnetin terk edildiği bu karanlık zamanda, ilim öğrenmek,
öğretmek ve yaymak en önemli iştir. Resûlullah'ın sünnetini ihyâ etmek
maksadların en büyüğüdür. Bu dünyâ amel, iş, ibâdet yeridir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bid'at Ehli:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmının
yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda
(îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran
kimseler, dinde reformcular.
Allahü teâlâ, bid'at ehlinin orucunu, haccını, ömresini, cihâdını,
adâletini kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Bid'at ehli, bid'atinden vazgeçinceye kadar, Allahü teâlâ tövbesini
kabul etmez. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bid'at ehli ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta yapar. (Hasan-ı
Basrî)
Yabancı kadın, bid'at ehli ve fâsıkla berâber olmaktan çok sakının. (Ebü'l-Hüseyin
Nûri)
Bid'at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Çünkü sizi
dalâlete (yanlış yola, sapıklığa) düşürebilirler. (Abdullah bin Zeyd)
Bid'at Fırkası:
Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmının yolundan ayrılanlar. Hadîs-i
şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biri.
Bid'at-ı Hasene:
Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde
sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre,
medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel
şeyler. (Bkz. Sünnet)
Bid'at sâhibi:
Bid'at ehli.
Bid'at sâhiplerinin en kötüsü, Resûlullah'ın Eshâbına buğz ve düşmanlık
edenlerdir. Bid'at ehline hürmet etmek İslâm'ın yıkılmasına yardım etmek
olup, amellerin sevâbını giderir. Bid'at ehline Resûlullah lânet edip; "Allahü
teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun"
buyurdular. Bid'at ehliyle arkadaşlığın zarârı, kâfirle arkadaşlığın
zarârından çoktur. Bid'at sâhibine buğz ile ondan yüz çevirenin kalbini,
Allahü teâlâ emniyet ve güven ile doldurur. (İmâm-ı Rabbânî)
Bid'at-ı Seyyie:
Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan
meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve
ibâdet olarak yapılan işler.
BİLLÂHİ:
"Allahü teâlâya yemîn ederim" mânâsına, yemîn sözlerinden biri. (Bkz.
Yemîn)
BİRR:
Hayır, iyilik, Allahü teâlânın emirlerine uymak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Birr ve takvâ (haramlardan, günâhlardan kaçınmak) da birbirinize yardım
edin. (Mâide sûresi: 2)
Bİ'SET:
Gönderme, gönderilme. Bir peygambere peygamber olduğunun bildirilmesi.
Peygamber efendimiz kırk yaşında iken mîlâdî 610 senesi Ramazan ayının
on yedinci Pazartesi günü Cebrâil ismindeki melek tarafından Peygamber
olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye Bi'set senesi denir. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Beş vakit namaz, bi'setin on ikinci senesinde ve hicretten bir sene ve
bir kaç ay önce Mîrâc gecesinde farz oldu. (Muhammed Rebhâmî)
BOLİS ÇUKURU:
Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de
şiddetli azâba uğrayacakları yer.
Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve
hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde
olacaklardır. Herkes bunları hakîr görecektir. Cehennem'in en derin ve
azâbı şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaktır. Ateş içinde gayb
olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennem'dekilerin irinleri
verilecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
BORÇ:
Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan
yükümlülük.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sadakalar (zekâtlar) Allahü teâlâdan bir farz olarak, fakirlere (nafakasından
fazla fakat nisâb miktarından az malı olana) , miskînlere (bir günlük
nafakasından fazla bir şeyi olmayan müslümana) , zekât memurlarına,
müellefe-i kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere)
efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd, serbest olacak
kölelere, borçlulara, cihâd ve hac yolunda olup muhtac kalanlara, kendi
memleketinde zengin ise de bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve
çok alacağı varsa da alamayıp, muhtaç kalanlara verilir. (Tevbe sûresi:
60) (Hazret-i Ebû Bekr devrinde müellefe-i kulûba zekât verilmesine
lüzum kalmadı. Bu sebeple zekât diğer yedi sınıftaki müslümanlara
verilmektedir.)
Ey îmân edenler! Belirli bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman,
onu yazın (sened yapın) ... (Bekara sûresi: 282)
Kendisi veya çoluk çocuğu muhtâc iken veya borcu var iken verilen sadaka
kabûl olmaz. Borç ödemek; sadaka vermekten, köle âzâd etmekten ve hediye
vermekten daha mühimdir... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafa)
Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek,
borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak,
günâh yapınca hemen tövbe etmek. (Hadîs-i Şerîf-Tirmizî)
Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse,
zâlim ve âsî olur. Borç ödememek öyle bir günâhtır ki, uykuda bile
durmadan yazılır. (Seyyid Alizâde)
BOŞAMAK:
Nikâh bağını çözmek, evliliğe son vermek. (Bkz. Talâk)
BRAHMA DÎNİ (Brahmanizm):
Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın
varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve
bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.
Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brahma ve Buda dinlerinde, geçmiş
peygamberlerin kitaplarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin
bulunduğu görülmektedir. Brahmanizm ve Budizm dinleri, hıristiyanlık
dîni gibi, eski peygamberlerin aleyhimüsselâ m bildirdiği doğru dinlerin
bozulmuş, değiştirilmiş hâlidir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Brahmanizmde tenâsüh yâni insan öldükten sonra, rûhunun tekrar başka bir
şekilde dünyâya geleceği inancı vardır. Hindistan'daki Ganj nehrini
mukaddes sayarlar. Bu sebeple suyunu içer ve ölülerini bu nehre atarlar.
Brahmanizme mensup olanların bir kıs mı ateşe, bir kısmı ineğe ve diğer
bir kısmı timsaha taparlar. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
BREHMEN:
Brahmanizm denilen bozuk yola mensûb kimse.
BUDA:
Budizm'in kurucusu. Mîlâddan altı asır evvel yaşamış olup, asıl adı
Guatama veya Gotama'dır. (Bkz. Budizm)
BUDİST:
Budizm adlı bozuk dîne mensûb olan. (Bkz. Budizm)
BUDİZM:
Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu,
Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara
Budist denir.
Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brahma ve Buda dinlerinde oradaki eski
peygamberlerin kitablarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin
bulunduğu görülmektedir. Brahmanizm ve Budizm de hıristiyanlık dîni gibi
eski peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirdiği doğru dinlerin bozulmuş,
değiştirilmiş şeklidir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Cehennem'in beşinci tabakası olan Hutame'de; ateşe, öküze tapanlar,
Budistler, Brahmanlar yanacaktır. (Senâullah Dehlevî)
Budizmde Buda, tanrı yerine konulmaktadır. Esâsen Buda, kendisinin insan
olduğunu söylemiş ve ilâhlık iddiâsında bulunmamıştır. Ancak ölümünden
sonra ona tâbi olanlar onu tanrılaştırmış, adına tapınaklar kurup ona
tapmışlardır. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
BUĞÂT:
Bâğîler, âsîler. Haksız olarak devlete isyan eden, karşı gelenler.
Bâğî'nin çokluk şeklidir. (Bkz. Bâğî)
BUĞD-I FİLLÂH (Buğz-ı Fillah):
Allahü teâlânın düşmanlarını Allahü teâlâ için sevmemek ve onlardan
uzaklaşmak. (Bkz. Hubb-i Fillâh-Buğd-i Fillâh)
BUĞZ:
Sevmeme, nefret etme, düşmanlık.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (İbrâhim aleyhisselâm ve berâberindeki mü'minler) kâfirlere
dediler ki: "Biz sizden ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz
putlarınızdan uzağız. Bizden sevgi beklemeyiniz. Allahü teâlâya bir
olarak inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz dâimâ
âşikârdır (Putlara tapmayı terk ederseniz, sizi severiz) . (Mümtehine
sûresi: 4)
Günâh işleyeni eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile
mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise
îmânın en aşağı derecesidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslümanlığın alâmeti, kâfirlere buğz ve inâd etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse bir âlime buğz etse veya söğse bu yaptığı sebebsiz ise, o
kimsenin küfründen (îmânının gitmesinden) korkulur. (Muhammed bin
Kutbüddîn İznikî)
Birbirinize düşman değil kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. (Abdülkâdir-i
Geylânî)
BUHÂRÎ-İŞERÎF:
İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap.
Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.
Bir kimse Buhârî-i şerîfi hangi niyetle baştan sona kadar okuyup
bitirirse, maksadı, en güzel şekilde hâsıl olur. Tâûn hastalığı
zamanlarında bir evde okunsa, Allahü teâlâ o evde bulunanları tâûndan
korur. Bu kitap hangi evde bulunursa, evi yanmaktan , hangi gemide
bulunursa, Allahü teâlâ o gemiyi batmaktan korur. (Tâcüddîn Subki)
BUHL:
Cimrilik. Cömertliğin zıddı. (Bkz. Cimrilik)
BURAK:
Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere
götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini
Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak,
dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı
giderdi.
Bana Burak getirildi. O, katırdan küçük, merkepten büyük, uzun ve beyaz
bir hayvandır. Ayağını gözün görebildiği yerin ötesine kadar (rahatça)
atabiliyordu. Ona bindim. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-i Şerîf)
BURHÂN:
1. Bir dâvâyı isbat eden kesin delîl.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yahûdîler ve hıristiyanlar) dediler ki: "Yahûdî ve Nasrânî olanlardan
başkası aslâ Cennet'e girmeyecek!"Bu onların kuruntularıdır. (Habîbim
onlara) söyle: Eğer (bu iddiânızda) doğru kimseler iseniz, burhânınızı
getiriniz. (Bekara sûresi: 111)
2. Mantık ilminde mukaddime denilen ve kesin netîceye ulaştıran iki
cümle (söz).
Burhân-ı İnnî:
İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan
san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha
çok bu delîl kullanılır.
"Âlem hâdisdir (sonradan var olmuştur). Her hâdisin bir sânı'ı (yapanı)
vardır" cümleleri, isbat edilmek istenen "Âlemin sânı'ı (yaratıcısı)
Allahü teâlâdır" sözü için burhân-ı innîdir. (Teftâzânî)
Burhân-ı Limmî:
Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu
şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden
netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek
böyledir.
Burhân-ı Tatbîk:
Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının
olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.
Allahü teâlâ, kadîm, ezelî ve ebedî olmasaydı, hâdis (sonradan yaratılma)
olsaydı, O'nu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm (bir
başlangıcı yok) ise, Allah O'dur. Hâdis (bir başlangıcı var) ise, O'nu
yaratan biri lâzım olur. Böylece, ka dîm olmayan yaratıcılar zinciri
mevcut olur. Bu zincire teselsül denir. Teselsül ise, muhâldir (imkânsızdır),
olacak şey değildir. Teselsülün muhâl olduğu Burhân-ı tatbîk ile isbât
olunur. Bir şeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlayarak, sonsuz
şekilde, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir
sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir
noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra
sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla o lan birinci sıra da sonsuz
olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat
böyle bir şey mevcut olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar
olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı ezelîdir,
ebedîdir, son suz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından
değildir. Âkıl ve bâliğ olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu
ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını
kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de
bunu aklı kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek red ederse îmânsız
demektir. (Ahmed Âsım)
Burhân-ı Temânü:
Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve birliğini isbâtta kullanılan
delîl.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, âlemdeki nizâm
bozulur karma karışık olurdu. (Enbiyâ sûresi: 22) Bu âyet-i kerîmede
Burhân-ı temânü'ye işâret edilmektedir. Yâni âlemin yaratıcısının iki
olduğu farz edilse, bu iki yaratıcının fiill eri (işleri), birbirinden,
ya farklı veya aynı olur. Birbirinden farklı olursa, âlemin karmakarışık
olması lâzım gelir. Yâni göklerin ve yeryüzünün bu husûsî nizâmından (düzeninden)
çıkmasını ve yok olmasını veya birbirine zıt şeylerin aynı anda bir yere
toplanmasını îcâbettirir. Meselâ iki ilâhtan birisi, Zeyd ismindeki
insanın hareket etmesini, diğeri de o anda hareket etmeyip sükûnunu (hareketsizliğini)
irâde etse (dilese), ilâh oldukları için ikisinin kudreti birlikte
Zeyd'e te'sir edince, cem'i zıddeyn (iki zıddın bir araya gelmesini)
îcâbettirir. Bu ise, mümkün değildir. Çünkü cem'i zıddeyn, muhaldir (mümkün
değildir). Yâni Zeyd aynı anda hem hareketli, hem hareketsiz olamaz. Ya
hareketlidir, ya hareketsizdir. O halde Allah tektir, O' ndan başka ilâh
yoktur. Her şeyi yaratan, durduran ve hareket ettiren O'dur. ( Seyyid
Şerîf, Muhammed Rebhâmî)
BÜDELÂ:
Bedeller. Ricâlü'l-Gayb denilen Allahü teâlânın insanlardan gizlediği
evliyâ zâtlar. Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir. (Bkz. Ebdâl)
BÜHTÂN:
İftirâ. Bir kimseye onda olmayan bir kusuru isnat etme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Mü'min erkek ve mü'min kadınlara, işlemedikleri (bir günâhı, bir suçu
isnâd etmek sûretiyle) ezâ edenler, muhakkak bir bühtân ve apaçık bir
günâh yüklenmişler (cezâya müstehak olmuşlardır) . (Ahzâb sûresi: 58)
Bir kimse için söylenen kusûr, onda varsa, bu söz gıybet, yoksa bühtân
olur. (Hadîs-i şerîf-Sâhih-i Müslim)
Nâmuslu bir kadının nâmûsuna bühtân etmek, yüz senelik ameli (n sevâbını)
yok eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Her yere burnunu sokma! Ya bir kazâya, yâhut bir bühtâna uğrarsın. (Muhammed
Hâdimî)
Sâliha bir kadında bulunması gereken şartlar altıdır: Allahü teâlâdan
başka, hiç bir şeye ibâdet etmemek. Hırsızlık etmemek. Zinâ etmemek.
Çocuğunu öldürmemek. Bühtân etmemek. Peygamber efendimizin her emrine
itâat etmek. (Ahmed Fârûkî)
Bühtân, kötü sıfatların, fenâ ahlâkın en şiddetlisidir. Çünkü bunda
yalan vardır. Yalan ise her dinde haramdır. (Ahmed Fârûkî)
BÜRÛC SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen beşinci sûresi.
Bürûc sûresi Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Yirmi iki
âyet-i kerîmedir. Bürûc, burçlar demektir. Sûre, ismini birinci âyet-i
kerîmede geçen bürûc kelimesinden almıştır. Sûrede; Allahü teâlânın
azameti (büyüklüğü), Kur'ân-ı kerîmin şer efi, üstünlüğü, mü'minler (inananlar)
hakkında Allahü teâlânın vaadi, kâfirler (inanmayanlar) hakkında tehdidi
ve geçmiş kavimlerin hâlleri bildirilmektedir. (Râzî, Hüseyn Vâiz-i
Kâşifî)
Bürûc sûresinde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâya ve Peygamberine îmân edip sâlih (iyi) amel
yapanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir
kurtuluştur. (Âyet:11)
BÜRÛZ:
Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde
bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.
Bir velî, sevenini terbiye etmek, yetiştirmek için, onda bürûz
etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek
sıfatlarını (hâllerini), o kimseye aks ettirir, aktarır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
BÜYÜ:
Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı
sağlayan ilim. (Bkz. Sihir)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve büyü yapan ve yaptıran ve bunlara
inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Müslüman büyü yapmaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, büyüsü
te'sir eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Fâtiha (Elhamdü), Âyet-el-Kürsî ve dört Kul, yedişer kerre okunup
hastaya üflenirse, bütün âfetler, dertler için, büyü ve nazar (göz
değmesi) için iyi gelir. Tuz üzerine okunup, suda eritip içirmek de
tecrübe edilmiştir. Dört Kul, Kâfirûn, İhlâs ve M uavvizeteyn (Felak ve
Nâs) sûreleridir. (Muhammed Osman Sâhib)
Semâvî dinler (Hak dinler), büyüyü yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet
de, kendinden önceki bütün dinleri neshetmiş, büyüyü (sihiri) de
yasaklamış ve çok çirkin bir iş olarak vasıflandırarak, müslümanların
büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uza k durmalarını emretmiştir.
Modern fen ilimleri, büyüyü kendi metodları icâbı olarak reddederler. Bu
hâl, o ilimlerin sahâsına girmeyen ve metodlarıyla incelenemeyen
şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları ve hüküm verme
sâhalarının dışında olduğunu gösterir. Bu ba kımdan büyü, daha pekçok
şey gibi, modern bilimlerin sâhası dışında kalmakta veya varlığı yokluğu
laboratuvar teknikleriyle bugün için îzah ve ispat edilememektedir. (Yeni
Rehber Ansiklopedisi)
Büyü insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olur. Yâni
cesede ve rûha tesir eder. Kadın ve çocuklara tesiri daha çoktur.
Büyünün tesiri kesin değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ
isterse tesirini yaratır; istemezse, hiç t esir ettirmez. Büyücü
istediğini elbette yapar, büyü muhakkak tesir eder diye inanmamalı,
böyle düşünmemelidir. Böyle inanan kimsenin îmânı gider. Büyü, Allahü
teâlâ takdir etmişse tesir edebilir, demelidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
|