ÂLEM:
Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi,
kâinât, varlıklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Elbette Allahü teâlânın bu âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût sûresi:
6)
Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun
varlığını gösterdiği için, mahlûkların (yaratılmışların) hepsine "Âlem"
denmiştir. Varlıkların aynı cinsten olanlarının her birine de, âlem,
meselâ, insanlar âlemi, melekler âlem i, hayvanlar âlemi, cansız
maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Senâullah Pânî
Pütî)
Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü devamlı değişikliğe uğramaktadır.
Böyle her değişen şey sonradan var edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği
için, o da sonradan yaratılmıştır. (Reyhâvî)
Cisimlerin, maddelerin, durmadan değişmeleri, birbirlerinden meydana
gelmeleri sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle
gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin bir
başlangıcı var demek, âlemin var ol uşunun bir başlangıcı var demektir.
Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine yok olacaklardır
demektir. Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç değişmeden, sonsuz
var olan Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi) Mihneti kendine zevk
etmektir âlemde hüner, Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.
(Seâdet-i Ebediyye)
Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):
İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.
Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğüArş'dır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Âlem-i Ecsâd:
Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi.
Buna âlem-i halk, âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.
Âlem-i Emr:
Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin
anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi)
ve mekânsızlık âlemi de denir.
Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam,
mertebe) vardır. (Ahmed Fârûk-i Serhendî)
Âlem-i halkın ötesi, âlem-i emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i emr bâzı bakımlardan âlem-i halktan üstün ise de, küllî fazîlet
yâni her bakımdan üstünlük âlem-i halktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ervâh:
Ruhlar âlemi. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Mânâ:
1. Rüyâ âlemi.
Peygamber efendimizi âlem-i mânâda görmek büyük bir devlet, büyük bir
nîmettir. Nitekim hiç bir kâfir, hiç bir zındık, hiç bir mürted, hiç bir
sûretle Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı âlem-i mânâda göremez. Zîrâ
münâsebetleri yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Âlim ve sâlih bir zât olan Yûsuf bin Hüseyin'i mânâ âleminde gördüler.
Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı, dediler. Rahmetiyle muâmele etti. Ne
ile dediler. Hiç bir zaman ciddî söze şaka karıştırmadığım için, dedi. (İmâm-ı
Gazâlî)
2. Âlem-i emr. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Melekût:
Madde, his, akıl, ölçü âleminin üstündeki âlem.
İlimlerin hepsi his yolları ile değildir. Bir kısmı da âlem-i melekûta
âittir. Bu dünyâ için yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun
bilinmesine perde olurlar. Onlardan kurtulmadıkça aslâ o âleme yol
bulunmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlem-i Misâl:
Varlıkların kendilerinin değil de sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu
âlem.
Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi vardır. Vehim ve hayâl değildir.
Âlem-i misâl bütün âlemlerin (yaratılmışların) en genişidir. Âlemlerin
hepsinde bulunan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü
vardır. Akla hayâle gelen şeylerin, mânâların bu âlemde bir sûreti,
görünüşü vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Sagîr:
Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana
verilen ad.
İnsan, âlem-i kebîrdeki (insan dışında bulunan âlemdeki) her şeyi
kendinde topladığından, mahlûkların (yaratılan varlıkların) en
kıymetlisi olduğu gibi, kalb de âlem-i sagîrde bulunan her şeyi kendinde
topladığı için çok kıymetlidir. Kalbe Âlem-i asg ar (en küçük âlem) ismi
verilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Süflî:
Dünyâ.
Âlem-i Zâhir:
Görünen âlem, dünyâ.
ALEVÎ:
Hazret-i Ali'ye mensûb olan.
1. Hazret-i Ali'nin hazret-i Fâtıma'dan olan çocukları: Hazret-i Hasan,
hazret-i Hüseyin ve kıyâmete kadar çocukları. Hazret-i Hasan'ın
çocuklarına şerîf, hazret-i Hüseyin'in çocuklarına seyyid denir.
2. Hazret-i Ali ve çocuklarını sevenler ve onların yolunda gidenler.
Bunlar diğer Eshâb-ı kirâmın da hepsini severler. Ehl-i sünnet
müslümanları böyledir.
3. Bu isimden faydalanarak diğer müslümanları kendi inançlarına çekmek
isteyen Eshâb-ı kirâm düşmanı kimseler.
Hurûfî denilen bozuk kimseler, temiz müslüman olan hakîkî Alevîleri
aldatmak için kendilerine Alevî diyorlar. Bu güzel ismi maske olarak
kullanıyorlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ALEYHİMÜRRIDVÂN:
Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan
râzı olsun mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın
ismi anıldığında, işitildiğinde ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir
kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân denir.
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden sonra mahlûkların (yaratılmışların)
en üstünüdürler. (Ömer Nesefî)
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi
ve sellem) son derecede çok severlerdi. Uğrunda, canlarını, mallarını,
mülklerini, çoluk-çocuklarını, baba ve analarını ve vatanlarını terk ve
fedâ ettiler. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
ALEYHİSSELÂM:
Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler
ve dört büyük melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki
kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi için aleyhimüsselâm denir.
Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından
korkuyorum. Bunlar nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasından
koşmaktır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Seâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip ona; "Korkma,
Erhamürrâhimîne (Allahü teâlâya) gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun.
Büyük devlete erişiyorsun" der. Böyle kimseye bundan daha şerefli
sevinçli ve mutlu bir gün yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
ALEYHİSSALÂTÜ VES-SELÂM:
Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince,
yazılınca ve işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar)
onun üzerine olsun mânâsına duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için
aleyhimesselâm daha fazla için aleyh imüssalâtü ves selâm denir.
Peygamber efendimiz aleyhissalâtü ves-selâm buyurdu ki: "Cehennem'e
girmesi haram olan ve Cehennem'in de onu yakması haram olan kimseyi
bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık
gösteren mü'mindir." (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
ÂL-İ İMRÂN:
İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın
kendisi veya onun kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i
İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından İmrân binYeshâr'ın kendisi
veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın ol duğu da bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, Âl-i İbrâhim'i, Âl-i İmrân'ı (peygamberlik,
rûhî ve bedenî üstünlükler vermek sûretiyle kendi zamanlarındaki)
âlemlerin üzerine mümtâz kıldı (seçti) . (Âl-i İmrân sûresi: 33)
Âl-i İmrân Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin üçüncü sûresi.
Âl-i İmrân sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki
yüz âyet-i kerîmedir. Otuz üçüncü âyet-i kerîmede geçen Âl-i İmrân
kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın birliği, yüce
sıfatları bildirilmekte, bütün peygamberler in tasdîk edilmesi
emredilmekte, onların hepsinin Allahü teâlânın kulları olduğu, bâzısını
inkâr etmenin bâzısını ilah edinmenin yanlışlığı açıklanmakta,
müslümanlara, Allahü teâlânın maddî ve mânevî ihsanları hatırlatılarak,
bir hikmetten dolayı zaman zaman karşılaştıkları zahmetlere, musîbetlere
sabretmeleri tavsiye edilmekte ve daha başka hususlar bildirilmektedir.
(İbn-i Abbâs, Kurtubî)
Âl-i İmrân sûresinde meâlen buyruldu ki:
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için
çalışınız. Cennet'in büyüklüğü gökler ve yer kadardır. Cennet, Allahü
teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, mallarını
Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi af ederler.
Allahü teâlâ, iyilik edenleri sever. (Âyet: 133-134)
Kıyâmet gününde Kur'ân-ı kerîm ve onunla amel edenler getirilirler.
Kur'ân-ı kerîmin önünde, (en uzun oldukları ve en çok hüküm kendilerinde
olduğu için) Bekara ve Âl-i İmrân sûreleri bulunacaktır. Bu iki sûre
sanki iki bulut yâhut aralarında bir nûr bulunan iki siyah gölgelik veya
sâhiblerini müdâfaa eden (savunan) saf bağlamış uçan iki kuş topluluğu
gibi olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
ALÎM (El-Alîm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve
eksiksiz bilen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, her şeyi alîmdir. (Hadîd sûresi: 5)
El-Alîm ismi şerîfini söylemeye devâm edene mânevî sırlar açılır, hikmet
ve mârifete kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)
ÂLİM:
Bilen, ilim sâhibi.
1. Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
Allahü teâlâ gizliyi de âşikar olanı da âlimdir. (Haşr sûresi: 22)
2. Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve
yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana
ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs (uzman),
tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesi ne ulaşmış, yetişmiş ve
yetiştirebilen müctehid.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ümmetimin âlimlerine hürmet ediniz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (
Hadîs- i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin yüzüne bakmak İbâdettir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u
ulûmiddîn)
Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı (devlet başkanlarını) hafife
alanların dünyâsı, dostlarını hafife alanların mürüvveti (insanlığı)
yıkılır. (Abdullah bin Mübârek)
3. Bir ilim dalında yetişmiş mütehassıs kimse (uzman).
Allahü teâlâ birine iyilik vermek isterse onu fıkıh âlimi yapar. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir. (İbn-i
Âbidîn)
Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
4. Öğreten, öğretici.
Ya âlim, ya talebe, yâhut bunları dinleyici ol. Bu üçten olmazsan helâk
olursun. (Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel) Âlimin bir nazarı bulunmaz
hazînedir Bir sohbeti yıllarca bitmez kütüphânedir.
(Seâdet-i Ebediyye)
ALİYY (El-Aliyy):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan.
Mahlûkâtın (yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının
erişemediği yücelikte olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"O (Allah) Aliyy'dir. Hakîm (her işinde hikmet sâhibi) dir. (Şûrâ sûresi:
51)
El-Aliyy ism-i şerîfini söyleyen, işlerinde muvaffak olup ilerler. (Yûsuf
Nebhânî)
ALLAH (Celle Celâlühü):
Esmâ-i hüsnâdan. Varlığı muhakkak lâzım olan, îmân ve ibâdet edilecek
hakîkî mâbûd. Her şeyi yoktan var eden yüce yaratıcı.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var
olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve
sonunda da yokluk olamaz. Çünkü onun varlığı lâzımdır. (Teftezânî)
Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir (element değildir. Karışım,
bileşik değildir). Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesab edilmez. O'nda
değişiklik olmaz. Mekanlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir.
Öncesi, sonrası, önü arkası, altı-üst ü, sağı-solu yoktur. İnsan
düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiçbir şeyini anlıyamaz. (Mevlâna
Hâlid-i Bağdâdî)
Bütün varlıkların her organının her hücresinin yaratıcısı, yoktan var
edicisi yalnız Allahü teâlâdır. O, akla hayâle gelenlerin hepsinden
uzaktır. Hiçbiri O değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîmde, bizzat kendisinin
açıkladığı sıfatlarını, isimlerini ezberl eyip, ulûhiyetini (ilâhlığını),
büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrâr etmeli, söylemelidir. Akıllı ve
büluğ çağına ermiş erkek ve kadın her müslümanın, Allahü teâlânın Zâtî
ve Subûtî sıfatlarını doğru olarak öğrenmesi ve inanması lâzımdır.
Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günâhtır. (Kemahlı
Feyzullah Efendi)
Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu
yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Hıristiyanlar Allahü
teâlâya baba demektedirler. Allahü teâlâya "baba", "Allah baba" diyenin
îmânı gider. Müslümanlıktan çıkar. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
Allahü teâlâyı İslâmiyetin bildirdiği isimler ile anmak söylemek
lâzımdır. Allah adı yerine tanrı kelimesi kullanılamaz. Çünkü tanrı,
ilâh, mâbûd demektir. (Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de
ilâh, mâbûd mânâsına kullanılabilir.) Allah adı yerine kullanılamaz. (Seyyid
Şerîf)
Cumâ günü namazdan önce abdestli, elbisesi temiz ve kalbinden dünyâ
düşüncelerini çıkarmış olarak iki yüz kerre "Yâ Allahü el-mahmûdü fî
fiâlihi" derse, Allahü teâlâ onun hastalığına şifâ verir. (Yûsuf Nebhânî)
Allah adın zikredelim evvelâ Vâcib oldur cümle işte her kula Allah adın
her kim ol evvel ana Her işi âsân (kolay) eder Allah ana ........ Bir
kez Allah dise aşk ile lisân Dökülür cümle günah misli hazan. (Süleymân
Çelebi)
Allah Râzı Olsun:
Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği)
hâle getirsin, mânâsında duâ. (Bkz. Radıyallahü anh)
ALLÂME:
İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde
mütehassıs ve evliyâlık derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu
kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de yetişmiş zât. Âlim
kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir. (Bkz. Âlim)
Allâme Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbn-i
Kemâller, Ebüssüûdlar, Birgivîler, İbn-i Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Abdülhakîm-i Arvâsîler, Mustafa Sabri
Efendiler ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri, hattatlar, Mîmâr
Sinanlar, Sokullular, Köprülüler hep Osmanlı Devletinde yetişmiş ve
yüzbinlerce ilim kitapları her vilâyetteki millî kütüphâneleri
doldurmuştur. (Fâideli Bilgiler)
Allâme İmâm-ı Birgivî buyuruyor ki:
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamağı istemek Tûl-i emel (uzun emel)
olur. İbâdet yapmak için çok yaşamayı istemek tûl-i emel olmaz. Tûl-i
emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar, sonra tövbe ederim
diyerek tövbeyi terk ederler, kalbleri katı o lur, ölümü hatırlamazlar,
va'z ve nasîhat kendilerine fayda vermez. Dünyâlık toplamaya çok hırslı
olurlar, âhireti unuturlar.
Kibirli olmak, Allahü teâlâyı unutmanın alâmetidir.
ALLÂM-UL-GUYÛB:
Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına,
Allahü teâlânın isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Münâfıklar bilmezler mi ki, Allahü teâlâ, şüphesiz onların içlerinde
gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak ki Allahü teâlâ
Allâm-ul-guyûb'dur. (Tevbe sûresi: 78)
A'MÂL-İ ŞER'İYYE:
İslâm dîninde yapılması emredilen ibâdetler ve işler. (Bkz. Amel)
AMDEN:
Kasten, bilerek, bile bile yapmak.
Hadîs imâmları söz birliği ile bildiriyorlar ki: Bir namazı vaktinde
amden kılmayanın, namaz vakti geçerken, namaz kılmadığı için üzülmeyenin
îmânı gider veya ölürken îmânsız gider. Ya namazı hâtırına bile
getirmeyenlerin, namazı vazîfe tanımayanları n hâli nasıl olur? (Muhammed
Rebhâmî)
Bir kimse birine amden ok atıp başka birini de yaralasa ve her ikisi de
ölse okun önce vurduğu kimse için kısas olunur. Çünkü oku amden atmıştır.
(Molla Hüsrev)
AMEL:
İş, ibâdet.
Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Allahü teâlâ sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize ve
niyetlerinize bakar, yâni iyi niyetle olan amellerinize kıymet verir. (Hadîs-i
şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Bildiği ile amel eden kimseye Allahü teâlâ bilmediğini öğretir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Allahü teâlânın affı ile Cehennemden kurtulursunuz. Rahmeti ile Cennete
girersiniz. Amellerinize göre mertebeniz ve dereceniz olur. (Avn bin
Abdullah)
Amellerin en kıymetlisi, mü'minin kalbine sürûr (sevinç) vermektir (mü'mini
sevindirmektir). (Muhammed bin Sûka)
Amellerin kabûl olması ihlâsa, yâni bütün işleri yalnız Allahü teâlânın
rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmağa bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Amel Defteri:
İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât
meydanında herkese verilecek olan defter.
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra herbirinin büyüklüğü, gözün
görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu
defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır... (Hadîs-i
şerîf-Eş-Şerîa)
İnsanlar kıyâmet günü bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyâh bir
bulut gelir. O bulut, insanlar üzerine amel defterlerini yağdırır.
Mü'minin amelleri, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise,
sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir . (İmâm-ı Gazâlî)
Amel-i Kalîl:
Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir
veya iki hareket.
Namazda amel-i kalîl mekrûhtur. Zararlı haşerâtı namazda iken amel-i
kalîl ile öldürmek câiz, ısırmayanı tutmak ve öldürmek mekrûhtur. (İbn-i
Âbidîn)
Amel-i Kesîr:
Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı
ardına yapılan üç veya iki elin bir hareketi.
Amel-i kesîr namazı bozar. (Alâüddîn Haskefî)
İmâm, amel-i kesîr olacak kadar tegannî ederse, yâni sesi boğazında
tekrarlayıp, türlü sesler çıkarırsa, yâhut üç harften fazla ilâve ederse
namazı bozulur. (İbn-i Âbidîn)
Amel-i Sâlih:
İyi amel, yararlı iş. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iş, ibâdet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Erkek ve kadından her kim mü'min (îmânlı) olarak amel-i sâlih işlerse,
işte onlar Cennet'e girerler, orada hesâbsız olarak, rızıklandırılırlar.
(Mü'min sûresi: 40)
Bir kimse, zulm yâni günah işleyip, sonra tövbe eder amel-i sâlih
işlerse, Allahü teâlâ tövbesini elbette kabûl eder. (Mâide sûresi: 39)
Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i sâlih, işlesin ve Rabbine
kullukta hiç ortak koşmasın. (Kehf sûresi: 110)
Amel-i sâlih, İslâm'ın beş rüknü, direğidir. İslâm'ın bu beş temelini,
bir kimse hakkı ile kusûrsuz yaparsa, Cehennem'den kurtulması kuvvetle
umulur. Çünkü bunlar aslında sâlih işler olup, insanı günahlardan ve
çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim , Kur'ân-ı kerîmde Ankebût
sûresi kırk beşinci âyetinde meâlen; "Kusursuz kılınan bir namaz, insanı
kötü, çirkin işleri işlemekten korur" buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî).
İnsan kabre konulduğunda dünyâda iken yaptığı amel-i sâlihleri güzel
sûrette, güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak yanına gelir. "Beni
bilmez misin?" der. O da der ki: "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim
şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyled i." O da der ki: "Ben senin
sâlih amelinim (işlerinim). Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve
Nekîr melekleri gelirler ve sana süâl ederler. Onlardan korkma!" der. (İmâm-ı
Gazâlî)
Amelde Mezheb:
Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf,
icmâ ve Eshâb-ı kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili
hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda çıkardığı hükümlerin hepsi. (Bkz.
Müctehid)
Amelde mezheblerin hak olanı dörttür. Bunlar: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve
Hanbelî mezhebleridir. Bu dört mezheb, îtikat (inanç) bakımından
birbirlerinden ayrı değildir. Hepsi Ehl-i sünnet olup, îmânları,
inanışları, birdir. Yalnız amel bakımından bâzı u fak şeylerde
ayrılmışlardır. Böyle ayrılmaları Allahü teâlânın rahmeti olup,
müslümanlar için kolaylıktır. (Ahmed Cevdet Paşa ve Şehristânî)
ÂMENTÜ:
İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esas.
Âmentü ve mânâsı: Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî
vel yevmilâhiri ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minellahi teâlâ
vel-ba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühu ve resûlühü (Allahü teâl âya, meleklerine, kitablarına,
peygamberlerine, âhiret gününe, kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan
olduğuna îmân ettim. Öldükten sonra dirilmek haktır. Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve resûlü
olduğuna şehâdet e derim).
Âmentü'de bildirilen altı şeyin mânâlarını bilip, beğenip, kabûl eden
kimseye mü'min denir. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
Müslüman olmayan bir kimse, kelîme-i tevhîdi söyleyip mânâsına kısaca
inanınca, o anda müslüman olur. Fakat her müslüman gibi, bunun da imkân
bulunca Âmentü'nün esaslarını ezberlemesi ve mânâsını iyice öğrenmesi
lâzımdır. (Damâd)
Bir çocuk küçük iken anasının babasının dînine tâbi olarak müslümandır.
Bâliğ olunca anasının babasının dînine tâbi olması devâm etmez.
İslâmiyet'i bilmiyerek bâliğ olunca, mürted olur, müslümanlıktan çıkar.
Bu sebeble âkıl-bâliğ olmadan önce çocuğa kelime-i tevhîdi Âmentü'yü ve
bunların mânâlarını öğretmelidir. Çocuk bunlara ve İslâmiyet'e uymak
lâzım olduğuna inanmalıdır. (İbn-i Âbidîn)
ÂMÎ:
İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır. (Bkz. Avâm)
ÂMİL:
İş yapan.
1. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
Allahü teâlâ sizden ilmi almak için, ilmiyle âmil olan âlimleri kaldırır,
câhiller kalır. (Bunlar) dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevâp
verip insanları doğru yoldan ayırırlar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün
minberi kendi mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i sünnet
îtikâdında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler dahi nûrdan kürsîler
üzerinde olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması)
için, halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve
yerine göre dînin emirlerini öğreten me'mur.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Sadakalar (zekâtlar), Allahü teâlâdan bir farz olarak, ancak fakirlere,
miskinlere, âmillere kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenilenlere, (efendisinden
kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak) kölelere, borçlulara,
cihâd ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlara, (kendi memleketinde zengin
ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış ve çok alacağı varsa da
alamayıp muhtaç düşen) yolda kalmışlara mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)
Halka zulmeden âmiller Cennet'e giremez. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Emvâl)
Hazret-i Ömer, bir gün cemâate şöyle hitâb etti: "Ey mü'minler! Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, âmilleri sâdece zekâtlarınızı toplamaları için
göndermiyorum. Onları size; dîninizi öğretmeleri, rehberlik etmeleri
için gönderiyorum. Allahü teâlâ şâhid, kime bunun hâricinde muâmele
yapılırsa bana haber versin. Onun hakkını alıp, gerekeni yaparım. Nefsim
yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir âmil halktan
birisini dövse, ondan dövdüğü kimsenin hakkını alırım..." (Ebû Ubeyd bin
Sellâm)
ÂMİN:
Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.
Her kim namazdan sonra imâm ile duâ edip, âmin derse, âmin kelimesinin
harfleri dörttür, her harfine bin melek nâzil olur (iner). Bunlar tâ
kıyâmet gününe kadar bu kimse için duâ ederler. (Hadîs-i
şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Allah'ım! Bize, yeterli rızık, bedenimize sıhhat, ölümden önce tövbe
etmek, ölürken rahatlık, ölümden sonra mağfiret (bağışlanmak) ve ateşten
kurtuluş, Cennet'e girmek, dünyâ ve âhirette âfiyet nasîb eyle! Âmin. (Kitâb-üs-Salât)
Bir kimse elindeki kat'î (kesin) haram olan maldan sadaka verse ve sevâb
umsa, alan fakir de haram olduğunu bilerek verene Allah râzı olsun dese,
veren veya başka bir kimse âmin dese hepsi küfre girer. (Ahî Yûsuf
Çelebi)
Cemâatle namaz kılarken imâm (Veled-dâllîn) deyince, imâm ve cemâatin ve
yalnız kılanın, kendisi Fâtiha-i şerîfeyi bitirdikte, yavaşça (âmîn)
demeleri sünnetdir. (Halebîy-i Sagîr)
AN'ANE:
Âdet, örf. (Bkz. Örf ve Âdet)
ANÂSIR-IERBE'A:
Dört temel unsur. Maddelerin asıllarını teşkil ettiği kabûl edilen dört
unsur; toprak, su, hava, ateş.
Allahü teâlâ mahlûkları, anâsır-ı erbe'adan yarattı. (Abdullah bin Abbâs)
İnsan bedeni, anâsır-ı erbe'adan meydana gelmiştir. Onların herbirinin
kendilerine has bir özelliği olup, insanların tabiatı ve mizâcı üzerinde
tesirleri vardır. Meselâ ateş; isyân ve kibre; toprak, alçaklık ve
tevâzuya; havâ, arzu ve isteğe yol açar . (İmâm-ı Rabbânî)
AND:
Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd. (Bkz. Yemîn)
ANGLİKANİZM:
İngiltere kralı Sekizinci Henry'nin kurduğu hıristiyanlık mezhebi.
Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği Îsevîlik zamanla bozuldu. Hazret-i Îsâ'nın
telkîn ettiği insanlık, merhamet, şefkat esasları tamâmen unutuldu.
Bunun yerine; taassub, kin, nefret, düşmanlık ve zulüm hâkim oldu.
Engizisyon mahkemeleri kurularak yüz binle rce insan haksız yere işkence
ile öldürüldü. Nihâyet bu gidişe hıristiyanlar içinden isyân edenler
çıktı. Luther ismindeki papas gibi İngiltere kralı Sekizinci Henry de
papaya isyân ederek, Katolik kilisesiyle alâkasını kesip, protestanlık
esâsına ugun anglikan kilisesini kurdu. BöyleceAnglikanizm mezhebi
meydana geldi ve İngiltere'nin resmî dîni oldu. Protestanlık mezhebinin
temel inanışlarına bağlı olan Anglikanizm kilisesi, ilk zamanlar
bilhassa katolikleri sindirmek için sert tedbirlere başv urduysa da son
zamanlarda katolikler ve ortodokslarla diyalog kurulması fikrini
benimsedi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
ANKEBÛT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi dokuzuncu sûresi.
Ankebût sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Altmış dokuz
âyet-i kerîmedir. Sûrede; putlara ve diğer güçsüz varlıklara tapanların
hâlleri, onların dünyâlık elde etmek için kurdukları tuzak ve gayretleri,
ankebût denilen örümceklerin pek zay ıf olan ağına benzetildiğinden,
Ankebût kelimesi, bu sûreye isim olmuştur. Sûrede, mü'minlerin (inananların)
Allah yolunda bâzı sıkıntılara uğrayacaklarına, bunun, kendileri için
dünyâ ve âhirete âit fâidelere vesîle olacağına işâret olunmakta, bâzı
peygamberlerin kıssaları kısaca anlatılarak, onların Allah yolundaki
fedâkarlıkları ve netîcede muvaffak oldukları gözler önüne konulmakta,
Kur'ân-ı kerîmin büyük bir mûcize olduğu ve insanlık için fazîlet
vesîlesi olduğu beyân edilmekte, İslâmiyet'e cephe alanların acı sonları
bildirilmekte, müslümanların, âhirette ebedî nîmetlere kavuşacakları
müjdelenmekte, Allah yolunda çalışanların emeklerinin boşa gitmeyeceği,
büyük mükâfatlara nâil olacakları ve daha başka hususlar
bildirilmektedir.
Ankebût sûresindeki bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) Namazı vaktinde şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü namaz
insanı, aklın ve dînin beğenmediği ve yasaklanan her şeyden men eder,
alıkor. (Âyet-45)
Müşrikler, ne olur rabbinden (Muhammed'e (aleyhisselâm) nübüvvetine
delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi)
mu'cizeler indirilmiş olsaydı dediler. (Ey Habîbim!) Sen onlara de ki,
mu'cizeler, Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. (Ne zaman ve
nasıl isterse öyle yaratır.Bunları yapmak benim elimde değildir.)
Doğrusu ben ancak O'nun azâbını size tebliğ edici, haber vericiyim.
Kur'ân gibi bir kitâbı sana indirmiş olmamız, onlara (mu'cize olarak)
yetmez mi?Bunda, inanan kavm için, rahmet ve nasîhat vardır. (Âyet:
50-51)
Her canlı, ölümün tadını tadacaktır. (Âyet: 57)
AR:
Utanma. (Bkz. Hayâ)
ARAB:
Güzel. Nûh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlunun soyundan gelenler.
Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arab
olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ (Allahü teâlâdan
korkup haramlardan sakınmak) iledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) sülâlesi beyaz ve çok güzeldi. Resûlullah'ın babası
Abdullah'ın güzelliği Mısır'a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nûrdan
dolayı, iki yüze yakın kız evlenmek için Mekke'ye gelmişti. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
ARABÎ AYLAR:
Hicrî senenin on iki ayı (Bkz. Kamerî Aylar). Hicrî takvimde kullanılan
Arabî ayların adları sırasıyla şunlardır: 1. Muharrem, 2. Safer, 3.
Rebî'ul-evvel, 4. Rebî'ul-âhir, 5. Cemâzil-evvel, 6. Cemâzil-âhir, 7.
Receb, 8. Şa'bân, 9. Ramazan, 10. Şevvâl , 11. Zilka'de, 12. Zilhicce.
ARABÎ SENE:
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medîne'ye hicret
ettiği mîlâdî 622 senesinden başlayan kamerî veya şemsî sene. (Bkz.
Hicrî Kamerî Sene, Hicrî Şemsî Sene)
A'RÂF:
Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine
geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.
A'râf Eshâbı (Ehli):
A'râf denilen yerde bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
A'râf üzerinde bir takım kimseler vardır ki, onlar Cennet ehlini (mü'minleri)
yüzlerinin beyazlığı ile, Cehennem ehlini, yüzlerinin siyahlığı ile
tanırlar. Henüz Cennete girmemişler fakat oraya girmeyi şiddetle arzu
ederler. Cennet ehline selâmün aleyküm diye seslenirler. Gözleri
Cehennemliklere çevrildiği zaman; "Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler (kâfirler)
ile berâber (Cehennem'e) koyma" derler. A'râf eshâbı (ehli) , yüzlerinin
(karalığından) tanıdıkları kâfirlerin ileri gelenlerine; " (Dünyâda iken
malca ve evlatça ve yardımcılar bakımından) çokluğunuz (hak söze yâhut
halka karşı yaptığınız) kibriniz (büyüklenmeniz) size fayda vermedi" (diye)
seslenirler. (A'râf sûresi: 46-48)
A'râf ehlinin kimler olduğu hakkında değişik rivâyetler vardır.
Bunlardan birisi şöyledir: A'râf ehli, sevâbları ile günâhları eşit olup,
iyilikleri Cehennem'e girmelerine mâni olan, fakat Cennet'e girmelerine
de yetmeyen mü'minlerdir. Sonra Allahü t eâlânın ihsânı ile Cennet'e
girerler. Cennet'e en son girecek olanlar bunlardır. (Senâullah Dehlevî)
A'râf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yedinci sûresi.
A'râf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). 206 âyet-i
kerîmedir. 46'dan 50'ye kadar olan âyet-i kerîmelerde A'râf'da
bulunanlardan bahsedildiği için, sûre A'râf adını almıştır. Sûrede,
îtikâda ve diğer dînî hükümlere âit bir çok esas bildir ilmekte, bâzı
peygamberlerin kıssaları, ümmetlerinin halleri geniş olarak
anlatılmaktadır. (Fahreddîn-i Râzî).
A'râf sûresinde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir.
Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su
yağdırırız. O yağmurla yerden meyveler çıkarırız. Ölüleri de
mezârlarından böyle çıkaracağız. Umulur ki, düşünüp ibret alırsınız. (Âyet:
57)
Rabbinizden size indirilen (Kur'ân-ı kerîm) e uyun. O'ndan başkasını (insan
ve cinden sizi doğru yoldan saptıracak kimseleri) dost edinmeyin. (Arâf:
3)
ARAFÂT:
Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda bulunan ve
haccın farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı mübârek yerin adı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh
yoktur. Arafât'tan (döndüğünüzde) Meş'ar-i Haram'ın yanında (tehlîl ve
telbiye ile) Allah'ı zikredin, anın. O, size nasıl hidâyet ettiyse, siz
de O'nu öylece anın... (Bekara sûresi: 198)
Arefe günü Allahü teâlâ Arafât'ta vakfe yapanlardan râzı olur. Sonra
onlarla meleklere karşı iftihâr ederek; "Bunlar ne isterler ki işlerini
bırakıp burada toplandılar" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Haccın farzlarından biri de arefe günü Arafât'ın (Vâdî-yi Ürene) denilen
yerinden başka her hangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra
bir miktar vakfeye durmaktır. Arefe günü veya gecesi Arafât'ta
bulunmayan veya Arafât'tan geçmeyen hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn-Mevkûfât)
Sevgili Peygamberimiz vefâtına yakın meşhur vedâ hutbesini Arafat'ta
okudu. Âdem aleyhisselâm ile Havva vâlidemiz Cennet'ten ayrılıp
yeryüzüne indirilince Arafat'ta buluştular. Bir rivâyete göre buraya bu
yüzden buluşup, tanışmak mânâsına Arafat denm iştir. (Zerkânî) Arafât
dağıdır bizim dağımız, Orada kabûl olur duâlarımız. Medîne'de yatar
Peygamberimiz, Yâ Muhammed cânım arzular seni.
(Yûnus Emre)
ARASÂT MEYDANI:
Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları
meydan. Buraya mevkıf ve mahşer de denir. (Bkz. Mahşer)
Kıyâmet günü eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği
memleketin bütün mü'minlerinin önlerine düşerek ve onları nûr ve ışık
saçarak Arasât meydanına götürür. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kıyâmette herkes Arasât meydanında elli mevkıfte (yerde) durdurulur. Her
mevkıfte bin sene kalırlar. (Kadızâde Ahmed Efendi)
Arasât meydanında meşakkat (zorluk) ve sıkıntıda olanlar, kâfirler ile
fâsıklardır (günahkârlardır). Onların hâlleri çok korkunç olup, güneş
başlarına bir mil kadar yakın gelir. Herkes günâhı kadar terler. Kimi
dizine, kimi boğazına, kimi tepesine ka dar ter içine gömülürler. (İmâm-ı
Birgivî) Üzüntü ve pişmânlık ve kendine yanmaktan, Bir hasrettir
yükselir, Arasât meydanından, Anne, gözünün nûru evlâdını tanımaz,
Kardeş, ciğer pâresi kardeşini aramaz.
(Mevlânâ Muhammed Rebhâmî)
A'RÂZ:
Varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtâc olan hâssalar (özellikler),
sıfatlar. Araz'ın çokluk şeklidir.
Her mahlûk (yaratık), ya cevher (varlıkta kalabilmesi için başka bir
şeye muhtâc olmayan) dir, yâhut a'râzdır. Madde, cisim, meselâ elma,
altın birer cevherdir. Bunların rengi, kokusu, şekli ise a'râzdır. Renk
cisim ile vardır, onun üzerinde görünür, cisim olmazsa, renk olmaz. (Seyyid
Şerîf Cürcânî)
ARÂZİ-İ HARÂCİYYE:
Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile
alınıp harac vergisi karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan
veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan sâhiplerinin elinde bırakılan,
yâhut zımmînin (müslüman olmayan vata ndaşın) müslüman hükümdârın izni
ile işlediği ölü topraklar.
Arâzi-i harâciyyenin sâhibi müslümana dahî vakf etse ve satsa böyle
toprakların mahsûlünden (ürününden) yine harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
ARÂZİ-İ MÎRİYYE:
Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında
taksim edilmeyip, beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr
yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç mîrasçısı bulunmayan topraklar.
Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de d enir.
Memleketimizde arâzi-i mirîyyenin çoğu devlet tarafından vakıf
edildiğinden veyâ millete satıldığından, her iki şekilde de, Anadolu ve
Trakya'daki toprakların hemen hepsi milletin mülkü olup, uşurlu olmuştur.
Herkesin tarlası, bahçesi, kendi mülküdür . Bu sebeble mahsûlün uşrunu
vermeleri farzdır. (Seâdet-i Ebediyye)
Arâzi-i mîriyye sultânın tesbit edeceği bedel ile satılır veya kirâya
verilir. Bedel ve ücret, harac vergisi sayılır. Yâhud her sene mahsûlün
yüzdesi alınmak üzere tapu ile müslüman ve müslüman olmayan vatandaşlara
kirâya verilir. Osmanlılar zamânınd a kirâlar, hizmetlerine karşılık
askere ve subaylara verilirdi. (Ebüssüûd Efendi)
ARÂZİ-İ UŞRİYYE:
Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar.
Müslüman devletlerde harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen
veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin ellerinde bırakılan yâhut devlet
reisinin (başkanının) izni ile müslümanla r tarafından işlenip
faydalanılır hâle getirilen mevât (ölü, faydalanılmayan) topraklar.
Arâzi-i uşriyyeden elde edilen mahsûlün (ürünün) uşrunu yâni onda birini
vermek farzdır. Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki
mahsûl elde edilince yirmide bir verilir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse arâzi-i uşriyyesini kirâya verirse, mahsûlün uşrunu İmâm-ı
a'zam'a göre mal sâhibi verir. Kirâ ücreti yüksek olan yerlerde, böyle
fetvâ(hüküm) verilir. İmâmeyne (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e)
göre, kirâcı verir. Kirâ az olan yerler de ise, böyle fetvâ verilir. (İbn-i
Âbidîn)
AREFE GÜNÜ:
Zilhicce ayının dokuzuncu günü, kurban bayramından bir önceki gün.
Arefe gününe hürmet ediniz!Çünkü Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği
bir gündür. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günâhları affolur. Biri geçmiş
senenin, diğeri gelecek senenin günâhıdır. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Arefe günü bin İhlâs okuyanın her duâsı kabûl ve bütün günâhları affolur.
Hepsini besmele ile okumalıdır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Kurban bayramının birinci günü ve arefe günü, hesapla, takvimle
anlaşılan gün veya bundan bir gün sonra olur. Bundan bir gün önce olmaz.
(İbn-i Âbidîn)
ÂRİF:
Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
1. Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini
kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i
billah da denir.
Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan,
günâhlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalbleridir. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Ârif olan kimsenin alâmeti; susması, tefekkürü (Allahü teâlânın
büyüklüğünü düşünmesi), gördüklerinden ibret (ders) alması ve Allahü
teâlânın râzı olduğu (beğendiği) şeyleri istemesidir. (S üleymân bin
Cezâ))
Resûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri
gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Ârif boş yere konuşmaz. Devamlı Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı
düşünür. (Bâyezîd-i Bistâmî)
Âriflerin kalbleri Hak teâlânın azâmet ve kibriyâsına (büyüklük ve
ululuğuna) hayrandır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ârif kendini herkesten aşağı bilir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.
Âlim ile ârif arasında fark vardır. Meselâ Arabî nahv ilminin, dil
bilgisinin küllî kâidelerini bilen, bu ilmin âlimidir. Fakat bu bilgiyi
yerinde zorlanmadan kullanabilen ise âriftir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ÂRİYET:
Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.
Belli bir yerde ve zamanda, istifâde etme şekli sınırlı olarak âriyet
vermek câizdir. (İbrâhim Halebî)
Âriyet olarak alınan hayvanın yiyeceği kullanana (âriyet alana) âittir.
(Ali HaydarEfendi)
Şartsız olarak âriyet verilen eve, dükkâna, tarlaya; alan (kimse)
dilediğini koyabilir. Âriyet alan, bunu vedîa olarak yâni güvenilen
kimseye saklaması için verebilir. Âriyeti alan kirâya ve rehine veremez.
Sâhibi isteyince ve sözleşmedeki müddeti bi tince, âriyet alınan şeyin
geri verilmesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
ARŞ:
Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin
üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin
başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise)
Arş'ı su üzerinde idi. ( Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını
gösteriyor. Demek ki, Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin
yapısına da benzemez. Yere ve göke benzer tarafı yoktur. Ancak Arş,
yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır. (Ahmed
Fârûkî)
Yedi sınıf kimseyi Allahü teâlâ hiç bir gölge bulunmayan günde, Arş'ın
gölgesinde gölgelendirir: (Bu kimseler) Adâletli devlet başkanı,
gençliğini ibâdetle geçiren, kalbi mescidlere bağlı olan, Allah rızâsı
için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile ayrılan, güzel bir
kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyen, sağ
elinin verdiği sadakayı, sol eli bilmeyecek şekilde gizli veren ve
yalnız iken Allahü teâlâyı zikredince (anınca), Allah korkusundan
ağlayan. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arş-ı a'lâ, Allahü teâlânın şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından)
biridir ve mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha sâf ve nûrludur.
(İmâm-ı Rabbânî)
Namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için
duâda eller kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır. (İmâm-ı Gazâlî)
ARTIK:
Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir
canlı yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.
Mü'minin artığı şifâdır. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Domuzun, köpeğin ve yırtıcı hayvanların ve henüz fâre yiyen kedinin
artıkları, etleri ve sütleri kaba necâsettir. Bunları yemek içmek
haramdır. İlâç olarak da kullanılmaz. Henüz şarap ve alkollü içki içmiş
insanın da artığı böyledir. Eşek ve katır ar tığı temizdir. Fakat
temizleyici olup olmadığı yâni bu artık su ile gusül ve namaz abdesti
alınıp alınmıyacağı, necâseti (pisliği) temizleyip temizlemiyeceği
şüphelidir. Yaban eşeğini yemek câizdir ve artığı temizdir. (İbn-i
Âbidîn)
Eti yenen hayvanların ağzına necs (pislik) sürülmedikçe artıkları
temizdir. Denizde ve karada yaşayan, akıcı kanı olmayan hayvanlar da
böyledir, artıkları temizdir. (Abdullah Mûsulî)
ARZ-TALEB:
Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de
piyasadan mal çekmesi hâdisesi.
İslâmiyet'te bey' ve şirâ (satış ve alış), arz ve taleb esâsına göre
yürür. (M.Sıddık bin Saîd)
Bir malın arz ve talebi, belli bir piyasa fiyâtında dengeye gelir. Bu
fiyatın altındaki fiyatlarda talep fazlası, üstündeki fiyatlarda arz
fazlası meydana gelir. Talep fazlası durumunda arz yeterli olmayacak,
tükeciler istediği malı temin etmek için daha yüksek fiyatlarla aynı
miktârda malı satın almaya hazır olacaklardır. Arz fazlası olunca bu
durumda üreticiler ellerindeki stokları önlemek için daha düşük
fiyatlarda aynı miktar malı satmayı kabul edecekler, böylece fiyatlar
düşecektir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Bir ekonomide tek bir malın arz ve talebinin yanısıra, toplam arz ve
talepten de söz edilebilir. Toplam arz ve talep dengesi, belirli bir
fiyatlar genel seviyesinde sağlanır. Toplam arz fazlası işsizliğe,
toplam talep fazlası ise enflasyona yol açar. Toplam arz talep dengesine,
iktisâdî istikrâr adı verilir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ASÂ:
Baston.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz Mûsâ'ya dedik ki: Korkma! Sen onlara elbette gâlip geleceksin.
Elindeki asânı yere bırakıver. (Onların asâlarının iplerinin çokluğuna,
bunların yılan şeklinde görünmelerine aldırma ki) senin asân, onların
yaptıklarının hepsini yutar. Zîrâ onların yaptıkları şeyler (ip ve
asâların yılan şeklinde görünmesi) , sihirbazlık hîlesidir. Sâhir (sihir,
büyü yapan) nerede olsa felâh bulamaz. (Tâhâ sûresi: 68, 69) Gök yüzünde
Îsâ ile, Tûr Dağı'nda Mûsâ ile, Elindeki asâ ile, Çağırayım Mevlâm seni.
(Yûnus Emre)
ASABE:
Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay)
takdîr edip bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve
belli bir payı olmayıp artan malı almaya hak kazanan, ölene erkek
vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda bunlar gibi vâris
olan kadınlar.
Hak sâhiplerine paylarını veriniz. Arta kalan asabeye âittir. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Kendileri Eshâb-ı ferâizden iken erkek kardeşleri ile berâber
bulunduklarında asabe olan kadınlar şunlardır: Kızlar, oğlun kızları,
anababa bir kız kardeşler ve baba bir kız kardeşler. Oğul en kuvvetli
asabe olup, oğul bulunduğu zaman, diğer asabeler in hiç biri asabe olmaz.
(Mevkûfât)
ASÂLET:
1. Soy temizliği, köklülük.
Kibrin, yâni kendini büyük, üstün görmenin bir alâmeti de asâletle
övünmektir. Babaları, dedeleri ile övünmek, câhilliktir. (MuhammedHâdimî)
2. Güzel huy.
Mü'minin kerem ve iyiliği, dîni; şeref ve asâleti, güzel huyu; mürüvvet
ve insanlığı ise aklıdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i
Mâce)
ÂSÂR:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden veya O'nun huzûrunda
bulunmakla şereflenen arkadaşlarından (Sahâbe) ve onları görmekle
şereflenen müslümanlardan (Tâbiînden) bildirilen haberler. (Bkz. Eser)
Âsâr-ı Şerîfe:
Peygamber efendimiz ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ
ve hâtıralar. (Bkz. Emânât-ı Mukaddese)
ASFİYÂ:
Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.
ASHÂB:
Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ
ise (gözleri görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar.
Tekili sâhib'dir. (Bkz. Eshâb, Sahâbe)
ÂSÎ:
İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
1- Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ve Resûlünün (Muhammed aleyhisselâmın) emirlerine âsî
olanlar, beğenmeyenler, (asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara
kâfi değildir diyenler) kıyâmette Cehennem ateşinden
kurtulamayacaklardır. Bunlara Cehennem'de, çok acı azâb vardır. (Nisâ
sûresi: 14)
Melekler emrolundukları şeyde Allahü teâlâya âsî olmazlar ve emr
olundukları şeyi yaparlar. (Tahrîm sûresi: 6)
Ana-babaya iyilik etmek; nâfile namaz, oruç ve hac ibâdetlerinden daha
üstündür. Ana-babasına hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur.
Ana-babasına karşı gelip, onlara âsî olanların ömürleri bereketsiz ve
kısa olur. Ana-babasına âsî olan mel'ûndur. (Hadîs-i
şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Îmânsız gitmenin sebepleri kırk kadar olup, bunlardan birisi de anaya
babaya âsî olmak, yâni İslâmiyet'e uygun olan emirlerini dinlememektir.
(Kutbuddîn İznikî)
Âsî mü'min tövbe etmezse veya şefâate kavuşmazsa yâhut Allahü teâlâ
affetmezse, Cehennem'e girip yanar ise de îmânı olduğu için Cehennem'de
sonsuz kalmaz. (Reyhâvî)
2. Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.
Müslümanlar devlete âsî olmaz. Fitneye, isyâna karışmaz. Kânunlara karşı
gelmez. (Abdülganî Nablüsî)
ASL:
1. Kök, temel, esas.
Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir. 1) Az yemek,
mideyi fazla doldurmamak, 2)Başa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak,
3) Fitne yerlerinden kaçmak, 4) Devamlı istiğfar ve Resûlullah
efendimize salât ve selâm okumak, 5) Allahü t eâlânın emirlerini yerine
getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak. (Ahmed
Zerrûk)
2-Soy, neseb.
Zevil-erhâm adı verilen vârisler beş sınıf olup, ikinci sınıf meyyitin
aslıdır. Bunlar fâsid cedler (dedeler) ve fâsid ceddeler (büyük anneler)
ve bunların anaları ve babalarıdır. Meyyitin anasının babası ve bunun
babası veya anası fâsid ced ve cedde lerdir. (Muhammed Secâvendî)
ASR (Asır):
1. Zaman, devir, yüz yıllık zaman.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Zamanların en hayırlısı benim asrımdır. Ondan sonra kıymetli olan, benim
asrımdan sonra gelen asırdır. Daha sonra kıymetlisi, onlardan sonra
gelen asrın müslümanlarıdır. Bunlardan sonra, yalancılık yayılır. Şâhid
olmaları istenmediği hâlde, yalancı şâhidlik yapılır. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Benden sonra her asırda bir âlim çıkar, dînimi kuvvetlendirir. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
2. İkindi vakti.
Asr-ı Evvel:
İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin
başlama zamânı.
Asr-ı Sânî:
İmâm-ı a'zam'a göre ikindi namazının başlama zamânı.
İslâm memleketlerinde ikindi ezânları, asr-ı evvele göre okunmaktadır.
İkindi namazı, asr-ı sânîde yâni bu ezândan kışın 36, yazın ise 72
dakîka sonra kılınırsa, İmâm-ı a'zâm'a uyulmuş olur. (İbn-i Nüceym)
Asr-ı Seâdet:
Mutluluk devri. Peygamber efendimizin yaşadığı mübârek, bereketli ve
hayırlı devir. Zamân-ı seâdet ve vakt-i seâdet de denir.
Asr-ı seâdet, zamanların en iyisidir.Sevgili Peygamberimiz; "Asırların
en iyisi benim asrımdır." buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûl-i ekrem efendimizin eshâbı (arkadaşları) buyurdu ki: "Sizin
gözünüzde kıl kadar önem vermediğiniz öyle işleriniz var ki, asr-ı
seâdette biz bunları büyük günâhlardan sayardık." (İmâm-ı Gazâlî)
En mes'ûd en kazançlı kimse, dinsizliğin çoğaldığı zamanda unutulmuş
sünnetlerden birini meydana çıkaran ve yayılmış bid'atleri yok eden
kimsedir. şimdi öyle bir zamandayız ki, insanların en iyisinden yâni
Peygamberimizin asr-ı seâdetinden uzaklaştık ça, sünnetler örtülmekte,
yalanlar çoğaldığı için bid'atler yayılmaktadır. Bir kahraman lâzımdır
ki, sünnete yardım edip, bid'atı durdursun. Bid'atı yaymak, İslâm dînini
yıkmaktır. Bid'at çıkarana ve işleyenlere hürmet etmek, onları büyük
bilmek, İsl âmiyet'in yok olmasına sebep olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Asr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz üçüncü sûresi.
Asr sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Üç âyettir. Sûrede
insanların zararda oldukları, bu kötü durumdan kimlerin kurtulacakları
haber veriliyor. (Taberî, İbn-i Abbâs)
Asr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Asra yemin olsun ki, muhakkak insan (ömrünü yalnız geçici dünyâ
isteklerine kavuşmak için harcadığından) büyük bir (zarar ve) ziyândadır.
Ancak îmân edenlerle, sâlih (iyi işler) amel yapanlar, birbirlerine
hakkı, (inanılması ve yapılması lâzım olan şeyleri ve ibâdetleri yapmak,
günâhlardan sakınmak husûsunda) sabrı tavsiye edenler böyle değil (onlar
zararda ve ziyânda değildirler) . (Âyet: 1-3)
Kim Asr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder. Hakkı ve
sabrı tavsiye edenlerden olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl ve
Esrâr-üt-Te'vîl)
Kur'ân-ı kerîmde başka hiç bir sûre nâzil olmasaydı, inmeseydi şu pek
kısa olan Asr sûresi bile, insanların dünyâ ve âhiret seâdetlerini
te'mine yeterdi. Bu sûre, Kur'ân-ı kerîmin bütün ilimlerini içine alır.
(İmâm-ı Şâfiî)
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE:
Peygamber efendimiz tarafından Cennet'e girecekleri dünyâda iken
müjdelenen on sahâbî.
Ebû Bekr Cennet'tedir. Ömer Cennet'tedir. Osman Cennet'tedir. Ali
Cennet'tedir. Talhâ Cennet'tedir. Zübeyr Cennet'tedir. Abdurrahmân ibni
Avf Cennet'tedir. Sa'd ibni Ebî Vakkâs Cennet'tedir. Saîd ibni Zeyd
Cennet'tedir. Ebû Ubeyde ibni Cerrah Cennet'tedir. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin en üstünleri, O'na îmân ederek,
mübârek yüzünü görmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmdır. Bu Eshâbın da en
üstünü Hudeybiye'de Resûlullah efendimize bî'at edip söz verenlerdir.
Bunların da en üstünü Bedr muhârebesinde bul unanlardır. Bunların da en
üstünü ilk müslüman olan kırk kişidir. Bunların da üstünü Aşere-i
mübeşşeredir. (Teftâzânî)
ÂŞİR:
İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda
yanında bulunan ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise,
gümrük denilen vergiyi toplayan me'mur.
Hükûmetin âşirlerle müslüman tüccardan zekâtları toplaması, onların bu
ibâdeti yerine getirmelerine yardımcı olmak içindir. ( İbn-i Hümâm)
İslâm devletlerinde yaşayan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) ve harbî (İslâm
hükûmetinden izin alarak, müslüman memleketine giden pasaportlu gayr-i
müslim) tüccârın, mal ve can güvenliklerinin korunmasına karşılık her
çeşit ticâret mallarından alınan v ergiler de âşirler tarafından
toplanırdı. (İbn-i Âbidîn)
Amr bin Şuayb şöyle rivâyet etti: Müslüman olmayan Menbic halkı,
hazret-i Ömer'e mektûb yazarak; "Bize memleketine girmemize izin ver,
ticâret yapalım. Biz kazanır size de vergi veririz" dediler. Hazret-i
Ömer, Eshâb-ı kirâmı (Peygamber efendimizin a rkadaşlarını) toplayıp,
mes'eleyi istişâre etti, görüştü. Uygun görülünce, âşirler vâsıtasıyla
uşr (gümrük vergisi) denilen bir vergi almaya karar verdiler.
Harbîlerden ilk gümrük vergisi, hazret-i Ömer zamânında alındı. (İmâm-ı
Ebû Yûsuf)
AŞK:
Şiddetli sevgi. Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini çok sevmek. Buna
hakîkî aşk denir.
Hakîkî aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir; insanın kalbinde
bir ateş olup, Allah sevgisinden başka her şeyi yakar, yok eder. Hak
âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi doğru ve saftır. (İbrâhim Hakkı
Erzurûmî)
Aşk-ı İlâhî:
Allahü teâlâyı çok sevme hâli.
Aşk-ı ilâhînin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerine çok uymaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
AŞR (Aşır):
On. Bir cemâat içerisinde ve daha çok cemâatle kılınan namazlardan sonra
Kur'ân-ı kerîmden sesli olarak okunan on âyet veya bu mikdara yakın bir
bölüm.
ÂŞÛRE GÜNÜ:
Hicrî senenin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günü.
Bir kimse Âşûre günü oruç tutsa, Allahü teâlâ ona bir şehîd sevâbı verir.
Âşûre günü oruçlu olan için, yedi gök ehlinin sevâbını yazar. Âşûre günü,
bir mü'mine iftâr verene, ümmet-i Muhammed'in hepsine iftâr ettirmiş
gibi sevâb yazılır. Âşûre günü bir yetimin başını okşıyana, Allahü teâlâ
o yetimin başındaki kıllar kadar Cennet'te derece verir. (Hadîs-i
şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Muharrem ayı, İslâm dîninde kıymetli olduğu bildirilen dört aydan
biridir. Aşûre gecesi bu ayın en kıymetli gecesidir. Nûh aleyhisselâm
tûfânda gemisinde aşûre tatlısı pişirdiği için müslümanların,
Muharrem'in onuncu günü aşûre pişirmesi ibâdet olmaz . Bugün aşûre
pişirmeyi ibâdet sanmak günâhtır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
ATÂ:
İhsân, lütuf, bağış. Buna atiyye de denir. (Bkz. Atiyye)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz (dünyâyı isteyenlerin de, âhireti isteyenlerin de) her birine,
kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu, Rabbinin atâsındandır. (İsrâ sûresi:
20)
ATEİST:
Dehrî, dinsiz.
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak (ateist olmak) tır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Ateistler, Allahü teâlâya inanmazlar. "Her şey tabîat kânunları ile vâr
oluyor. Bir yaratıcı yoktur. Dehr yâni zaman ilerledikçe, her şey
değişmektedir" derler. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Kitablarında din ile mücâdele eden ve "Dinleri yok etmek, materyalizmin,
marksizmin alfâbesidir" diyen Lenin, iktidârı ele geçirdikten sonra
Rusya'da ateistler birliğini kurmuştur. (Seâdet-i Ebediyye)
Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizler üç
kısımdır: 1) Ateistler. 2) Herşeyi tabîat yapıyor diyen tabî'iyyeciler.
3) Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da
talebesi Aristo'nun yolunda olanlar. (İmâm-ı Gazâlî)
ATEŞPEREST:
Ateşe tapan, mecûsî. Zerdüşt tarafından kurulan bâtıl dîne inanan.
Ateşperestler Cehennem'in Hutame denilen beşinci tabakasında
yanacaklardır. Birini görünce kendi elini veya onun elini öpmek ve eli
göğse koymak ve eğilmek ve yere kapanmak ateşperest âdetidir. (Muhammed
Rebhâmî)
Horoz, tavuk ve vahşî hayvanları, meselâ geyiği kurban etmek haramdır.
Ateşperestlere benzemek olur. (İbn-i Âbidîn)
Nevrûz günü, ateşperestlerin bayramıdır. O gün, onların yaptıklarını
yapan, bayram yapan müslümanın îmânı gider de haberi olmaz. (Kerderî)
ATEŞPERESTLİK:
Mecûsîlik, ateşe tapma.
Ateşperestliğin (mecûsîliğin) kurucusu Zerdüşt, mîlâddan altı yüz sene
önce Hindistan'da doğdu. Brehmen din adamları tarafından kovuldu.
Ateşperestliği Belh şehrinde yaydı. "İyilik tanrısı (Îzed) veya (Ormüzd)
ile kötülük karanlık tanrısı (Ehrimen) o lmak üzere iki tanrı vardır"
dedi. (Zend) adlı kitabı ve (Avesta) denilen şerhi Avrupa'da basılmıştır.
Ateşperestlik İran Şâhı İsfendiyâr tarafından İran'da yayıldı. Hazret-i
Ömer İran'ı fethedince acemler müslüman oldu. Ateşperestlik Hindistan'da
kaldı. (Şemseddîn Sâmî)
ATİYYE:
İhsan, lütuf, muhtaç olanlara yapılan bağış. (Bkz. Atâ)
Kim dilencilik kapısını açarsa, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette ona
fakirlik kapısını açar. Kim Allahü teâlânın rızâsını kasdederek atiyye
kapısını açarsa, Cenâb-ı Hak ona hem dünyâ, hem âhiret seâdeti ihsân
eder. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Peygamberler, ümmetleri için Allahü teâlânın atiyyesidir. Fakat Resûl-i
ekrem efendimiz hediyyedir. Hediyye ile atiyye arasında fark vardır.
Atiyye muhtaçlara, hediyye ise sevilenlere verilir. (Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî)
AVÂM:
Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
1. Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm
âlimi) olmayan, mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp
taklîd eden).
Müctehid olmayan âlime nâkil, yâni haber iletici denir. Müctehid olmayan
müftîler mukalliddir. Avâm, hadîs-i şerîflerden doğru mânâ çıkaramaz.
Bunun için müctehidlerin anladıklarına uymaları, yâni onları taklîd
etmeleri lâzımdır. (Feth-ul-kadîr)
Dînî mes'elelerde, şöyle veya böyle yapılabilir şeklinde ruhsat (izin
vermek) avâmın sözü ile olamaz. Burada ancak müctehidler yetkilidir. (Reddül-Muhtâr)
2. Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
Avâm, fetvâ kitablarını anlıyamaz. Bunların, îmân ve ibâdet bilgilerini
arayıp, sorup, öğrenmeleri farzdır. Müctehid âlimlerin de, sözleri,
vâzları ve yazıları ile önce îmân, sonra dînin temeli olan beş ibâdeti
öğretmeleri farzdır. (Muhammed Es'ad)
Sultanlar, milletin malını, zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi;
havâss yâni müctehid âlimler de, avâmın îtikâdını (inancını)
bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muhtaç. Kulluk zevkini
tatmamış; nefs-i emmâresinin te'sirinden kurtulamamış olan. Tasavvufta;
takvâ, ihlâs derecelerinin en aşağısında bulunan kimseler.
Avâmın orucu, yemek içmek gibi şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
AVL:
İslâm mîrâs hukûkunda belirli hisse (pay) sâhiplerinin (Eshâb-ı ferâizin)
mîrâstan alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla olma hâli.
Avlde, hisse sâhibi mîrâscıların hisseleri orantılı olarak eksilir. (Seyyid
Şerîf Cürcânî)
Zevce, ana, iki kız kardeş ve anadan iki kız kardeş bulunduğu zaman,
mîrâs on ikiye taksim edilip, zevceye 3 hisse, anaya iki hisse, iki kız
kardeşe sekiz hisse (her birine dörder hisse), ana bir iki kız kardeşe
dört hisse (her birine ikişer hisse) v erilir ki, hisseler toplamı on
yedi oluyor. Şu hâlde problemin aslı on yediye (Avl) etti denir ve mîrâs
on yediye taksim edilir. (Mevkûfât)
AVRET:
1. İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan
kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve
başkasının bakması haram (günâh) olan yerleri.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Mü'min erkeklere söyle,
harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar. Îmânı olan
kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram
işlemekten korusunlar. (Nûr sûresi: 30)
Avret yerinizi açmayınız (yâni yalnız iken de açmayınız). Çünkü
yanınızdan hiç ayrılmayan kimseler (melekler) vardır. Onlardan utanınız
ve onlara saygılı olunuz. (Hadîs-i şerîf Eşi'at-ül-Lemeât)
Hanefî mezhebinde erkeklerin avret yeri göbek altından diz altına
kadardır. Diz avrettir. Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka
yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı avrettir. Ancak,
kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu na mazlık veya geniş baş
örtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları daha iyi olur. (İbn-i Âbidîn)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret yerleri yalnız
sev'eteyn'i yâni önü ile arkasıdır. Erkek çocukların on yaşına kadar,
kızların ise gösterişli oluncaya kadar galîz (kaba) avretlerine (göğüs,
koltuk, böğür, uyluk, diz ve sırtlarına), bu ndan sonra bütün
avretlerine bakmak câiz değildir, günâhtır. (İbn-i Hümâm)
Hamamda çok oturma. Hamamda göbeğin ile dizlerinin arasını açma.
Erkeklerin ve kadınların, hamamda da avret yerlerini açmaları haramdır,
günâhtır. Açan da, bakan da mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)
2. Kadın, hanım.
Bir erkek, avretini döğerse, ben onun dâvâcısı olurum. (Hadîs-i
şerîf-Zevâcir)
ÂYÂT-I HIRZ:
Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına)
kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.
Bir köylü, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldi.
Kardeşinin ağır hasta olduğunu söyledi. "Hastalığı nedir?" buyurdukta,
cin çarpması dedi. "Kardeşini buraya getir" buyurdu. Resûl-i ekrem bâzı
âyetleri okuyup, hastaya üfledi. Hemen iyi olup kalktı. Bu âyet-i
kerîmeler şunlardır:Fâtiha, Bekara sûresi başından dört âyet, (Ve
ilâhiküm) 'den başlayarak ( Ya'kılûn 'e) kadar, iki defâ 163 ve 164.
âyetleri, Âyet-el kürsî ( Hâlidûn 'e) kadar, Bekara sûresi sonundaki (Lillahi)
'den başlayan üç âyet, Âl-i İmrân sûresinin (şehidallahü) ile başlayan
on sekizinci âyeti, A'râf sûresinin (İnne Rabbeküm) ile başlayan elli
dördüncü âyeti, Mü'minûn sûresinin (Fe-teâlellahü) ile başlayan yüz on
altıncı âyeti, Cin sûresinin (Ve ennehû teâlâ) ile başlayan üçüncü âyeti,
Sâffât sûresinin başından on âyet, Haşr sûresinin sonunda (Hüvallâhü)
ile başlayan üç âyet, İhlâs ve Mu'avvizeteyn sûreleridir. Abdest alıp,
yedi istigfâr ve on bir salevât okuyup hastanın sıhhatine niyyet
ederek,güneş doğduktan ve ikindi namazından sonra günde iki defâ âyet-i
hırzı okuyup hasta üzerine üflemeli, şifâ buluncaya kadar (kırk gün
kadar) devâm etmelidir. (Abdülazîz Dehlevî)
AYB:
Kusur ve utanılacak şey.
Her kim bir müslüman kardeşinin ayblarını, kusurlarını, kimsenin
görmesini ve işitmesini istemediği şeylerini örterse, Allahü teâlâ da
kıyâmet gününde onun ayblarını örter. Her kim müslüman kardeşinin
meydana çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya çıkarır ve dile verirse,
Allahü teâlâ da onun ayblarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini
meydana çıkarır ve bu sûretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder.
Müslüman kardeşinin ayblarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
İnsanların ayblarını görme. İnsanların ayblarını gören onların hedefi
olur. (Câfer-i Sâdık)
Kendisinde gördüğün bir aybdan dolayı, müslüman kardeşini kötüleme. Olur
ki, aynı hataya sen de düşersin ve ondan da kötü olursun. (Ebû Câfer bin
Sinân)
Bir kimse satın aldığı bir malda ayb bulsa, tam fiyatı ile almakta veya
red etmekte muhayyerdir, serbesttir (alış verişten vaz geçebilir). (İbn-i
Âbidîn)
ÂYET:
Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
1- Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden
her biri. Çoğulu âyâttır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biz sana apaçık âyetler (helâl ile haramı, doğru ile yanlışı açıklayan)
indirdik. Onları fâsıklardan (kâfirlerden) başkası inkâr etmez." (Bekara
sûresi: 99)
Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre, 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının
6236'dan az veya daha çok olduğu bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük
bir âyetin, bir kaç küçük âyet sayılmasından veya bir kaç kısa âyetin
bir büyük âyet yâhut sûrelerin evvelindeki besmelelerin bir veya ayrı
ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. (Ebülleys Semerkandî)
Âyet-i kerîmeler kısa ve tam tercüme edilemez. Müfessirler âyet-i
kerîmeleri tercüme değil, uzun tefsîr ederek açıklamaya çalışmışlardır.
(İbn-i Hacer-i Mekkî)
Âyet-i kerîme yazılı herhangi bir kâğıdın âyet kısmına abdestsiz
dokunmamalı, o kâğıdı belden aşağı koymamalıdır. (Hâdimî)
Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, sübhâne rabbinâ şeklinde
değiştirmeden okumak lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet,
ibret, işâret.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde insanlara yarar şeyleri, denizde akıtıp taşıyan o
gemilerde, Allah'ın semâdan indirdiği suyla ölümünden sonra yeryüzünü
diriltmesinde, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer
arasında (Allahü teâlânın emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve
bulutları evirip çevirmesinde aklı ile düşünen bir kavm (topluluk) için
nice âyetler vardır. (Bekara sûresi: 164)
3. Mûcize.
(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler); "Ne olur,
Allah bizimle (senin hak peygamber olduğuna dâir) konuşsa, yâhut (bu
hususta) bize bir âyet gelse" dediler. Onlardan evvelkiler de, tıpkı
onların söyledikleri gibi söylemiş (ler) di. Kalbleri birbirine ne kadar
da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık
göstermişizdir. (Bekara sûresi: 118)
Âyet-el Kürsî:
Kur'ân-ı kerîmde Bekara sûresinin, fazîletiyle bilinen 255. âyet-i
kerîmesi.
Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerin en üstünü Bekara sûresinde bulunan
Âyet-el-kürsî'dir. Bu âyet, bir evde okunduğu zaman, şeytan muhakkak
oradan uzaklaşır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Farz namazlardan sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında
ölümden başka mâni yoktur. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Evinden çıkarken Âyet-el-kürsî'yi oku. Zîrâ, her işinde muvaffak olur ve
hayırlı işler başarırsın. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve
sellem" buyurdu ki: "Bir kimse, evinden çıkarken Âyet-el-kürsî'yi okursa,
Hak teâlâ, yetmiş meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar, ona duâ
ile istigfâr ederler. (Allahü teâlâdan günâhının bağışlanmasını isterler)
" Evine gelince de okursan iki Âyet-el-kürsî arasındaki işlerin hayırlı
olur ve fakirliğin önlenir. (Süleymân bin Cezâ)
Namazlardan sonra hemen Âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce selâten
tüncinâyı ve başka duâları okumak bid'attır, sapıklıktır. Bunları
Âyet-el-kürsî'den ve tesbihlerden sonra okumalıdır. (Ali Mahfûz)
Fâtiha, Âyet-el-kürsî, Kâfirûn, İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okumak
hastaya şifâ verir. (Muhammed Osman Dehlevî)
Âyet-i Muhkeme:
Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
1. Kur'ân-ı kerîm.
İlim üçtür: Âyet-i Muhkeme, Sünnet-i Kâime (Hadîs-i şerîf) ve Fârîdat-ı
Âdile (Kitaba ve sünnete uygun ilim, yâni icmâ ve kıyas). (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
2. Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad. (Bkz.
Muhkem)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) sana kitâbı indiren O'dur. O'ndan bir kısmı âyât-ı muhkemâttır
ki, bunlar Ümmül-kitâbdır (Kur'ân-ı kerîmin aslıdır, temelidir.
Hükümlerde bunlara dayanılır) . (Âl-i İmrân sûresi: 7)
ÂYİSE:
Âdet yâni hayz görmekten ümidini kesmiş yaşlı kadın.
Kadın elli beş yaşlarında âyise olur. Hâmile (gebe) ve âyise kadınlardan
ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kanlar, hayz (âdet) kanı olmaz.
Hastalık sebebiyle gelen bu kan istihâza yâni özür kanıdır. (İmâm-ı
Birgivî)
AYN:
Birşeyin kendisi.
1. Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey,
madde, cisim.
Dünyâ ayn ve araz (özellikler) dan meydana gelmiştir. Meselâ kalem,
silgi birer ayndır. Bunların rengi, kokusu ise, arazdır. (Seyyid Şerîf
Cürcânî, Teftezânî)
2. Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır
olmayıp da bulunduğu yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
Alış-verişte söz kesilirken, ayn olan malın kendisini vermek lâzımdır.
Benzeri hattâ daha iyisi olması için müşteri (alıcı) zorlanamaz. Fakat
müşteri rızâsı ile alırsa mukâyada satışı, yâni belli bir malı, başka
belli bir mal, ile değiştirmek olur. (İbn-i Âbidîn)
Altın ve gümüşten başka mallar, söz kesilirken tâyin etmekle (belirlemekle)
ayn olurlar. Deyn olan (tâyin edilmeyen) mal altın ve gümüş, sözleşmede
ayrılmadan önce kabz olunmakla (eline almak ve cebine koymakla) ayn
olurlar. (İbn-i Âbidîn)
3. İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan malı.
Ayn olan malın zekâtını ayn olarak vermek lâzımdır. Ayn olan malın
kırkta biri ayrılıp verilir. (İbn-i Âbidîn)
Deyn olan (başkasında bulunan) malın zekâtı, ayn olarak verilir. Yâni,
başkasında bulunan malının zekâtını, hazır olan malından vermek lâzımdır.
Hâzır malı yoksa başkasındaki malından zekât miktârını isteyip, teslim
alıp, sonra bu fakire verilir. (İbn-i Âbidîn)
Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Yâni hâzır
olan malın zekâtı olarak fakirdeki alacağını bu fakire bağışlamak câiz
değildir. (İbn-i Âbidîn)
Ayn Harfi:
Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken,
ayakta okumayı bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi
hep âyet-i kerîmelerin sonunda bulunmaktadır.
Ayn-el-Yakîn:
1. Görerek bilme.
Ekvator gibi sıcak memleketlerde yaşayan kar görmemiş bir kimsenin
kitabdan okuyarak veya birisinden dinleyerek karın ne olduğunu öğrenmesi,
ilm-ül-yakîn, karı görerek tanıması, ayn-el-yakîn, karı eline ve ağzına
alıp tadarak tanıması hakkü'l-yakîn o lur. (Ahmed Mekkî Efendi)
2. Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi
ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda
tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek
vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek m ertebe olmaz sanıyor.
İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrum kalmışlardır. (İmam-ı
Rabbânî)
Ayn-ül-yakîn mertebesi ümmetin seçilmişlerine mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî)
AZÂB:
İşlenen günahlar sebebiyle âhirette çekilecek cezâ.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nîmetlerimin kıymetlerini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları
artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır,
şiddetli azâb ederim. (İbrâhim sûresi: 7)
Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gadab ve azâb
edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl
olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir... (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Yâ Rabbî! Bizi gadabınla öldürme, azâbınla helâk etme ve bundan önce
bize âfiyet ihsân eyle. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyâyı dinden üstün tutmadıkça, Allahü
teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyâya
sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ onlara, yalan
söylüyorsunuz! buyurur. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-i Seâdet)
Nasîhatların başı şudur ki: İslâmiyet'in sâhibi olan Peygamber
efendimize uymak lâzımdır. Resûlullah'a uymayanlar, âhirette azâbdan
kurtulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gazâb ve azab
edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete fâidesi dokunmayan şeylerle meşgul
olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimse, ömründen
bir saati Allahü teâlânın beğenmediği b ir şeyde geçirirse, ne kadar çok
pişman olsa yeridir. (İmâm-ı Gazâlî)
ÂZÂD:
Kurtulmuş, serbest.
İnsanoğlu, gönül verdiği şeyin kulu olur. Ârifler, Allahü teâlâdan
başkasına kalblerini bağlamadıklarından, O'ndan başkasının kulu olmaktan
âzâd olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'a tam anlamıyla kul olan, O'ndan
başkasına kul olmaktan âzâd olur. (İbn-i Arabî)
Âzâd Etmek:
Serbest bırakmak, hürriyetine kavuşturmak, kölelikten kurtarmak.
Kim kölesine bir tokat atsa yâhut onu döğse, onun keffâreti, köleyi âzâd
etmesidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse Ramazân-ı şerîf ayında bir oruçluya iftar verirse günahları
affolur. Hak teâlâ onu Cehennem azâbından âzâd eder. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Sahîh-i Buhârî)
Köle âzâd etmek çok sevâbdır. İslâmiyet, öldürmeğe gelen düşmandan başka
kimseyi köle yapmaz. Bu köleleri âzâd edenleri de çok beğenir. İslâmiyet,
köle yapmak dîni değil, köle âzâd etmek dînidir. (İbn-i Âbidîn)
Âzâd Olmak:
Serbest olma, kurtulma.
Ârefe gecesi ibâdet edenler âzâd olur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb
vet-Terhîb)
Ramazan ayı öyle bir aydır ki ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret
ve sonu Cehennem'den âzâd olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
AZAMET:
1. Büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü.
Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı
Cehennem'e atarım, hiç acımam. (Hadîs-i Kudsî-Ebû Dâvûd)
(Kıyâmet günü) Allahü teâlâ buyurur ki: "İzzetim, kibriyâm, azametim ve
celâlim hakkı için yemin ederim ki ben "Lâ ilâhe illallah" diyenleri (Cehennem'den)
muhakkak çıkaracağım. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allahü teâlânın mahlûkâtı üzerinde ne kadar çok düşünürsen O'nun azamet
ve kudretini o nisbette iyi anlarsın. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Kibirlenmek, insanları küçük görmek.
Yalan söyleyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık
yapan, din kardeşlerine yardım etmeyen, azamet satan, yalnız kendi
çıkarlarını düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin hakîki
müslüman sayılmaz. (Hadimî)
ÂZER:
İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası.
İbrâhim aleyhisselâmın babasının ismi Târûh idi. Târûh mü'min idi. Âzer
putperest idi. Nemrûd taraftarı idi. Târûh ölünce, Âzer, İbrâhim
aleyhisselâmın annesini aldı. Böylece üvey babası oldu. (Senâullah
Dehlevî)
Târûh ile Âzer iki kardeş idi. Arablar amcaya da baba derlerdi. (Abdülhakîm
Arvâsî)
AZÎM (El-Azîm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne,
beşer (insan) aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin
erişemediği, hakîkatini kimsenin bilemediği zât. Allahü teâlânın
büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büy üklük ve küçüklük gibi
değildir. Bu bizim bilgimizin dışındadır. (Bkz. Sübhâne Rabbiyel Azîm)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allah) Aliyy'dir. (Mahlukların, yaratılmışların akıl, ilim ve
anlayışlarının erişemediği yüceliktedir.) Azîm'dir. (Bekara sûresi: 255)
El-Azîm ismi şerîfini söyliyen, elem ve kederden kurtulur. (Yûsuf
Nebhânî)
AZÎMET:
Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden
sakınmakla berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin
verilen kolaylıklardan uzak durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri,
nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yol u.
İslâmiyet'te ibâdetler için iki yol vardır: Biri ruhsat yâni,
İslâmiyet'in ibâdetlerde tanıdığı, izin verdiği kolaylıklar, diğeri
azîmettir. Azîmet ile amel etmek, ruhsat ile amel etmekten daha
kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi nefse en zor
gelenidir" buyrulmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
Âlimler, sâlihler azîmet ve takvâ ile hareket ettiklerinden; bir haram
işlememek için helâlları, mubahları bile terk ederlerdi. Ebû Bekr-i
Sıddîk radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz bir harama düşmek korkusundan,
yetmiş helâli terk ederdik." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Halkın incitmesine sabr etmelidir. Onlara güzel davranmalıdır, bu azîmet
yoludur. Onlardan kesilmek, uzak durmak ise, ruhsat yoludur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kuvvetli, hâli elverişli olanın, azîmet olanı yapması efdaldir, daha
iyidir. Güç olan işi yapmak nefse daha ağır gelir. Nefsi daha çok ezer,
zayıflatır. İbâdetler de nefsi zayıflatmak, kırmak için emrolunmuştur.
Zayıf, hasta, sıkışık hâlde olan kimse nin azîmet olanı yapamadığı için
ibâdetlerini, işlerini terk etmemesi, ruhsat yolu ile yapması lâzımdır.
(Abdülganî Nablüsî)
Azîmeti yapmaktan âciz olan özürlü kimsenin, ruhsat olanı, dinde izin
verileni yapması câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması
azîmetleri yapmış gibi çok sevâb olur. (Abdülvehhâb Şa'rânî)
AZÎZ (El-Azîz):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman
izzet ve şeref sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin
O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bilin ki, Allahü teâlâ Azîz'dir. Hakîm'dir (hikmet sâhibidir) . (Bekara
sûresi: 209)
Bir kimse kırk gün ve her gün de kırk kerre el-Azîz ismi şerîfini
söylerse Allahü teâlâ ona yardım eder ve onu üstün kılar. Mahlûkattan
hiç birine muhtaç olmaz. (Yûsuf Nebhânî)
2- Kıymetli, şerefli, üstün.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
Ey Muhammed! De ki: Ey mülkün sâhibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine
verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz kılar, dilediğini
alçaltırsın. Hayır (iyilik) yalnız senin elindedir. Doğrusu Sen her şeye
kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)
Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ bizi İslâm ile azîz eyledi.
İzzeti, Allahü teâlânın bizi azîz ettiği şeyden (İslâmiyet'ten)
başkasında ararsak, Allahü teâlâ bizi eskisinden zelîl eder (alçaltır).
(Hazret-i Ömer)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirirseniz azîz,
getirmezseniz rezîl olursunuz. Allahü teâlânın azîz ettiği kimseyi kimse
küçültemez. (Ali Rızâ)
Allahü teâlâ bir kimseyi azîz etmek isterse, ona günah işletmez, küçük
günahlarını saymaz, affeder. Onu Cennet'ine kor. Cemâl-i ilâhîsini
görmesini nasib eder. (Abdülhakîm Arvâsî)
Üç şey vardır ki müslümanları çok azîz eder: 1) Kendisine zulüm edeni
affetmek, 2) Kendisine bir şey vermeyene vermek, iyilikte bulunmak, 3)
Kendisini aramayanları arayıp, hallerini sormak. (Ca'fer-i Sâdık)
Dünyâda azîz, âhirette kurtulmak istiyen, diline sâhib olsun. (Ca'fer-i
Sâdık)
AZÎZAN:
Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da
çokluk ifâde eder.
1. "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın
büyüklerinden Ali Râmitenî hazretlerine verilen lakab.
Bir defâsında Ali Râmitenî hazretlerinin evinde iki-üç gün yiyecek bir
şey bulunmadı. Evdekiler ve misâfirler açlık sebebiyle çok üzüldüler. O
sırada Ali Râmitenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç
ikrâm olarak bir şeyler getirdi. Bu nâzik anda gelen yiyeceklerden Ali
Râmitenî hazretleri çok memnun oldu, yiyecekleri ev halkına ve
misâfirlerine ikrâm ettikten sonra o talebesini çağırdı ve; "Getirdiğin
bu yiyecekler sıkıntılı bir ânımızda imdâdımıza yetişti. Sen de bizden
ne murâdın varsa iste. Çünkü hâcet kapısı şu anda açıktır." buyurdu.
Talebe de; "Efendim ilimde ve evliyâlıkta size benzemek istiyorum." dedi.
Ali Râmitenî hazretleri; "Ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü
kaldıramazsın." buyurdu. Genç ise; "Tek murâdım evliyâlıkta aynen size
benzemektir." dedi. Bunun üzerine Ali Râmitenî hazretleri ona teveccüh
etti, kalbini mânevî bakışlariyle temizledi Genç, Allahü teâlânın
izniyle Ali Râmitenî hazretlerinin derecesine kavuştu. Bu hâle kırk gün
dayandı, sonra vefât e tti. Ona bir anda kendi mânevî makamlarını verip
kendisi gibi yaptığı için, iki azîz mânâsında kendisine Azîzân ismi
verildi. (Molla Câmi, Muhammed Hânî)
2. Büyükler, evliyâ. Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa Kalbindeki
dünyâ düşüncesini senden almazsa Onun ile sohbetten etmez isen teberrî (uzak
durma) Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.
AZM ETMEK:
Kalbde devamlı kalan ve yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, kasd,
niyet, karar verme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İşlerinde Eshâbın ile meşveret et. Onlara danış. Bundan sonra bir işe
azmettiğin zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, O'na güven. (Âl-i İmrân
sûresi: 159)
Tövbe; haram işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir
daha yapmamaya azm etmektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsan haram işlemeyi kalbinden geçirir, azm ederse, sonra da Allah'tan
korkarak yapmazsa, günâh yazılmaz. Haram işleyince bir günah yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Tövbenin kabul edilmesi için dört şart lâzımdır: 1) Günahı için
istiğfârda bulunmak, 2) İşlediği günâhı terk etmek ve pişmân olmak, 3)
Bu günâhı tekrar işlememeye azm etmek, 4) Günâh işlemeye sevk eden
şeylerden uzaklaşmak. (Ahmed Nâmık-ı Câmî)
AZRÂİL:
Dört büyük melekten biri. Rûhları almakla vazîfeli melek, melek'ül-mevt,
ölüm meleği de denir.
İbrâhim (aleyhisselâm) Azrâil'e (aleyhisselâm); "Günâhkârların canını
aldığın şekilde seni görmek isterim" deyince, melek; "Dayanamazsın" dedi.
Olsun istiyorum, dedi. Kendini o sûrette gösterdi. Siyah yüzlü, tüyleri
diken diken, siyah elbiseler giymiş, burnundan ve ağzından ateşler
çıkıyordu. İbrâhim (aleyhisselâm) kendinden geçip, düştü. Kendine
gelince meleği kendi şeklinde gördü ve; "Ey can alıcı melek, bir
günahkâr senin bu şeklini gördükten sonra bir şey görmese ona yeter"
dedi. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet)
İyi amel işleyen, Allahü teâlâya itâat eden kullar Azrâil aleyhisselâmı
en güzel bir şekilde görürler. Onun güzel yüzüne bakmaktan başka
râhatlık bilmezler. (İmâm-ı Gazâlî).
Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları
iyi eden yalnız Allahü teâlâdır. Azrâil aleyhisselâm ölüm husûsunda bir
sebebdir, vâsıtadır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Azrâil aleyhisselâmın gelip, canını zorla alacağı, ecel arslanının
pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytanın
îmânını çalmaya çalışacağı, dostlarının "vah vah öldü, sizler sağ olun",
diye evlâdına ta'ziye edecekleri vakti düşün! (Muhammed Rebhâmî) Azrâil
başına geldiği zaman Kırılır ayakla kol, yavaş yavaş Mevlâm nasîb etsin
din ile îmân Akar gözlerimden yaş, yavaş yavaş. Bir gün terâzî kurulur,
dünyâ işleri sorulur Helal lokma yimeyipte, cevap vermek ne müşkildir
Hasta olup yıkılınca, gözler göke dikilince Azrâil aleyhisselâm gelince
necât (kurtuluş) bulmak nemümkündür?
(M. Sıddîk bin Saîd)
AZZE VECELLE:
Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve
Celîldir (yücedir)" mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.
Allahü teâlânın ism-i şerîfini söyleyince, işitince, yazınca (Sübhânellah),
(Tebârekallah), (Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Celle-kudretuh) veya (teâlâ)
gibi ta'zîm (hürmet ve saygı) ifâdelerinden birini söylemek, yazmak;
birincisinde vâcib, lâzım, t ekrârında ise müstehabdır, iyidir. (Allah
buyurdu ki...) veya (Allah teâlâ buyurdu ki...) dememeli, (Allahü teâlâ
buyurdu ki...) demelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur'ân) dememeli, dâimâ (Kur'ân-ı
kerîm) demelidir. (Kerderî, Birgivî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
|