ABDULLAH b. ZÜBEYR
Ne
Güzel insan, Ne Yüce Şehid
Daha doğmadan, daha annesinin karnındayken mübarek bir çocuktu. Annesi
büyük hicrette Mekkeden ayrılıp, karnı burnunda bir hamile olarak,
kızgın çölleri aşmış ve Medineye varmıştı.
İşte Allah Teâlâ daha dünyaya gelmeden
Abdullaha hicreti nasip etmişti. Annesi Esmâ, Medineye oldukça yakın
mesafedeki Kubâ mevkiine ulaşmıştı ki, doğum sancıları başladı.
Resûlullahın hicret eden ashabı Medineye varırken, bu muhacir çocuk da
anne karnından yeryüzüne iniyordu.
Hicretin bu ilk çocuğunu hemen
Medineye götürüp Resûlullahın mübarek kucağına verdiler. Rahmet
Peygamberi onu öptü ve bir hurmayı güzelce çiğneyip, onunla çocuğun
ağzını tatlandırdı. İşte Abdullahın vücuduna giren ilk dünya nimeti
Resûlullahın bu mübarek tükrüğü olmuştu. Medine halkı İbn Zübeyrin
doğumu münasebetiyle bir meydanda toplandılar.
Onu beşiğine koyup, sonra da Medine
sokaklarında dolaşmaya ve tezahürat yapmaya başladılar. Tekbirlerle,
tahlillerle yeri göğü inlettiler. Zira, Abdullahın doğumu onları
sevince boğmuştu. Çünkü bu olay, yahudilerin heveslerini kursaklarında
bırakmıştı. Nitekim Resûlullah ve muhacirler Medineye yerleşince
yahudiler kinleri alevlenmiş, müslüman-lara karşı soğuk savaş
başlatmışlardı.
Bunun için kamuoyuna şu yalanı yaymaya
çalışıyorlardı: Güya yahudi kâhinleri müslümanlara büyü yapmışlar,
onları kısırlaştırmışlardı. Artık Medine şehri hiçbir müslüman çocuğu
görmeyecekti. İşte Abdullahın gayb âleminden dünyaya gelişi,
yahudilerin yalan ve iftirasını boşa çıkarıyor, hilelerini iptal
ediyordu. Hiç şüphesiz Abdullah, Resûlullah hayattayken, henüz olgunluk
yaşına ulaşmış değildi.
Fakat o, hem devrin atmosferinden, hem
de bizzat Resûlullahın kendisinden, kişiliğinin hammaddesini ve
hayatına yön verecek temel prensiplerini elde etmişti. Büyüdü ve
olgunlaştı. Fevkalade canlı, dinamik ve müthiş güçlü oldu. Gençliğini
tertemiz yaşadı. Her anını iffetle, ibadetle ve kahramanlıkla geçirdi.
Günler geçiyor, her şey değişiyordu. Ama onun ne ahlâkı, ne de ideali
hiç değişmiyordu. Yolunu ve gayesini çok iyi bilen, sağlam imanlı, kesin
kararlı bir şahsiyetti
Rotasında sapma yoktu
Henüz yirmi yedi yaşını doldurmadığı
hâlde Afrikanın, Endülüsün fethine ve İstanbul seferine katılmış,
oralarda kahramanlık destanları yazmıştı. Mesela, Kuzey Afrikanın
fethinde, yirmi bin müslüman askeri, tam yüz yirmi bin askerden oluşan
düşman ordusuyla karşı karşıyaydı.. Kıran kırana bir savaş bütün
şiddetiyle devam ediyordu... Müslümanlar vahim bir tehlike
çemberindeydiler.
Vaziyet bu hâldeyken Abdullah b. Zübeyr, düşman kuvvetlerini dikkatlice
şöyle bir taradı. Ve onların üstünlüklerinin gerçek kaynağını keşfetti.
Bu güç kaynağı, orduyu sevk ve idare eden Berberî Sultanından başkası
değildi.. Bağıran, çağıran, sağa sola komutlar veren ve şaşırtıcı bir
üslupla askerlerini savaşa, ölüme teşvik eden komutan... Abdullah durumu
anladı ve kendi kendine bu kanlı savaşı ancak tek bir şey durdurabilir,
o da bu azgın kumandanı öldürmek diye söylendi.
Fakat bu iş o kadar kolay değildi. Zira
önünde, dalgalanan, köpüren ve kasırga gibi savaşan bir deniz vardı. İbn
Zübeyrin cesaret ve atılganlığı şu anda imkansız gibi görünen bir işin
muhasebesini yapacak durumda değildir.
Derhal harekete geçer. Yakınında
bulunan birkaç arkadaşına seslenir: Beni koruyun ve peşimden hemen
saldırın.! Göğüs göğüse vuruşarak, kıran kırana savaşarak, geçit vermez
safları bir ok gibi yararak düşman kumandanına ulaşır. Rüzgar gibi
atılır üzerine. Oracıkta işini bitirir. Sonra yardımına gelen
arkadaşlarıyla beraber Sultanın muhafızlarına yönelirler ve onların da
hakkından gelirler. Bu arada gür sesleri yeri göğü inletmektedir:
Allahu Ekber..! Allahu Ekber..! Mücahidler bakarlar ki, kendi
sancakları orada, düşman kumandanının karargahında dalgalanıyor.
Evet, bu bir zafer, onların zaferi...
Moralleri düzeliyor, azimleri bileniyor. Sırt sırta veriyorlar, omuz
omuza oluyorlar. Dişlerini tırnaklarına takıyorlar ve zafer meşalesini
İslâm için yakıyorlar... Savaş müslümanların, zaferiyle sona erdikten
sonra İslâm ordusunun kumandanı Abdullah b. Ebû Serh, İbn Zübeyrin
savaşta yaptığı büyük kahramanlığı öğreniyor ve onu zafer müjdecisi
olarak Medineye Halife Hz. Osmana gönderiyor. Böylece onu
mükâfatlandırmış oluyor...
Evet, İbn Zübeyr savaş meydanlarında
işte böyleydi. Fakat savaştaki bu üstün ve eşsiz kahramanlığı,
ibadetteki kahramanlığı yanında yine de cılız ve sönük kalıyordu. Bu
kadar güçlü, bu kadar yetenekli bir insanın büyüklenmesi, gurura
kapılması anormal bir durum olmazdı aslında.
Ya da bütün ilgi ve dikkatimiz onun bu
meziyetlerine yönelebilir, böylece onun dindarlığı, ibadete düşkünlüğü
gözümüzden kaçabilir, gölgede kalabilirdi... Hayır, hayır
Onun ne şanı,
ne şöhreti, ne gençliği, ne kuvveti, ne malı, ne de makamı
hiçbir şey
ama hiçbir şey Allah ile arasına girememiştir. Hiçbirşey orucuna, hiçbir
şey namazına, hiçbir şey zikrine mani olamamıştır.
Hiçbir şey..! Bir gün Ömer b. Abdülaziz,
Ebû Müleykenin oğlundan rica eder: Bana biraz İbn Zübeyri anlatsana
O da anlatır: Yemin ederim ki, ben böyle fevkalade bir insan daha
görmedim. Namaza başladığında sanki maddî ve dünyevî her şey ondan
ayrılırdı. Rükû ederken, secde ederken, sırtına, omuzlarına serçeler
konardı da duymazdı bile. Rükû ederken, secde ederken onu cansız bir
duvar sanırdın ya da bir kenara atılmış bir elbise. Bu esnada öylesine
ilgisiz, öylesine duyarsızdı dış dünyaya...
Bir keresinde namaz kılarken bir
mancınık kurşunu tam çenesinin dibinden geçmişti de kılı bile
kıpırdamamıştı. Ne kıraatını kesmiş, ne de hızlandırmıştı. Duymamıştı
sanki... Onu anlatan gerçek rivayetler, haberler, kıssalar âdeta birer
efsane gibidir.
Namazında da, orucunda da, haccında da,
himmetinin yüceliğinde de biricikti o, eşsizdi... Büyük bir mücahiddi,
müthiş bir kahramandı. Hem nefsine, hem düşmanlarına karşı... Güçlü,
kesin ve mükemmel bir imanı vardı. Zerre zerre bütün benliğini Allah
korkusu sarmıştı... Emsalsizdi, bir taneydi.
İbn Abbasa: İbn Zübeyri nasıl
bilirsin? dediler. Aralarındaki anlaşmazlığa rağmen şöyle cevap verdi:
Allahın kitabını çokça okuyan, Resûlullahın sünnetine tastamam bağlı
kalan, ibadet yoluna canını koyan, yaz kış, soğuk sıcak demeden oruçlu
olan bir kimse idi. Resûlullahın en yakın dostlarından birinin oğlu idi.
Annesi Esmâ, es-Sıddîkın kızı idi. Halası Aişe, Resûlullahın zevcesi,
müminlerin annesi idi. Onun faziletini onun hakkını ancak Allahın kör
ettiği gözler inkar edebilir!..
Onun kuvvetli ahlâkı, sağlam karakteri,
ulu dağları gölgede bırakırdı. Açıktı, içtendi, şerefliydi, güçlüydü,
fevkalade yetenekliydi. Ömrünü doğruluk, dürüstlük ve gerçeklik uğruna
adamıştı. Eğrilik büğrülük bilmezdi. Hep dobra dobraydı... Emevîlerle
olan anlaşmazlığı ve mücadeleleri sırasında İbn Zübeyrin başını çektiği
ayaklanmayı bastırmak üzere Emevî halifesi Yezidin Mekkeye sevk ettiği
kuvvetlerin komutanı Husayn b. Nemîr onun ziyaretine gelmişti.
Bu ziyaret, Yezidin ölüm haberinin
Mekkeye ulaştığı bir zamana tesadüf etmişti. Husayn ona kendisiyle
Şama gelmesini ve İbn Zübeyr adına biat almasını teklif etti. Bu konuda
sahip olduğu büyük ve etkili nüfûzunu da onun hizmetine sunacağına dair
söz verdi. Fakat Abdullah bir daha ele geçmeyecek fırsatı elinin
tersiyle geri çevirdi.
Zira o, kesin olarak şu kanaate
varmıştı: Emevî hanedanının habis arzularına hizmet için Resûlullahın
mübarek şehrine savaş açıp, zalimce ve çirkince cinayetler işleyen Şam
ordusundan yaptıklarının hesabı sorulmalı, cezaları verilmeliydi.
Onun bu katı tutumunu yadırgayabilir,
hatta eleştirebiliriz. Keşke barışı ve hoşgörüyü benimseseydi de bu
nadir fırsatı değerlendirseydi diyebiliriz. Ama yine de bir insanın
kesin inandığı bir davadan hiç taviz vermemesi, yalancılık ve aldatmaya
karşı bu denli amansız olması, saygı ve hayranlığa değer... Zalim Haccac,
ordusuyla Mekkeyi kuşatmış ve İbn Zübeyr taraftarlarına karşı hücum
emri vermişti. Çetin ve acımasız bir kuşatma aldındaydılar. İbn
Zübeyrin ordusunda keskin nişancı ve yetenekli savaşçılardan oluşan
Habeşli bir tabur vardı. Bir ara Abdullah, onların Hz. Osman hakkında
atıp tuttuklarını, ileri geri laf ettiklerini işitti.
Derhal müdahale etti: Allaha yemin
ederim ki, Osmana kin besleyen birinin, düşmanıma karşı bana yardım
etmesini kesinlikle istemem!... Sonra onlardan yüz çevirerek
kendilerini gönderdi. O sıkıntılı, o meşakkatli anlarda... Yardıma bu
denli muhtaçken
Evet, kendisiyle tutarlı, inanç ve prensiplerine
sımsıkı bağlı bir insan için, dininden ve kişiliğinden emin olmadığı iki
yüz keskin nişancıyı kaybetmenin hiç önemi yoktu.
İsterse bu, savaşın tam ortasında, son
derece kritik bir anda olsun. Oysa ki böyle durumlarda çoğunlukla insan
güçlü ve yetenekli savaşçıların hiç olmazsa bir süre kendi safında
kalmasını ister, bunun için de birçok şeye göz yumar. Ama Abdullahın
seçkin kişiliği bu iki yüzlülüğü kaldıramazdı.
Muaviye ve oğlu Yezid karşısında
sergilediği cesaret ve metaneti de gerçekten olağanüstü bir
kahramanlıktı. Ona göre; Yezid, müslümanlara halife olabilecek belki de
en son kişiydi. Tabi ona da layıksa... Abdullah haklıydı. Çünkü Yezidin
tutulacak bir tarafı yoktu. Hiçbir fazileti yoktu ki, bu
faziletleri suçlarını ve günahlarını örtsün. Tarih buna şahittir.
İbn Zübeyr, ona nasıl biat etsin..?
Muaviye hayattayken, ona itirazı nasıl sert ve acımasız olduysa, oğlu
Yezide karşı da aynı tavrı, aynı üslupla tekrarladı. Nitekim Yezid
halife olunca, İbn Zübeyre temsilcisini göndermiş, tehditler savurarak
ondan kendisine biat almak istemişti.
İbn Zübeyirin bu temsilciye cevabı
şöyle oldu: Şunu iyice kafana yerleştir ki, ben bir alkoliğe asla biat
etmem!... Sora şu beyti okudu:
Hayatım boyunca peşinden koştuğum hakikatten Başka hiçbirşey karşısında
yumuşak olamam Her şeyi çiğneyip ezen azı dişine karşı Taş parçasının
yumuşak olmadığı gibi
İbn Zübeyr, Müminlerin emiri olmuş ve
Mekke-i Mükerremeyi başkent edinmişti. Hicaz, Yemen, Basra, Kûfe,
Horasan ve Dımaşk hariç Suriyenin tamamı biat ederek onun hakimiyetine
girmişti. Fakat Emevîler onun emirliğini tanımadılar. Onları hiç rahat
bırakmadılar. Onlara karşı sayısız savaş açtılar. Ama bunların
çoğunluğunda hezimete ve yenilgiye uğradılar.
Sonunda Abdulmelik b. Mervan, Emevî
halifesi oldu. Ve insanoğlunun en sapık, en azgın ve en acımasızını
Abdullahın üzerine gönderdi. Bu Şahıs Haccac es-Sakafîden başkası
değildi. Onun için Adil İmam Ömer b. Abdülaziz şu nitemeyi yapar:
Ümmetin günahını terazinin bir kefesine, Haccacın günahını da diğer
kefesine koysalar, muhakkak Haccacın tarafı daha ağır basar.!
Zalim Haccac, ordusunun ve paralı
askerlerinin başında Mekkeye, İbn Zübeyrin başkentine gitti. Amacı
burasını almak ve halkına zorla boyun eğdirmekti. Mekkeyi kuşattı ve
yaklaşık altı ay kuşatma altında tuttu. Şehre giriş ve çıkışları kontrol
etti. Halkın ihtiyacı olup, su ve erzak girişine engel oluyordu. Maksadı
açıktı: Halkı zorda bırakacak, onlar da çaresiz kalıp Abdullahı tek
başına, ordusuz ve yardımcısız bırakacaktı. Nitekim istediği gibi de
oldu.
Açlık ve susuzluğun öldürücü baskısı,
çoğu kimselere havlu attırmıştı. Hemen hemen hepsi teslim olmuş,
Abdullahı yalnız bırakmışlardı. Aslında canını kurtarmak için hâlâ
fırsatı vardı. Ama o, yüklendiği sorumluluğu sonuna kadar götürmeye
kararlıydı. Olağanüstü bir cesaretle tek başına savaşmaya başladı.
Halbuki o sırada yetmiş yaşını aşkındı..! Onun bu acıklı hâlini,
yalnızlığını ve çaresizliğini, o kritik anlarda annesiyle aralarındada
geçen şu konuşma çok güzel anlatmaktadır: Çevresindekiler kendisini terk
edince annesine gitti... Şerefli, iffetli, temiz annesine...
Ebû Bekirin kızı Esmâya... Durumunu
arz etti. Bütün nezaketi ve vehametiyle... Tabii ki, kendisini bekleyen
kaçınılmaz sonu da söyledi... Esmâ ona şunu söyledi: Ey oğlum! Kendini
en iyi sen tanırsın. Gerçekten hak üzere olduğuna ve hakka çağırdığına
inanıyorsan, hak uğrunda ölünceye kadar sebat et. Hatta Ümeyye
oğullarının çömezlerinin buyruğuna girmektense, ölümü tercih et, daha
iyi... Ama eğer maksadın dünyalık ise, vay hâline! Bu durumda ne kötü,
ne aşağılık birisi olduğunu sen takdir et.
Zira hem kendini, hem de kendi safında
çarpışanları mahvediyorsun demektir! Abdullah annesine şöyle karşılık
verdi: Canım anneciğim! Şundan kesinlikle emin olabilirsin ki, ben bu
dava için meydana çıkarken hiçbir zaman dünyalık düşünmedim, en küçük
bir menfaat düşlemedim! Ben Allahın hükmünden zerrece ayrılmadım.
Kimseye asla zulmetmedim, ihanet
etmedim! Bu sözler annesinin yüreğine su serpmişti. Esmâ dedi ki:
Şayet benden önce rahmet-i Rahmana kavuşursan, Allahtan bana sabır
ihsan eylemesini diliyorum! Ben senden önce gidersem, şimdiden şöyle dua
ediyorum: Allahım! Oğluma rahmet et! Allahım! Gece boyu uzun uzun
kıyamı hürmetine, hararetli günlerde çektiği susuzluk hürmetine, anne
babasına iyiliği, saygısı hürmetine ona acı, merhamet et Allahım! Ey
yüce Rabbim! Onu senin rızan için, senin davan için feda ediyorum. Senin
takdirine razı oldum. Bana sabır ver, bana merhamet ver. Beni
sabredenlerden, şükredenlerden eyle Allahım!..
Sonra ana oğul birbirlerine sarıldılar.
Vedalaştılar, selâmlaştılar. Az bir zaman sonra bu acı savaş sona
erecekti. O büyük şehid, ölüm darbesini yemişti. Zalim Haccac,
yeryüzünün en çirkin, en lanetli cinayetini işliyordu. Bu da yetmezmiş
gibi onun cansız naaşını asıyordu. Güya kendince onu aşağılamak, intikam
almak istiyordu.
Bir müddet sonra, doksan yedi yaşındaki
annesi, oğlunun asılmış cesedini görmeye gitti
Ulu bir dağ gibi dimdik
duruyordu, hiç sarsılmadan... Zalim Haccac, süklüm püklüm yanına
yaklaştı. Son derece saygı ve nezaketle: Anacağım! Müminlerin emiri
Abdülmelik b. Mervan sana iyi davranmamı öğütledi. Bir ihtiyacın var mı?
dedi. Kinle baktı ona ve suratına haykırdı: Ben senin annen değilim...
Ben ancak şu yukarıda asılı duranın annesiyim...
Benim sizin gibilere asla ihtiyacım
yoktur... Ama ben sana, Resû- lullahtan işittiğim şu hadisi hatırlatmak
istiyorum: Bir gün gelecek, Sakîf kabilesinden kezzab ve lanetli
birileri çıkacak. Kezzab kimdir biliyoruz; çünkü onu gördük. Lanetli
ise, inanıyorum ki, senden başkası değildir! Bu sırada Abdullah b. Ömer
geldi.
Esmâya taziyede bulundu, sabır diledi.
Ona şu karşılığı verdi: Hiç sabretmez miyim? Bu olay sadece benim
başıma gelmedi ki, Yahya b. Zekeriyanın mübarek başı da Benî İsrailin
bir azgınına hediye edilmemiş miydi? Şu yüceliğe, şu olgunluğa bakın
Ne büyüksün ey Sıddîkın kızı
! Bundan daha parlak, daha yerinde bir söz
olamazdı.
Abdullahın başını bedeninden ayırıp,
sonra ağaca asanlara bundan daha güzel cevap olamazdı
Evet, İbn
Zübeyrin başı zalim Haccaca ve zalim Abdülmelike sunulmuştu. Ama
ondan önce bir yüce peygamberin, Yahya (a.s.)ın başı Benî İsrailin en
aşağılık adamı, azgını Sâlûmîye sunulmuştu. Ne uygun benzetme, ne doğru
söz...!
İşte böyle bir anneden süt emmiş,
böyle bir insandan, Abdullah b. Zübeyrden de ancak böyle güzel, böyle
şerefli, böyle seviyeli bir hayat beklenirdi
Selâm olsun ona...
Selâm olsun annesi Esmâya...
Selâm olsun o ikisine ölümsüz şehidler
içinde...
Selâm olsun bu iki salih, bu müttaki
insana...
Selâm olsun...
|