Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

SA’D b. UBÂDE

Ensârın Bayraktarı


Sa’d b. Muâz anılır da onunla birlikte Sa’d b. Ubâde anılmadan olur mu hiç..?

Zira bu ikisi de Medinelilerin iki önder ulu kişisi idiler. Sa’d b. Muâz Evs kabilesinin… Sa’d b. Ubâde Hazreç kabilesinin…

Her ikisi de ilk müslümanlardandı ve Akabe Biatı’nda bulunmuşlardı. Ve her ikisi de Resûlullah’ın etrafında sadık birer mü’min, itaatkâr birer asker olarak yaşadılar. Fakat belki Sa’d b. Ubâde’nin bütün ensâr arasında özel bir yeri vardı. Çünkü Medineli olmasına rağmen Kureyş müşriklerinin Mekke’de müslümanlara reva gördükleri işkencelere maruz kalanlardan biriydi.

Kureyşlilerin yapmış oldukları işkencelerin Mekke’de oturanlara ulaşması gayet tabii idi. Ama aynı işkencelere Medineli bir adamın, hayır, bir adamın değil, büyük bir önderin maruz kalmış olması… İşte bu durum, onu Medineliler arasında özel ve seçkin bir konuma getiriyordu. Olay şöyle cereyan etmişti. Akabe Biatı gizlice tamamlanmıştı ve ensâr Medine’ye dönmeye hazırlanıyordu.

Tam bu sırada Kureyşliler, Resûlullah ile ensârın Medine’ye hicret etmek ve birlikte karanlığın ve şirkin güçlerine karşı durmak üzere anlaştıklarını haber aldılar. Bu haber üzerine Kureyş deliye döndü ve derhal gitmekte olan ensâr kafilesini takibe koyuldu. Nihayet kafileden Sa’d b. Ubâde’yi yakaladılar. Bineğinin yuları ile ellerini boynuna bağladılar ve Mekke’ye… etrafında toplanarak, diledikleri gibi sadistçe işkencelerde bulunacakları Mekke’ye geri götürdüler…

Bunu Sa’d b. Ubâde’ye nasıl yaptılar? Sa’d b. Ubâde ki, Medinelilerin ileri gelenlerinden birisi olarak Kureyş’ten Medine’ye iltica etmiş olanları uzun süre himaye etmişti. Onların gelip Medine’de rahatça ticaret yapmalarına izin vermiş ve Kureyş’ten kim olursa olsun, Medine’ye gelen misafirleri iyilikle karşılamış, onlara izzet ve ikramda bulunmuştu. Ellerini kollarını bağlayıp dövenler, onun kim olduğunu, kavmi yanındaki mertebesini bilmiyorlardı anlaşılan…

Fakat bilselerdi, bırakırlar mıydı sanıyorsunuz? Nitekim Mekke’nin ileri gelenlerinden müslüman olanları da aynı işkencelere maruz bırakmamışlar mıydı? Doğrusu o günlerde Kureyş çıldırmıştı. Zira câhiliye döneminin kendilerine sağladığı haksız imtiyazların yavaş yavaş hakkın balyozları altında ezilmeye doğru gittiğini gördükçe kinleniyorlar, bu kinlerini kusmak için de zulmetmekten başka bir yol bulamıyorlardı. Yukarıda söylediğimiz gibi, müşrikler, Sa’d b. Ubâde’nin etrafını sarmışlar, bütün hınçlarını alırcasına onu dövüyorlar, zulmediyorlardı. Hikayenin kalan kısmını bırakalım bizzat Sa’d kendisi anlatsın: “Vallahi, artık ellerindeydim. Kureyş’ten bir grup, tepeme dikilivermişti. İçlerinde temiz yüzlü, beyaz ve uzun boylu birisi vardı.


Kendi kendime dedim ki: “Bunlardan birisinde hayır varsa, ancak bunda vardır.” O adam yanıma yaklaştı, elini kaldırdı ve bana öyle bir tokat attı ki... Kendi kendime: “Hayır, vallahi, bunların hiçbirinde hayır yokmuş..!!” dedim. Vallahi, ellerine düşmüştüm; beni sürükleyip, çekiştirip duruyorlardı. Bu arada içlerinden biri bana acıdı ve: “Vah sana..!! Daha önce Kureyş’ten himaye ettiğin hiç kimse yok mu?” dedi. Ben de: “Var.” dedim. “Cübeyr b. Mut’im’in gönderdiği tüccarları himaye ediyor, Medine’de onlara zulmetmek isteyenleri engelliyordum.

Ayrıca Hâris b. Harb b. Ümeyye’yi himaye etmiştim.” Adam dedi ki: “Öyleyse onların ismini bağırarak söyle ve aranızdaki himaye anlaşmasını anlat.” Ben de dediği gibi yaptım. Adam iki kişiye gidip, kendilerinin adlarını söyleyip, aralarındaki himayeden bahsettiği hâlde Hazreçli birisinin Mekke’de alenen dövüldüğünü haber vermiş. Onlar da ismimi sormuşlar; adam ismimin Sa’d b. Ubâde olduğunu söylemiş. Adamlar “Doğru vallahi.” demişler. Nihayet bu iki kişi gelip, beni kurtardılar.” Sa’d daha işin başında karşılaştığı bu zulümden sonra Mekke’den derhal ayrıldı. Zira Kureyş’in savunmasız, hayra, hakka, barış ve kardeşliğe çağıran bir topluluğa karşı ne kadar acımasız olduğunu anlamıştı. Fakat bu zulüm ve düşmanlık onun azmini bilemişti.

Bütün hayatını Resûlullah’a, sahâbesine ve İslâm’a adadı. Ve Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye hicret eder… Sahâbe kendisinden önce hicret etmişti zaten. Ve işte orada Sa’d, bütün varlığını muhacirlerin emir ve hizmetine sundu. O fıtraten ve asaleten cömertti. Yani cömertliği yaratılıştan ve soyundan geliyordu. Çünkü o, câhiliye döneminde cömertliği ile meşhur Ubâde b. Düleym b. Hârise’nin oğluydu. Sa’d’ın cömertliği ise, güçlü ve sağlam imanının belgelerinden biri olmuştur.

Onun cömertliği hakkında şu rivayet edilir: “Sa’d’ın bütün hazinesi, Nebî (s.a.v.)’in evinde ve onun emrinde bulunurdu.” Ve yine rivayet edilir ki: “Ensârdan herkes evine bir, iki veya üç muhacir misafir götürürken, Sa’d b. Ubâde seksen kişi götürürdü.” İşte bu yüzden Sa’d daima Rabbinden malını ve rızkını artırmasını diliyor ve şöyle diyordu: “Allah’ım! Az bana lâyık değil; ben de aza lâyık değilim.” İşte bu yüzden o, Resûlullah (s.a.v.)’in şu duasına lâyık ve mazhar oluyordu: “Allah’ım! Bereket ve rahmetini Sa’d b. Ubâde’nin ailesi üzerine kıl.”

Sa’d b. Ubâde, İslâm’ın hizmetine sadece servetini koymakla kalmamış; aynı zamanda bedensel gücünü ve yeteneklerini de ortaya koymuştur. İyi ok atan, usta bir nişancı idi. Savaşlarda Resûlullah ile birlikte bulunan, onun uğruna kendisini her an feda etmeye hazır, tam bir mücahid fedaiydi. İbn Abbas (r.a.) diyor ki: “Resûlullah (s.a.v.)’in bütün savaşlarda ensâr ve muhacirlere ait olmak üzere iki sancağı bulunurdu. Muhacirlerin sancaktarı Ali b. Ebû Talip, ensârın sancaktarı ise Sa’d b. Ubâde olurdu.”
 

Sertlik ve katılık, bu güçlü şahsiyetin tabii bir karakteri olarak ortaya çıkıyordu… Binaenaleyh o, hak hususunda sert ve katı idi… Kesin olarak doğruluğuna inandığı bir konuyu ilan etme hususunda, dalkavukluk bilmeyen bir netlik, yılmak bilmeyen bir azim ve irade sahibi idi. İşte bu sertlik ve katılık veya aşırılıktı ensârın bu büyük liderini kendi lehine olan durumlardan daha çok aleyhine olan durumlara sevk eden...

Örneğin Resûlullah, Mekke’nin fethi günü İslâm ordusunun bir bölüğüne onu komutan yapmıştı. O da mukaddes beldenin kapılarını görür görmez şöyle haykırmaya başladı: “Bugün savaş ve kahramanlık günüdür. Bugün haramların helal kılındığı gündür.” Ömer b. Hattâb, bunu işitince derhal Resûlullah’a koştu. “Ey Allah’ın Resûlü!.. Sa’d b. Ubâde’nin dediğine bakın. Biz, onun Kureyş içinde bir taşkınlık yapmasından korkuyoruz.”

Bunun üzerine Nebî (s.a.v.), Hz. Ali’ye, ona yetişerek sancağı ve komutayı ondan devralmasını emretti… Şüphesiz Sa’d, Muzaffer İslâm ordusu önünde Mekke’yi boyun eğmiş ve teslim olmuş bir hâlde görünce, Mekkelilerin bir zamanlar mü’minlere ve bizzat kendisine yağdırdıkları işkence türlerini tek tek hatırlamıştı. Ve yine onların, bütün suçları “La ilâhe illallah” demek olan barışçı bir topluluğa karşı açmış oldukları savaşları hatırlamıştı da bu büyük fetih gününde sert tabiatı onu, Kureyşlilerle alay etmeye ve onlara tehditler savurmaya sevk etmişti…

Bu sertlik veya başka bir deyişle Sa’d’ın tabiatının ayrılmaz parçası olan bu aşırılık, onu “Sakif” gününde bildik tavrını göstermesine yol açmıştır. Nitekim Resûlullah’ın vefatından hemen sonra ensârdan bir grup, halifenin ensârdan olmasını isteyerek onun etrafında toplanmıştı. Tabii ki, hilafet, ona sahip olanlar için dünyada ve âhirette büyük bir şeref ve onur demekti. Bundan dolayı ensârdan olan o grup, bu şerefe nail olmak istemişti.

Fakat Resûlullah (s.a.v.) son hastalığı esnasında Hz. Ebû Bekir’i namazda imam yapmıştı. Ve Ashab-ı Kiram onun bu seçiminden ve Resûlullah’ın başka bazı tavırlarla da destekler göründüğü tutumlarından, mağarada iken ikinin ikincisi olan Hz. Ebû Bekir’in halife olması gerektiğini anlamışlardı. Böylece Ömer b. Hattâb bu görüşü savunuyorken, Sa’d b. Ubâde de başka bir görüşü benimsiyor ve savunuyordu. Bu tutumu, onu sahâbenin birçoğunun kendi aleyhine döndüğü, kendisinin de onları red ve inkâr ettiği bir konuma getirmiş oluyordu.

Fakat Sa’d b. Ubâde bu durumuyla, karakter ve seciyesinin gereğini ortaya koymuş oluyordu. Zira yukarıda da zikretmiş olduğumuz gibi, o, kanaatinde sebât etme konusunda çok sert ve katı, onu açıklama ve ortaya koymak konusunda da çok aşırı ve kararlı bir mizaca sahipti. Resûlullah’ın huzurundaki tutumu da onun bu mizacına delâlet ediyor…

 Huneyn savaşı müslümanların zaferi ile sonuçlanınca, Resûlullah (s.a.v.) ganimetleri paylaşmaya başladı. Bu esnada müellefe-i kulûb’tan olan kimselere ayrıcalık tanıdı. Çünkü onlar, henüz müslüman olmuş eşrâftan kimselerdi. Resûlullah (s.a.v.) mücahidlerden ihtiyaç sahiplerine pay ayırdığı gibi, yaptığı bu özel muamele ile de nefislerine karşı müellefe-i kulûb’tan olan kimselere yardım etmeyi düşünmüştü.
İhtiyaç sahibi olmayan diğer sağlam mücahidlere gelince, onları kendi imanlarına havale edip, onlara bu ganimetlerden hiçbir şey vermedi. Ne var ki, Resûlullah’ın hediyesi, mücerret bir hediyesi, herkesin arzu ettiği büyük bir şerefti.

Öte yandan savaşlardan elde edilen ganimetler, müslümanların geçimlerinin önemli bir bölümünü teşkil ediyordu. Durum böyle olunca, ensâr arasında bir soru dolaşmaya başladı: Allah Resûlü, fey ve ganimetten kendilerine düşen payı niçin vermemişti acaba? Ensârın şairi Hasan b. Sâbit şu dizeleri dile getirdi: Resûl’e gidip ona deyin ki: Ey bütün insanlık içinde Mü’minlerin güvendiği en hayırlı kimse!..

Uzakta olduğu hâlde Süleym’in, Bir kavme üstün tutulmasının hikmeti nedir? O kavim ki barındırıp yardım ettiler hidâyet dinine Savaş ateşi tutuştuğu zaman Ki Allah bu yüzden onları ensâr diye isimlendirdi Ve o kavimdi ki Allah yolunda koştular Felaket ve musibetlere göğüs gerdiler Yüz çevirmeden, bıkmadan, usanmadan
Nebî (s.a.v.), sahâbeden bazılarına verip de ganimetten ensâra hiçbir şey vermeyince, Resûlullah’a, daha önce çekmiş olduğu sıkıntıları hatırlatma ihtiyacını duymuş olmalıdır. Ensârın lideri Sa’d b. Ubâde baktı, gördü ki, mesele kavmi arasında gizlice konuşulup duruyor… Bu durum onu rahatsız etti. Açık karakterinin gereği olarak derhal Resûlullah’a gitti ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Ensâr, ganimet mallarını bu şekilde dağıtmanızdan dolayı size karşı gönüllerinde kırgınlık duymaktadır. Kendi kavminize verdiniz… Arap kabilelerine bol bol dağıttınız…

Ama ensâra hiçbir şey vermediniz.” Her şeyi açık olan bu insan, böylece kendi gönlünden ve ensârın içinden geçen her şeyi anlattı. Hz. Peygambere durum hakkında kesin ve emin bir tablo sundu... Bunun üzerine Resûlullah ona sordu: “Ey Sa’d! Bu durumda sen hangi taraftasın?” Yani kavminin görüşü bu ise, senin görüşün nedir? Sa’d aynı açıklıkla dedi ki: “Tabi ki, ben de kavmimden bir ferdim.” Bunun üzerine Resûlullah ona: “Öyleyse haydi kavmini bana topla.” dedi. Gerçekten yaşanmış bu hikayeyi sonuna kadar izlemeye devam etmeliyiz… Çünkü onun karşı konulmaz bir dehşeti vardır...

Sa’d kavmini, ensârı topladı. Resûlullah onlara geldi, üzgün yüzlerini süzdü. Takdir ve anlayışla parlayan bir gülümseme ile onlara bir süre baktıktan sonra şöyle hitabetti: “Ey ensâr topluluğu! Sizin hakkınızda benim duyduğum dedikodunun ve sizin gönüllerinizde bana karşı duyduğunuz kırgınlığın aslı esası nedir? Siz dalâlet içinde iken ben size gelmedim mi? Allah Teâlâ benim vasıtamla sizi hidâyete erdirmedi mi? Siz fakir iken Allah Teâlâ benimle sizi zenginleştirmedi mi? Sizler birbirinizin düşmanı iken Allah Teâlâ benimle kalplerinizi birleştirmedi mi?” Şöyle cevap verdiler: “Evet, Allah ve Resûlü’nün üzerimizdeki lütfu bundan da çoktur.”

Resûlullah devam etti: “Bana cevap vermiyor musunuz ey ensâr topluluğu?!” Onlar: “Ey Allah’ın Resûlü! Size ne ile cevap verelim? Bütün minnet ve şükran Allah ve Resûlü’ne aittir.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: “Keşke sorularıma şöyle cevap verseydiniz, daha doğru söylemiş ve tarafımdan daha da doğrulanmış olurdunuz: “Evet, sen yalanlanmış olarak bize geldin, biz seni tasdik ettik. Terk edilmiş ve yalnız bırakılmış olarak geldin, biz sana yardım ettik ve koruduk. Yurdundan, yuvandan kovulmuş olarak geldin, biz seni evimize aldık, bağrımıza bastık.”

“Ey ensâr topluluğu! Değersiz dünya malını, kalplerini yumuşatıp müslüman olmaları için, size değil de başkalarına verdiğim için mi bana kırıldınız!... Sizin Müslümanlığınıza, güçlü imanınıza güvendiğim için mi..?! Ey ensâr topluluğu! Diğer insanlar, aldıkları koyun ve develerle çekip giderken, siz Resûlullah ile birlikte yurdunuza dönüyorsunuz. Buna mı razı değilsiniz? Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer hicret olmasaydı, ben de ensârdan biri olmak isterdim...

Herkes bir vâdiye yönelse, ben ensâr vâdisine yönelirim... Ey Allah’ım, ensâra rahmet eyle... Ensârın çocuklarına rahmet eyle... Çocuklarının çocuklarına da rahmet eyle...” Bu ifadeler karşısında ensâr oracıkta, sakalları ıslanıncaya kadar hep birden hüngür hüngür ağladılar. Yüce ve ulu Peygamberin sözleri, onların kalplerini teslimiyet, ruhlarını zenginlik ve gönüllerini de afiyetle doldurmuştu. Sa’d b. Ubâde de onlarla birlikte olduğu hâlde: “Biz kısmet ve pay olarak, Allah Resûlü’ne gönülden razı olduk..!!” diye haykırdılar.

Sa’d, halifeliğinin ilk günlerinde Hz. Ömer’e gitti ve aynı aşırı açıklığıyla şöyle dedi: “Dostun Ebû Bekir, bize senden daha sevimliydi. Vallahi, senin himayene girmek bana zor geliyor.” Hz. Ömer, gayet sakin bir şekilde cevap verdi:
“Komşusunun himayesinden hoşlanmayan zaten komşu değildir ve ondan uzaktır.” Sa’d tekrar döndü ve cevap verdi: “Ben senden daha hayırlı olanın himayesine sığınarak uzaklaşıyorum.”

Sa’d’ın (r.a.) bu sözleri, Emirü’l-mü’minin Ömer’e (r.a.) duyduğu kin ya da ondan hoşnutsuzluğu nedeniyle söylenmiş değildi... Zira taksim ve pay olarak Resûlullah’a razı olmuş bir kimse, uzun süre Resûlullah’ın takdir ve sevgisine mazhar olmuş Hz. Ömer gibi bir insanın halifeliğini reddedemezdi.

O sadece, Kur’ân’ın kendilerine “aralarında merhametlidirler” (Fetih, 29) diye nitelendirdiği şerefli sahâbeden biri olarak, Mü’minlerin Emiri ile ihtilafa düşmemek ve asla hoşlanmayacağı ve razı olamayacağı böyle bir anın gelip çatmasını beklememek için oradan uzaklaşmak istemişti.

 Ve devesini Şam tarafına doğru sürdü…

Oraya ulaşıp Huran bölgesinde konaklar konaklamaz da eceli gelip onu buldu. Ve böylece Rahim olan Rabbinin himayesine kavuşmuş oldu.