AMMÂR b. YÂSİR
Cennetten Bir Adam
Eğer cennette doğup, orada yetişip, sonra da bir nur ve ziynet olarak
yeryüzüne gönderilen insanlar olsaydı, bunlar Ammâr, annesi Sümeyye ve
babası Yâsir olurlardı herhalde!..
Fakat niçin olsaydı diyoruz ki
Böyle
bir varsayımda niçin bulunuyoruz ki, Yâsir ailesi gerçekten cennet
halkındandır.
Hz. Peygamber onlara: Sabır edin, ey
Yâsir ailesi! Varacağınız yer cennettir! derken teselli olsun diye
konuşmuyor, bilakis bildiği ve gördüğü bir gerçeği dile getiriyordu.
Ammârın babası Yâsir b. Âmir, memleketi olan Yemenden ayrılmış, bir
dost ve kardeş bulma ümidiyle yollara koyulmuştu... Mekkeyi beğenmiş ve
orada yerleşmişti.
Ebû Huzeyfe b. Muğirenin himayesinde
orayı vatan edinmişti. Ebû Huzeyfe onu cariyelerinden Sümeyye binti
Hayyat ile evlendirmişti. Daha sonra bu kutlu evlilikten Ammâr dünyaya
gelmişti... Yâsir ailesi erken dönemde müslüman olmuş ve Allahın
hidâyete erdirdiği o kutlular kervanına katılan ilklerden olma şerefine
ermişti. Ve ilk müslümanların başına gelen, Kureyşin o acıklı azabından
paylarına düşeni fazlasıyla almıştı... O sıralar Kureyş, müslümanları
sindirmek için her türlü çareye başvuruyordu. Eğer müslüman olan kişi
zengin ise, onu tehditle sindirmeye çalışıyorlardı.
Ebû Cehil zengin bir müslümana
rastladığında: Senden daha hayırlı olan babalarının dinini terk ettin...
Seni akılsızlıkla suçlayacağız. Şerefini beş paralık edeceğiz...
Ticaretine engel olacağız, iflas edeceksin. şeklinde sözler söyleyerek
psikolojik savaş yapıyordu... Öte yandan eğer müslüman olan kişiler,
Mekkenin fakir, zayıf ve köle insanlarıysa, bunlara karşı daha şiddetli
sindirme hareketleri uygulanıyordu... Yâsir ailesi bu gruptandı. Bunlara
işkence etme görevi, Mahzum oğullarına verilmişti...
Bu insanlar, Yâsir ailesini her gün
Mekkenin yakıcı sıcağına çıkarırlar ve akla, hayale gelmedik işkenceler
yaparlardı. Bu azap ve işkenceden Sümeyyenin payına düşen, gerçekten
korkunç ve akıllara durgunluk verecek şiddetteydi. Sümeyyenin o vakit
gösterdiği azim ve kararlılıktan, ileride müslüman kadınların durumunu
anlatırken bahsedeceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, İslâm
şehidi Sümeyyenin o gün gösterdiği cesaret, abartısız beşer tarihinde
bir eşi ve benzeri daha görülmemiş değerdeydi... Bu azim ve kararlılığı
sayesindedir ki, Sümeyye her asır ve zamanda müminlerin gönlünde
şerefli bir anne olarak taht kurmuştur. Resûlullah (s.a.v.) Yâsir
ailesinin işkence edildiği yere gelir, bakar; fakat o gün için elinde
onları kurtaracak bir güç olmadığından çaresiz kalırdı.
Bu, tamamen Allahın bir kaderi ve takdiriydi... Bayrağını Hz.
Muhammedin dalgalandırdığı bu yeni din, Hanif olan İbrahimin dini
arızî ve geçici bir ıslah hareketi değildi... Bilakis inananlar için bir
hayat düsturu ve yaşam biçimiydi... O hâlde müminlerin, bu dini,
kahramanlıkları ve fedakarlıklarıyla birlikte gelecek nesillere
aktarmaları gerekmektedir. Zira din ve akidenin ayakta durabilmesi, bu
şerefli ve yüce fedakârlıklara bağlıdır.
Bu mücadele ve fedakârlıkların her biri,
müminlerin kalplerine sürur, gıpta ve sadakat tohumları eken ve onları
dinin hakikatına erdiren birer nümunei imtisaldir. Evet, İslâm için
kendisini feda edenler vardı ve olmak zorundaydı... Nitekim Kurânı
Kerim birçok âyetinde bu manaya işaret etmiştir: İnsanlar, inandık
demekle bırakılıverileceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı
sandılar? Yoksa siz, Allah içinizden savaşanlarla savaşmayanları belli
etmeden, sebat edenlerle etmeyenleri belirlemeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız. İki ordu karşılaştığı gün size gelen
musibet, Allahın emriyle idi.
Bu, Allahın müminleri ayırt etmesi,
münafık olanları da açığa vurması içindi. Allah müminleri sizin
üzerinde bulunduğunuz şu hâlde bırakacak değildir.
Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.
Yoksa siz kendi hâlinize bırakılıverileceğinizi, içinizden cihad
edenleri Allahın bilmediğini mi sandınız? Andolsun biz onlardan
evvelkileri de imtihan etmişizdir. Allah elbette sadık olanları da bilir,
yalancı olanları da bilir. İşte Kurân müminlere, fedakârlığın, imanın
cevheri ve özü olduğunu bu şekilde anlatıyor...
Ve zalimlerin zulmüne, sabır, sebat ve
inatla karşı konulması neticesinde imanın faziletlerinin birer birer
ortaya çıkıp şekilleneceğini haber veriyor. Bu şekilde Allahın dini,
temellerini sağlamlaştırarak kökleşiyor ve kendisini bu yolda feda
ederek nefsini tezkiye eden Allah erlerinin hayatlarından çarpıcı
tablolar sunarak gelecek nesillere yol gösteriyor, ışık tutuyor... İşte
Sümeyye, Yâsir ve Ammâr da kendilerini Allah yoluna adamış, bu mübarek,
yüce ve örnek şahsiyetlerindendirler.... Hz. Peygamberin her gün Yâsir
ailesinin işkence edildiği yere gidip, onların sebat ve cesaretlerine
tanık olduğunu söylemiştik....
Onların bu içler acısı durumu
karşısında Resûlullahın yüce kalbi şefkat ve merhametle dolardı
Ama o
gün için elinden bir şey gelmezdi. Yine böyle bir günde, Resûlullah
dönüp gideceği sırada Ammâr: Ya Resûlullah! Artık dayanamıyoruz;
takatimiz kalmadı! diye seslendi. Resûlullah da: Sabır! Ey Yâsir
ailesi! Muhakkak ki, varacağınız yer cennettir... buyurdu. Ammâra
uygulanan azabı arkadaşları şöyle anlatıyorlar: Amr b. elHakem:
Ammâra ne dediğini bilmeyinceye kadar işkence edilirdi.
Amr b. Meymun: Müşrikler Ammâr
b. Yâsiri ateşte yaktılar... O sırada Resûlullah oradan geçmekteydi...
Yapılanları görünce elini başına koydu ve Ey ateş! Ammâr için serin ve
emin ol! Tıpkı İbrahime olduğun gibi. buyurdu. Bütün bu işkenceler
karşısında Ammâr, bedenen bir acı ve ıstırap duymaktaydı; fakat ruhen
rahat ve huzur içindeydi... Evet... Ammâr ruhen rahat ve huzur içindeydi...
Ta ki müşriklerin eziyet ve işkencelerinin son haddine vardığı o güne
kadar.. O gün müşrikler, Ammâra akla hayale gelmedik işkenceler
yapmışlar ve Ammâr şuurunu kaybetme noktasına gelmişti.
Bu sırada müşrikler ondan kendi
ilâhlarını hayırla yad etmesini istediler. Ammâr da kendinden geçmiş,
şuurunu kaybetmiş bir hâlde onların dediklerini tekrarladı... Aklı
başına gelip, durumu farkedince ben ne yaptım?! diyerek, daha büyük
bir acı ve ıstırapla kıvranmaya başladı... İşte o gün bu durumun verdiği
azap, müşriklerin tüm işkencelerinden daha ağır gelmişti Ammâra. Ammâr,
Ben böyle bir şeyi nasıl söylerim, bunu nasıl affettirebilirim?!
düşüncesiyle âdeta kahrolmaktaydı...
Zira daha önceki eziyet ve işkenceler
bedenine dokunurken, bu defa ruhu acı ve ıstırap içindeydi... Zor olanda
buydu... Fakat Allahın lütuf ve merhameti genişti... Nitekim zorlama
anında söylenen bu tür sözlerin affolunacağı hakkındaki âyeti kerimeyi
inzal ederek Ammâr ve onun durumunda olanların kalplerine âdeta su
serpmişti... Allah Resûlü Ammârla karşılaştı, Ammâr ağlıyordu...
Resûlullah onun gözyaşlarını sildi ve ona: Müşrikler seni yakaladılar,
suya batırdılar, neredeyse nefesin kesilecekti, sen de şöyle şöyle dedin.
diyerek olanları görmüşcesine anlattı.
Ammâr da cevaben: Evet, ya Resûlullah...
dedi. Allah Resûlü de ona: Eğer seni aynı şeye tekrar zorlarlarsa yine
onlara aynı şeyi söyleyebilirsin... buyurdu ve şu âyeti kerimeyi okudu.
...ancak kalbi imanla dolu olduğu hâlde (kelime-i küfrü söylemeye)
zorlanan kişi hariç... Bu âyetle Ammâr rahatladı, kalbi sükûna erişti...
Ruhunu ve imanını yeniden kazandı... Bunun ötesi onun için önemli
değildi. Ammârın sebatı karşısında müşrikler çaresiz kaldılar.
İstediklerini elde edemeyip, zelil bir
hâlde geri çekildiler... Hicretten sonra müminler Medineye yerleştiler
ve İslâm toplumunun ilk temelleri burada atılıp, yerleşmeye başladı...
Bu toplum içerisinde Ammârın müstesna bir yeri vardı... Allah Resûlü
onu çok sever, ashabına onun imanı ve ahlâkıyla ilgili övücü sözler
söylerdi... Resûlullah onunla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: Ammâr,
ağzına kadar imanla dolu bir insandır. Hâlid b. Velîd ile Ammâr
arasında cereyan eden üzücü bir olay sebebiyle de Allah Resûlü: Ammâra
düşmanlık eden, Allaha düşmanlık etmiştir, Ammâra buğz eden, Allaha
buğz etmiştir. buyurmuştu.
Bunun üzerine İslâm kahramanı Hâlid b.
Velîd, derhal Ammârın yanına gitmiş, özür dileyerek affını istemişti...
Medineye hicretlerinin akabinde müslümanlar hemen bir mescid inşa
etmeye koyulmuşlardı... Ashab bir yandan çalışıyor, bir yandan da
Alinin söylediği şu şiiri tekrar ediyordu. Ayakta ve oturarak Yahut toz
toprak içinde kalarak Allahın mescidlerini onaranlar Hiç bu şekilde
olmayanlarla bir olurlar mı? Ammâr da mescidin bir tarafında çalışıyor,
bir yandan da yüksek sesle bu şiiri okuyordu... Arkadaşlarından birisi,
Ammârın bu sözlerle kendisini ayıpladığını zannetti ve onun hakkında
ileri geri konuşarak, ona buğz etti.
Bu durum karşısında Allah Resûlü:
Ammârla ne alıp veremediğiniz var?... O sizi cennete davet ediyor,
sizse onu cehenneme çağırıyorsunuz... Muhakkak ki Ammâr, bendendir (benden
bir parçadır). buyurdu. Resûlullahın bu derece sevdiği bir insanın,
imanı, sadakati ve dostluğu da şüphe yok ki kemâl noktasında olmalıydı...
Nitekim Ammâr bu meziyetlere sahip bir kişiydi.
Allah, hidâyet ve nimeti ona bolca ihsan etmişti, öyle ki hidâyet ve
yakîndeki derecesi sebebiyle Allah Resûlü onun imanını tezkiye etmiş,
ashabına onu örnek göstermiş ve: Benden sonra Ebû Bekr ve Ömere tâbi
olun... Ammârın ahlâkıyla ahlâklanın. buyurmuştu... Raviler onu şu
şekilde vasfetmektedirler: Uzun boylu, maviye çalan siyah gözlü,
omuzları arası geniş, çoğunlukla susan, az konuşan bir insandı. Bu
vasıflara sahip bir insanın hayatı acaba nasıl geçti?... Muallimi ve
önderi Resûlullah ile tüm savaşlara katılmıştı... Bedir, Uhud, Hendek,
Tebuk ve diğerleri... Allah Resûlünün vefatından sonra da gazvelere
iştirak etmişti... İranlılarla, Rumlarla ve daha önceki ridde
savaşlarında Ammâr hep en ön saftaydı...
Allah yolunda, cesur, gayretli ve
kararlı bir asker... Takva ve verâ sahibi kutlu bir müslüman...
Müminlerin Emiri Ömer b. Hattâb, müslümanlar üzerine tayin edeceği
valilerini büyük bir dikkat ve titizlikle seçerken, gözleri öncelikle
Ammâr b. Yâsiri arıyordu... Onu Kûfeye vali tayin etmiş ve beytülmalin
gözetimini de İbn Mesûdla beraber ona bırakmıştı... Sonra da Kûfe
ehline şu müjdeli mektubu yazmıştı: Size Ammâr b. Yâsiri vâli olarak;
Abdullah b. Mesûdu da öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum.
Bu ikisi Muhammed ümmetinin
şereflilerinden ve Bedir ehlindendirler... Ammâr, valiliği sırasında
dünya ehline zor gelen bir yönetim takip etti, hatta bazıları kendisine
karşı bile geldiler... Valilik, Ammârın tevazu, zühd ve takvasını
artırdı ve o, bu ölçülerden kesinlikle ayrılmadı
Kûfede kendisinin
çağdaşı olan EbülHuzeyl onunla ilgili olarak şöyle diyor: Ammârı
valiliği sırasında Kûfe çarşısından salatalık satın alıp, sırtına
yükleyerek, evine götürürken gördüm... Yine valiliği sırasında halktan
biri kendisine: Ey kulağı kesik! diye seslenmişti. (Ammâr Yemame
savaşında bir kulağını kaybetmişti.) Elinde güç ve kuvvet olmasına
rağmen adama bir şey yapmamış, sadece Beni en hayırlı kulağımla
ayıpladın.
Zira ben onu Allah yolunda kaybettim...
demekle yetinmişti... Evet... Yemame Ammârın büyük ve şerefli
günlerinden biriydi... O gün Müseylimenin askerleriyle kıyasıya
mücadele etmiş, aslanlar gibi çarpışmış ve bu arada bir kulağını da
kaybetmişti... Ammâr, bir ara müslümanların zaafa düştüklerini görmüş ve
onların toparlanmaları için elinden geleni yapmıştı. Bu durumu, Abdullah
b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor: Ammâr b. Yâsir Yemame günü bir kayanın
üzerine çıkmış şöyle bağırıyordu: Ey müminler, cennetten mi
kaçıyorsunuz? İşte ben Ammâr b. Yâsirim, benimle gelin...!
Bu arada Ammâra baktım, bir kulağının
kesilmiş olduğunu gördüm. O ise hâlâ tüm şiddetiyle vuruşmaya devam
ediyordu. Evet, Resûli Azam ve Muallimi Kamil Hz. Muhammed (s.a.v.)in
büyüklüğünden şüphe eden varsa, onun bu güzide ashabına baksın ve kendi
kendine şu soruyu sorsun: Bu derece yüce şahsiyetleri, o büyük muallim
ve Resûlden başka kim yetiştirebilir? Savaşa daldıklarında zafer
kazanmaktan öte ölüme gülerek gidiyorlardı..! Halife ve yönetici
oldukları vakit de yetimlerin koyunlarını sağıp, hamurlarını yoğuracak
kadar mütevazı ve alçak gönüllü idiler.. . Ebû Bekir ve Ömer gibi..!
Vali olduklarında da kendi yiyeceklerini kendi sırtlarında taşımışlardı...
Ammâr gibi... Veya rütbelerini bir yana bırakıp, hurma yapraklarından
yaptıkları sepet ve zembil gibi şeylerle geçimlerini temine
çalışıyorlardı... Selmân gibi... O hâlde gelin, onlara bu şerefi
bahşeden dini ve onları terbiye eden Resûlü selâmlayalım...
Öncelikle de onları seçen, hidâyete
erdiren ve yeryüzünde insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan
bizler için onları öncü ve rehber kılan yüce Allaha hamdü senâlarda
bulunalım. Ashabın önde gelenlerinden, kalplerin esrarına vukufiyet ile
meşhur Huzeyfe b. Yemân ölüm döşeğindeyken, etrafındakiler ona:
İnsanlar ihtilaf ettikleri vakit kime müracaat etmemizi tavsiye edersin?
dedikleri vakit Huzeyfe onlara son nefesiyle beraber şu kelimeleri
mırıldandı: Sümeyye oğluna tutununuz. Muhakkak ki o, ölene kadar
Haktan ayrılmayacak bir insandır. Evet, Hak neredeyse, Ammâr da
oradaydı... Gelin şimdi hep birlikte onun hayatını biraz daha yakından
inceleyelim... Müslümanların Medineye hicretlerinin ilk günleriydi...
Müminler vakit kaybetmeden bir mescidin inşasına başlamışlardı.
Kalpleri iman ve sevinçle doluydu... Büyük bir aşk ve şevkle
çalışıyorlardı... Rablerine karşı hamd ve şükran duyguları
içerisindeydiler...
Bir kısmı taş getiriyor, bir kısmı
çamur karıyor, bir kısmı da binayı inşa ediyordu... Guruplar hâlinde
arılar gibi çalışıyorlardı. Bir yandan da yüksek sesle şiir okuyorlardı.
Oturmak yakışmaz bize Nebi (s.a.v.) çalıştığı hâlde Sonra başka bir
şiire geçiyorlardı: Gerçek hayat ahiret hayatıdır, Allahım! Muhacir ve
ensâra merhamet et! Bir başka şiirde de şöyle diyorlardı: Ayakta veya
oturarak Yahut toz toprak içinde kalarak Allahın mescidlerini onaranlar
Hiç bu şekilde olmayanlarla bir olurlar mı? İnşa edilen Allahın
beytiydi... Onlar ise sancağı taşıyan ve beyti inşa eden Allahın
askerleriydiler. Allah Resûlü de onlarla birlikte taş taşıyor, var
gücüyle çalışıyordu...
Neşe içinde söyledikleri şiirler, bu
işi ne kadar arzu ve istekle yaptıklarını gösteriyordu... Ve gökyüzü
âdeta bu kutlu insanları taşıyan yeryüzünü kıskanıyordu... Hayat, en
güzel bayramlarından birine şahit oluyordu... Ammâr b. Yâsir de ağır
taşlar taşıyarak, bu coşkulu topluluk içerisinde üzerine düşen vazifeyi
hakkıyla ifa etmekteydi... Rahmet ve hidâyet kaynağı Muhammed (s.a.v.),
Ammâr b. Yâsirin bu gayretini yakından izliyor, şefkatle ona yaklaşıyor
ve mübarek eliyle, Ammârın toz dumana bulanmış başını sıvazlayarak
tozlarını silkmeye çalışıyordu. Bir yandan da onun nur yüzüne bakarak,
etrafındakilere alçak bir sesle şöyle diyordu: Vah Sümeyyenin oğluna!..
Onu azgın bir topluluk öldürecektir.
Önsezi ve ileri görüşlülük bir kez daha
kendini gösteriyordu. Bu sırada altında çalışmakta olduğu duvar Ammârın
üzerine yıkıldı. Bazı arkadaşları onun öldüğünü zannettiler ve acaba biz
mi sebep olduk diye endişe içerisinde durumu Hz. Peygambere bildirdiler...
Fakat Hz. Peygamber emin bir şekilde onlara şu cevabı verdi: Ammâr
ölmedi. Onu azgın bir topluluk öldürecektir. Kim bu azgın topluluk? Ne
dersiniz? Nerede ve ne zaman öldürecekti Ammârı? Ammâr bu haberi can
kulağı ile dinliyordu... Fakat korkmuyordu. Zira o müslüman olduğu
günden beri her an, her vakit, gece gündüz şehâdete hazırlıklıydı...
Günler geçti... Devir döndü... Topluluklar gelip geçti...
Hz. Peygamber Refik-i Alâya yükseldi
(vefat etti). Yerine Hz. Ebû Bekir geçti... Sonra Ömer halife oldu...
Ömerin akabinden de Zinnureyn Osman b. Affan hilafete geçti... Bu
sıralar İslâm karşıtı isyan hareketleri artmış, fitne ve fesad ortalığı
kaplamıştı. Bu isyan hareketlerinin ilk kurbanı, Hz. Ömer olmuş ve bu
vakitten itibaren de İslâmın içerisinde yerleşip kök saldığı Peygamber
şehri Medineden yükselen fitne ve fesad rüzgarları bütün İslâm
dünyasını kaplamıştı. Belki de Hz. Osmanın yönetim işlerine gereken
önemi verememesi ve olayları iyi takip edip değerlendirememesi sonucu
olsa gerek, olayların önü alınamadı ve bu arada Hz. Osman da şehid oldu...
Ve müslümanlar aleyhine fitne kapıları
açıldı... Muaviye, Hz. Ali ile hilafet tartışmalarına girdi... Bu
olaylar karşısında ashab farklı guruplara ayrıldı: Bir kısmı bu
ihtilaflardan elini eteğini çekerek, evine çekildi ve İbn Ömerin şu
tavsiyesine uydu: Haydi namaza diyene uyarım. Haydi felaha diyene de
uyarım. Fakat her kim Haydi müslüman kardeşini öldürmeye ve malını
almaya derse, Hayır, ben yokum! Bir kısmı Muaviye tarafını tuttu...
Bir kısmı ise, kendisine biat edilen
Müminlerin Emiri Alinin tarafına geçti... O gün Ammâr kimin safına
katıldı dersiniz? Resûlullahın, hakkında Ammârın ahlâkı ile
ahlâklanınız. buyurduğu bu adam, kimin tarafını tutmuştu? Nebî (s.a.v.)in,
hakkında, Ammâra düşmanlık eden, Allaha düşmanlık etmiş olur.
buyurduğu bu insan hangi guruba katılmıştı? Evinin kenarında sesini
işittiği Allah Resûlünün onun için, Merhaba ey temiz, güzel insan! Ona
izin verin girsin. buyurduğu bu kutlu sahâbî o gün kimin safına
katılmıştı? Ali b. Ebû Tâlibin
Evet, o gün Ammâr, Alinin yanında yer
almıştı... Taassubundan veya ön yargısından değil... Sadece Hakka ve
ahde olan bağlılığından dolayı
Ali müminlerin halifesiydi... Kendisine
biat edilmişti... Bu işe ehil ve layık olduğu için hilafet makamına
getirilmişti...
Ali halifeliğinden önce de sonra da
yüksek meziyetlere sahipti. Öyle ki Hz. Peygamber katında onun yeri,
Musanın katında Harunun yeri mesabesindeydi. Haktan bir an bile
ayrılmayan Ammâr, o gün basiret ve ileri görüşlülüğü ile, Hak ve
hakikati Alinin yanında görmüş ve onun tarafını tutmuştu. Bu durum
karşısında Hz. Ali de ferahladı. Zira Hak ve hakikat aşığı Ammâr kendi
tarafındaydı. Demek ki haklı olan kendisiydi.
Ve o korkunç Sıffin günü gelip çattı...
Hz. Ali bir isyan hareketi olarak telakki ettiği Muaviyeye karşı
harekete geçti. Ammâr da yanındaydı... O gün Ammâr doksan üç yaşındaydı...
Doksan üç yaşındaydı, savaşa gidiyordu... Onun için yaşın önemi yoktu...
Savaşı bir sorumluluk ve görev bildiği sürece kaç yaşında olursa olsun
çıkar, delikanlılar gibi sonuna kadar çarpışırdı... Ammâr genelde suskun
bir insandı... Fazla konuşmaz; konuştuğu vakit de ancak birkaç kelime
söylerdi.
Bu da genelde Fitneden Allaha
sığınırım... sözleri olurdu... Allah Resûlünün vefatının hemen
akabinde de Ammârın bu tazarru ve yakarışları devam etti. Günler
geçtikçe Ammârın yakarışları da artıyordu. Sanki ömrünün sonunda,
kalbi pakiyle, gelmekte olan tehlikeyi âdeta seziyordu. Nihayet tehlike
çattığında, fitne zuhur ettiğinde Sümeyyenin oğlu, o gün nerede
duracağını, hangi safta yer alacağını gayet iyi biliyordu... Evet,
Sıffin günü Ammâr doksan üç yaşında olmasına rağmen, inandığı, gönül
verdiği Hakkın ikamesi uğruna kılıcını çekmiş, yola çıkmıştı... Bu
savaşla ilgili fikrini de şu sözleriyle açıklamıştı: Ey insanlar..!
Osmanın intikamını almak için ortaya çıktıklarını iddia eden şu
insanlara karşı bizimle birlikte olun. Vallahi onların maksadı, Osmanın
hakkını aramak değildir.
Onların tek gayeleri, alıştıkları dünya
lezzetlerinden kopmamak ve şehvetleri peşinde koşmaktır. Bunların
İslâmda bir öncelikleri yoktur ki, müslümanlar onlara ne diye itaat
etsinler?.. Müslümanlar üzerinde velayetleri de yoktur... Bunların
kalpleri Allah korkusu nedir bilmez... Allaha itaat da etmezler...
Osmanın intikamını almak istiyoruz. diyerek insanları aldatıyorlar...
Bunlar ancak zorba ve melik olmak istiyorlar... Sonra Ammâr sancağı
eline aldı... İnsanların başları üzerinde dalgalandırdı ve şöyle dedi:
Nefsim, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki... Bu sancak altında
Resûlullahın yanında savaştım... İşte bugün yine aynı sancakla savaşa
çıkıyorum...
Allaha yemin olsun ki, onlar biz
mağlup etseler de kesinlikle biliyorum ki, biz Hak, onlar da batıl
üzereler. Oradakiler Ammâra tâbi oldular... Ona inandılar. Ebû
Abdurrahman esSülemi şöyle diyor: Hz. Ali (r.a.) ile birlikte Sıffine
katıldım... O gün Ammârın tüm savaş alanını dolaşarak çarpıştığını
gördüm... Diğer müslümanlar da ona tâbi olmuşlardı... O âdeta onlar için
bir sancak gibiydi. Ammâr, bu savaşta öylesine gayret gösteriyordu ki,
sanki bu savaşın şehitlerinden birisinin de kendisi olacağını biliyordu.
Hz. Peygamberin sözleri gözlerinin
önünde büyük harflerle dolaşıyordu: Ammârı azgın bir topluluk
öldürecektir. Bu nedenle, sesi ufku çınlatıyor, var gücüyle bağırıyordu:
Bugün Muhammed ve ashabına sevgi günüdür. Bir ara Muaviyenin
bulunduğu alana yaklaştı ve şöyle dedi: Sizinle daha önce Kurân için
çarpışmıştık. Bugünse onun tevili için çarpışıyoruz... Ve hak yerini
buluncaya kadar da çarpışmaya devam edeceğiz... Ammâr bu sözleriyle,
daha önce Allah Resûlü ve ashabının, Ebû Süfyan komutasındaki müşriklere
karşı yaptıkları savaşı kast ediyordu...
O gün onlarla savaşmışlardı... Çünkü
Kurân açıkça müşriklere karşı savaşmayı emrediyordu... Bugün ise, her
ne kadar onlar müslüman olsalar da, Kur'ân açıkça onlarla savaşmayı
emretmese de, Ammârın içtihadına göre, onlarla savaşmak ve fitne
ateşini ebediyen söndürmek gerekiyordu...
Yani dün onlarla dini ve Kurânı
yalanladıkları için savaşıyorlardı...
Doksan üç yaşındaydı ve ömrünün son savaşına katılıyordu... Muaviyenin
askerleri, azgın topluluktan olmak istemedikleri için Ammârdan
çekiniyorlar, ondan uzak duruyorlardı... Fakat Ammâr tek başına âdeta
bir ordu gibiydi... Bu durum karşısında Muaviyenin ordusundan bazı
askerler onu öldürmek için fırsat kollamaya başladılar... Ve neticede
onu öldürdüler.
Ammârın ölüm haberi kısa sürede etrafa
yayıldı... Müslümanlar Medine mescidinin inşası sırasında Hz.
Peygamberin söylediği şu sözleri hatırladılar: Vah Sümeyyenin oğluna!..
Onu azgın bir topluluk öldürecek. Bu
azgın topluluğun kim olduğu şimdi anlaşılmıştı: Muaviye ve ordusu
Bu
durum karşısında Ali ve ashabının imanları bir kat daha ziyadeleşti
Muaviyenin ordusu ise, Aliye katılma eğilimi içerisine girdi... Bu
durum karşısında Muaviye derhal öne çıktı ve şunları söyledi: Evet, Hz.
Peygamberin sözü haktır. Ammârı azgın bir topluluk öldürecektir. Fakat
şunu iyi düşününüz: Ammârı kim öldürdü? Biz mi? Hayır! Bilakis onu
kendi arkadaşları yani birlikte savaştıkları kişiler öldürdü! Bu yalan
ve yanlış tevil, kalplerinde heva ve heves dolu olan bir kısım
insanları etkiledi... Ve savaş bilinen seyri üzere devam etti...
Ammâr kanlı elbiseleriyle birlikte
oraya defnedildi... Müslümanlar Ammârın kabri başında şaşkın ve üzgün
bir şekilde sıralanmış, Ammârın, âdeta vatanına hasret duyan bir
bülbülün sedası gibi söylediği şu sözleri hatırlıyorlardı: Bugün Allah
Resûlüne ve ashaba sevgi günüdür. Ashabtan biri diğerine, Medinede
oturduğumuz bir sırada Allah Resûlünün: Cennet Ammâra müştaktır, onu
özlemektedir. dediğini duydun mu? diye sordu. Arkadaşı da: Evet,
duydum. dedi. Aynı olayı Ali, Selmân ve Bilâl de anlattı...
Öyleyse cennet Ammâra müştaktı... Onu
bekliyordu... Ammâr ise ahdini ve emanetini en güzel şekilde yerine
getirmiş, Allah yolunda üzerine düşen görevi hakkıyla ifa etmiş olarak,
gıpta edilecek bir ölümle cennete, o ebedî istirahatgâha doğru yola
çıkmıştı
|