TÂBİ OLDUKLARI NUR
Hangi öğretmen, hangi insan? Onun aydınlattığı kimseler kurtulmuş
olanlardır. Nefislerini onun yolunda feda edenler kazananlardır.
Abdullahın oğlu Muhammed...
Hayatın çekilmez olduğu bir devirde
insanlara gönderilmiş elçi.
Hangi sırdır ki, insanlığı
şereflendirecek bir insan yaratsın?!
Hangi cömert eldir ki, gökten uzansın,
rahmetinin, nimetinin ve hidâyetinin kapılarını yeryüzüne açsın?!..
Hangi iman, hangi azim, hangi gayret?!...
Hangi doğruluk, hangi temizlik, hangi
güzellik?!..
Hangi alçak gönüllülük, hangi sevgi,
hangi vefa duygusu?!..
Hakkı kutsal kılmanın eşsiz bir örneği!..
Hayata ve hayat sahiplerine ne büyük
hürmet?!..
Allah Teâlâ onu bir lütuf olarak,
insanlara, kendi vahyini ulaştırsın ve kendi adına insanlara konuşsun
diye gönderdi.
Dahası onu, elçilerinin sonuncusu kıldı.
Bundan dolayı da Allahın lütfu ona
büyük oldu.
Duygular, ilhamlar, kalemler ondan
bahsetmeye, yüceliğini anlatmaya kalksa donar kalır, diller lâl olur.
Bu kitabın sayfalarında
yazılanların hedefi,
Allah Resûlünden bir nebze olsun
bahsetmektir. Yoksa onu hakkıyla tanıtmak veya büyüklüğünü okuyucuya
bütün gerçekliğiyle sunmak değildir!
Bu kitapta anlatılan sahabîler, onun yüceliğine işaret eden parmaklardır.
Onu arzulamış topluluktur. Benzeri olmayan insanın dostluğuna kapılmış
olanlardır.
Onların bir kısmı ensârdan, bir kısmı
da muhacirindendir. Hayat, onun güzel kokusunu tadamayacaktı, ta ki, her
kokudan önüne müjde olarak konuldu. İnsanların yaşadığı her bölgeye
elçiler gönderildi.
Bu elçiler ilk daveti, çağıranın
kokusunu, talimin doğruluğunu, öğrenmenin yüceliğini, peygamberlik
nurunu ve Resûlün rahmetini taşıyorlardı. Evet, gaye budur, başkası
değil
Onun azamet alâmetlerini nurunun ışığı
altında göstermektir.
Müminler, ona yönelmişler, onu hedef
kabul etmişler, muallim ve dosdoğru kimse olarak bulmuşlardır.
Kavminin ulularını dinine koşturan şey
nedir? Bunlar içinde Ebû Bekir, Talha, Zübeyr, Osman b. Affan,
Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebû Vakkâs vardır. Etraflarını kuşatan mal,
mülk ve dünya şerefini bir tarafa bırakıp, zorluk, sıkıntı ve meşakkat
dolu bir hayata yöneldiler.
-Zayıfları onun himayesine sığınmaya
götüren şey nedir? Mal ve silah bakımından en zayıf olduğunu gördükleri
hâlde davetine koşuyorlardı. Bu sebepten birçok eza ve cefaya maruz
kalıyorlar, korku içinde kötülüklere yakalanıyorlardı. Allah Resûlü
bütün bunlara mani olamıyordu.
-Cahiliye cengâveri Ömer b. Hattâbı
çeken şey neydi? Allah Resûlünün başını almaya gitti; ama imanla
parlaklığı kat kat artmış olan aynı kılıcıyla iman düşmanlarının başını
vurdu.
-Bir şeyle alâkalı olmayan, itibar
sahibi Medine ricalini korkulu bir denizi ürkütmek pahasına ona biat
etmeye yönelten şey neydi? Çünkü onlar biliyorlardı ki, Kureyş ile
aralarında çıkacak bir savaş bütün korkulardan korkuludur.
-Müminleri sürekli arttıran,
eksiltmeyen şey neydi? O, sabah akşam onlara, Ben size ne bir fayda
sağlamaya ne de bir zarar defetmeye malikim. Bana ve size ne
yapılacağını da bilmiyorum diyordu.
-Dünyanın bütün bölgelerinin
kendilerine açılacağını, ayaklarını altın havuzunun bürüyeceğini ve
gizlice okudukları Kurânın ufuklarda yankılanacağını sadece kendi
nesillerinde veya -sadece Arap yarımadasında değil, bütün zaman ve
mekânlarda yankılanacağını- tasdik etmeye müminleri sevk eden neydi?
-Resûllerinin haber verdiği birtakım
haberleri müminleri tasdik etmeye götüren neydi? Onlar ne önlerinde ne
arkalarında, ne sağlarında ne sollarında -bakıyor; ama- bir şey
göremiyorlardı. Yalnızca kavurucu sıcaklık, bitkin düşürücü açlık, yakın
mesafeden atılan taşlar, dikenli ağaçlar, sanki şeytan başları gibi
başını çıkaranları görüyorlardı.
-Kalplerini kesin iman ve azim ile
dolduran neydi? O, sadece Abdullahın oğlu idi
Bütün bunlara sahip olan
ancak o idi
Onlar onun bütün fazilet ve meziyetlerini gözleriyle
gördüler. Temizliğini, iffetini, dürüstlüğünü, doğruluğunu ve cesaretini
gördüler. . . Yüceliğini ve inceliğini gördüler... Aklını ve meseleleri
açıklayıcılığım gördüler. ..
Güneşin, onun doğruluk ve yüceliğiyle
parıldadığını gördüler. Hz. Muhammed (s.a.v.) bugünün vahyini, yarının
düşüncelerini ortaya koymaya başladığında, hayatın değişip, geliştiğini
gördüler.. .
Bütün bunları, hatta daha fazlasını
gördüler. Bir perde arkasından değil; görerek, uygulayarak, aklederek...
Bir Arabi o asırlarda böyle bir şey görüyor ve araştırıyor, tetkik
ediyor. O asırda bunu sana bilir kişi gibi kim haber verebilir? Onlar
çok iyi iz süren, bebeğin organlarına bakarak kime ait olduğunu
bilebilen ve kuşların seslerinden iyi ya da kötü yorumlar yapan insanlar
idiler.
Bir kimsenin ayak izini gördüklerinde,
bu falan oğlu falanın ayak izidir derlerdi. Konuşanın nefesini koklar
ve onun doğruluğunu veya yanlışlığını anlarlardı. Onlar (Mekkeliler)
Muhammed (s.a.v.)i gördüler, dünyaya geldiği andan beri beraber
yaşadılar. Onun hayatından hiçbir şey onlara gizli kalmadı. Çocukluk
yaşamı bile gizli kalmamıştır. Çünkü bu çağda, çocuk sahiplerince
gözetim altında tutulmaktadır. Muhammed (s.a.v.) göz önüne alındığında,
o bütün Mekke halkınca görülmüş ve ilgi görmüştür. Çünkü onun çocukluğu
diğer çocuklarınki gibi değildi.
Kendisinde yetişkin bir adamın hâli
görülmesi ve çocukluktan erkek ciddiliğine yönelmesi ölçüsünde bütün
insanların gözleri ona çevrilmişti. Örneğin: Kureyş uluları, çocuklarla
oynamaktan uzak duran ve oyuna her çağrıldıkça ben oyun için
yaratılmadım diyen, Abdülmuttalibin torununu konuşuyorlardı. Aynı
zamanda sütannesi Halimenin anlattığı olağanüstülüklere dair
haberlerini, normal bir çocuk olmadığını ve ancak onun durumunun
Allahın bildiği bir sır olduğunu, geleceğin her şeyi aydınlatacağını
konuşuyorlardı. Gençliği ne güzel gençlikti
En temiz, en pak
Yine kavmi onu konuşuyordu... Yine
onunla meşgul oluyordu. Yetişkinliği ise bütün gözleri kamaştıracak,
duyanları şaşırtacak, kalplere heyecan verecek ölçüdeydi. O, bütün
bunların fevkinde idi. Yaptığı her şeyi başkalarıyla kıyaslıyorlar ve
onda hak, hayır ve güzellikten başka bir şey göremiyorlardı.
Onun hayatı beşikten mezara kadar
apaçık bilinmektedir...
Her bakışı, her adımı, her kelimesi,
her hareketi hatta her rüyası ve hatırına gelen her şey, dünyaya geldiği
günden itibaren bütün insanlarca gerçek kabul edilmiş, uydurma
bulunmamıştı. Sanki Allah Teâlâ şöyle demek istiyordu: İşte bu size
gönderilen elçimdir.
Akıl ve mantık delilidir. Anne
karnındaki cenin hâlinden itibaren işte hayatı önünüzdedir... Aklınız ve
mantığınızla araştırın, muhakeme edin, bir şek, şüphe bulabilir veya
görebilir misiniz?.. Bir kere yalan söyledi mi, ihanetlik etti mi,
alçaldı mı, bir insana zulüm etti mi, terbiye dışı davrandı mı, ahdini
bozdu mu?. Akrabalığı kesti mi, halkını ihmal etti mi, insanlığı terk
etti mi, bir kimseye sövdü mü veya bir puta yöneldi mi?.. Son noktasına
kadar araştırın!..
Hayatının herhangi bir devresinde bir
kapalılık bulunmaz. Hayatını bu azamet, yücelik ve temizliğiyle
gördüğünüzde, akıl ve mantık kırk yaşından sonra bu kişinin yalan
söyleyebileceğine ihtimal verir mi? Kime karşı yalan söyleyecek? Allaha
mı? Halbuki Allah onu kendine elçi olarak seçmiş ve vahiy göndermiştir.
Hayır
Ne his, ne sağ duyu ve ne de mantık ve akıl bunu kabul eder.
İlk müminlerin, muhacirlerin Resûlullaha (s.a.v.) gitmelerini sağlayan
da onun doğruluk ve dürüstlük timsali olması idi. Nitekim onlar ona
sığındılar ve zafere erdiler. Tereddüt ve duraksama göstermeksizin hızla
ve kesin olarak ona koştular. Bütün hayatı böylesine aydınlık bir
temizliğe sahip olan insanın Allaha karşı yalan söylemesi imkân
dahilinde midir? Sağlam doğru görüşlülükleri sayesinde onda Allahın
nurunu gördüler ve ona tâbi oldular.
Allah Teâlânın Resûlünü zafere
erdirdiğini gördüklerinde bu doğru görüşlülükleriyle övüneceklerdi.
Bütün Arap yarımadası onun dinine girmiş ve ummadıklarının üzerinde
servet kapıları kendilerine açılmıştı. Ama o yine oydu. Zühdünden,
takvasından hiçbir şey kaybetmemişti. Rabbine kavuştuğunda da yine aynı
şekildeydi. Hasır üzerinde uyuyor, hasırın dişleri vücudunda iz
bırakıyordu.
Onlar, bütün ufuklarda bayrağı
dalgalanan Allah Elçisini minbere çıkıp, insanlara yönelip ağlayarak:
Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını
almışsam, işte malım, gelsin alsın. derken görmüşlerdi. Kişinin tayinle
elde edeceği bir memuriyete amcası Abbas kendisini tayin etmesini
istediğinde, yumuşaklıkla Allaha yemin olsun ki ey amcam, biz isteyene
veya hırs gösterene bir işin sorumluluğunu vermeyiz. derken görmüşlerdi.
İhtiyaçları anında insanların
dertlerine ortak olduğunu, kendinden ve ehlibeytinden önce, insanlara
koştuğunu ve Onun insanlar içinde ilk acıkan ve en son doyan biri
olduğunu görmüşlerdi. Evet, ilk müminler, hidâyete erdirdiği için
Allaha bol bol hamd ve şükürde bulunacaklar, sonra da böyle bir ileri
görüşlülük gösterebildikleri için kendilerini mutlu sayacaklardı... Onun
hayatı, sahibinin doğruluğuna yeterli bir delildir. Ben size
gönderilmiş Allah elçisiyim. dediğinde gerçek büyüklüğü ortadaydı.
Yine hayatının temizliği, eşsizliği,
yüce elçinin, büyük öğretmenin doğruluğunun açık delilidir. Hayatının
hiçbir devresinde düşüklük veya kötülük görülmemiştir. Doğumundan
ölümüne kadar aynı seviyeyi korumuştur. Gündüzün parlaklığı gibi açıktır
ki, bu eşsiz hayatın ve peygamberliğin sahibi, ne makam, ne mal ve ne de
ululuk için çalışmıştır. Bunların tamamı ona gelmiştir; ama o bir an
bile hayatını değiştirmemiş, eskiden nasılsa öylece devam etmiştir.
Kıl kadar olsun hayatının yüksek
menfaatlerinden geri kalmamış, ibadet ve cihad hususunda Allaha verdiği
sözden dönmemiştir. Gecenin son yarısında kalkar, abdest alır, her zaman
olduğu gibi Rabbine yalvarır, ağlar, namaz kılar, yine ağlardı. Önünde
tepeler büyüklüğünde mal biriktiği hâlde, o bu malları müslümanların en
az alanı kadar alırdı. Şehirler onun davetine yöneldiği, peygamberliği
önünde divan durduğu hâlde o zerre miktarı kibir ve gurura kapılmamış,
onlara davetini iletmiştir. Bazı insanlar, yanına geldiklerinde ondan
çekinerek, yüzlerinde keder belirdi.
Bunun üzerine onlara şöyle dedi:6
Rahat olunuz; çünkü ben, Mekkede kuru et yiyen bir kadının oğluyum.
Bütün düşmanları onun dinine silahlarıyla saldırmış ve her taraftan baş
kaldırmıştı. On yıl geçmeden Mekke fethedildiğinde bütün bunlara
karşılık o, eski düşmanlarına: Gidiniz, hepiniz hürsünüz! demişti.
Mekkeyi fethettiğinde başını kaldırıp gururla girmek hakkı olduğu hâlde,
başı önüne eğik, Rabbine şükreder vaziyette Mekkeye girmişti. Kâbeye
vardığında putlara yönelip, onları tek tek düşürürken: Hak geldi, bâtıl
yok oldu. Bâtıl yok olmaya mahkûmdur.(İsrâ, 81) âyetini okuyordu. Böyle
iken onun peygamberliğinden şüphe edilebilir mi?
Bir insan ki, hayatını davasına adasın, sonuçta da ne şahsi menfaat, ne
makam, ne mevki, ne de nüfûz beklesin. Hatta tarihin bile kendisini
ebedileştirmesini istemesin; sadece Rabbi katındaki ebediyeti arzulasın.
Bir insan ki, çocukluktan kırk yaşına kadar tertemiz bir hayat sürsün,
sonra kırk yaşından vefatına kadar hayatını ibadet, doğruluk, cihad
uğrunda geçirsin, batıllar yok olup, onun ibadet ve peygamberliği
payidar olsun, sonra da bu insan yalancı olsun.
Ne hususta yalancı olabilir? Normal bir
insan bile bu konuda yalandan uzak dururken, Allahın Peygamberi (s.a.v.)
elbette oldukça uzak duracaktır. * * * Biz deriz ki, akıl ve mantık her
zaman olduğu gibi Ben Allahın Resûlüyüm dediğinde onun doğruluğuna en
iyi delildir. Doğru işleyen mantık, yeterli akıl, hayatı baştan sona
böyle olan bir insanın Allaha karşı yalan söylemeyeceğini bilir.
Ona koşan ilk müminlerin ve bu kitabın
ilerleyen sayfalarında tanışmakla şerefleneceğimiz insanların, Allahın
hidâyetinin yanı sıra aklî ve mantıkî delilleri de vardır. İşte
peygamber olmadan önce ki Muhammed (s.a.v.)
Ve işte peygamber olduktan
sonraki Muhammed (s.a.v.)
İşte beşikteki Muhammed (s.a.v.)
Ve işte
ölüm döşeğindeki Muhammed (s.a.v.)... Hiçbir göz onun hayatının hiçbir
safhasında ve ayrıntısında en küçük bir farklılık göremez!.. Hayır, asla
Şimdi biraz, peygamberliğinin ilk yıllarına gidelim. Sebat, doğruluk ve
yücelik bakımından, tarihte bu ilk yıllara benzeyen bir devre göremedik,
şu ana kadar... Bu yıllar, o insanlık öğretmeninin ve yol göstericisinin
meziyetlerinin sergilendiği yıllardır. Bu yıllar, canlı bir kitabın ilk
yapraklarıdır.
Yani onun hayatının ve kahramanlığının,
özellikle mucizelerinin sergilendiği canlı bir kitaptır. Tek başınaydı
bu yıllarda Resûlullah (s.a.v.). Dünya rahatı, emniyeti ve istikrarı
içinde olanlar, onu terk etmişti. Çünkü o alışmadıkları bir şeyle, daha
doğrusu, hoşlanmadıkları bir şeyle insanların karşısına çıkmıştı.
Onların karşısına, akıllarına hitap ederek çıktı. Duygu yerine, toplumun
aklına hitap daha zordur. Allahın Elçisi Muhammed (s.a.v.) sadece bunu
yapmadı.
Eğer insanlarla ortak değerleri
paylaşıyor veya ortak düşünceler içindeysen onların akıllarına hitap
etmen kolaydır. Ama uzak bir gelecekten bağırdığında, sen görebilirsin
ama insanlar göremez; sen yaşayabilirsin ama insanlar idrak edemez. Evet...
İnsanların aklına hitap ettiğinde ve hayat esaslarını yıkmaya onları
ayaklandırdığında -ki senin bundan ne şahsi amacın, ne yücelik beklentin
ne de bir isim olsun gibi bir düşüncen vardır- burada bir tehlike vardır
ki, o da ancak müminlerden ve iyi kimselerden azimet sahibi olanların
anlayacağı bir şeydir. İşte bu ortamın kahramanı ve eşsiz mimarı,
Allahın Elçisi idi.
Bu ortamda, putlara ibadet, hak ibadet
sayılıyor, onun alâmet ve işaretleri hak din kabul ediliyordu. Tevhid
kelimesini ansızın söylemeden önce, eğer eşsiz zekasını kullansaydı, güç
yol ve ağır şartlar ona kolaylaşırdı. Çünkü bütün toplumu yıllarca
ibadet etmekte oldukları ilâhlardan koparmak, hem onun gücü dahilindeydi,
hem de hakkıydı. Kavminden ilk anda karşı çıkan ileri gelenler ile
onların destekçilerini kuşatır ve mağlup edebilirdi. Ama bunları yapmadı.
Bu, onun Resûl olduğuna bir işaretti.
Semavî sesi kalbinde işitti. O ses ona otur dedi, oturdu. Tebliğ et
dedi, tebliğ etti. Ürkmeksizin ve kaçmaksızın bunları yaptı. İlk olarak
insanlara peygamberlik cevheriyle şöyle seslendi: Ey insanlar! Ben size
gönderilmiş Allahın Elçisiyim. Ona ibadet edin, asla ona bir şeyi ortak
edinmeyin! Bu putlar, boştur, batıldır. Size ne fayda sağlar, ne de
zarar verirler. İlk olarak onlara apaçık kelimelerle seslendi.
Böylelikle de koyu bir savaşın içine hayatını terk edercesine dalmış
oldu. İlk inananların içlerinde doğan bir itici güç, onları Resûle (s.a.v.)
biat etmeye sevk etmişti. Bir adam ki, aklı ve yaratılışı tam olanlar
onu tanıyabiliyor.
Tek başına kavmine karşı duruyor ve
onlara davasını anlatıyor. Kelimeler ağzından tane tane dökülüyor. Sanki
bir kuvvet onun açıklamasına yardım ediyor. Bazen ruhunda sıkıntı duyan
Muhammed (s.a.v.) kavminin ilâhlarını ve dinini terk ederek kendisine
yöneliyor ve dilediği gibi Rabbine ibadet ediyor. Eğer bu durum o zaman
bazı zihinlerde meydana gelseydi Muhammed (s.a.v.) şirki, daha çabuk
izale ederdi. İnsanlara kendisinin tebliğle görevli bir Elçi olduğunu,
sessiz durmasının veya kendi içine çekilmesinin, elinde olmadığını izah
etti. Bütün âlem ve tabiattaki kuvvetler birleşse bile kendisini
susturmaya güç yetiremezlerdi. Çünkü onu konuşturan, hareket ettiren ve
yönlendiren Allah idi. Kureyşin tepkisi ateş gibi süratli geldi; ama
şiddetli bir rüzgar onu söndürdü.
Allahın Elçisi olan bu zat, ilk
tebliğini başarıyla yapmıştı. Bütün zaman ve mekânı, hatta tarihi
dolduracak bir sahne sergilenmişti. İnsanlar bundan ürpermiş, hoşlarına
gitmiş ve yakınlık duymuşlardı. Bir cesaret timsali görmüşlerdi.
Bilmiyorlardı, acaba başı göğe mi değiyordu, yoksa gök başına mı alçalıp
değmişti? Bir azamet kalesi görmüşlerdi. İşte böyle bir anda Kureyş
uluları Ebû Tâlibe gittiler ve şöyle dediler: Ey Ebû Tâlib! Sen yaşça,
şerefçe ve mevkice içimizde ulu kimsesin. Senden kardeşinin oğlunu
frenlemeni istiyoruz. Eğer ona engel olmazsan babalarımıza küfretmesine,
düşüncelerimizle alay etmesine ve ilâhlarımızı ayıplamasına daha fazla
sabretmeyiz. Ya ona engel olursun ya da iki topluluktan biri helak olur.
Ebû Tâlib, kardeşinin oğluna haber gönderdi ve Ey kardeşimin oğlu!
Kavmin bana geldi ve durumun hakkında görüştü.
Beni ve kendini düşün. Bana altından
kalkamayacağım bir yükü yükleme. Bugün Allah Resûlünün konumu ne
olmalıdır? Kendi yolunu tutmuş, bütün dünyadan kopmuş gibi görünen tek
başına bir adam... Yardım edilmeyen ve kendisine diş bileyen Kureyş
ulularına karşı gücü olmayan bir adam. .. Allah Resûlü (s.a.v.) cevap
vermede tereddüt göstermedi ve azminden de bir şey kaybetmedi. Kesin
olarak inandığı davasını araştırma ihtiyacı da duymadı. Davanın
kesinliği her şeyin üstünde idi. Ve bu dava beşeriyete gönderilmiş en
yeterli öğretiydi.
Kureyş ulularının isteklerine şöyle
cevap verdi ki, cevap verişinde bile ilâhî inayetin eseri gözüküyordu:
Ey amcam!.. Allaha yemin olsun ki, bu davayı terk etmem karşılığında
güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, asla terk etmem...
Allahın selâmı, rahmeti, bereketi üzerine olsun ey Nebi!... Ey
kahramanların kahramanı! Senin sözlerin kahramanlık sözüdür. Bu ani
cevap karşısında Ebû Tâlib, yeğeninin elini tuttu ve şöyle dedi:
İstediğini söyle! Ben seni hiçbir şekilde onlara bırakmam.
Muhammed (s.a.v.) amcasından kendisini himaye altına almasını ve
korumasını istemiyordu. Bilakis o çevresindeki bütün bir insanlığı kendi
himaye, emniyet ve koruması altına almak istiyordu. Böyle bir tabloyu
hangi şerefli insan gösterebilir?
Onun Hak üzerine sebatı, peygamberliği
yerine getirme doğrultusunda sürekli gayreti, Allah yolunda hiçbir
korkudan yılmayan azmi, kendisine bir çıkar sağlamak için değildi.
Bilakis onun gayreti, akılları gayrete getirmek, onları ikaz etmekti.
Onları Hak nurunun peşinden sürükleyip, akıllarını tezkiye etmek ve
onlara doğru yolu göstermek için gelmiş olan sadık ve emin kişinin
peşinden sürüklemekti. O, böyle her taraftan insanların zulmüne maruz
kaldığı bir dönemde, amcası Ebû Tâlib ve biricik eşi Hz. Hatice
birbirini takiben öldüler.
Kureyşin bu baskısı ve zulmü altında
kalan ve âdeta savaş ilan edilmiş olan bir insanı kim düşünür? En büyük
hasmı ve düşmanı olan Ebû Leheb, böyle bir günde onun korumasını ve
himayesini üstlendiğini ilan etti. Fakat Resûlullah (s.a.v.) onun
himayesini reddetti. Tek başına sapasağlam ve dimdik kalmıştı. Ondan
zulmü defedecek kimse yoktu. Zaten bu güçte bir kimse de kalmamıştı. Ebû
Bekir bile ancak ağlamaya güç yetirebiliyordu. Resûlullah (s.a.v.) bir
gün Kâbeye gitti.
Kâbeyi tavaf ediyordu ki, gözetleyen
Kureyş büyüklerinden bir topluluk onun üzerine atılıp, kuşatmaya aldılar
ve Sen ilâhlarımıza şöyle şöyle şeyler diyorsun. demeye başladılar.
Allahın Elçisi onlara sakin olarak Evet, öyle diyorum. buyurdu. Hepsi
birden yaka paça ettiler. Bunun üzerine koşarak gelen Ebû Bekir: Rabbim
Allah diyen bir insandan ne istiyorsunuz? diye serzenişte bulundu.
Allahın Elçisini Taifte gören
kimse, onun doğruluğunu, bitmez tükenmez azmini ve tam bir dava adamı
olduğunu anlardı. Yüzündeki ifade onları, yegane hükümdar olan Allaha
çağırıyordu. Kavminden gördüğü eziyetler ona yetmiyor muydu? Bu
eziyetlerin, zulümlerin kat kat artması onu sakındırmıyor muydu? Sanki,
aralarında akrabalık bağı olmayan bir kavme gelmişti. Amcası düşman
olmuş, kavminin ileri gelenleri düşman olmuştu. Bu sonuçlar, bu
eziyetler onu hiçbir zaman geri adım atma düşüncesine götürmedi,
götüremezdi.
Rabbi ona: Sana gereken ancak
tebliğdir. (Al-i İmrân, 20) diye buyurmuştu. Bir gün kavminin eziyeti
dayanılmaz bir hâl almış, o da evine üzgün bir şekilde dönüp, hüzünle
yatağına uzanmıştı. Birden semavî bir ses kalbinin kapılarını zorlamaya
başladı. Ansızın vahyi ilâhî gelmiş, daha önce Hira mağarasında duyulan
ses yankılanmıştı: Ey örtülere bürünmüş yatan, kalk ve sakındır. İşte
bu tebliğ ve davete izindi. Eziyete aldırmayan, rahattan, huzurdan söz
etmeyen bir Elçiye izindi. Taife gitsin ve oranın halkına Hakkı tebliğ
etsin diye izin...
Ve Taifte ileri gelenler onu çepeçevre
kuşattılar. Onlar Mekkedeki dostlarından daha fazla kınayıcı idiler.
Çocukları ve akıl hastalarını peşine taktılar. Böylelikle Arapların en
kutsal özelliği olan misafirperverliği ayaklar altına aldılar. Misafire
ikramları, zayıfı korumaları bu olmuştu. Peşine takılan düşük akıllılar
ve çocuklar o yüce Elçiyi taşlıyorlardı. Bu o kimseydi ki,
Kureyş ona kendisini zengin kılacak malı, reisleri ve kralları olmasını
teklif etmişlerdi. O ise başını kaldırıp şöyle diyordu: Ben Allahın
kulu ve Resûlüyüm
İşte Taifte böyle karşılanmıştı.
Duvarları yüksek bir bahçeye sığınmakla atılan taşlardan ancak
kurtulmuştu. Bütün bunların yanında şöyle dua ediyordu: Ey Rabbim bana
karşı bir gazabın olmasın da bütün bunlar önemli değil. Ama afiyetin
bana karşı daha geniştir. Evet... O bir resûldü. Rabbine nasıl bir edep
içinde dua edileceğini çok iyi bilirdi. O, Allah yolunda eziyetin önemi
olmadığını vurgularken, aynı zamanda Allahın af ve bağışlayıcılığını da
umuyordu.
Böyle bir konumda o ne gurur, ne kibir
göstermiştir. Zira bu konuda gösterilen büyüklük Allaha karşı minnet
anlamı taşırdı. Muhammed (s.a.v.) Allaha karşı minnet borcunun olduğunu
gizliyor da değildi. Cesaretinin ve taşıdığı yükün ifadesi olan bu durum,
onun Rabbine tazarru ve niyazdan başkası değildir. İşte bu duygular
içinde Rabbine yönelişini sürdürdü: Ey Rabbim! Güçsüzlüğümü,
çaresizliğimi, insanlar karşısındaki yetersizliğimi ancak sana şikayet
ediyorum...
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Sensin zayıfların Rabbi! Beni düşmanlara mı bıraktın? Yüzünü ekşiten
uzak tanıdıklara mı gönderdin? İşimi düşman eline mi terk ettin? Ey
Rabbim gazabın, kızgınlığın yoksa bana karşı, hiçbiri önemli değil, ama
senin bağışlayıcılığın daha geniştir. Gazabından, kızgınlığından,
karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret düzenini sağlayan nuruna
sığınırım. Günahlarımızı sana havale ederiz ta rızana erene kadar. Güç
kuvvet ancak sana aittir.
Bu hangi dostluktur ki yüce Elçi onu
davet için yüklenmiştir? Yalnız başına kalmış, her nereye gitse
tuzaklarla karşı karşıya gelmiştir. Onun gücünü dipdiri ve her
zamankinden daha çok kılan, dünyevî bir sebep değildir ki, bu davasına
sürekli onu yönlendirsin. İnsanlar onu Taif dönüşünde üzüntülü veya
bitmiş görmediler. Bilâkis o, arzuları daha bir diri, azmi daha bir
bilenmiş durumdaydı. Taif ziyaretinden sonra bizzat bölgelere veya
mahallelere kadar gitmek suretiyle kabile kabile tebliğe başladı. Bir
gün Kinde kabilesine, Bir gün Benî Hanife kabilesine, Bir gün Benî Âmir
kabilesine.
Ve böylece birçok kabileyi dolaştı ve
onlara şöyle seslendi: Ben size Allahın gönderdiği bir Elçiyim. Allah,
kendisine ibadet etmenizi, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı ve
ibadet ettiğiniz putlardan yüz çevirmenizi emrediyor. Her kabileye
gidişinde Ebû Leheb onu takip ediyor ve insanlara şöyle diyordu: Ona
inanmayın, o sizi sapıklığa çağırıyor. İnsanlar onu böyle zor bir
durumdayken görüyor, düşmanlık ve inkâr ile karşılıyorlardı. O ise
kendisine yapılan her teklifi, verilen her dünyevî karşılığı
reddediyordu. Hatta bu karşılık, krallık gibi maddî karşılıklar olsa
bile. İşte böyle bir günde Benî Âmir b. Sasaa kabilesine uğradı.
Oturdu, onlara Allah Teâlâdan bahsetti.
Kurândan âyetler okudu. Onlar da:
Şayet biz seni kral tanımak üzere sana biat etsek, düşmanlarına Allah
seni galip getirdiği takdirde bize senden sonra bir krallık düşer mi?
dediler. Allah Resûlü (s.a.v.) bu soruya şöyle cevap verdi: İşler
Allaha aittir. O dilediğine verir. Bunun üzerine: Senin davana
ihtiyacımız yoktur. diye işi bitirdiler. Ve Allah Resûlü (s.a.v.), az
bir dünyevî karşılık için imanlarını satmayan müminleri araştırarak
onları terk etti. * * * İnsanlar, onu çok az kimsenin kendisine iman
ettiği bir kimse olarak görüyorlardı. Bu kadar sayıları az olmasına
rağmen Allah Resûlü (s.a.v.) onların içinde bir dostluk, sıcaklık ve
kaynaşma buluyordu. Bununla birlikte Kureyş, her kabilenin, inananlarını
yola getirmek için zor kullanmasına karar verdi.
Bunun akabinde zulüm, çıldırtıcı bir
kasırga gibi, bütün müslümanların tepesine ansızın, indi. Hiç kimseyi
bırakmaksızın müşrikler eziyet ettiler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.)
müslümanların Habeşistana hicret etmelerini emir buyurdu. Böylece bütün
düşmanlara karşı tek başına kalmıştı. Niçin o hicret etmemişti, niçin
tebliğini bir başka yerde yapmamıştı? Âlemlerin Rabbi Allah sadece
Kureyşin Rabbi değildi. Veya niçin etrafındaki insanların kalmasını
istememişti? Halbuki onlar, ona yardımcı ve destek olurlardı. Az
olmalarına rağmen Mekkedeki varlıkları diğer insanların İslâma
girmeleri için bir teşvik unsuru olabilirdi. Sonra içlerinde
azımsanamayacak sayıda, Kureyşin ileri gelen ve güçlü ailelerinden
kimseler vardı.
Örneğin; Benî Ümeyyeden Osman b. Affan,
Amr b. Saîd b. Âs ve Hâlid b. Saîd b. Âs
Benî Esedden Zübeyr b. Avvâm,
Esved b. Nevfel, Yezid b. Zema ve Amr b. Ümeyye
Benî Zühreden
Abdurrahman b. Avf, Âmir b. Ebû Vakkâs, Mâlik b. Üneyb ve Muttalib b.
Ezher... vardılar. Bunlar ve bunlar gibiler oldukça, onların aileleri,
uzun süre uygulanacak baskı ve zulme razı olamazlardı. Allah Elçisi
niçin onları etrafında bırakmadı da Habeşistana göç etmelerine izin
verdi? Bilakis onlar Mekkede kalsalardı, ona desek olurlar ve bir güç
olurlardı. İşte burada Muhammed (s.a.v.)in büyüklüğü ortaya çıkmıştı.
Çünkü o, ne fitne çıkarmak, ne de savaşmak istiyordu. Neticesinde zafer
ihtimali olsa bile bunu istemiyordu. Kaldı ki zafer kesindi. Bu aynı
zamanda insancıllığının ve merhametinin tecellisi idi.
Çünkü insanların kendisi sebebiyle eza
görmelerine kalbi dayanmıyordu. Halbuki bu tür olaylar, her mücadelenin
ve cihadın gereklerindendir. Şimdi ise müslümanlar için azaptan korunma
yolları bulunmuştu. Öyleyse bütün müslümanlar bu yola gitmeliydi. Peki,
niçin o onlarla gitmiyordu? Çünkü ona henüz bu yolculuk için izin
verilmemişti. Onun yeri burasıydı, putların bulunduğu yer...
Bir olan Allahın ismini her tarafa
duyuracaktı. Bu arada eza ve cefaya maruz kalacak; ama bundan asla bir
bıkkınlık ve usanmışlık göstermeyecekti.
Kim bu sabır ve sebatı gösterebilir,
bütün varlığını ortaya koyabilirse beri gelsin. Bu öyle bir büyüklüktür
ki bunu ancak ulülazim peygamberler gösterebilir. İnsanlık ve resûllük
sıfatları Muhammed (s.a.v.)in şahsında bir araya gelmişti.
Peygamberliği hakkında şüpheye düşenler, büyüklüğü, saflığı ve
inançlılığı hususunda herhangi bir kuşku belirtisi göstermediler.
Allah, peygamberliği kime vereceğini
iyi bilir. Peygamberlik için öyle bir insan seçmişti ki, huy
güzelliğinde, yücelikte ve fazilette bir benzeri yoktu. Fakat o,
insanların şahsını yüceltme hususunda mübalağa etmelerini, aşırıya
kaçmalarını istemiyor, bundan onları men ediyordu. Hatta meclislerine
geldiğinde kendisini tazim için ayağa kalkmalarını bile istemiyordu.
Acemlerin yaptığı gibi ayağa kalkmayınız. Onların bazısı bazısına tazim
için ayağa kalkarlar.
Sevgili oğlu İbrahim, vefat ettiğinde
güneş tutulması olmuştu da, Müslümanlar aralarında Güneş, İbrahime
üzüntüsünden dolayı tutuldu diye konuşmuşlardı. Bunun üzerine Allah
Resûlü (s.a.v.) böyle iddiayı ortadan kaldırarak, müslümanlara yöneldi
ve şöyle seslendi: Güneş ve ay, Allahın varlığına delalet eden iki
işarettir. Bir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar. O,
insanları koruyan ve korunmasını isteyendi. Allahın Elçisi kesin olarak
biliyordu ki, kendisi insanlığın yaşantısını değiştirmek için gelmişti.
O ne sadece Kureyşin, ne de Arapların
peygamberi idi. Bütün insanlara peygamberdi. Allah Teâlâ onun davetinin
uzanacağı en son noktaya kadar görüş alanını genişletti, bayrağının
dalgalandığı yerleri gösterdi. Müjdelediği dinin bağımsızlığını ve
Allahın yeryüzüne bahşettiği ebedî diriliği yakın olarak gördü. Bütün
bunlara rağmen kendisine, kendi inancına, kendi kurtuluşuna bir pay
ayırmadı. Kendisini peygamberlik duvarında bir tuğla tanesi olarak gördü.
Bu yüce insan bütün açıklığı ile şunu ilan etti: Benim ve benden önceki
peygamberlerin misali şunun gibidir: Bir adam düşünün ki, bir bina
yapıyor, onu süslüyor, güzelleştiriyor. Ancak bir tuğlalık yer açık
bırakıyor.
İnsanlar binanın etrafında dolaşıyorlar,
o açıklığı görünce hayret ediyor ve şöyle diyorlar: Şu bir tuğlada
konsaydı ya. İşte ben o tuğlayım, ben peygamberlerin sonuncusuyum. İşte
yaşadığı hayatı
İşte cihadı ve kahramanlığı
İşte yüceliği ve temizliği
İşte hayatında gerçekleşen, kendisi öldükten sonra da varolacak kurtuluş
Tamamı ancak bir tuğla mesabesinde
Eşsiz bir binada tek bir tuğla
O,
bunu ilân etti, böyle olduğunu üstüne basarak duyurdu. Bu sözü, tevazu
elbisesiyle süsleyip de içten içe nefsini yüceltme amacı gütmedi.
Bilâkis üstüne basarak söyledi.
Halbuki tevazu onun ahlâkının
vazgeçilmez bir unsurudur. Buna işaret etmek için bir kanıta da ihtiyaç
yoktur. Onun varlığı delil olarak yetmektedir.
İşte o, insanlığın üstadı,
peygamberlerin sonuncusudur. O bir nurdur ki, insanlar onu aralarında
yaşayan bir insan olarak gördüler. Öte dünyaya irtihalinden sonra da
hakikat ve hatıra olarak bildiler. Şu anda
Biz onun sahâbesinden bir
toplulukla buluşmaya gidiyoruz.
Bu kitabın sayfalarında, onların
sınanmalarından, fedakârlıklarından ve büyüklüklerinden bir ışık huzmesi
yayılacaktır. Onlar ki benzeri görülmemiş bir şekilde hayatlarını ortaya
koydular. İşte bu şaşırtıcı tablonun sebebi apaçık önümüze serilmektedir.
Bu sebep, onların peşine takıldıkları Nurdan (s.a.v.) başkası değildir.
O Nur da Muhammed (s.a.v.)dir.
O öyle bir insandır ki, Allah
onun şahsında bütün hakikatin görüntüsünü ve insan olmanın yüceliğini
toplamıştır. Onunla şereflenen hayat ne yücedir!
Onunla aydınlanan insan ne güzeldir!
|