Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

SONSÖZ


Evet...

Şimdi, Muhammed (s.a.v.)’in ashabından bu yüce topluluğu uğurlarken…

Acaba, konunun hakkını ödeyebildik mi? Hayır... Onların büyüklüğünü yakından seyrettik. Hepsiyle arkadaşlık yapmaya kader yardım etmediği için sadece onlardan mübarek bir grupla aydınlık anlarda arkadaşlık ettik… Bu kitabın bizlere sunduğu “altmış” adam, Resûlullah (s.a.v.)’i gören, o asırda yaşayan, ona inanan ve onunla cihad eden kardeşlerinden binlercesinin yerine birer temsilci idiler… Bu altmış iyi sahâbînin sûretinde, bütün ashabı görüyoruz.

Onların imanını, sebatını, kahramanlıklarını, fedakarlıklarını ve bağlılıklarını görüyoruz… Verdikleri mücadeleyi görüyoruz... Kaydettikleri zaferleri görüyoruz … İnsanlığın tümünü kirli vicdandan ve istikbâlinin kaybolmasından kurtarmak için üstlendikleri rolü görüyoruz... O hâlde o altmış adam, karşılaştığımız ve gerçeğine indiğimiz çok güzel ve nefes kesen birer örnektir.

Dinî yönden özel ve insanlık yönünden genel olarak, mücadele dolu bir zaman diliminde kahramanlar ve askerler görüyoruz… O zaman dilimi ki, eski âlemin, Allah'ın (c.c.) birliğini ve insanların birleşmesini haykıran yeni gerçeğin balyoz darbeleri altında ezildiği bir zaman dilimiydi. Put yok, heykel yok... İmparatorlar yok, Kayserler yok... Yalnızca tek ilâh olan Allah… Ve bir tarağın dişleri gibi eşit insanlar var…

O adamların kalplerini dolduran bu müthiş imanı meydana getiren ve daha önce kaleme aldığım sebepleri tekrar etmek istemiyorum. Orada bu kitabın başında “Tâbi Oldukları Nur” başlığı altında Allah’ın tevfîki ve nimeti, bana o sebep ve etkenlerin özünü açıklamayı nasip etti. Muhammed (s.a.v.) doğruluğu, sebatı, temizliği ve yüceliği ile etrafındakilere ancak bu tür bir imanla aksedebilirdi... Onu çok iyi bilen adamların imanı…

Onu tüm olgunluğu ve yüceliği ile, tüm insanlığı ve Rabbanîliği ile, bütün haşmetiyle ve tevazusuyla, haşmet ve sadeliği ile, bütün kuvveti ve rahmeti ile gördüler… Onun gönderilişinin asaletini, yolunun doğruluğunu gördüler. Ona iman ettikten sonra şüphenin onlar üzerinde hiçbir etkisi yoktu artık. Öyle ki onlar onun peygamberliğini ve elçiliğini pekiştirecek ve meşru hakları olan mucize isteme hakkını dahi kullanmadılar ve ondan istemediler.


Her ümmet kendisine iman etmesi için peygamberinden bir mucize istedi. Muhammed (s.a.v.)’in ashabı hariç... Resûlullah’ın etrafındaki adamlar hariç… Ona kesinlikle, “Bize doğruluğunu ispat edecek bir mucize göster.” demediler. Çünkü Muhammed (s.a.v.)’in kendisi bir mucize idi… O’nun kişiliğinden, zatından ve ilkelerinden başka bir mucize aramak, böylesine akıllı kimselerin düşeceği bir yanılgı ve anlayışsızlık değildi. Özellikle kalplerini Allah’ın hidâyeti, basiretlerini de Resûlü’nün nuru doldurduktan sonra bu müslüman zümrenin imanı; dini, zamanı ve ırkı ne olursa olsun insanlığı daima genç tutacak ve azmini artıracak bir güveni yeşertecektir.

İşin başı ve sonu onlar... İnsanlardan bir grup… Onları yaptıkları şeyleri, dış görünüm itibari ile yaptıracak bir durumda yaşamıyorlardı. Onları da kuşatan şartları vardı… Toplum olarak; onlar, henüz bir toplumu oluşturacak niteliklerin tümüne sahip olmamışlardı. Birbirleriyle kavgalı, mücadeleli ve kendilerini gizli bir benciilğin yönlendirdiği birer kabile idiler.

Siyasi güç olarak onlar, İslâmdan önce pek öyle kayda değer bir şey de değillerdi. Ekonomik güç olarak, çok fakirdiler... Sayı bakımından ise çok azdılar. O hâlde, yepyeni, muazzam bir dünyayı inşa etmede her şey olan bu azınlık nasıl meydana gelmişti? Ne olmuştu..? O, silâh gücü ve ordu çokluğu mu idi...? Onlardan önce İskender ve onlardan sonra Cengiz Han daha çok silâh ve orduya sahipti.

İskender ve Cengiz Han bugün neredeler? Onlardan, onların büyük ordularından ve zaferlerinden geriye ne kadı? İnsanların ve hayatın vicdanında onlardan geriye kalan ne? Hiçbir şey... O hâlde Resûlullah (s.a.v.)’in arkadaşlarında gördüğümüz şeyi meydana getiren bütün yönleriyle maddî bir kuvvet değildi. O, imandı… Hakka ve hayra olan iman... İşte bu dosdoğru bir derstir ki, onu Resûlullah (s.a.v.) ve onunla birlikte iman edenler, insanların tümüne verdiler ve vermeye devam ediyorlar…

Karanlık, aydınlığa dönüşüyor... Başıboşluk, düzene dönüşüyor... Güçsüzlük kuvvete dönüşüyor... Kaybolmuşluk, bir güç oluyor... Zillet, yücelik oluyor. Cehalet, bilgi fışkırmaya başlıyor, ve yokluk, varlık oluyor… İnsanların hepsi birden hayatlarını hak ve hayır davası için adadıkları vakit dikenler çiçek veriyor… Resûlullah (s.a.v.) ve onun arkadaşları işte bunu yaptılar. Bu, onlardan önce de peygamberlerin ve onların inanan arkadaşlarının yaptıkları şeydi... Bu, onların bıraktıkları ders idi.


Hak ve hayır, Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarının üstlendikleri rolün özünü teşkil ettiği için... O, öyle olduğu için, onlar, Hz. Muhammed ve arkadaşları insanlığa en hayırlı mirası bırakıyorlardı. İnsanlığın vicdanlarının sağlıkla, nur ve olgunlukla dolduklannı görüyoruz… Bugün, dünyanın yayın istasyonlarının çoğu, Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarına nur ve iman olan Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini açıktan okuyor.. Dünyanın birçok yayın istasyonu...

Dini İslâm olmayan devletler bile.. Hiçbir dine inanmayan devletler bile… Arapça yayınların çoğu programlarına Kur’ân âyetleri ile başlamaktadır. Dünyanın her yerinde... Müslüman toplumlar arasında... Hıristiyan toplumlar… Yahudiler, hindliler ve budistler... Onlar ve onlar arasında... Bin dört yüz senedir, Resûlullah (s.a.v.)’in müezzinin çağırdığı aynı kelimeleri ilan etmek üzere minarelerde sesler yükseliyor.

Allahu Ekber.. Allahu Ekber.. Eşhedü en la ilâhe illallah Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah Hayye ale’s-salâh Hayye ale’l-felâh Bu dinin Kur’ânı dünyanın her yerinde okunmakta… Camileri, dünyanın her yerinde dimdik duruyor… Dünyanın her yerinde prensipleri ilan edilmektedir… Adamlarına dünyayı, insanları, ilkeleri ve gidişatı değiştirebilecek harika gücü veren bu hangi kuvvettir… Hak ve hayıra imanın kuvvetidir bu… Öncelikle hakkın ve hayırın Rabbine olan imandır. Peygambere ve hatta hayatlannı hakka ve hayra adayan bütün peygamberlere iman...

Bu sonsözde söylenecek bir tek söz kaldı... Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarından altmış adamı gördüğümüz olayları izledikten sonra hatırımıza gelen bir soru… Bu soru şu: Anlaşmazlık ve düşmanlık nasıl oldu da o olgun kardeşlerin arasındaki sağlam ilişkileri bozdu? Hz. Ali taraftarları ile Hz. Muaviye taraftarları arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle alevlenen iç savaş, kitabın sayfalarında bazı haberlerine değindiğimiz bu savaş, nasıl oldu da kardeşliklerine baskın çıktı..?! Bu sorunun cevabı bizleri o ashabın imanlarına ve daha başka tarihî etkenlere götürüyor…

Evet... Onların apaçık, samimi ve kesin imanları, aynı yolun yolcuları yaptı onları... Hakikatin bilip, takip ettikleri bir tek yüzü vardı onların yanında.. Heva ve çıkarlarına saklanabilen yüzleri yoktu… Resûlullah (s.a.v.) aralarında yaşarken, insanların, anlaşmazlığa düştükleri konularda hidâyete ermeleri kolay oluyordu…
Şüpheli durumlarda vahiy veya Resûl veyahut her ikisi birden onları aydınlatıyordu… Resûlullah (s.a.v.) irtihal ettikten sonra daha önce Allah’ın veya Resûlullah’ın açıklığa kavuşturduğu konularda ihtilafa asla düşmediler. Osman (r.a.) öldürüldüğünde -ki onun öldürülmesi o gün İslâm âlemini şiddetle sarsan bir fitne idi- bu korkunç olaydan sonra görüş ve değerlendirmelerde anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Sahâbeye, tavrını belirlemek ve çeşitli görüşlerden hangisi tarafında yer alacağını belirlemek şart oldu… Seçimlerindeki üslupları, aynen imanda olduğu gibi idi…

Açıklık ve kesinlik… Tereddüt etmeden ve nifaka yer vermeden… İmam Ali (r.a.)’ın görüşüne kanaat getirenler onun tarafını seçtiler. Muaviye’nin görüşüne kanaat getirenler de onun tarafını seçtiler. Her iki tarafın hatalı olduğuna kanaat getirenler ise, üçüncü bir yön seçerek, her iki tarafa da anlaşmazlığı ortadan kaldırmaları için yüklendiler. Kontrol elden çıkınca tarafsızlığı ve anlaşmazlıktan uzak kalmayı seçtiler. Bu, Resûlullah (s.a.v.)’in asrında, İslâm’a ilk giren ve onunla zulmet ve şirk kuvvetlerine karşı savaşan arkadaşlarını ilgilendiriyordu…

O ashap, Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık günlerinde İslâm Devletinde “güç merkezi”ni temsil etmiyordu. Çünkü o günlerde devlet çok genişlemiş ve olaylara karışan ve ona yön veren yeni kuvvetler ortaya çıkmıştı. Halife Osman’ın hayatını hedef alan entrika ve onun infaz eden yapılanma, bunun en büyük delilidir. Medine’nin dışından hatta Arap yarımadasının dışından, uzak İslâm diyarlarından gelmişti... Bu yeni kuvvetler, büyük sahâbîlerin engel olamayacağı roller oynadı.

Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığı bir savaşa dönüştüren korkunç ve etkin bir rol... O kadar ki, Muaviye’nin tarafında Şam ehli, Ali’nin tarafında da Irak ehli anlaşmazlığın büyümesindeki son aşamada savaşın gerçek oyuncuları oldular… Son tahlilde artık savaş, iki müslüman taraf arasında olmaktan çok, iki bölgesel kamp arasında çıkmıştı. Şam ehli bir tarafta ve Irak ehli diğer taraftaydı…

Ortada üçüncü bir kuvvet daha vardı ki onu bilmezlikten gelmek mümkün değildir. İslâm onun elinden otoriteyi alıp, onu yerle bir ettikten sonra uyumayan şer kuvvet… O kuvvet İran ve Roma kalıntılarından temsil edilen kuvvetti. Ki, o kuvvet İslâm’ı kabul etmiş gibi görünen kimseler vasıtasıyla aleyhteki çalışmalarını sürdürdü.

O kimseler ki, bazıları müslüman saflarında o kadar bozgunculuk ve yıkım yaptılar ki, o iki imparatorluk bunu yapamamıştı… Bu sözler, o günlerde İslâm’ın ve sahâbenin yaşadıkları o zor duruma hızlı bir bakıştır. Bir gerçeği de unutmamalıyız ki, o da, her iki grubun, liderleri işlerin bu denli büyüyüp, bu korkunç aşamaya geleceğini hesaplamamıştı.

Ali ve beraberindekiler, Şam’a yürürken sadece korkutma amacı gütmüşlerdi. Muaviye bu durum karşısında devletin otoritesine karşı gelmez ve ona saygı gösterip, itaat ederdi. Muaviye ve beraberindekiler de, Hz. Ali’nin güçlerini ve hazırlıklarını deniyor olabilirdi.

Onların gücünü ve hazırlıklarını görünce, anlaşmazlığı gidermek için savaştan başka bir çözüme başvurabilirdi. Fakat olaylar beklenenden farklı gelişmişti… Gelişmenin çok karmaşık ve geniş olması, her iki kampta gizli ve anlaşmazlığın savaşa dönüşmesi için çalışan bir kuvvetin varlığını gösteriyor…

Şimdi konumuzu "Cemel Savaşı"ndaki şu olay ile bitirelim. Zübeyr (r.a.), savaşa katılmanın yanlış olduğu fikrine vardı ve savaştan çekildi. Ancak savaşan bir grup, onu takip etti ve namaz kılarken onu öldürdüler… Katil Zübeyr’in kılıcını alarak Ali’ye doğru koştu. Zübeyr’in ölümünü ona müjdeleyecek ve kendisine karşı Muaviye ile birlikte savaştığı kılıcını ona takdim edecekti… İmamın kapısında durmuş, girmek için izin bekliyordu… Hz. Ali olandan haberdar olmuştu.

Katilin kovulmasını emredip bağırıyor ve şöyle diyordu: “Safiyye’nin oğlunun katilini ateşle müjdele...” Safiyye’nin oğlu ile Zübeyr’i kastediyordu. Ondan Zübeyr’in kılıcını almalarını ve kendisine getirmelerini emretti. Zübeyr’in kılıcı Hz. Ali’ye getirildi. Onu öpmeye ve ağlamaya başladı, şöyle diyordu: “Bu kılıcın sahibi, Resûlullah’ın sıkıntılarını ortadan kaldırmıştı.” Bu yüce görüntü, anlaşmazlığa ve acıklı gelişmelere bir sekinet bahşediyor.

Bizi de onu düşünmeye sevk ediyor. Şimdi, kendileriyle, bu kitabın sayfalarında gıpta ve saadet dolu vakitler yaşadığımız o adamları yolcu ederken, Allah’a nimetlerinden dolayı şükürle secde ediyoruz. Nimetinden, rahmet ve afiyetinden daha fazla dileyerek...

Saygıyla ve huşû ile o büyük öğretmene ve peygamberlerin sonuncusuna diyoruz ki: “Ey Peygamber! Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun… Verdiğin ve hidâyete ulaşma yolunda rehber olduğun için Allah sana mükâfatın en güzelini versin.” Yepyeni bir iştiyakla onun mübarek ashabına da diyoruz ki: “Ey insanlar elveda...!”

Fakat, onlar ne zaman kayboldular ki, onlara elveda denilsin?

Onları uğurlamamız, selâm olsun…

Selâm ki, onu başlarken huşû ile sunduk.

Bitirirken de huşû ile takdim ediyoruz...


KAYNAKLAR

 1. el-İsâbe fî temyizi’s-sahâbe, İbn Hacer el-Askalânî

2. el-İstiâb fî esmâi’l-ashâb, İbn Abdilber

3. Üsdü’l-gâbe fî marifeti’s-sahâbe, İbnü’l-Esîr

4. es-Sîretü’n-nebeviyye, İbn Hişâm

5. et-Tabakaâtü’l-kübrâ, İbn Sa'd

6. el-Bidâye ve’n-nihâye, İbn Kesîr

7. Hilyetü’l-evliyâ, Ebû Nuaym el-İsbahânî