Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

EBÛ MUSA el-EŞ’ARÎ

Ne Olursa Olsun, İhlas…


Mü’minlerin emiri Ömer b. Hattâb onu Basra’ya vali olarak gönderdiğinde halkı topladı ve şöyle dedi:

 “Mü’minlerin emiri Ömer, Rabbinizin kitabını ve Peygamber’inizin sünnetini öğretmek ve yollarınızı temizlemek üzere beni size gönderdi.”

Halk, dehşet ve hayretten şaşmış kalmıştı. İnsanları bilgilendirmek, dinlerini onlara öğretmek… Bunlar bir yöneticinin görevlerinden bazıları olabilirdi; ama yolları temizlemek…??! Bu bir yöneticinin nasıl görevi olabilirdi?! Bu, halk için yeni, bilinmedik bir şeydi. İlgi ve hayretlerini çekiyordu. Hz. Hasan’ın, hakkında “Basra’ya, halkı için ondan daha hayırlı bir kimse gelmedi.” dediği bu vali kimdi?

O, künyesi Ebû Musa el-Eş’arî olan Abdullah b. Kays idi... Orada (Mekke’de) tevhide çağıran, Allah’a basiretle davet eden ve iyi ahlâkla emreden bir elçinin varlığını duyar duymaz memleketi ve vatanı olan Yemen’den ayrılarak Mekke’ye doğru yola koyulmuştu… Mekke’de, Resûlullah (s.a.v.)’in huzurunda oturmuş ve hidâyeti, doğruyu bizzat ondan öğrenmişti... Allah’ın kelimesini aldıktan sonra memleketine döndü. Sonra Resûlullah (s.a.v.)’in Hayber’i fethinin bitiminde Medine’ye tekrar geldi…

Gelişi, Ca’fer b. Ebû Tâlib’in arkadaşlarıyla birlikte Habeşistan’dan dönüşüne rastladı. Resûlullah (s.a.v.) hepsine Hayber ganimetlerinden pay verdi… Ebû Musa bu kez yalnız gelmemişti. Beraberinde İslâm’a davet ettiği Yemen halkından elli küsur adam ve iki kardeşi gelmişti. Onlar, Ebû Ruhm ve Ebû Bürde idi. Resûlullah (s.a.v.) bu grubu ve hatta kavimlerinin hepsini “Eş’arîler” diye isimlendirdi.

Çoğu zaman onları ashabına örnek gösterir ve onlar için şöyle derdi: “Eş’arîler bir gazaya çıktıklarında veya ellerindeki yiyecekleri azaldığında yanlarında ne var ne yok hepsini bir kapta toplarlar ve onu eşit bir şekilde bölüşürler… Onlar bendendir. Ben de onlardanım.”

O günden beri Ebû Musa, mü’minlerin arasındaki o daimî ve yüce yerini korudu… Onlar ki, Allah Resulü (s.a.v.)’in ashabı ve öğrencileri olmak, her asır ve devirde dünyaya İslâm’ı taşımak onlara takdir edilmişti. *** Ebû Musa birçok yüce sıfatın tuhaf bir karışımıydı. O savaşa mecbûr kaldığında çetin bir savaşçıydı. Barışçıl, olabildiğince uysal ve iyi huyluydu.


O, fakih, dirayetli ve zeki idi. En zor konularda dahi anlayışını doğru yönlendirmesini iyi bilirdi. Fetva ve kadılıkta zirvede idi. Onun için şöyle denildi: “Bu ümmetin kadıları dörttür: Ömer, Ali, Ebû Musa ve Zeyd b. Sâbit.” Bununla beraber o, tertemiz bir fıtrat üzere idi… Allah’ı adını anarak onu aldatan, ona mahkum olurdu… Mesûliyetlerine çok bağlıydı… İnsanlara olan güveni çok büyüktü… Eğer hayatından bir şiar seçecek olursak, şüphesiz şu söz olurdu: “Ne olursa olsun, ihlas…” Cihad alanlarında el-Eş’arî, sorumluluklarını büyük bir şecaatle üstlenirdi.

Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında şöyle demiştir: “Ebû Musa, savaşçıların efendisidir.” Kendinin bir savaşçı olduğunu bizlere göstermek için hayatından şu kesiti göstererek şöyle der: “Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir gazaya çıktık. O gazada ayaklarımız yara içinde kaldı. Benimde ayaklarım yara içinde kaldı.

Tırnaklarım düştü. O derece ki, ayaklarımızı bez parçalarıyla sardık…” Onun iyiliği, temizliği, savaşta düşmana cesaretle saldırmaktan onu alıkoymazdı. Böyle bir ortamda o, olayları açıklıkla görür ve kesin bir kararlılıkla karar verirdi. Müslümanlar İran topraklarını fethederlerken el-Eş’arî de ordusuyla Asbahan halkına gelmiş; onlarla cizye almak üzere anlamışlardı.

Ancak onlar anlaşmalarında samimi değillerdi. Kalleşçe bir hücum için fırsat kolluyorlardı. Fakat Ebû Musa’nın, kendisine ihtiyaç duyulduğu yerde kaybolmayan fıtratı, onların niyetlerini ve ne yapmak istediklerini ortaya çıkarıyordu. Hücuma kalktıkları zaman komutan gafil avlanmadı. Hemen orada onlara savaşla karşılık verdi ve gün yarılanmadan çok büyük bir zafer kazandı.

Müslümanları İran İmparatorluğu’na karşı giriştiği bütün savaşlarda Ebû Musa el-Eş’arî, çok büyük bir savaş deneyimi ve şerefli bir cihad ortaya koydu. Özellikle “Tuster” savaşında, Hürmüzân ordusuyla şehre sığınmış ve orada büyük bir kuvvet yığmıştı. Ebû Musa, bu savaşın kahramanıydı. O gün Mü’minlerin emiri Ömer, başlarında Ammâr b. Yâsir, Berâ b. Mâlik, Enes b. Mâlik, Meczee b. el-Bekrî ve Seleme b. Recâ olduğu hâlde kalabalık bir askerle ona destek kuvvet göndermişti.

Derken iki ordu karşılaştı… Ebû Musa komutasındaki İslâm ordusu ve Hürmüzân komutasındaki İran ordusu... Savaşların en meşakkatlisi ve en şiddetlisinde karşı karşıya geldi… İranlılar sağlam olan “Tuster” şehri içlerine doğru çekildiler. Müslümanlar, şehri günlerce kuşattılar. Ta ki Ebû Musa aklını ve zekasını kullanana kadar…

Şehrin kapısını bu görev için seçtiği öncü kuvvete açmak için bir İranlı casus ile birlikte iki yüz atlıyı gönderdi… Kapılar henüz açılmıştı ki, öncü kuvvet kaleye saldırdı. Ebû Musa da ordusuyla hücum edip onları perişan etti. Ve birkaç saat içinde o korkunç korunağa hakim oldu. İran komutanları teslim olmuştu. Ebû Musa onları Mü’minlerin emirinin görüşüne sunmak üzere Medine’ye gönderdi.

Bununla beraber bu cesaret âbidesi savaşçı, savaş meydanını terk eder etmez; ağlayan, gözü yaşlı ve bir kuş kadar uysal bir kişiye dönüşürdü. Kur’ân okuduğu zaman işitenin içini sarsardı. Onun içindir ki, Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Ebû Musa’ya Davud oğullarının nefes borusu verilmiştir.” Hz. Ömer her gördüğünde onu Kur’ân okumaya davet eder ve şöyle derdi: “Ey Ebû Musa! Bizleri Rabbimize şevklendir.” O, dine karşı koyan ve Allah’ın nurunu söndürmeye çalışan müşrik ordularına karşı girişilen savaşlardan başkasına iştirak etmemiştir. Savaş, iki müslüman arasında ise, o zaman ondan kaçar ve o savaşta hiçbir rolü olmazdı.

Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlıkta ve bu sebeple müslü-manların arasında savaşın kıvılcımlanıp tutuştuğu o günde bu tavrı apaçıktı. Olur ki, hayatının bu ayrıntısı, bizlere hayatının en meşhur tutumunu gösterir. O da Hz. Ali ile Muaviye arasında hakemlik yaptığı zamanki tutumudur. Çoğu zaman bu olay, Ebû Musa’nın, kendisinin kandırılmasına dahi sebep olabilecek derecede iyi niyette ileri gittiğine dair bir delildir.

Ancak olay, kendisinde hata ve acelecilik olmasına rağmen bu sahâbînin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Kişiliğinin yüceliğini, hakka ve insanlara olan inancının büyüklüğünü göstermektedir. Ebû Musa’nın hakem olayındaki tutumu şöyle özetlenebilir: O, müslümanların birbirlerini katlettiklerini ve her grubun bir imam ve yönetici için direttiğini görüyordu.

Ayrıca savaşan gruplar arasındaki durumun gerginleştiğini, çözümün zorlaştığını, dolayısıyla bütün İslâm ümmetinin geleceğini uçurumun kenarına getirdiğini görüyordu. Deriz ki, onun görüşü, durumun vehameti bu sınıra varmışken, durumu tamamen değiştirmek ve yeniden başlamak diye özetlenebilir… O günlerde süren iç savaş, yöneticinin kim olacağı konusunda anlaşamayan iki müslüman grup arasında idi. Durum yeniden müslümanlara havale edilip, onlar şûra yoluyla diledikleri halifeyi seçinceye kadar İmam Ali geçici olarak ve Muaviye hilafetten vazgeçsin.

Ebû Musa durumu böyle tartışmıştı. Çözümü de buydu. İmam Ali’ye doğru bir şekilde biat edilmişti, bu doğruydu. Meşru bir hakkı yok etmek için çıkan gayri meşru bir ayaklanmayı amacına vardırmamak gerekirdi, bu da doğruydu. Ancak İmam Ali ile Muaviye ve Irak halkı ile Şam halkı arasındaki anlaşmazlık -Ebû Musa’nın görüşüne göre- yeni düşünce ve yeni çözümler gerektirecek aşamaya gelmişti. Muaviye’nin isyanı artık salt bir isyan değildi. Şam halkının ayaklanması da salt bir ayaklanma değildi.

Anlaşmazlığın tümü, görüş ve seçim anlaşmazlığı olmaktan çıkmıştı. Aksine bunların hepsi kanlı bir iç savaşa dönüşmüş ve her iki taraftan binlerce insan ölmüştü. İslâm’ı ve müslümanları en kötü akıbetlerle tehdit etmeye de devam ediyordu. Anlaşmazlık ve savaşın sebeplerini ortadan kaldırmak ve tarafları aralamak, Ebû Musa’nın görüşünde, kurtuluş yolundaki başlangıç noktasını temsil ediyordu.

İmam Ali, hakem ilkesini kabul ettiğinde kendi cephesini Abdullah b. Abbas ve ashabından başka birinin temsil etmesini uygun görüyordu. Fakat cemaati ve ordusu arasında bulunan görüş sahiplerinin büyük bir bölümü Ebû Musa el-Eş’arî’yi kabul etmesi için onu zorladılar.


Ebû Musa’yı seçme nedenleri, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığa başından beri kesinlikle katılmamış olmasıydı. Hatta anlaşıp savaşa son vermeleri gerektiğinden ümidini kestikten sonra iki taraftan da ilişiğini kesmişti. Bu yüzden o hakem olmak için en uygunu idi. Ebû Musa’nın ne dininde, ne ihlasında, ne de sadakat ve doğruluğunda İmam’ın şüphesi yoktu. Ancak karşı tarafın niyetini anladı. Onların hileye ne denli yatkın ve istekli olduklarını biliyordu.

Ebû Musa, fıkhına ve ilmine rağmen hile ve kandırmacadan nefret ederdi. İnsanlarla zekasıyla değil; doğruluyla ilişki kurardı. Bundan dolayıdır ki, Ali, Ebû Musa’nın diğerlerine yenik düşmesinden ve hakem olayının tek tarafın tezgahı şekline dönüşerek, olayları daha da vahimleştirmesinden korkuyordu.

İki taraf arasında hakem olayı başladı… Ebû Musa el-Eş’arî İmam Ali cephesini temsil ediyordu… Amr b. Âs, Muaviye tarafını... Gerçek şu ki, Amr b. Âs, hilafeti Muaviye’ye kazandırmak için keskin zekasına ve geniş hilesine güvendi. Ebû Musa’nın teklifiyle iki adam -el-Eş’arî ve Amr- arasında toplantılar başladı. Teklif şuydu: Abdullah b. Ömer’in aday gösterilmesi ve hatta müslümanların halifesi olarak ilan edilmesi... Çünkü Abdullah b. Ömer, sevgi, saygı ve itibarca büyük çoğunluğa sahipti… Amr b. Âs, bu yönde Ebû Musa’da büyük bir istek görerek, bunu fırsat olarak değerlendirdi. Ebû Musa’nın teklifinin boyutunun artık temsil ettiği taraf -Ali- ile bir bağlantısı kalmamıştı.

Bunun anlamı şuydu: Abdullah b. Ömer’i teklif ettiğine göre; hilafeti Resûlullah (s.a.v.)’in diğer ashabından birine de vermeye hazır demekti. Böylece Amr, dehasıyla gayesine ulaşacağı geniş bir gedik buldu. Muaviye’yi teklif etti. Sonra oğlu Abdullah b. Amr’ı teklif etti. Onun Resûlullah (s.a.v.)’in ashabı arasında çok yüce bir mevkisi vardı. Amr’ın dehası karşısında Ebû Musa’nın zekası kaybolmadı.

Amr’ın aday ilkesini, konuşmanın ve hakem olayının temeli olarak aldığını görür görmez, dizginleri daha sağlıklı bir yöne çevirdi. Amr de halife seçiminin tüm müslümanların bir hakkı olduğunu ve Allahu Teâla’nın onların işlerini aralarında şûra kıldığını, dolayısıyla seçme hakkının sadece onlara bırakılması gerektiğini ileri sürdü.

Amr’ın bu yüce ilkeyi Muaviye’nin yararına nasıl kullandığını göreceğiz… Fakat ondan önce Ebû Musa ile Amr b. Âs arasındaki toplantının başında geçen tarihî konuşmanın metnine kulak verelim. Ebû Hanîfe el-Dîneverî’nin “el-Ahbârü’t-tıvâl” adlı kitabından naklediyoruz: Ebû Musa: “Ey Amr, içinde ümmetin salahı ve Allah’ın rızası olan işte var mısın?” Amr: “Nedir o?” Ebû Musa: “Abdullah b. Ömer’i halife seçelim. Şüphesiz o bu savaşa hiçbir şekilde girmemiştir.” Amr: “Peki, Muaviye’ye ne olmuş?” Ebû Musa: “Muaviye buna ne ehildir, ne de onu hak ediyor.” Amr: “Osman’ın zulmen katledildiğini bilmez misin?” Ebû Musa: “Elbette.” Amr: “Muaviye, Hz Osman’ın kanının velisidir.

Bildiğin gibi evi Kureyşte’dir. Eğer halk, daha önce yapmadığı hâlde neden halifelik kendisine verildi derlerse, bunda gerekçen var.
Onlara dersin ki: Onu Osman’ın velisi buldum. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: “Kim zulmen öldürülürse muhakkak velisine bir sultan kıldık.” (İsrâ, 33) Bunun yanı sıra o, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zevcesi Ümmü Habîbe’nin kardeşi ve onun ashabındandır.” Ebû Musa:”Ey Amr, Allah’tan kork! Muaviye’nin şerefinden bahsetme! Eğer hilafet şerefle hak edilecek olsaydı, Ebrehe b. Sabah, insanların en hak edeni olurdu. Çünkü o, yeryüzünün doğu ve batısını alan Yemen krallarının evladıdır.

Sonra Hz. Ali b. Ebû Tâlib’in yanında Muaviye’nin şerefi nedir ki? Ama Muaviye, Osman’ın velisidir dersen; oğlu Amr b. Osman ondan daha çok Osman’ın velisidir. Fakat beni dinlersen, Ömer b. Hattâb’ın oğlu Abdullah’ı yetkili kılmakla onun sünnetini ve adını ihya ederiz, derim.” Amr: “Fazilet sahibi, salih, ilk muhacirlerden ve sahâbî olan oğlum Abdullah’tan seni alıkoyan nedir?” Ebû Musa: “Şüphesiz oğlun doğru adamdır.

Ama sen onu bu savaşa iyice bulaştırdın. Hadi bu işi, iyinin oğlu iyiye, Abdullah b. Ömer’e verelim.” Amr: “Ey Ebû Musa! Bu iş ancak iki azı dişi olan birisine yarar. Birisiyle kendisi yer, diğeriyle de yedirir.” Ebû Musa: “Yazıklar olsun sana ey Amr! Müslümanlar kılıçlarla, mızraklarla çarpıştıktan sonra bu işi bize isnad ettiler.

Onları tekrar fitneye sürüklemeyelim.” Amr: “O hâlde ne diyorsun?” Ebû Musa: “Diyorum ki, her iki adamı, Ali ve Muaviye’yi azledelim. Sonra müslümanlar arasında şûra yapalım. Onlar kendileri için istediklerini seçsinler.” Amr: “Bu fikrini kabul ettim. Nefislerin salâhı bundadır.” Bu konuşma, bu hakem olayını her zirkettiğimizde Ebû Musa’nın alışageldiğimiz kişiliğini tamamen değiştiriyor.

Şüphesiz Ebû Musa gaflette olmaktan tamamen uzaktı. Aksine onun bu konuşmadaki zekası, zeka ve dehayla meşhur olan Amr b. Âs’tan daha hareketli idi. Amr, Ebû Musa’ya Kureyşteki asaleti ve Hz. Osman’ın kanının velisi olmasından dolayı Muaviye’nin hilafetini kabul ettirmeye çalıştığında, Ebû Musa’nın kesin, parlak ve kılıç kadar keskin cevabı geldi: “Eğer hilafet şerefle hak edilecek olsaydı, Ebrehe b. Sabah, insanların en hak edeni olurdu.

Çünkü o, yeryüzünün doğu ve batısını alan Yemen krallarının evladıdır. Ama Muaviye, Osman’ın velisidir dersen; oğlu Amr b. Osman ondan daha çok Osman’ın velisidir.” Hakem olayı, bu konuşmadan sonra sorumluluğunu sadece Amr b. Âs’ın kendisinin yükleneceği bir yola girdi. Ebû Musa konuyu ümmete yöneltmekle kendi zimmetini, vicdanını berî kıldı.

Ümmet sözünü söylesin ve halifesini seçsin, dedi. Amr, bu sözü uygun görerek kabul etti… Fakat İslâm’ı ve müslümanları tehdit eden bir konuda Amr’ın bir felaket müjdecisi olacağı ve Muaviye’ye ne kadar sadakat getirmiş ise de hileye başvuracağı Ebû Musa’nın aklına gelmiyordu… Anlaştıkları şeyi kendilerine haber vermek üzere döndüğünde Ebû Musa’yı İbn Abbas ikaz etmiş, Amr’ın hilelerine karşı uyarmış ve ona:
“Vallahi Amr’ın seni kandırmasından korkuyorum. Eğer bir şey üzerinde anlaşmaya vardıysanız onu öne sür, senden önce o konuşsun. Ondan sonra sen konuş.” Fakat Ebû Musa, durumu Amr’ın hile yapmayacağı kadar büyük görüyordu. Bundan dolayı, anlaştıkları konuda Amr’ın dürüstlüğü hakkında hiçbir zaman zan ve şüphe duymuyordu. Ertesi gün toplandılar… Hz. Ali cephesini temsilen Ebû Musa, Muaviye cephesini temsilen de Amr b. Âs… Ebû Musa, Amr’ı konuşmaya davet etti.

Amr ise imtina ederek ona: “Sen benden daha faziletli, hicret bakımından daha eski ve benden daha yaşlısın. Onun için önüne geçemem, dedi.” Ebû Musa yaklaştı ve her iki taraftan bekleyen topluluğun karşısına gelerek, dedi ki: “Ey insanlar! Bu ümmeti ülfetle bir araya getirecek ve durumu düzeltecek şeye baktık. İki adamı -Ali ve Muaviye’yi- azletmekten ve insanların arasında şûra yoluyla ehil birini seçmekten başka bir şey görmedik.

İşte ben Ali ile Muaviye’yi azlettim…Durumunuzu kabul edin ve istediğinizi kendinize halife seçin.” Dün varılan anlaşma gereğince Ebû Musa’nın Ali’yi azlettiği gibi Amr’ın da Muaviye’yi azlettiğini ilan etme sırası gelmişti.

Amr, minbere çıkarak şöyle dedi; “Ey insanlar, Ebû Musa ne dedi duydunuz, arkadaşını azletti. Onun azlettiği gibi ben de onun arkadaşını azlettim ve arkadaşım Muaviye’yi yerinde bıraktım. Çünkü o Mü’minlerin emiri Osman’ın velisi ve kan taliplisidir, hem de bu makama ehil birisidir.” Ebû Musa bu sürprize dayanamadı. Hiddet ve intikam dolu kelimeleriyle Amr’ı tokatladı. Yeniden uzletine döndü… Adımlarını Mekke’ye doğru hızlandırdı. Ömründen geri kalan günlerini Beytü’l-Harâm’ın civarında geçirmek üzere...

Ebû Musa, Resûlullah (s.a.v.)’in, halifelerinin ve ashabının güven ve sevgisine sahipti… Hz. Peygamber (s.a.v.) onu Muâz b. Cebel ile birlikte Yemen’e gönderdi... Resûlullah (s.a.v.)’in vefatından sonra İslâm ordularının İran ve Bizanslılara karşı giriştiği büyük cihadda üzerine düşeni yapmak üzere Medine’ye döndü… Hz. Ömer (r.a.) devrinde de Mü’minlerin emiri onu Basra’ya vali yaptı… Halife Osman (r.a.) da onu Kûfe’ye vali yaptı…

Ezber, anlama ve amel yönünden Kur’ân ehlindendi… Kur’ân hakkındaki ışık saçan sözlerinden bazıları şunlardır: “Siz Kur’ân’a tâbi olun..! Kur’ân’ın size tabi olmasını beklemeyin..!” İbadet ehlindendi… İbadete devam ederdi… Nefesleri kesen o şiddetli sıcak günlerde, Ebû Musa’nın oruçlu olmak için iştiyakla davrandığını görürsün. Şöyle derdi: “Umulur ki, öğle sıcağının susuzluğu, bizi kıyamet gününde kandırır.”

Ve rutubetli bir günde eceli geldi.


Yüzünü, Allah’ın rahmetini ve sevabını uman birinin gülümsemesi kapladı.

Mü’min hayatı boyunca tekrarladığı kelimeleri, dili şu anda, göç anında tekrarlamaya başladı: “Allahım! Selâm sensin!.. Selâm sendendir..!”