Yeryüzü Yıldızları 60 Seçkin Sahabenin Hayatı

 

ABDURRAHMAN b. AVF

Ey Ebû Muhammed Seni Ağlatan Nedir?


Medine’nin sessiz ve sakin olduğu bir gün şehrin açıklarından yoğun bir toz bulutu yaklaşmaya başladı. Neredeyse ufku kaplarcasına yükselip artmaya devam ediyordu.

Rüzgar sahranın ince kumlarından yükselen bu sarı toz dalgalarını sürükledi. Yolunda kuvvetle eserek Medine yakınlarına doğru sürüklendi. İnsanlar onu kumları süpürüp dağıtan bir fırtına sandılar; fakat çok geçmeden toz örtüsünün ardında büyük ve uzun bir kafilenin habercisi bir uğultu duydular.

Çok az bir zaman sonra yedi yüz yüklü deve Medine sokaklarını doldurdu ve şiddetle sarsmaya başladı. İnsanlar bu muhteşem tabloyu görmek ve develerin taşıdığı hayır ve rızkla sevinip müjdelenmek için birbirlerini çağırdılar.

İlerleyen kafilelerin sesleri kulağına çarpan ümmü’l-mü’minin Aişe sordu... Medine’de ne olduğunu sordu??.. Ona şöyle cevap verildi: “Abdurrahman b. Avf’ın Şam’dan ticarî bir kalifesi geldi...” Ümmü’l-mü’minin: “Bütün bu sarsıntıyı yapan bir kafile mi?!” “Evet, mü’minlerin annesi... Yedi yüz deveden oluşmaktadır…!!” Ümmü’l-mü’minin başını salladı ve gördüğü bir şeyi ya da işittiği bir hadisi anımsamak istercesine keskin bakışlarını uzaklara dikti... Sonra şöyle dedi: “Ben Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini duydum: “Abdurralman b. Avf’ın cennete sürünerek girdiğini gördüm..”

Abdurrahman b. Avf cennete sürünerek mi girecek..? Neden ilk müslümanlar gibi koşarak ve sıçrayarak girmiyor..? Arkadaşlarından bazıları Aişe (r.a.)’nin söylediklerini ona ilettiler. O da bu hadisi birçok defa ve birçok değişik şekilde Resûlullah (s.a.v.)’den işittiğini hatırladı.

Mallarının bağları çözülmeden hızlı adımlarla Aişe’nin evine gitti ve ona: “Bana unutamadığım bir hadisi hatırlattın..” dedi. Sonra şöyle devam etti: “Şahid ol ki, ben, bütün bu kafileyi, malları, hayvanları ve her şeyiyle Allah yoluna adadım…” Yedi yüz devenin yükü, Medine ahalisine ve çevresindekilere muhteşem bir hayır karnavalı içinde dağıtıldı..! Bu olay tek başına, Resûlullah (s.a.v.)’in arkadaşı Abdurrahman b. Avf’ın hayatının tam bir portresini temsil eder. O, başarının en iyisine ve en büyüğüne ulaşmış… O, zenginliğin en aşırı ve çoğuna ulaşmış… O, sağlam bir mü’mindi.

Dünya kazançlarının, dinî kazançlarını alıp götürmesinden korkar ve zenginliğinin onu cennet sevabı ve iman kafilesinden ayırmasını kabullenmezdi.. O servetini cömertçe ve isteyerek iyilik yolunda dağıtırdı..!!

Bu yüce kişi İslâm’a ne zaman ve nasıl girdi? Çok erken bir zamanda müslüman oldu. Davanın ilk zamanlarında ve Resûlullah (s.a.v.) mü’min ashabıyla buluşmak için Daru’lErkam’ı kendine merkez edinmeden önce müslüman oldu. O İslâm’a giren ilk sekiz kişiden biriydi... Hz. Ebû Bekir, ona, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa’d b. Ebû Vakkâs’a İslâm’ı takdim etti. Durumu ne garipsediler, ne de şüphe etkisinde kaldılar.

Aksine “Sıddîk” ile biat etmek ve bayrağını taşımak için hemen Resûlullah (s.a.v.)’in yanına gittiler. Müslüman olup yetmiş beş yaşına geldiği ana kadar yüce mü’min için çarpıcı bir örnekti. Bu durumu onu Resûlullah (s.a.v.)’in cennetle müjdelediği on kişinin arasına koymaya neden olmuştu. Aynı zamanda Ömer’inde kendisinden sonra halife seçmekle görevlendirdiği altı şûra ehlinden kılmasına neden olmuştu. Ömer onlar için şöyle diyordu: “Resûlullah onlardan razı olarak vefat etti.”

Abdurrahman müslüman olur olmaz Kureyş’in eziyet ve karşı koymasından nasibini aldı.. Resûlullah (s.a.v.) ashabına Habeşistan’a hicret etmelerini emrettiğinde İbn Avf da hicret etti, sonra döndü. Sonra Habeşistan’a yapılan ikinci hicrete de katıldı. Sonra Medine’ye hicret etti. Bedir, Uhud ve bütün savaşlara katıldı..

Kendisini şaşırtacak ve dehşete düşürecek ölçüde ticarÎ açıdan kısmetliydi ve şöyle diyordu: “Görüyorsunuz ki, bir taş kaldırsam altında gümüş ve altın bulurum..!!” Ticaret Abdurrahman b. Avf’a göre bir zevk ve istifçilik değildi. Mal toplama arzusu ve servet sevgisi de değildi.. Asla... O, başarının hoşnutluk ve çalışmayı arttırdığı bir görev ve bir işti. İbn Avf, huzuru, nerede olursa olsun şerefli çalışmada bulan hareketli bir yapıya sahipti.

O mescidde namaz kılmıyordu ve savaşta cihad da etmiyordu. O Arap yarımadasının ihtiyaç duyduğu her yiyecek ve giyecekle yüklü olup, Şam’dan ve Mısır’dan Medine’ye gelen kafileleriyle müthiş bir şekilde büyüyen ticaretinin başındaydı... Müslümanların Medine’ye hicretinin hemen ardından yaptığı hareket, bize bu hareketli kişiliğini anlatır... O gün Resûlullah (s.a.v.)’in planı, biri Mekkeli muhacirlerden diğeri de Medineli ensârdan olmak üzere ashabından her iki kişiyi kardeş ilan etmekti.

Bu kardeşleşme akılları durduracak şekilde gerçekleşiyordu. Medineli ensârdan olan kişi, muhacir kardeşiyle sahip olduğu her şeyi paylaşıyordu. Eşini bile… Eğer iki hanımla evliyse kardeşinin evlenmesi için birini boşuyordu... O gün Resûlullah (s.a.v.) Abdurrahman b. Avf ile Sa’d b. Rebî’yi kardeş yaptı.

 Şimdi büyük sahâbî Enes b. Mâlik’e olanı anlatması için kulak verelim: “Sa’d Abdurrahman’a şöyle dedi: “Kardeşim ben Medine’nin malı en çok olanıyım, malımın yarısını al, götür… İki tane de eşim var, hangisini hoşuna giderse, onu boşayayım da onunla sen evlen..!!”
Abdurrahman b. Avf ona şöyle dedi: “Malını ve aileni Allah sana mübarek kılsın... Bana çarşının nerede olduğunu söyleyin, yeter…” Çarşıya gitti... Satın aldı... Sattı... ve kazandı...!! Resûlullah (s.a.v.)’in zamanında ve ondan sora Medine’de hayatı böyle geçti... Dinin ve dünyanın hakkını tam vererek… Başarılı ve kazançlı bir ticaret…

Sahibinin deyimiyle yerinden bir taş kaldırsa altında altın ve gömüş bulurdu…!! Ticaretini mübarek ve başarılı kılan helâle önem vermesi ve şiddetle haram ve şüpheden kaçınmasıydı… Aynı zamanda ona başarı ve bereket kazandıran, o malın sadece Abdurrahman’a ait olmamasıydı... Allah’ın onda payı vardı. Onunla ailesine ve kardeşlerine yardım ederdi. İslâm askerlerini teçhizatlandırırdı...

Ticaret ve servet, birikimin miktarından ve kârdan biliniyorsa; Abdurrahman’ın servetinin miktarı ve sayısı, Allah yolunda harcanandan biliniyordu..!! Resûlullah (s.a.v.)’in bir gün kendisine şöyle dediğini duydu: “Ey İbn Avf! Sen zenginlerdensin... Ve cennete sürünerek gireceksin... Allah için ver ki ayaklarını serbest kılsın..” Bu nasihatı Resûlullah (s.a.v.)’den duyduğundan beri o Allah için veriyor, Allah da ona kat kat geri veriyordu. Bir gün bir yeri kırk bin dinara sattı. Sonra aldığı paranın tümünü ailesi Benî Zühre’ye, mü’minlerin annelerine ve müslümanların fakirlerine dağıttı.

Ölmek üzereyken, Allah yolunda harcanması için elli bin dinar vasiyet etti. Bedir’e katılıp da yaşayan herkese de dört yüz dinar vasiyet etti. Öyle ki, Osman b. Affan zengin olmasına rağmen vasiyetten payını aldı ve şöyle dedi: “Abdurrahman’ın malı saf ve helâldir. Ondan yemek bereket ve afiyettir.” O malının kölesi değil; efendisiydi… Bunun delili de, ne kazanırken, ne de biriktirirken kendini zorlamamasıdır... Aksine onu yavaş ve helâl bir şekilde kazanırdı... Sonra tek başına ondan yararlanmazdı. Ailesi, akrabaları, kardeşleri ve bütün toplumu onunla birlikte yararlanırdı.

Yardım etme ve verme bolluğu bakımından öyle bir yere ulaştı ki onun için şöyle deniyordu: “Bütün Medine ahalisi malında İbn Avf’ın ortağıdır. Üçte birine borç verir… Üçte birinin borçlarını öder… Üçte birine yardım eder…” Bu zenginliği eğer ona dinini destekleme ve kardeşlerine yardım etme imkanı vermeseydi hiçbir zaman ona rahat ve huzur vermezdi. Bunun dışında bu zenginlikten daima korkardı... Oruçlu olduğu bir gün ona iftar yemeği getirildi. Bir an onu görünce iştahı kabardı ve ağlayarak şöyle dedi: “Mus’ab b. Ümeyr şehid oldu ve benden iyiydi.

Başına örtüldüğünde ayaklarının göründüğü, ayaklarına örtüldüğünde başının açıkta kaldığı bir aba ile kefenlendi. Hamza şehid oldu ve benden iyiydi. Bir aba dışında kefenleneceği bir şey bulunamadı. Sonra dünyada her şey önümüze serildi ve her şey verildi. Korkarım ki iyiliklerimiz bize erken verildi..!” Bir gün arkadaşları onun bir yemeğinde toplandılar.

Yemek önlerine konulduğunda ağladı ve ona sordular: “Seni ağlatan nedir ey Ebû Muhammed..? Şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.) ailesiyle arpa ekmeğine doyamadan öldü. Bizim için hayırlı olan bir şey için geciktirildiğimizi sanmıyorum…” Büyük serveti onda zerre kadar kibrin oluşmasına neden olmadı. Öyle ki, onun için şöyle dendi: “Bir yabancı onu hizmetçileriyle oturduğunda görürse tanıyamaz ve onu onlardan ayırt edemezdi.!! Fakat bu yabancı, İbn Avf’ın cihadının ve başına gelenin bir kısmını bilseydi…

Uhud savaşında yirmi yara aldığını ve bu yaralardan birinin bacaklarından birini topallaştırdığını… Aynı zamanda Uhud savaşında bazı dişleri düşüp, konuşmasında açık bir pelteklik oluşturduğunu da bilirdi.. İnsan tabiatı bize zenginliğin ardından hakimiyeti sürüklediğini öğretti. Yani zenginler daima varlıklarını koruyacak, arttıracak ve genellikle zenginliğin ortaya çıkardığı bencillik, yükselme ve kibirlenme arzusunu doyurucu bir etkinlikleri olacaktı...

Abdurrahman b. Avf’ı bu büyük varlığının içinde gördüğümüzde, bu alandaki beşerî alışkanlıkları ayaklar altına alan ve onlardan eşsiz bir yüceliğe doğru uzaklaşan bir adam görürüz…!! Bu Ömer b. Hattâb (r.a.) can çekişirken oldu. Ömer, aralarından birini halife seçmeleri için Resûlullah (s.a.v.)’in ashabından altı kişiyi seçer. Parmaklar İbn Avf’ı işaret ediyordu...

Sahâbîlerin bazıları altı kişinin içinde halifeliği en çok hak edenin kendisi olduğunu söylediler. O ise şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, kılıçlar boğazıma dayatılsa, boynumun koparılması benim için halife olmaktan daha hayırlıdır...!” Böylece halife seçmek için seçilen altı kişi toplanmadan, Ömer’in aralarından halife seçilecek olan altı kişiden biri yapmakla kendisine verdiği halife olma hakkını kullanmayacağını ve seçme işini kendi aralarında yapmalarını diğer beş kardeşine bildirdi.

Bu takva onu hemen beş kişinin hakemi olma durumuna getirdi. Kendisinin aralarından halifeyi seçmesini şart koştular. İmam Ali ona şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.)’in, senin gök ehli arasında emin ve yer ehli arasında emin olduğunu söylediğini işittim..!” İbn Avf, Osman b. Affan’ı halife seçti; geriye kalanlar da onun seçimini onayladılar.

Bu İslâm’da zengin bir adamın gerçeğidir. İslâm’ın ona ne yaptığını, bütün saptırma ve aldatmalarıyla zenginliğin üstüne çıkartıp, en güzel hâle nasıl getirdiğini gördünüz mü..? İşte Hicret’in otuz ikinci yılı ve o son nefeslerini alıp veriyor... Mü’minlerin annesi Aişe, ona hiç kimseye vermediği bir şerefi vermek istiyor: Ölüm yatağındayken ona kendi evinde, Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir ve Ömer’in yanında gömülmesini teklif ediyor..

Fakat o, İslâm’ın terbiye ettiği bir müslümandı ve kendini öyle bir mevkiye yükseltmekten haya ediyordu..!! Şu var ki, onun Osman b. Maz’ûn’a verilmiş bir sözü vardı. Bir gün birbirlerine, hangisi diğerinden sonra ölürse, arkadaşının yanına gömülecek diye söz vermişlerdi…

Ruhu yeni yolculuğuna hazırlanırken, gözleri göz yaşlarıyla dolup taşıyor ve dili şu sözleri mırıldanıyordu: “Malımın çok olmasından dolayı arkadaşlarımdan ayrı düşmekten korkuyorum...” Fakat hemen Allah’ın sükûneti onu çevreledi ve huzur dolu aydınlık bir sevinç ince bir tabaka hâlinde yüzünü kapladı.. Berrak bir ses onlara yanaşıyormuşçasına işitmek için kulakları dikkat kesildi...

Herhalde o an çok önceden Resûlullah (s.a.v.)’in sözünün gerçekleştiğini duyuyordu: “Abdurrahman b. Avf cennettedir…”
Belki Allah’ın, kitabındaki vaadini duyuyordu:

“Mallarını Allah yolunda harcayanlar, sonra verdiklerinin ardından eza ve minnet etmeyenlere, Allah katında ecir vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler.” (Bakara, 262)