ZÂHİD:
1. Dünyâya düşkün olmayan kimse.
Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirete râgıb (isteyen)
yapar. Ayıblarını ona bildirir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı
insanlar sever. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dünyâyı sevmek, bütün hatâların başlangıç noktasıdır. Dünyâdan kendini
sakınan kimseler, zâhid olanlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âlimler buyuruyor ki: "Bir kimse ölürken, malının, zamânın en akıllısına
verilmesini vasiyyet etse, zâhide vermek lâzımdır." Çünkü zâhid, dünyâya
rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez.Dünyâya düşkün olmaması aklının
çok olduğunu gösterir. (İmâm-ı Rabbânî)
Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için insanların en akıllısıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
2. Şüpheli olur korkusu ile mübâhların (dînen izin verilenlerin) çoğunu
terk eden.
Zâhid âlimin iki rek'at namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı
namazdan hayırlıdır. (Muhammed Hâdimî)
Ey oğlum! Yakîn ve sabrı san'at edin. Allahü teâlânın haram kıldığı
şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun. (Lokman Hakîm)
ZÂHİR (Ez-Zâhir):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığında
şek ve şübhe olmayan, her eserinde varlığına deliller, işâretler bulunan
yüce Allah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her şeyin başlangıcı ve sonu, Zâhir ve Bâtın O'dur. (Hadîd sûresi: 3)
Allahü teâlâ Zâhirdir. O'nun varlığı her şeyden âşikârdır. Gözümüzün
gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her ses, elimizin tuttuğu,
dilimizin tattığı her şey; gerek içimizde, gerek dışımızda şimdiye kadar
anlayıp sezebildiğimiz her şey, O'nun v arlığına, birliğine delildir ve
Zâhir ismini işâret etmektedir. (İmâm-ı Gazâlî)
İşrak vaktinde ez-Zâhir ism-i şerîfi söylendiğinde kalbde evliyâlık nûru
meydana gelir. (Yûsuf Nebhânî)
2. Açık, görünen, dış görünüş, insanın dış görünüşü.
Bâzı kimseler, güzellikleriyle tekebbür ederler. Hâlbuki güzellik
insanda kalıcı değildir. Çabuk gider. Âriyet, ödünç olan şeyle
kibirlenmek ve öğünmek ahmaklıktır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği
ile yâni iyi huyla birlikte olunca, kıymetlidir. Kalbin temizliği de
Resûlullah'ın sünnetine uymakla belli olur. (Muhammed Hâdimî)
3. Fıkıh usûlü ilminde; sevk edilmediği, kendisi için buyrulmadığı mânâ,
açıkça ve kolayca anlaşılan lafız (söz).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Resûlümün size verdiğini alınız. Nehy, men' ettiği şeyden sakınınız. (Haşr
sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme harbsiz ele geçen malların (fey'in) taksiminde (bölüştürülmesinde)
Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem itâat edilmesi hakkında nâzil
olmuştur. Ayrıca, bu âyet-i kerîme, her emrettiği ve her yasak ettiği
şeyde Peygamberimize sall allahü aleyhi ve sellem itâat etmenin vâcib
olduğuna delâlet etmesi bakımından da zâhirdir. Böyle sevk edildiği,
buyrulduğu mânâya açıkça delâlet eden lafza nass denir.
Zâhir Haberler:
Hanefî mezhebinin, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve talebelerinden gelen
kuvvetli, güvenilir haberlerine verilen ad. Bu haberlere usûl haberleri
de denir.
Hanefî mezhebinin bilgileri sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir. Bunlar;
zâhir haberleri, nevâdir haberleri ve vâkıât haberleridir.
Zâhir haberler, İmâm-ı Muhammed'in altı kitâbı ile bildirilmektedir. Bu
altı kitab; El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-sagîr, Es-Siyer-üs-sagîr,
El-Câmi-ul-kebîr, Es-Siyer-ül-kebîr kitâblarıdır. Bu kitabları İmâm-ı
Muhammed'den güvenilir kimseler geti rdiği için zâhir haberler
denilmiştir. Zâhir haberlerini ilk toplayan, Hâkim Şehîd Muhammed'dir.
Bunun Kâfi kitâbı meşhûrdur. (İbn-i Âbidîn)
Zâhir Mânâ:
Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.
Ehl-i sünnet âlimleri, nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere)
zâhir mânâlarını vermişlerdir. Zarûret olmadıkça, nassları te'vîl
etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve
görüşleri ile bir değişiklik yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar
ve mezhebsizler, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanlarından
işittiklerine uyarak nasslara yanlış mânâ vermişlerdir. (Seâdet-i
Ebediyye)
Zâhirî İlimler:
Okuyarak, çalışarak ve araştırarak elde edilen, öğrenilen ilimler. Kelâm,
tefsîr, fıkıh gibi din bilgileriyle; mantık, matematik, fizik, kimyâ,
biyoloji, geometri gibi fen bilgileri.
Zâhirî ilimlerde mütehassıs, tasavvuf derecelerinde çok yüksek olan
derin âlim, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki: "Hazîn ses ve
Allah sevgisini anlatan şiirler ve evliyây-ı kirâmın hayâtını bildiren
kasîdeler, kalbdeki bağlılığı harekete geti rir. Hafif sesle zikr etmek
(Allahü teâlânın adını anmak) ve İslâmiyet'in yasak etmediği şiirleri
dinlemek Çeştiyye yolunda olanların kalblerini inceltir."
Zâhirî ilimlerden olan tefsîr ilmini öğrenmek ve Kur'ân-ı kerîmin
tefsîrini yapabilmek için şu on beş ilmi bilmek lâzımdır:Lügat, sarf,
nahv, iştikak, meânî, beyân, bedî, kırâat, usûl-i din, fıkıh, esbâb-ı
nüzûl, nâsih ve mensûh, usûl-i fıkh, hadîs, ilm-i kulûb. Bu ilimleri
bilmeyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)
ZÂHİRİYYE:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin zâhir, görünen mânâlarından başka
hiçbir delîl ve kıyâsı kabûl etmeyen Dâvûd-i Zâhirî'nin kurduğu mezheb.
Zâhiriyye mezhebine mensûb kimseler, hükmü açık omayan âyet-i kerîmeleri
ve hadîs-i şerîfleri te'vil ettiler, yâni yanlış mânâlar vererek Ehl-i
sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrıldılar.
Hayırlı işlerin namaz yerine gececeği sapıklığını körüklediler. (İbrâhim
Muhammed Neşât)
Zâhiriyye mezhebini 1184-1198 yıllarında iktidârda olan Muvahhidî
hükümdârı Yâkub bin Yûsuf bin Abdülmü'min, Kuzey Afrika ve Endülüs'te
yaymaya çalışmıştır. Bu hükümdâr halkın zâhiriyye mezhebine uymasını ve
Mâlikî mezhebini bırakmasını istemiş, hatt â Mâlikî mezhebine göre
yazılan fıkıh kitablarını toplatıp yaktırmıştır. Adı geçen hükümdârın
ölümünden sonra, zâhiriyye mezhebi, yavaş yavaş sönmüştür. (Muhammed Ebû
Zühre)
ZÂLİM:
1. Zulm eden, müslümanlara ve İslâmiyet'e; eli ile, dili ile ve kalemi
ile zarar veren, başkalarının hakkına tecâvüz eden.
Zâlimin çok yaşamasına duâ etmek, Allahü teâlâya isyân olunmasını
istemektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Zâlime yardım eden, ondan zarar görür. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin
Abdülehad)
Bir zâlime yardım edene Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Ananın-babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan bedduâları red
olunmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse zâlimlerdendir. (İmâm-ı Mücâhid)
Âsi ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı çok olanlardan çok
kaçınılmalıdır. Zâlimlerden, müslümanlara eziyyet edenlerden daha çok
kaçmalıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
2. Allahü teâlâya inanmayan kâfir.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ zâlimleri sevmez. (Âl-i İmrân sûresi: 57 ve 140)
ZÂMİN:
Kefil, birisinden belli bir veya birkaç kimsenin istedikleri bir şeyi,
kendisinin de ödeyeceğine söz veren kimse. Dâmin. (Bkz. Kefil)
Mübâşir (kişi, bizzat kendisi) müteammid (kasten) olmasa da zarar
verdiği şeyi zâmin olur. Mübâşir, kasten yaparsa, hem zâmin hem günahkâr
olur. (İbn-i Âbidîn)
Birinin hayvanı bir kimseden ürküp de kaçarken koybolsa, ürkmesine sebeb
olan zâmin olmaz. (Mecelle)
ZAMM-I SÛRE:
Farz namazın ilk iki rek'atinde, sünnet namazların ve vitrin her
rek'atinde ayakta Fâtiha'dan sonra okunan sûre veya en az üç kısa âyet.
Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı sûreyi unutan, üçüncü ve dördüncü
rek'atlerde okuyup, sonra secde-i sehv yapar. Zamm-ı sûrenin bir
parçasını rükûda okuyana, Ettehiyyâtüden sonra az bir şey okuyarak,
üçüncü rek'ati geciktirene secde-i sehv lâzım gel ir. (Halebî)
ZAN:
Sanma ve düşünme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Zanların çoğundan kaçının, zîrâ bâzı zanlar günâhtır. (Müslümanların
ayıb ve kusurlarını) araştırmayın; bir kısmınız bir kısmınızı (arkasından
hoşlanmayacağı sözle) çekiştirmesin... (Hucurât sûresi: 12)
Kulum beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muâmele ederim. (Hadîs-i
kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Şu kimselere şaşarım; zanla konuşurlar ve onunla amel ederler. (İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe)
Yolda rastlanan bir suyun temiz olduğu, iyi bilinir veya temiz olduğu
çok zannedilirse, bununla abdest alınır. (Halebî)
Zann-ı Gâlib:
Çok kuvvetli zan.
Abdest aldım mı, almadım mı diye şüpheye düşüp, zann-ı gâlibi abdestsiz
olduğu yönde olursa, abdesti bozulur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Zannî Delil:
Mânâsı açık anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bir
sahâbî tarafından bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîf.
Zannî deliller, vâcibler ile tahrîmen (harama yakın) mekrûhları bildirir.
Meselâ, kurban kesmek, vitir namazı kılmak zannî delil ile
bildirilmiştir. Bunları yapmamak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (İbn-i
Âbidîn, Molla Hüsrev)
ZÂRİYÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli birinci sûresi.
Zâriyât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış âyettir. Zâriyât
kelimesi ile başladığından, bu isim verilmiştir. Sûrenin başındaki
âyet-i kerîmeler, öldükten sonra dirilmenin, âhiret hayâtının ve
âhirette mükâfât ve cezânın vukû bulacağını, pek m uazzam kudret
eserlerinin bir kısmına yeminle beyân edilmiştir. (İbn-i Abbâs, Râzî,
Kurtubî)
Zâriyât sûresinde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz ki muttakîler (takvâ sâhipleri) , Cennetlerde pınar
başlarındadır. Rablerinin kendilerine verdiğinden râzı oldukları hâlde.
Doğrusu onlar bundan önce güzel amel işleyenlerdi. (Âyet: 15,16)
Kim Zâriyât sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, dünyâda cereyân eden ve
esen her bir rüzgârın adedi için on hasenât (sevâb) verir. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-ut-Tenzîl)
ZARÛRET:
Haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mübâh (dînen serbest) kılan
sebeb, özür.
Zarûretler, dînen haram, yasak olan şeyleri mübâh kılar. Yâni mübâhı (dînen
yapılması serbest olan bir işi) yapan nasıl muâheze olunmazsa (cezâlandırılmazsa),
zarûret olan bir işi yapan da muâheze olunmaz. Bir kimse, mûteber bir
ikrah (zorlama, cebr) ile başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti
bu işin haramlığını, yasaklığını gidermez. O iş yine haramdır. Sâdece bu
işi ikrah, zorlama, korkutma gibi zarûret sebebiyle yaptığı için,
sorumlu olmaz. Zarûretlerin, yasakları mübâh kılmasına ruhsat denir. (Mecelle,
Ali Haydar Efendi)
Zarûretler, kendi miktarlarınca takdîr olunurlar. Açlıktan helâk olacak,
ölecek bir kimse, başkasının malından izni olmadan ancak ölmeyecek kadar
alıp yiyebilir. Açlık bahânesiyle fazlasını yiyemez. Daha sonra
ölmeyeceği miktarda yediğinin bedelini s âhibine verir, yâhut helâllaşır.
(Mecelle, Ali Haydar Efendi)
ZARÛRİYYÂT-I DİN:
İnanılacak ve yapılacak işlerle ilgili, âlim ve câhil herkesin bilmesi
lâzım olan din bilgileri.
Her şeyden önce zarûriyyât-ı dîni öğrenmek lâzımdır. Bunları bırakıp,
başka şeylerle uğraşmak, kıymetli ömrü faydasız şeylere harcamak olur.
Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlânın bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun
mâlâyânî (kendisini ilgilendirmeyen, faydasız şeyler) ile vakit
geçirmesidir." Zarûriyyât-ı dinden olan bilgiler o kadar çoktur ki,
insan mâlâyânî ile uğraşmaya vakit bulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
ZÂT:
1. Kendi.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var
olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve
sonunda yokluk olamaz. Çünkü, O'nun varlığı lâzımdır. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
2. Kişi, şahıs.
ZÂVİYE:
1. Eskiden büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda veya köy ve
kasabalarda; dînî ilimlerin, İslâm ahlâkının ve fen ilimlerinin
öğretilmesi, yolcuların barınması maksadıyla kurulan yer; küçük tekke. (Bkz.
Hânekâh, Tekke)
Türkiye Selçuklu Devleti'nden sonra kurulan Osmanlı Devleti zamânında
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde zâviyeler kuruldu. Osman Bey, sık sık
hocası Şeyh Edebâlî'nin zâviyesine gider, sohbetlerini dinlerdi. (Âşıkpaşazâde)
Zâviyeye devâm eden genç, orta yaşlı, ihtiyar her zümreden insan,
gerekli dînî ilimleri okuyarak ve yaşayarak öğrenir, güzel ahlâk sâhibi
ve herkes tarafından sevilen, topluma faydalı bir kişi olarak cemiyete
katılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
... Zâviyeye bir yolcu geldiği zaman, eşyâ ve hayvanları
yerleştirildikten sonra hamama sokuluyor, güzelce yıkanıyor,sonra bir
odaya alınıp, yiyecek ve içecek ikrâm ediliyordu. Akşam namazından sonra
zâviyede Kur'ân-ı kerîm okunuyor ve gece teheccüd namazına kalkılıyordu...
(İbn-i Battûta)
2. Tasavvufta bulunan kimselerin, ibâdet için çekildiği tenhâ yer.
ZEÂMET:
Osmanlılar zamânında subaylara verilen ve geliri en az yirmi bin ve en
çok 99.999 akçe olan toprak.
ZEBÂNÎ:
Cehennem meleği, azâb yapıcı melek.
Cehennem zebânîleri, günâh işleyen hâfızlara, puta tapanlardan daha önce
azâb yapacaklardır. Çünkü bilerek yapılan günâh, bilmeyerek yapılandan
daha kötüdür. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ul-Ulûm)
Zebânîlere Cehennem'deki vazîfeleri esnâsında, Cehennem ateşi zarar
vermez. Denizin, balığa zararlı olmaması gibidir. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
ZEBÂYIH:
Kesilecek kurbanlık hayvanlar. Kurban edilmiş, kurban olarak kesilmiş
hayvanlar. (Bkz. Zebh)
ZEBH:
Boğazlama, kesme. Hayvanın boğazındaki yemek borusu, hava borusu, iki
yandaki kan damarından üçünü bir anda kesmek.
"Bismillâhi Allahü ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının
herhangi bir yerinden zebh edilir. Bismillâhi derken (h)yi belli etmek
lâzımdır. Belli edince Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lâzım
olmaz. (h)yi açıkça belli etmezse, Allahü te âlânın ismini söylediğini
düşünmek lâzımdır. Bunu da düşünmezse, hayvan leş olur. Yemesi helâl
olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Deve kesmekte sünnet olan nahrdır (damarları boynun alt tarafından,
göğsün bitim yerinden kesmek). Sığır cinsi, ganem (koyun) ve tavuk gibi
zebh olunur. Deveyi zebh ve sığırı ve koyunu nahr etmek mekrûhtur. (Fetâvây-i
Hindiyye)
Hayvanın boğazında merî denilen yemek borusu, hulkûm denilen hava borusu
ve evdâc denilen iki yanda birer kan damarı vardır. Zebh ve nahrda bu
dört borudan üçü bir anda kesilmelidir. Zâbihin (kesenin) kıbleye
dönmesi sünnettir. (M. Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)
Eti helal olan hayvanlardan boynu uzun olanların hepsi nahr, boynu kısa
olanların hepsi zebh edilir. (İbn-i Âbidîn)
Zebh edilmeksizin ölen hayvan, meyte (leş) olduğu gibi dînin bildirdiği
şekilde zebh edilmeyip de boğulmak ve başı koparılmak yâhut beyni
üzerinde tokmak vurulmak veya kulak tozuna şiş saplanmak şeklinde
öldürülen hayvan dahi meyte (leş) demektir. (M. Zihni Efendi)
ZEBÛR:
Dört büyük kitabdan biri. Dâvûd aleyhisselâma indirilen mukaddes kitâb.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebûr'u verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana
da vahy ettik. (Nisâ sûresi: 163)
Tevrât'tan sonra Zebûr'da da yazmışızdır ki, arza (Cennet'e ancak) sâlih
kullarım mîrâsçı olur. (Enbiyâ sûresi: 105)
Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla kullarına gönderdiği dört
büyük kitabdan biri olan Zebûr, manzûm (şiir hâlinde) olup, İbrânî dili
üzere idi. Tevrât'tan sonra indirilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup,
Tevrât'ı kuvvetlendirir ve açıklar. Z ebûr, Tevrât'ın hükmünü nesh
etmemiş (kaldırmamış)tır. İçinde haram ve helâle dâir hükümler yoktur.
(Ahmed Nişâpûrî)
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma güzel ve gür bir ses ihsân etmişti. O,
Zebûr'u okurken bütün vahşî hayvanlar boyunlarını eğerek etrâfında
toplanırlardı. Pek yanık ve tatlı sesiyle Zebûr'u okurken; insanlar,
cinler, vahşî hayvanlar etrâfında halka ol ur, dinlerlerdi. Zebûr'u
Dâvûd aleyhisselâmdan dinleyenler hayrân, şaşkın kalıp pekçok kimse
kendinden geçip düşerdi. (Kâdı Beydâvî)
Allahü teâlânın kitâbları vardır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen, yüz dört
kitabdır. Yüzü küçük kitabdır. Bunlara suhuf denir. Dördü büyük kitabdır.
Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ
aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peyg amberimiz Muhammed
aleyhisselâma nâzil olmuştur. (Kutbüddîn İznikî)
ZEKÂ:
Sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları
anlamak, yeni îcab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uyması.
Akıl başka, zekâ başkadır. Her akıllı zekî, her zekî de akıllı
olmayabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıl, iyiyi ve kötüyü, fâideliyi ve zararlıyı anlar, ayırır. Aklı az
olanın zekâsı çok olabilir. Zekâsı çok olan kâfirleri, din düşmanlarını
akıllı sanmak doğru değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları, tabîate uymak,
hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler
yapmışlardır. Bu âletler, zekâ ile yapılmıştır. (Bergson)
Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan
öteki arslanlardan, on bin kat daha çok korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz
kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük
tehlike olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
ZEKÂT:
İslâm'ın beş şartından biri. Dînen zengin sayılan müslümanın nisab
miktârındaki zekat malının belli zamanda belli miktârını zekat niyeti
ile ayırıp emr edilen müslümanlara vermesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlânın ihsân ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini,
zengin kalacaklarını sanıyorlar. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış
oluyorlar. O malları, Cehennem'de azâb âleti olacak, yılan şeklinde
boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar, onları sokacaktır. (Âl-i İmrân
sûresi: 108)
Malı, parayı biriktirip, zekâtını, müslüman fakirlerine vermeyenlere çok
acı azâbı müjdele! Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde
kızdırılıp, sâhiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar
gibi bastırılacaktır. (Tövbe sûresi: 134, 135)
Akıllı olan ve büluğ çağına giren ve hür olan müslüman erkek ve kadının,
zengin olup şartları bulununca, zekat vermeleri farzdır. (Halebî)
Zekâtın farzı birdir. Bu da niyet etmektir. Niyet kalb ile olur. Malın
zekâtını ayırırken veya müslüman fakire verirken (Allah rızâsı için,
zekat vereceğim) diye niyet etmek, kalbden geçirmektir. (Tahtâvî)
Dört çeşit malın zekatı vardır. Bu mallar altın ve gümüş, ticâret eşyâsı,
hayvanlar ve toprak mahsulleridir. (İbn-i Âbidîn)
Zekat şu yedi sınıfa verilir: Fakir, miskîn (bir günlük nafakasından
fazla bir şeyi olmayan müslüman), âmil (zekât toplayan memur), mükâtep (efendisinden
kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak köle), münkatı' (hac
ve cihâd yolunda olup mu htaç kalanlar), medyûn (borcu olan ve
ödeyemeyen müslüman), ibn-üs-sebîl (kendi memleketinde zengin ise de,
bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da
alamayıp muhtaç kalan). (İbn-i Hümâm)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Zekât niyeti ile az bir miktar vermek, dağlar kadar altını sadaka
vermekten kat kat daha sevâbdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
ZEKERİYYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yahyâ aleyhisselâmın
babasıdır. Soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Mûsâ aleyhisselâmın
dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Yahûdîler tarafından
şehîd edildi. Kabri Haleb'dedir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu
güzel bir nebât (bitki) gibi büyüttü. Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya)
kefîl kıldı. Zekeriyyâ ne zaman mihrâba (odaya) girse, onun yanında bol
rızık (yiyecek) bulurdu. "Yâ Meryem! Bu (rızk) sana nerden geliyor?"
dedi. O da; "Bu, Allahü teâlâ tarafındandır. Şüphe yoktur ki, Allahü
teâlâ dilediği kimseyi hesâbsız olarak rızıklandırır" derdi. (Âl-i İmrân
sûresi: 37)
Zekeriyyâ aleyhisselâm mihrâbında (odasında) namaz kılarken, melekler (Cebrâil
aleyhisselâm) ona şöyle nidâ etti (seslendi : "Muhakkak Allahü teâlâ
sana kendinden gelen kelimeyi (yâni Îsâ aleyhisselâmı) tasdîk edici ve
kavminin seyyidi (efendisi) ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir
peygamber olduğu hâlde Yahyâ'yı müjdeler. (Âl-i İmrân sûresi: 39)
Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da Tevrât yazan ve kurban kesme ibâdetini idâre
eden Zekeriyyâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına peygamber gönderildi.
Tevrât'ın emir ve yasaklarını insanlara anlattı. Duâsı bereketiyle
Allahü teâlâ ona Yahyâ aleyhisselâmı ihsân etti. Zekeriyyâ aleyhisselâm,
Hunne'nin kızı hazret-i Meryem'i alıp, evine götürdü. Onu Zekeriyyâ
aleyhisselâmın hanımı ve hazret-i Meryem'in teyzesi Elisâ Hâtun büyüttü.
Hazret-i Meryem beş yaşına girince, Zekeriyyâ aleyhisselâm ona Tevrât-ı
şerîfi okuttu. İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâma iftirâda
bulundular. Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehîd etmek üzere aramaya başladılar.
Yahûdîler onu yakalamak için peşine düştüler.Zekeriyyâ aleyhisselâm,
Beyt-ül-makdîs yakınlarında ağaçlı bir bahçeye gir di. Mûcize olarak
yarılan bir ağacın içine girdi. Ağaç kapandı ve onu gizledi. Yahûdîler o
ağacı bıçkı ile biçtiler ve Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehîd ettiler.
Zekeriyyâ aleyhisselâm şehîd olduğu sırada yüz yaşında idi. (İbn-ül-Esîr,
Nişâbûrî, Nişâncızâde)
ZELÎL:
Aşağı, alçak, hor, hakîr.
Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhibleri, küçük karınca gibi zelîl ve
hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi fakat insan şeklinde
olacaklardır. Herkes bunları hakîr görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse, dînini azîz
eder. (Mücâhid bin Cebr)
İlmi azîz ederseniz, azîz olursunuz, zelîl ederseniz zelîl olursunuz.
İlim, bir kimsenin yanına gitmez, ilmin ayağına gidilir. (İmâm-ı Mâlik)
Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ bizi İslâm ile azîz eyledi. (Hazret-i
Ömer)
ZELLET-ÜL KÂRÎ:
Kırâat hatâsı. Namazın içindeki farzlardan kırâati yerine getirirken (Fâtiha
ve zamm-ı sûreyi okurken) meydana gelen hatâ, yanlış okuma.
Zellet-ül kârî dört şekilde olabilir:Birincisi i'râbda hatâdır. Yâni
harekelerde ve sükûnda olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri
(uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekil hatâ,
harflerde olur. Harfin yerini değiştirir veya harf ilâve eder, yahut
azaltır veya harfi ileri geri alır. Üçüncü şekil hatâ, kelimelerde ve
cümlelerde olur. Dördüncüsü ise, vakf ve vaslde hatâ olur. Yâni duracak
yerde durmaz geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatâda mânâ
değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde zellet-ül kârî mânâyı değiştirip,
küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa veya âyet-i kerîmede kastedilen
mânâ tamâmen değişirse, namazı bozar. (İbrâhim Halebî)
ZEMHERİR:
Cehennem'deki soğuk yer, soğuk cehennem.
Zemheririn soğukluğu pek şiddetlidir. Bir an dayanılmaz. Kâfirlere, bir
soğuk, bir sıcak, sonra soğuk sonra sıcak Cehennem'e atılarak azâb
yapılacaktır. Cinler ateşten etkilenmezler. Cehennemlik olanları
zemherirde azab göreceklerdir. (Kâdızâde Ahmed)
ZEMM:
Kötüleme, yerme, kınama.
İnsana yakışan; başkalarını zemmetmekten utanıp kendi kusurlarını
düzeltmekle meşgûl olmasıdır. Bilmiş ol ki! İnsanların çoğu medhedilmeyi
sevdiği ve zemmedilmekten korktukları için, helâk olmuşlardır. Çünkü
medhedilmeyi sevmeleri ve zemden korkmalar ı sebebiyle bütün tavır ve
davranışlarında insanların rızâlarını almayı ve gönüllerini hoş etmeyi
istemektedirler. (İmâm-ı Gazâlî)
ZEMZEM:
Kâbe-i muazzamanın Hacer-ül-esved köşesi karşısındaki kuyudan çıkan
mübârek su.
İbrâhim aleyhisselâmın zevcesi (hanımı) , İsmâil aleyhisselâmın annesi
olan Hâcer, su aramak üzere Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip
gelirken, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde, Cibrîl (Cebrâil)
aleyhisselâm göründü. Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzem'i)
meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce) zâyi olmasın diye hemen suyun
etrâfını çevirip, havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini
doldurmaya çalışıyordu. Su ise avuç avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu.
Allahü teâlâ İsmâil'in anasına rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi hâline
bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem akar bir
ırmak olurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Zemzem suyu ne için içilirse, ona şifâdır. (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Kim hac niyeti ile Beyt-i şerîfe (Kâbe'ye) gelip, Kâbe-i şerîfin
etrâfında yedi kere tavâf etse, dolaşsa sonra Makâm-ı İbrâhim'e gelip
iki rek'at tavâf namazı kılsa, ondan sonra Zemzem kuyusuna gelip,
suyundan içse, cenâb-ı Hak onu anasından doğduğu gün gibi günahından
tertemiz yapar. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Zemzem içerken, Kıbleye karşı yönelmeli, ayakta ve üç yudumda içmelidir.
Zemzem içmeden önce, şu duâyı okumalıdır: "Allahümme innî es'elüke ilmen
nâfian ve rızkan vâsian ve şifâen min külli dâin ve sekamin birahmetike
yâ Erhamerrâhimîn (Allah'ım send en faydalı ilim, bol rızık, her türlü
hastalıktan şifâ istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Bunları
senin rahmetine güvenerek istiyorum)" (Eyyûb Sabri Paşa)
Zemzem Kuyusu:
Kâbe-i muazzamanın Hacer-i esved köşesi karşısında bulunan, mübârek
suyun çıktığı kuyu.
Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, Zemzem suyunun mübârek
kuyusudur. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Allahü teâlânın İsmâil aleyhisselâma bir ihsânı olan Zemzem'in etrâfını
ilk önce hazret-i Hâcer kum ile çevirdi. Sonradan hazret-i İbrâhim
tarafından kazılarak kuyu hâline getirildi. İhmaller netîcesinde zamanla
zemzem kuyusu kapanıp belirsiz hâle ge ldi. Resûlullah efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem dedesi Abdülmuttalib rüyâsındaki târife göre
zemzem kuyusunu kazıp tekrar ortaya çıkardı. Kendisi ve oğulları
hacılara zemzem suyu dağıttılar. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
zamânında Ab dülmuttalib'in oğlu Abbâs radıyallahü anh hacılara su
dağıtmakla vazîfeli idi. (Eyyûb Sabri Paşa)
Zemzem kuyusu Mescid-i harâm içinde Hacer-i esved köşesi karşısında ve
köşeden on dört buçuk metre uzakta bir odada olup, 1,9 metre yüsek olan
taş bileziği vardır. İki buçuk metre çapında ve otuz metre
derinliğindedir. Bu odayı İstanbul'daki Beylerbe yi Câmii'ni yaptırmış
olan Birinci Sultân Abdülhamîd Han yaptırmış olup, zemîni mermer döşeli
ve duvarlara doğru meyillidir. Kuyu ağzı bu hizâdan bir buçuk metre
kadar yüksektir. Târihin kıymetli yâdigârı olan bu güzel san'at eseri
1963 (H.1383)'de yıktırıldı. Zemzem kuyusu ağzını ve birkaç metre
çevresini, yeryüzünden birkaç metre aşağı indirdiler. (Eyyûb Sabri Paşa,
M. Sıddîk Gümüş)
ZENGİN:
İhtiyaç eşyâsının ve borçlarının dışında nisâb miktârı malı, parası olan
kimse. (Bkz. Nisâb)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zengin
olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz. Ölmeden önce hayâtın,
hastalıktan önce sıhhatin, dünyâda âhireti kazanmanın, ihtiyarlamadan
gençliğin, fakirlikten evvel zenginliğin kıymetini bil. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Ey malına, mülküne güvenen zengin! Dünyânın çabuk geçip gidici malı,
parası, seni aldatmasın! Bunlar, senden önce başkalarının idi. Senden
sonra da, başkasının olacak; Cehennem'in şiddetli azâbını düşün!.. (Muhammed
Rebhâmî)
ZERDÜŞT:
Mecûsîliğin kurucusu.
Mecûsîliğin kurucusu olan Zerdüşt mîlâddan 600 sene önce, Hindistan'da
doğdu. Hindistan ve İran taraflarında yaşadı. Brehmen din adamları
tarafından kovuldu. Belh'te mecûsîlik dînini yaydı. İyilik tanrısı İzed
veya Ormüzd (Hürmüz) ile kötülük tanrısı Ehrimen olmak üzere iki tanrı
vardır dedi. Zend kitâbı ve Avestâ denilen şerhi (açıklaması) Avrupa'da
basıldı. Hazret-i Ömer, İran'ı alınca, Acemler müslüman oldu. Zerdüşt'ün
kurduğu mecûsîlik Hindistan'da kaldı. Bugün İranlılar eski millî âdetler
diye mecûsî âyinlerini ve sayılı günlerini ortaya çıkarıyor ve
yayılmasına çalışıyorlar. (M. Sıddîk Gümüş)
ZEVÂİD:
Fazla, ziyâde olan şeyler.
Zevâid Sünnet:
1. Farzla birlikte kılınması bildirilmeyen nâfile namazlar.
2. Peygamber efendimizin ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı
yaptığı şeyler.
Peygamber efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri
yapmaya sağdan başlaması, sünnet-i zevâiddir. Bunlara sevâb verilmesi
için niyet etmek lâzım değildir. Niyet edilirse ibâdet olurlar.
Sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâ detleri terk etmek
mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Zevâid Tekbirleri:
İkişer rek'at olan Ramazân ve Kurban bayramı namazlarının her rek'atinde
alınan üçer tekbir.
Zevâid tekbirleri vâcibdir. (M. Zihni Efendi)
ZEVÂL:
Yok olma, sona erme. Ölmez imiş âşık cânı, Hiç çürümez imiş teni, Aşk
her kimi kıldı fânî, Ona zevâl ermez imiş.
(Yûnus Emre)
Zevâl Vakti:
Güneşin tam tepeden ayrıldığı an.
Zuhr yâni öğle namazının evvel vakti, güneşin zevâlden ayrıldığı vakit
başlar. (Kedûsî)
ZEVCÂT-I TÂHİRÂT:
Peygamber efendimizin iffetli, pâk, muhterem zevceleri. Mü'minlerin
anneleri. (Bkz. Ezvâc-ı Tâhirât)
Peygamber efendimiz ikinci defâ olarak elli beş yaşında iken hazret-i
Ebû Bekr'in kızı, hazret-i Âişe ile evlendi. Diğer Zevcât-ı Tâhirâtı
bundan sonra dînî, siyâsî sebeplerle ve merhâmet ve ihsân ederek nikâh
etti. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
ZEVİL ERHÂM:
İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz (farz hisse sâhibi) ve asabe
denilen kimseler dışındaki yakın akrabâ.
Eshâb-ı ferâizden ve asabeden kimse yoksa veya bunlardan yalnız zevc (koca)
ve zevce (hanım) varsa, mîrâs zevil erham denilen en yakına verilir. (Muhammed
Mevkûfâtî)
ZEYDİYYE FIRKASI:
Hazret-i Ali'yi sevdiğini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma düşmanlık
besleyen, onlar hakkında kötü sözler söyleyen şîanın kollarından. On iki
imâmın dördüncüsü olan Zeynelâbidîn'in oğlu Zeyd'e tâbi olan ve hazret-i
Ali, Eshâbın en efdalidir (üstünüdür) ; bununla berâber Ebû Bekr, Ömer,
Osman'ın (r.anhüm) hilâfetleri (halîfelikleri) de câizdir diyen fırka.
İmâmetin (halîfeliğin), Zeynelâbidîn'den sonra oğlu Zeyd'e ve onun
soyundan gelen kimselere âit olduğunu söylemelerinden dolayı Zeydiyye
adı verilmiştir.
Hazret-i Hüseyn'in oğlu İmâm-ı Zeynelâbidîn'in vefâtından sonra,
hazret-i Ali taraftârı olduklarını söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâma karşı
kötü sözler söyleyenler, âlim ve fakîh bir zât olan oğlu Zeyd'in
etrâfında toplandılar. Müslümanların parçalanmas ını isteyen münâfıklar,
Zeyd bin Zeynelâbidîn'in ilim için çeşitli memleketlere yaptığı
seyâhatleri bahâne ederek onun hilâfete geçmek için etrâfına adam
topladığını söyleyerek halîfeyi aleyhine kışkırttılar. Zeyd bin
Zeynelâbidîn Kûfe'ye gelince, Ehl-i beyt taraftârı gözüken ve Eshâb-ı
kirâmın bâzılarına kötü sözler sarf eden kimseler onu halîfeye karşı
kışkırtarak halîfe tarafından yakalattırılacağını söylediler. Zeyd bin
Zeynelâbidîn bu endişeyle hazırlanmaya başladı. Kendisine taraftâr
gözüken on beş bin kadar kimse bîat etti. Halîfe Hişam bin Abdülmelik
de, Zeyd bin Zeynelâbidîn ve taraftârları üzerine kuvvet gönderdi.
Halîfenin askerleri Kûfe'ye yaklaştıkları sırada, kendisine taraftâr
gözüken Eshâb-ı kirâm düşmanları ona; "Ebû Bekr v e Ömer'e (r.anhümâ)
düşman ol!" dediler. Zeyd bin Zeynelâbidîn; "Büyük dedem olan
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sevdiği iyi kimselere
düşmanlık edemem" cevâbını verdi. Onları bu tür sözler sarf etmekten men
etti. Bunun üzerine dört yüz ki şi hâriç diğerleri savaş alanını terk
ettiler. Bu kimselere ayrılanlar, terk edenler mânâsında Râfızîler
denildi. Hazret-i Zeyd'in yanında kalanlara ve sonradan onların yolunda
olduklarını söyleyip Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı
kirâmın yolundan) ayrılanlara Zeydî, bu fırkaya da Zeydiyye adı verildi.
Zeyd (r.aleyh) bu savaşta şehîd edildi. (Abdülazîz Dehlevî-Şehristânî)
Zeydiyye fırkası mensubları 864 (H.250)'de Taberistan bölgesinde isyân
ettiler. Bağımsızlıklarını îlân edip, Zeydiyye Devleti'ni kurdular. Daha
sonraki asırlarda da fırka olarak devâm eden Zeydiyye fırkası mensûbları
zamanla Yemen'de hâkimiyet kurdul ar. (Abdülazîz Dehlevî)
Zeydiyye fırkasının temel görüşleri şunlardır: Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem isim ve şahsını belirtmek sûretiyle yerine
bir imâm (halîfe) vasiyet etmiş değildir. Onun için imâm, ancak
vasıfları ile tanınabilir. Taşıdığı vasıflar îti bâriyle imâm, hazret-i
Ali'dir. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl
ederler. Büyük günâh işleyen kimse tam mânâsı ile tövbe etmedikçe
temelli olarak Cehennem'de kalacaktır. (Abdülaziz Dehlevî, Abdülkâdir
Bağdâdî)
ZIHÂR:
Erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine
nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması harâm yerine;
"Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" gibi
sözlerle benzetmesi.
Hanımına "Senin başın anamın sırtı gibidir" diyen bir erkeğin, keffâret
vermedikçe hanımına sarılması, öpmesi ve cimâ etmesi harâm olur. Zıhâr
keffâreti, oruç keffâreti gibidir. (İbn-i Nüceym)
ZILL:
Gölge, görünüş,
Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer.
Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak çok az nasîb olur. Eğer nasîb
olursa, o da zılle, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık
yeridir. (İmâm-ı Muhammed Ma'sûm)
Ulemâ-i râsihîn (yüksek ilim sâhibi âlimler), vilâyetin yâni evliyâlığın
üstün derecelerinin hepsini geçip, peygamberlere mahsûs olan dâvet
makâmına kavuşmuşlardır. Bunlar nihâyete (sona) kavuştuktan sonra
anlarlar ki, müşâhede edilen ve tecellî olun an yâni görülen her şey,
hakîkî varlık değildir. Ancak hakîkî varlık zıllerinden bir zıldir.
Zıll Makâmı:
Tasavvuf yolunda bir makâm, derece. Tasavvufta asla kavuşmadan önce,
aslın görüntülerinin ele geçtiği makam.
Zıll makâmının üstünde abdiyyet, kulluk makâmı vardır. Abdiyyet makâmı (hakîkî
kulluk) ise vilâyet (evliyâlık) kemâllerinin en üstünüdür. (İmâm-ı
Rabbânî)
ZIMMÎ:
İslâm devletindeki gayr-i müslim vatandaş.
Zımmîlerden cizye alınmasından maksat, kâfirliğin aşağılığını,
müslümanlığın ise, izzet ve şerefini göstermektir. Bu hakâret o derece
te'sirlidir ki, cizye vermek korkusundan kıymetli elbise giyemezler,
süslenemezler, hakîr, sefîl yaşarlar. Diğer tar aftan cizye ile
zımmîlerin müslümanlar arasında bulunarak zamanla İslâm'ın güzelliğini,
hak din olduğunu görerek müslüman olmaları ümidi ile onlara mühlet
tanımaktır. Bu bakımdan cizye, güzel bir İslâm'a dâvet yoludur. (Râzî)
Zımmîler, cizye vermekle onlar için iki hak ortaya çıkar. Onlara
dokunulmaz. Himâye edilirler. Dokunulmazlıkları ile emniyet ve güven
içinde yaşarlar, himâye edilmeleri ile tehlike ve zarardan korunmuş
olurlar. (İbn-i Hümâm)
ZINDIK:
Hiçbir dinde olmadığı ve Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslüman
görünüp müslümanlığı değiştirmeye, îmânı bozmaya, dinsizliği müslümanlık
olarak yaymaya çalışan ve İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşan sinsi
İslâm düşmanı, azılı kâfir, münâfık. Kâdıy ânîler ve Behâîler böyledir.
Zındık, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna
inandığını, Kur'ân'a ve hadîslere uyduğunu söyler. Fakat, Kur'ân-ı
kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi câhil kafasına ve kısa görüşüne göre
mânâlandırır. Bu bozuk anladıklarını, sapık düşüncelerini, müslümanlık
olarak yazmaya uğraşır. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru sözlerini
beğenmez. İslâm âlimlerine câhil der. Kendilerini müctehîd, aydın din
adamı olarak tanıtırlar. (İbn-i Âbidîn, Abdülhakîm Arvâsî)
Fıkıh öğrenmeyip tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh
öğrenip tasavvuftan haberi olmayan ise, bid'at sâhibi yâni sapık olur.
Her ikisini edinen hakîkate varır. (İmâm-ı Mâlik)
ZÎ RAHM-İ MAHREM:
Bir erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenmeyeceği, kan ile olan
nesebten (soydan) akrabâsı.
Zî rahm-i mahrem şunlardır:
Erkekler: 1) Baba, 2) Baba ve annesinin babası, 3) Oğlu, oğlunun oğlu,
4) Erkek kardeşi, 5) Erkek kardeşinin oğlu, 6) Kız kardeşinin oğlu, 7)
Amca, dayı.
Kadınlar: 1) Anne, 2) Anne ve babasının annesi, 3) Kızı, kızının kızı,
4) Kız kardeşi, 5) Kızkardeşinin kızı, 6) Erkek kardeşinin kızı, 7) Hala,
teyze. (İbn-i Âbidîn)
Amca, dayı, hala ve teyze kızı ve yenge yâni kardeş zevcesi (hanımı) zî
rahm-i mahrem değildir. Yâni bu beş kadın yabancı demek olup, bunların
açık yerlerine bakmak, başı, kolu açık iken konuşmak, halvet etmek (yalnız
bir arada kalmak) harâmdır. (M.Zihni Efendi)
Âkıl ve bâliğ olmayan (akıllı ve ergenlik çağına gelmemiş) oğlan ve her
yaştaki evlenmemiş veya dul kız ve hasta veya kör adam fakîr olup,
babaları yok ise, nafakalarını vermek zengin olan zî rahm-i mahremleri
üzerine mîrâs miktârı ile farz olur. (Ubeydullah bin Mes'ûd)
ZİKR:
Anmak; gafleti gidermek için her işte Allahü teâlâyı hatırlamak. Yâd
etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, râhata
kavuşur. (Ra'd sûresi: 30)
(Kullarım!) Siz beni (tâat ile beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikr
ederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını
açmak sûretiyle) anarım. (Bekara sûresi: 152)
Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikr edenlerdir. (Hadîs-i
şerîf-Beyhekî)
Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikr etmeği sevmektir. (Hadîs-i
şerîf-Beyhekî)
Cennettekiler en çok dünyâda Allahü teâlâyı zikr etmeden geçirdikleri
zamanlar için üzülürler. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Zikr, yalnız, Kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar "Allah" demek
değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikr
olur. Buna göre, dînin emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak hep
zikrdir. Dînin emrettiği şekilde alış- veriş yapmak zikrdir.Dîne uygun
olarak yapılan her iş zikrdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve
yasakların sâhibi hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir.
Ancak Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatları ile yapılan zikr
çabuk te'sirini gösterir ve Allahü teâlânın sevgisini hâsıl eder. Bu
sebeble tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîd ile zikrin pek kıymetli
olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfte; "Bir şeyi çok anan, onu çok
sever" buyruldu. Dolayısıyle seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı
çok anan, O'nu sever; Allahü teâlâyı sevince kalbe îmân yerleşip siner,
böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü
tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Her vakit Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalbde başka hiçbir şeye
yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr
yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Zikr bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri
temizlenir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her an dilleriyle Allahü teâlâyı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan
her biri, güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir. (Cübeyr bin Nufeyr)
Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez.
(Ebû Abdullah Rodbârî) Zikr et zikr bedende iken cânın, Kalb temizliği
zikr iledir Rahmânın.
(İmâm-ı Rabbânî)
Zikr-i Cehrî:
Allahü teâlâyı yüksek sesle anma.
Zikr-i Hafî:
Allahü teâlâyı gizli (sessiz) olarak ve kalb ile hatırlama.
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Seyfiyye)
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden daha efdâldir, üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)
ZİLHİCCE:
Kamerî senenin ayları olan Arabî ayların sonuncusu.
Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramı günüdür. Her kim o gün bayram
namazından gelip kurbanını boğazlayıncaya kadar bir şey yemeyip
kurbanının böbrekleri ile iftâr edip, iki rek'at namaz kılsa, o kimsenin
kurbanının kanı yere düşmeden, kendi günâhı ve ana-babasının günâhları,
ehl-ü evlâd ve akrabâlarının günahları sevâba çevrilir. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Her kim Zilhicce-i şerîfin son on günü ve Muharrem ayının birinci günü
oruç tutarsa, o senenin tamâmını oruç tutmuş gibi fazîlete mazhâr olur.
Her kim, Zilhicce'nin on günü içinde fukarâya yardım etse, peygamberlere
(aleyhimüsselâm) ta'zim etmiş olur . Bu on gün içinde, her kim bir hasta
ziyâret eylerse, Hak teâlâ hazretlerinin dostları olan kullarının
hâtırını sormuş ve ziyâret etmiş gibi olur. Bu on gün içinde yapılan her
ibâdet, sâir günlerde edâ edilen ibâdetlerden çok daha üstün ve pek
fazla sevâba vesîle olur. (Süleymân bin Cezâ)
ZİLLET:
Aşağılık, horluk, hakîrlik.
Zillete düşmeyecek şekilde tevâzu gösteren, meşrû kazancını meşrû yolda
sarfeden, düşkünlere acıyan, fakîr ve hakîmler ile oturup kalkan kimseye
müjdeler olsun. (Hadîs-i şerîf-Beydâvî Tefsîri)
Zillet on kısımdır. Dokuzu yahûdîlerdedir. (Fahrüddîn-i Râzî)
ZİLZÂL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan dokuzuncu sûresi.
Zilzâl sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyet-i kerîmedir.
İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve zelzele demek olan Zilzâl
kelimesinden almıştır. Sûrede; kıyâmetin kopması, insanların yeniden
dirilip hesâb vermesi, herkesin ettiğini bulacağı bi ldirilmektedir. (İbn-i
Abbâs, Kurtubî)
Zilzâl sûresinde meâlen buyruldu ki:
Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da,
onun karşılığına kavuşur. (Âyet: 7, 8)
Kim Zilzâl sûresini dört defâ okursa, sanki Kur'ân-ı kerîmin tamâmını
okumuş olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
ZİNÂ:
1. Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin
aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmaları.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
De ki: Geliniz size Rabbiniz neleri harâm etmiştir, okuyayım. "O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakîrlik yüzünden
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Zinâ
gibi kötülüklerin açığına da, gizlisine de yanaşmayınız. Allah'ın
muhterem kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." İşte bu yasaklara riâyet
etmeyi (uymayı) Allahü teâlâ size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akıl
erdirirsiniz. (En'âm sûresi: 151)
Mü'minlere söyle, yabancı kadınlara bakmasınlar ve zinâ etmesinler.
Mü'min kadınlara da söyle, onlar da yabancı erkeklere bakmasınlar ve
zinâ etmesinler. (Nûr sûresi: 30, 31)
Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı
giderir. İkincisi fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına
sebeb olur. Zinânın âhiretteki üç zararına gelince; Allahü teâlânın
gadabına sebeb olur. İkincisi suâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebeb olur.
Üçüncüsü, Cehennem ateşinde azâb çekmeye sebeb olur. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Kadınlardan istenen üçüncü şart zinâ etmemektir. Bu şartı, yalnız
kadınlardan istemek, bu günâhın hâsıl olması, çok defâ onların râzı
olmalarına bağlı olduğu içindir ve kendilerini gösterdikleri içindir. O
hâlde bu günâhın ilk sebebi onlardır. Bu işt e, onların rızâları
mûteberdir. Bunun için, bu amelden (işten), kadınların daha kuvvetli men
edilmeleri îcâb etti. Bundan dolayı Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde bu
günâhta kadını erkekten evvel söyledi ve "kadına ve erkeğe yüz sopa
vurunuz" buyurdu. Bu günâh insana, dünyâda ve âhirette zarar verir ve
bütün dinlerde yasak ve çirkin olmuştur. (Ahmed Fârûkî)
Zinâ, fâiz, yalan gibi her dinde harâm olan bir şey için, helâl olsaydı
da ben dahi işleseydim diye temennî eder ise, bu dahi küfürdür, îmânı
giderir. (Kutbüddîn-i İznikî)
2. Harâma bakmak.
Gözler de zinâ yapar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
ZÎNET:
Fâidesi, menfaati olmayıp, yalnız gösteriş için kullanılan şey, süs.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı elbette la'b, yâni oyun ve lehv yâni eğlence ve zînet (süslenmek)
ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd
sûresi: 20)
Erkeğin tedâvî için sürme çekmesi câizdir, olabilir. Zînet için çekmesi
câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
ZİNNÛREYN:
İki nûr sâhibi. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem iki
kızıyla evlendiği için hazret-i Osman'a verilen lakab.
Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) en üstünü Ebû
Bekr-is-Sıddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk'dur (radıyallahü anhümâ).
Ondan sonra en yüksek kimse Osmân-ı Zinnûreyn'dir (radıyallahü anh).
Ondan sonra Aliyyül Mürtezâ'dır. Hepsinin ha lîfeliği haktır, doğrudur.
Ümmetin icmâı (sözbirliği) ile sâbittir.Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem ona birbiri ardınca iki kızını vermiştir. İki kızı da vefât
edince; "Bir kızım daha olsaydı verirdim" buyurmuştur. (Mir'ât-ı
Kâinât-Taftâzânî)
ZRÂ' (Zirâ):
Kırk sekiz santimetrelik bir ölçü birimi.
Misâfirin; bir milden yâni 1920 metreden az uzakta su bulacağını
alâmetlerle veya âkıl bâliğ ve âdil bir müslümanın haber vermesi ile çok
zannettiği zaman her tarafa doğru, dört bin zirâ'a (bir mil) giderek
veya birini göndererek ve mümkün ise yalnız bakarak, suyu araması farz
olur. (İbn-i Âbidîn)
ZUHRUF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk üçüncü sûresi.
Zuhrûf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen dokuz âyet-i kerîmedir.
Otuz beşinci âyet-i kerîmede geçen altın ve mücevher mânâsına gelen
Zuhruf kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede insanların rızıklarının
farklı takdir edilmesinin ve milletlere ayrılmasının hikmetleri,
inkarcıların cezâya çarptırılacağı, mü'minlere çeşitli nîmetler
verileceği bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Zuhrûf sûresinde meâlen buyruldu ki:
"Nefsine uyarak Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir
şeytan musallat ederiz. (Âyet: 36)
ZULM (Zulüm):
Adâletsizlik, adâletin sınırını aşmak, başkasının hakkına tecâvüz etmek.
Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, haksızlık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar kendilerini
azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile
kendilerine zulm ve işkence ediyorlar. (Nahl sûresi: 33)
Zulme mâni olarak zâlime de, mazlûma da yardım ediniz. (Hadîs-i
şerîf-Eşî'at-ül-Lemeât)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey kullarım! Ben kendi nefsime zulmü harâm
ettim. Onu sizin aranızda da harâm kıldım, birbirinize zulüm yapmayınız..."
(Hadîs-i kudsî-Nesâih-ul-İbâd)
Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım. İmâmların (devlet
adamlarının) zulmünden, nücûma (yıldız falına) inanmaktan, kaderi
yalanlamaktan. (Hadîs-i şerîf-İhyâu-Ulûmiddîn)
Ey oğul! Şakîlerin (kötü kimselerin) alâmeti sende bulunmasın. Bu
alâmetlerin evveli zulm etmektir. Zulüm üç kısımdır. Birincisi Allahü
teâlâya âsî olmak, ikincisi zulmeden kimselere yardım etmek; üçüncüsü
kendi emri altında bulunanlara ezâ-cefâ etme k, onların ibâdet
yapmalarına mâni olmak. Bu üç çeşit zulmü işleyenlerin varacakları yer
Cehennem'dir. (Süleymân bin Cezâ)
Her müslüman hem îmânını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de Allahü
teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir. Fakat
sevmediklerine de kötülük ve zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at
sâhiplerine tatlı dil ve güler yüz ile na sîhat etmelidir. Onların
felâketten kurtulmalarına, seâdete kavuşmalarına çalışmalıdır. (Hâdimî)
Sana zulmedeni affet. Amelinle mağrur olmaktan sakındığın gibi, ilimle
gururlanmaktan sakın. Yakınının, fakirin ve komşunun hakkını gözet.
Konuşmadan hoşlanmayanın yanında konuşma. Mazlum kardeşine yardım et.
Zamânını iyi değerlendir. (Harputlu Hacı Ömer Efendi)
Zımmîye yâni gayr-i müslim vatandaşa zulm etmek, müslümana zulm etmekten
daha fenâdır. Hayvana zulm, işkence etmek, zımmîye etmekten daha fenâdır.
(Alâüddîn Haskefî) Hâşâ zulm etmez kuluna Hüdâsı, Herkesin çektiği kendi
cezâsı
(M. Sıddîk Gümüş)
ZULMET:
Karanlık, kalbin kararması.
Dört haslet kalbin zulmetindendir. Karnı tıka basa doyurmak, zâlimlerle
sohbet etmek, geçen günâhları unutmak, uzun emel. (Abdullah bin Mes'ûd)
Hak teâlâ nûr ile zulmeti, aydınlık ile karanlığı zikrettiği yerde,
aydınlıktan ilmi, karanlıktan câhilliği murâd etti. Nitekim Allahü teâlâ;
"Onları karanlıktan aydınlığa çıkarırız" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Günâh işleyen kimsenin kalbini zulmet kaplar. Kalbi karanlıklarla dolar.
Gittikçe bid'at ve dalâlete (sapıklığa) düşer. Zulmeti şiddetlendikçe,
yüzünde de belli olur. Herkes bunu görmeye başlar. Onun içindir ki,
bid'at ehlinin ve bozuk fırkalara mens ûb kişilerin, zındıkların,
kâfirlerin yüzünde aslâ nûr yoktur. (İmâm-ı Kastalânî)
ZÜHD:
1. Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak.
Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın
yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeği, te'min eder. (Hâris
el-Muhâsibî)
2. Dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak.
Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir; dünyâya rağbet ise, düşünce ve
hüzün verir. (Hadîs-i şerîf-Câmi-üs-Sagîr)
ZÜL-CELÂLİ VE'L-İKRÂM:
Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Kemâl mertebesinde
(noksansız, kusursuz) şeref, kerem (ikrâm, ihsân, iyilik) celâl (büyüklük
ve şeref) sâhibi olan, kereminden yarattıklarına ihsân eden.
Zülcelâli ve'l-ikrâm ism-i şerîfini söyliyenin kıymet ve şerefi artar. (Yûsuf
Nebhânî)
ZÜLCENÂHAYN:
"İki kanatlı" mânâsına hem ilim hem de mârifette (tasavvufta) yüksek
dereceye ulaşmış olan âlimlere verilen lakab (isim).
Mürşid-i kâmiller, ictihâd derecesinde yüksek âlim oldukları için, hem
zâhirî ilimlerde ve hem de tasavvufta derin ilim sâhibidirler, yâni
zülcenâhayndırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELÂM:
Peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya
düzenlediği seferleri zikr edilmiştir. Asıl ismi, İskender olup, doğuya
ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn nâmıyla anılmıştır.
Yemen'de yaşayan Münzir İskender ile, Aristo'nun talebesi olan
Makedonyalı İskender'den daha önce yaşamıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Senden Zülkarneyn'i sorarlar. Sen; "Ben size onun hâlinden haber vereyim"
de. Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik ve ona her (istediği) şeyden
bir sebeb verdik. O da (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin
battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın, siyâh çamurlu bir pınar
içinde batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn (o
insanlar îmâna gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb
et. Yâhut onların hakkında hüsn-i muâmele edersin dedik. ... Sonra o (Zülkarneyn
aleyhisselâm) bir yol tuttu (doğuya gitti) . Nihâyet üstüne güneşin (ilk
önce) doğduğu yere ulaştığı zaman onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu
ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiçbir siper yapmamıştık. İşte
(Zülkarneyn'in işi) böyle idi... (Kehf sûresi: 83...)
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi
mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm)
idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak
yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî mâlik olacaktır. (Hadîs-i
şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
İbrâhim aleyhisselâm zamânında yaşayan Zülkarneyn aleyhisselâm, onunla
birlikte haccetti ve elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan
Hızır'ı aleyhisselâm ordusuna kumandan tâyin etti. Ye'cûc ve Me'cûc
kavminin insanlara zarar vermelerine mâni ol mak için taş ve demirden
bir set yaptı. Bu şimdiki Çin seddi değildir. Asya ve Avrupa kıtalarına
hâkim oldu.
Her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaydı. Kâfirlerle savaşıp,
mü'minlere güzel muâmelede bulundu. Vazîfesini bitirip, ömrünü
tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a beş günlük mesâfedeki
Dûmet-ül Cendel denilen yerde vefât etti. Mekk e'de veya yine o civârda
Tehame dağlarında defn edildi. (Kurtubî-Taberî-İbn-ül-Esîr)
ZÜLKİFL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Asıl ismi Bişr'dir. Elyesâ
aleyhisselâmdan sonra; kızmadan, sabır göstererek Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefâlet
sâhibi mânâsına Zülkifl denilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, İdrîs ve Zülkifl'i de yâd et (onların yüksek ve
pek mükemmel hâllerini hâtırla) . Hepsi de sabr edenlerden idiler. Ve
onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek, yâhut âhiret
nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) aldık. Şüphe yok ki, onlar
sâlihlerden idiler. (Enbiyâ sûresi: 85, 86)
(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) İsmâil'i, Elyesâ'ı ve
Zülkifl'i yâd et. (Onların pek mükemmel hâllerini kavmine anlat.) Ve (onların)
hepsi de hayırlılardandı. (Sâd sûresi: 48)
Elyesâ aleyhisselâmın amcasının oğlu olan Zülkifl aleyhisselâm,
İsrâiloğullarına Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını teblîğ
etti. Tevrât-ı şerîfi okuyup insanlara onun hükümlerini bildirdi. Tebliğ
vazîfesini hakkıyla yerine getirdi.Şam be ldelerinden bir beldede vefât
ettiği rivâyet edilmiştir. (Râzî, Nişâbûrî, Kurtubî, Nişâncızâde)
ZÜMER SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz dokuzuncu sûresi.
Zümer sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yetmiş beş âyettir. İsmini
yetmiş bir ve yetmiş üçüncü âyetlerde geçen Zümre kelimesinin çoğulu
olan zümer kelimesinden almıştır. Sûrede Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ
tarafından indirildiği, zâlimlerin âhirett e cezâlarının sonsuz olduğu,
kıyâmet ve âhiret hâlleri bildirilmektedir. (Kurtubî, Râzî, Senâullah
Dehlevî)
Zümer sûresinde meâlen buyruldu ki:
Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir. (Âyet: 9)
Resûl-i ekrem, Zümer ve İsrâ sûrelerini okumadan uyumazdı. (Hazret-i
Âişe-Tirmizî)
ZÜNNÂR:
Papazların bellerine bağladıkları ipten veya kıldan örme kaba sert ve
uçları öne sarkık kuşak.
Allahü teâlânın evliyâsını, enbiyâsını (peygamberlerini) ve ulemâsını (İslâm
âlimlerini), bunların sözlerini ve fıkıh kitablarını ve fetvâları tâzim
edecek (saygı gösterecek, hürmet edecek) yerde tahkîr etmek yâni
aşağılamak küfürdür. Dinden çıkmaya sebebdir. Kâfirlerin âyinlerini
beğenmek, zarûret yok iken zünnâr kuşanmak ve küfr (kâfirlik)
alâmetlerini kullanmak küfürdür, îmânı giderir. (Kutbüddîn-i İznîkî) Sen
dereyi geçmeden ummânı arzûlarsın, Zünnârını kesmeden îmânı arzûlarsın.
(Niyâzi Mısrî)
ZÜRRİYYET:
Soy, nesil.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîmde, boyun eğmekte ve ihlâsta sâbit kıl.
Zürriyyetimizden bir topluluğu da sana itâatkâr ve boyun eğici kıl. (Bekara
sûresi: 128) Hudâ Rabbim, Nebîm hakka, Muhammeddir Resûlullah, Hem İslâm
dînidir, dînim, kita bımdır kelâmullah. Akâidde, Ehl-i sünnet oldu
mezhebim hamdolsun, Amelde Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah. Dahî
zürriyyetiyim Âdem aley hisselâmın hem, Halîl'in milletiyim, dahî,
kıblem Kâbe, Beytullah. (M. Sıddîk Gümüş)
ZÜYÛF:
Altın ve gümüş oranı yarıdan az olan paralar.
Züyûf ile ödünç verdikten sonra, o züyûfun kıymeti kalmasa, İmâmeyne
yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre teslim ettiği zamandaki
kıymetinde altın veya bu kadar altın karşılığı geçer akçe ile ödenir.
Kıymeti değişirse, Ebû Yûsuf'a göre yine böyle dir. (İbn-i Âbidîn)
|