EMEL:
Arzû, hırs, tamah. (Bkz. Tûl-i Emel) Çalış ibâdet et bırak emeli, Son
nefese kadar bırakma ameli.
(Abdülehad Serhendî)
EMÎN:
1. Kendisine güvenilen.
Şerrinden ve zarârından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namazları,
zekâtları kendisine fayda vermez. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Âlimler devlet adamlarına karışmadıkça ve dünyâlık peşinde olmadıkça,
peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamaya başlayınca hükûmet
adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
2. Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de,
Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir,
inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, muhakkak ben gökte de emînim, yerde de.
(Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûl-i ekrem, hayra dâvet eden bir emîn idi. (Hazret-i Ebû Bekr)
3. Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde
kullanan.
Vücuttaki bütün âzâlar emânettir. Bu emânetleri uygunsuz yerlerde
kullanan, emîn değildir. Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur. (Süleymân
bin Cezâ)
EMÎR:
1. Bir kavmin, bir topluluğun başı, beyi, emredeni. Vâli, kumandan,
devlet başkanı, melik.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emir
sâhiplerine de itâat edin. (Nisâ sûresi: 59)
Allahü teâlâdan korkunuz! Başınızdaki emîr, habeşli köle bile olsa,
itâat ediniz!.. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Hazret-i Ali'nin lakabı.
Hazret-i Muâviye'nin Emîr ile muhârebesi, ictihâd sebebi ile idi. (İbn-i
Hacer-i Mekkî)
Hazret-i Emîr'in ismi, Cennet kapısının üstünde yazılıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Emîr-ül-Mü'minîn:
Müslümanların reîsi, devlet başkanı. (Bkz. Halîfe)
Hazret-i Ömer zamânından sonraki halîfelere emîr-ül-mü'minîn denildi. (İbn-i
Sa'd)
Emîr-ül-mü'minîn Ömer radıyallahü anh bir sabah namazını cemâatle
kıldıktan sonra cemâate bakıp bir kimseyi göremeyince sordu. Eshâbı
dediler ki: "Geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku
bastırmıştır." Emîr-ül-mü'minîn buyurdu ki: "Keşk i bütün gece uyuyup da
sabah namazını cemâatle kılsaydı, daha iyi olurdu." (İmâm-ı Rabbânî)
Emîr-ül-mü'minîn hazret-i Ali buyurdu ki:
Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır. (Abdülganî
bin Abdülvâhid)
EMN-ÜL-AZL:
Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten
azl edilmemesi, atılmaması.
Peygamberlik sıfatı, peygamberlerin zâtlarından dünyâda ve âhirette
ayrılmaz. Önce gelen peygamberlerin dinleri nesh olmakla,
peygamberlikten azlleri lâzım gelmez. Zîrâ emn-ül-azl onların
sıfatlarıdır. Bu, Allahü teâlânın onlara ihsânıdır. (Kemahlı Feyzullah
Efendi)
EMR:
1. Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu
sûretle yapılması istenen şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O hâlde bana uyunuz. Emrime itâat ediniz. (Tâhâ sûresi: 90)
İnsan her hareketinde, her işinde, Allahü teâlânın emrini ve yasağını
gözetince, emr ve yasakların sâhibini unutmaktan kurtulur, devamlı
zikretmiş, Allahü teâlâyı hatırlamış olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Emre uymak, edebi gözetmekten önce gelir. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. İş.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben emrimi Allahü teâlâya
ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir. (Mü'min sûresi:
44)
Bütün emrler Allah'a döndürülür. (Bekara sûresi: 210)
Emr-i Ma'rûf:
Dinde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf
ve nehy-i münker eder iseniz, (günahlardan, kötülüklerden alıkorsanız)
başkalarının yoldan çıkması size zarar vermez. (Mâide sûresi: 108)
Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü
teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez. (Hadîs-i
şerîf-Mişkât)
Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir.
Bağırsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun
etrâfında döner durur. Cehennem'de olanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf
ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren
nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim
yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba
göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i
ma'rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında denize nazaran bir damla su
gibidir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın
vâsıtası iledir. Bunu yaparken bilgi az ise ve şahsa, âdetlere,
kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol,
hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı
dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına
göz dikmemek, en tesirli, en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur. (İmâm-ı
Birgivî)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın niyetinin hâlis olması ve işi
anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup
münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak şekilde tatlı dil ve yazı ile
yapması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
Emr-i Teklîfî:
Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği
emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.
Emr-i teklîfîlerin yapılması, insanın irâdesine, dilemesine bağlıdır.
Allahü teâlâ insanı irâdesinde, dilemesinde serbest bırakmıştır. Fakat,
insanın dilediği şeyi yaratan, yine Allahü teâlâdır. İnsan diledikten
sonra, O da dilerse, yaratır. Dilerse yaratmaz. Her şeyi yaratan,
maddelere çeşitli tesirler, özellikler veren, yalnız O'dur. O'ndan başka
yaratıcı yoktur. O'ndan başkasına yaratıcı, yarattı demek, O'na karşı
saygısızlık olur. Başkasını O'na şerîk, ortak yapmak olur. Başkasını
kendisine ortak yapanı, kıyâmette hiç affetmeyeceğini, ona sonsuz ve çok
acı azablar yapacağını bildirmiştir. İnsan, O'nun emrini yapmak, iyilik
yapmak dileyince, O da merhamet ederek diliyor ve yaratıyor. Kendisine
inanmıyanlar, karşı gelenler bir kötülük yapmak isteyince O da diliyor
ve yaratıyor. Kendisine inananlar, yalvaranlar, bir kötülük yapmak
isteyince, O merhamet ederek dilemiyor ve yaratmıyor. Böylece
düşmanlarının her istedikleri hâsıl olduğundan, onlar daha da azıp
kuduruyorlar. (M. Sıddîk bin Saîd)
Allahü teâlânın emr-i teklîfîleri, ehemmiyetlerine göre, derecelere
ayrılmıştır:
1) Bütün insanlara, îmân etmelerini, müslüman olmalarını emretmiştir.
2) Îmân etmiş olanlara, harâm işlememelerini, kötülük yapmamalarını
emretmiştir.
3) Îmân etmiş olanlara farzları yapmalarını emretmiştir.
4) Haramlardan sakınan ve farzları yapan müslümanlara, mekrûhlardan
sakınmağı, sünnetleri, nâfile ibâdetleri yapmağı emr etmiştir. (Bursalı
İsmâil Hakkı)
Emr-i Tekvînî:
Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.
Emr-i tekvînî ile, Allahü teâlânın dilediği şey hemen var olur. Hiç bir
kimse, bu şeyin var olmasına mâni (engel) olamaz. Allahü teâlâ her şeyin
yaratılması için, belli şeyleri sebeb yapmıştır. Belli maddeleri, belli
maddelerin yaratılmalarına sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî
gücü, çeşitli enerjiler de, bir çok şeylerin yaratılmalarına sebeptirler.
Bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek ister ve o kimseyi o şeyin
sebebine kavuşturur. Sebeb te'sir ettiği zaman, O da, dilerse, "Ol!"
derse, o şey vâr olur. O dilemezse, hiç bir şey vâr olmaz. Hikmetini,
yaratmasını sebeplerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse yalnız sebepleri
görmekte, sebepler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını
anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da onun felâketine sebeb olmaktadır.
(Seyyid Şerîf Cürcânî)
EMRED:
Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.
Emred'in imâm olması, âlim olsa bile mekrûhtur (dînen uygun değildir).
Çünkü fitneye sebeb olur. Parlak olmayan köse (sakalsız) arkasında
kılmak mekrûh değildir. (Alâüddîn Haskefî)
EMVÂL-İBÂTINA:
Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan
zekât malları.
Emvâl-i bâtınanın miktârını sâhibine sormak câiz değildir. Bunların
zekâtını mal sâhibi, yedi sınıftan dilediğine, kendi verir. Böyle
verilmiş olan zekâtları, hükûmet ayrıca isteyemez. Bir şehirdeki
zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlaşılırsa, emv âl-i bâtınalarının
zekâtını da hükûmet toplayabilir. (İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânına kadar, emvâl-i bâtınanın zekâtını da
devlet topluyordu. Hazret-i Osman halîfe olunca, emvâl-i bâtınanın
zekâtını vermek herkesin kendisine bırakıldı. (Serahsî)
EMVÂL-İ ZÂHİRE:
Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün
olmayan mallar. (Bkz. Zekât)
Emvâl-i zâhirenin zekâtını fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine
bırakılmamıştır. Bu işleri müslümanların devlet başkanı tarafından
görevlendirilen ve âmil denilen zekat me'mûru yapar. (Muhammed Esâd)
EMVÂT:
Ölüler. Meyyitin çoğulu. (Bkz. Ölüm)
EN'ÂM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altıncı sûresi.
En'âm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz altmış beş âyet-i kerîmedir.
En'âm, deve, koyun ve sığır gibi hayvanlara denir. Allahü teâlâ bunları
ve daha nice hayvanı insanların faydalanması için yarattığı hâlde,
inanmayanların âciz varlıklar olan bi r kısım hayvanlara tapınmalarından
bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. En'âm sûresinde; İslâm dîninin
îmân esasları, dünyâ hayâtının fânî (geçici), oyun ve eğlenceden ibâret
olduğu, âhiretin daha hayırlı olduğu, hazret-i İbrâhim'in üvey babası ve
kavmi ile olan mücâdelesi, hazret-i İshâk, Yâkûb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb,
Yûsuf, Mûsâ, Hârûn, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, İlyâs, İsmâil, Elyesa', Yûnus
ve Lût'un aleyhimüsselâm fazîletleri (üstünlükleri), Allahü teâlânın adı
anılmadan (Besmele çekilmeden) kesilen hayvanların etinden yememek,
günahtan sakınmak, Allah'a ortak koşmamak, Ana-babaya iyilikte bulunmak,
yetim malı yememek, ölçü ve tartıyı hakkıyla, eksiksiz yerine getirmek
gibi hükümler bildirilmektedir. (Senâullah-ı Dehlevî, İbn-i Abbâs)
En'âm sûresinde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için, âhiret
hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (Âyet:
32)
Gaybları ancak Allahü teâlâ bilir. O'ndan başka kimse bilmez. (Âyet: 59)
Îmân edip de îmânlarına şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak)
karıştırmayanlar, işte onlar azabdan emin olup, doğru yolu bulanlardır.
(Âyet: 82)
Açıkta olsun gizli olsun, günâhlardan sakınınız. (Âyet: 120)
Kim En'âm sûresini gece ve gündüz okursa, yetmiş bin melek ona salât (istiğfâr)
eder ve onun için af diler. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)
ENÂNİYET:
Kendini beğenip büyük görme, bencillik. Egoistlik.
Kıyâmet günü Allahü teâlâ üç kimse ile konuşmaz, yüzlerine bakmaz,
onları tezkiye etmez (temizlemez) ve onlara çok acıklı bir azâb verir.
Bu üç kişiden biri de yoksul veya fakir olup da, enâniyet sâhibi olan
kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Ben yaptım, ben gördüm, ben söyledim diyen kimse, bununla enâniyetine
işâret etmiştir. Akıllı kimse ben yaptım, ben gördüm, ben söyledim nasıl
diyebilir. (Abdülhak Dehlevî)
ENBİYÂ:
Nebîler, peygamberler. Yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dîne
dâvet eden peygamberler Nebî kelimesinin çoğulu. Yeni bir din ile
gönderilen peygambere ise, resûl denir. (Bkz. Nebî, Peygamber)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Çünkü onlar (yahûdîler) Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, enbiyâyı
haksız yere öldürmüşlerdi. Çünkü onlar isyân etmişler ve aşırı
gitmişlerdi. (Âl-i İmrân sûresi: 112)
Enbiyâdan birine inanmayan kimse, hiç birine inanmamış olur. (Kâdızâde)
Enbiyâ Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi birinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on iki âyet-i kerîmedir. Sûre, bâzı
peygamberlerden (İbrâhim, İshâk, Lût, Süleymân, Dâvûd, Eyyûb, Yûnus ve
Zekeriyyâ aleyhimüsselâm) ve bunların kavimlerini îmâna dâvet
etmeleriyle ilgili husûslardan bahsettiği için bu adı almıştır. Enbiyâ
sûresinde diğer belli başlı konular, Allahü teâlânın birliği, öldükten
sonra dirilme ve âhiret hayâtına dâir hükümlerdir. (Beydâvî, Kurtubî,
İbn-i Abbâs)
Enbiyâ sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka bir ilâh (yâni bir tanrı) daha bulunsaydı, âlemdeki
nizâm (düzen) bozulur, karma karışık olurdu. (Âyet: 22)
Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulüm yapılmaz.
Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur. (Âyet: 17)
(Ey habîbim Muhammed aleyhisselâm!) Seni âlemlere rahmet, iyilik için
gönderdik. (Âyet: 107)
ENE'L-HAK:
Hallâc-ı Mansûr tarafından "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." mânâsında
söylendiği hâlde, görünüşte; "Ben Hak'kım" manasına alınan söz.
Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hak" sözü ve buna benzerleri bu zâtların
içerisinde bulundukları makamda, kendi âlemlerinde, Allahü teâlâdan
başka hiçbir şey göremeyince söyledikleri sözlerdir. Allahü teâlâ
mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı ve benzeri
değildir. O, hiç bir bakımdan yarattıklarına benzemez. Hallâc-ı Mansûr,
"Ene'l-Hak" demekle; "Ben Hakk'ım, Hak teâlâ ile birleştim" demek
istemedi. Böyle diyen kâfir olur. Onun sözünün mânâsı; "Ben yokum, Hak
teâlâ vardır" demektir. (Ahmed Fârûkî Serhendî)
Hallâc-ı Mansûr gibi, İslâm dînine uyanların Enel'l-Hak gibi sözlerine
hüsn-i zân edilir. Te'vîl edilir (iyiye yorumlanır). Hallâc-ı Mansûr,
imâmdır (büyük bir âlimdir). Fakat durumunu herkese söyledi. Zayıflara
ağır yük yükledi. Halkın anlayamayacak ları Ene'l-Hak gibi şeyleri
konuştu. (Muhammed Ma'sûm)
ENFÂL:
Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik
için gâzilere (İslâm askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak
verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle teşvik etmeye tenfîl
denir.
Tenfîl harb esnâsında veya harbin başında yapılır. Düşman mağlûb olup,
muhârebe bittikten veyâ ganîmetin taksîminden sonra yapılması câiz
değildir. Gâzilerin bu şekilde harbde elde ettiği enfâlin beşte biri
alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Enfâl Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin sekizinci sûresi.
Medîne-i münevverede Bedr muhârebesinden sonra nâzil oldu (indi). Yetmiş
beş âyet-i kerîmedir. Sûre, ismini, birinci âyette geçen Enfâl
kelimesinden almıştır. Bu sûrede belli başlı konular; Bedr harbinde elde
edilen ganîmetlerin dağıtılmasına dâir em irler, Peygamber efendimiz ve
diğer peygamberlerle ilgili bâzı hususlardır. (Senâullah Dehlevî, İbn-i
Abbâs)
Enfâl sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Îmânı kâmil olan mü'minler onlardır ki, Allahü teâlâ anıldığında, O'nun
azametinden, büyüklüğünden kalbleri titrer, ürperir. Âyetleri
okunduğunda (bu) onların îmânlarını artırır. Yalnız Rablerine tevekkül
ederler, güvenirler. (Âyet: 2)
Kim Enfâl ve Berâe sûrelerini okursa, kıyâmet gününde ben ona şefâat
ederim ve onun nifâktan kurtulduğuna şehâdet ederim. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)
ENFÜS:
İnsanın iç dünyâsı, iç âlemi.
Akla, hayâle gelen her şey, ister âfâkî (insanın dışında) olsunlar,
ister enfüsî olsunlar, hepsi mâsivâdır. Allahü teâlânın mahluklarıdır.
Bunlara gönül bağlamak, oyun ve oyuncak gibi şeylerle boş yere vakit
geçirmektir. Fâidesiz şeylerle oynamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
ENSÂR:
Yardımcılar. Mekke'den Medîne'ye hicretten sonra, Resûlullah efendimize
ve Mekke'den gelen müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri,
bedenleri ve her şeyleri ile yardım eden Medîneli müslümanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve
bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü
teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ, bunlar için, cennetler hazırladı. Bu
cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar cennetlerde sonsuz
olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Ensârı sevmek îmândandır. Onlara buğz etmek münâfıklık alâmetidir. (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, siz Ensâr cemâatı bana insanların en
sevgililerindensiniz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Ey Muhâcirler! Size vasiyyetim şudur ki, Ensâr'a iyilik ediniz! Onlar
size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu
hâlde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler.
Her kim Ensâr üzerine hâkim olursa, onları gözetsin, kusur edenleri
olursa affetsin. (Hadîs-i şerîf-Kısas-ı Enbiyâ)
Ey Ensâr! Sizin üstünlüğünüz hiç bir kabîlede yoktur. Muhammed
aleyhisselâm on üç sene Mekke'de kavmini dîne çağırdı. İçlerinden pek az
kimse inandı. Fakat cihâd edecek kadar olamadılar. Allahü teâlâ sizi
müslüman yapmakla şereflendirince, Resûlü ile Eshâbının korunmasını ve
dini İslâm'ın cihâd ile kuvvetlenmesini ve yayılmasını nasîb etti.
Resûl-i ekrem sizden râzı olarak vefât etti. (Sa'd bin Ubâde)
ERAK AĞACI:
Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir
karış uzunluğunda, misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç. (Bkz.
Misvâk)
ERBÂB-I DİL:
Gönül sâhipleri Erbab-ı kulûb, İbn-ül-Vakt. (Bkz. Erbâb-ı Kulûb)
ERBÂB-I KULÛB:
Gönül sâhipleri. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman
başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (içerisinde bulundukları
mânevî hallere dalıp kendilerini unutan) kimseler. Bunlara İbn-ül-vakt
de denir.
Erbâb-ı kulûba Allahü teâlânın sıfatları tecellî (tesir) eder. Her
sıfatın tecellîsinde başka bir hal alırlar. Sonsuz olan sıfatların ve
isimlerin tecellîleri, tesirleri altında halden hale dönerler. Halleri
değişir, dilekleri hep değişir. Bunlar dev amlı bir halde kalamaz. Bir
zaman kabz yâni sıkıntı, başka zaman bast yâni sevinç içindedirler. (İmâm-ı
Rabbânî)
ERBÂB-I SEKR:
Sekr sâhipleri. (Bkz. Sekr)
ERBA'ÎN:
Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı
kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri
tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az
konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.
Ehl-i sünnet yolunun büyükleri, halvet yâni yalnız başına kalmak ve
erba'în yerine, insanlar arasında kalbini Allah ile bulundurmak
seâdetine kavuşmuşlardır. Sünnetleri yaparak çok kıymetli şeyler elde
etmişler ve bid'atlerden (dîne sonradan sokulan hurâfelerden) sakınarak
yüksek derecelere kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
ERHAMÜRRÂHİMÎN:
Merhametlilerin en merhametlisi mânâsına, Allahü teâlânın mübârek
isimlerinden.
Seâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Korkma,
Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun.Büyük devlete
erişiyorsun." der. Böyle kimseye bundan daha şerefli bir gün yoktur. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
ERKÂN:
Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar.
Rüknün çoğuludur. (Bkz. Rükn)
ERMİYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın
neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmekle
vazîfelendirilmişti.
Peygamber olan Şa'yâ aleyhisselâmın şehîd edilmesinden sonra, isyânları
ve azgınlıkları iyice fazlalaşan İsrâiloğullarına Ermiyâ aleyhisselâm
peygamber olarak gönderildi. Nâşiye bin Emvâs adlı hükümdâra ve
İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirdi. Îmân ve itâate
gelmezlerse, musîbetlere uğrayacaklarını söyleyince, azgınlık ve
isyânlarına devâm eden İsrâiloğulları onu hapsettiler. Bu sırada Âsûrî
hükümdârı Buhtunnasar büyük bir orduyla Kudüs üzerine yürüdü. Şehre
girerek İsrâiloğullar ının askerlerini tamâmen öldürdü. Süleymân
aleyhisselâmın yaptırdığı Mescid-i Aksâ'yı yıkıp içindeki kıymetli
eşyâyı, altınları, gümüşleri ve mücevherleri aldı. Bütün şehri ateşe
vererek Tevrât nüshalarını yaktırdı. Yetmiş bin çocuğu da esir olarak
götürdü. Buhtunnasar, Ermiyâ aleyhisselâmı hapisten çıkararak kendisiyle
birlikte gitmesini istediyse de Ermiyâ aleyhisselâm gitmeyerek Kudüs'te
kaldı. Buhtunnasar tarafından harâbe hâline getirilen Kudüs'te kaçıp
saklanan İsrâiloğulları Ermiyâ aleyhi sselâmın yanına gelip toplandılar.
Barınacak yerleri kalmadığından Mısır'a gittiler. Ermiyâ aleyhisselâm
onlara, olanlardan ibret almalarını ve Allahü teâlâya kulluk etmelerini
söyledi. İsrâiloğulları bu dâveti yine dinlemediler. Ermiyâ aleyhisselâm
onların isyânlarından vazgeçmeyeceklerini görerek Nil nehri kenarına
gitti. Bir müddet sonra Mısır'ı da istilâ eden Buhtunnasar, Mısır
Fir'avnını mağlûb ettiği gibi, İsrâiloğullarını da esir aldı. Ermiyâ
aleyhisselâmı Mısır'da da gördü fakat ona dokunmayıp, emân (güven) verdi.
Arzû ettiği yere gitmesi için serbest bıraktı. (Nişâncızâde Mehmed
Efendi, Taberî, Sa'lebî)
ERVÂH:
Ruhlar. (Bkz. Rûh)
ESAHH:
En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında
müctehid âlimlerin kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru
olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru" sözünden daha kuvvetlidir.
Bir müctehidden bir iş hakkında iki kavil (söz) bildirilip, birisinde "o
esahhdır", diğerinde ise "o sahîhdir" şeklinde söylenmiş ise, fetvâ (cevâb)
esahh kavle göre verilir. (İbn-i Âbidîn)
İki ayrı imâmdan (müctehid âlimden) kaviller (ictihadlar, fetvâlar)
bildirilir ve sonunda da: "Bu ikinci birinciden esahhdır." denirse,
esahh kavle göre fetvâ verilir. (Allâme Kâsım)
İki ayrı imâm (müctehid âlim) ikisi de bir mes'elede "esahh" veya "sahîh"
demişlerse ve ikisi de aynı tabakadan yâni ilim bakımından aynı derecede
iseler, müftî (fetvâ veren âlim) istediği ile fetvâ verebilir. (İbn-i
Âbidîn)
Dişlerin arasında veya diş çukurunda bulunan şey, gusül abdestine zarar
vermez diye fetvâ veren varsa da, bu şey katı olup, altına su geçmez ise,
gusül abdesti câiz olmaz. Yâni gusül abdesti olmaz. Esahh olan da budur.
(İbn-i Âbidîn)
ESBÂB-I NÜZÛL:
Kur'ân-ı kerîm âyetlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
efendimize indiriliş sebebleri.
Tefsîr yapabilmek (kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, yâni Allahü
teâlânın âyet-i kerîmede ne buyurmak istediğini) anlamak için bilinmesi
lâzım olan on beş ilimden bir tânesi de esbâb-ı nüzûldür. (Muhammed
Hâdimî)
Âyet-i kerîmelerin esbâb-ı nüzûlünü ve bunlarla ilgili hâdiseleri
bilmeden tefsîr yapmak mümkün değildir. (Vâhidî)
Esbâb-ı nüzûlün bilinmesi, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamada en
kuvvetli yoldur. (İbn-i Dakîk-ul-Îyd)
ESER:
1. Nişan, alâmet. Çoğulu âsârdır.
Müslüman olmak ve Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini,
sıfatlarını anlamak için, kimseyi taklîde ihtiyâç yoktur. Fen
bilgilerini iyi öğrenen aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle O'nun
var olduğunu anlar. Îmâna kavuşur. Eseri görer ek müessirin yâni eseri
yapanın varlığını anlamamak akılsızlık olur. (Muhammed Hâdimî)
2. Haber, hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâm ve tâbiîne âit iş, söz ve
takrirler yâni görüp de mâni olmadıkları hususlar.
Emr-i Ma'rûf hakkındaki eserlere gelince: Ebû Derdâ buyurdu ki: "Ya
ma'rûf (iyilik) ile emreder, münkerden yâni kötülüklerden nehy eder,
sakındırırsınız veya Allahü teâlâ size büyüklerinizi saymayan,
küçüklerinize acımayan zâlim idârecileri musallat eder. İyileriniz ona
bedduâ ederler, ama duâları kabûl olunmaz. İstigfâr edersiniz
bağışlanmazsınız." (Taşköprüzâde)
ESFEL-İ SÂFİLÎN:
En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk
gibi olmak, amel ve iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey
yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür. Cehennem'in aşağısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz insanı ahsen-i takvîm üzere, en güzel şekilde yarattık. Sonra onu (İnsanların
bir kısmını bu güzel sûrette yaratılmaları nîmetinin şükrünü yerine
getirmediklerinden, yâni küfürleri (îmânsızlıkları) ve isyân etmeleri
sebebiyle) Esfel-i Sâfilîn'e bırakırız. Îmân edip sâlih (iyi) amel
işliyenler bundan müstesnâ; onlar için kesilmeyecek bir mükâfât vardır.
(Tîn sûresi: 4-6)
(Âlimler buyurdular ki, gençliğinde, gücü kuvveti yerindeyken, Allahü
teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınanlar, iyi işlere devam
edenler, yaşlanıp, bir şey yapamaz hâle geldiklerinde esfel-i sâfilîn
yâni erzel-i ömürlerinde ölünceye kadar, o iyi işleri yapıyormuş gibi
kendilerine sevap yazılır.) (Sâvî, Tıbyan)
ESHÂB (Ashâb):
Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
1. Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden
mübârek kimseler. (Bkz. Sahâbe)
Allahü teâlâ bütün insanlar arasından beni seçti, ayırdı. İnsanların en
iyisini bana Eshâb olarak seçti. Bunların arasından da, bana akrabâ ve
yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için
Eshâbıma hürmet ederse, Allahü teâlâ onu her tehlikeden korur. Onlara
hakâret ederek beni incitenleri de incitir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Eshâbımın her biri gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız,
Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Eshâbımın hiç birine dil uzatmayınız. Onların şanlarına yakışmayan bir
şey söylemeyiniz. Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
sizden biriniz, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin
bir müd (875) gram) arpası kadar sevâb alamaz. (Hadîs-i
şerîf-Sevâik-ül-Muhrika)
Kıyâmet günü Eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği
memleketin bütün mü'minlerinin önlerine düşerek onlara nûr ve ışık
saçarak Arasât meydanına götürür. (Hadîs-i şerîf-Sünen)
Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana
düşmanlık etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Hulâsâtü'l-Fetâvâ)
Eshâbımı severek, benim peygamberlik hakkımı gözetiniz. Benim hakkımı
böylece gözetenleri, Allahü teâlâ her işlerinde korur ve yardım eder.
Benim peygamberlik hakkımı gözetmiyenleri de Allahü teâlâ sevmez.
Bunların cezâ görecekleri, sürünecekleri zaman pek yakındır. (Hadîs-i
şerîf-Sevâik-ül-Muhrika)
Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennet'e
gidecektir. Bunlar benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır. (Hadîs-i
şerîf-Sünen)
2. Bir âlimin talebeleri.
İbn-i Hümâm, Ebû Hanîfe'nin eshâbından Ebû Yûsuf, Muhammed Züfer ve
Hasen bin Ziyâd gibilerin, "Bir mes'ele hakkında söylediğimiz her sözü
Ebû Hanîfe'den duyduk" deyip yemîn ettiklerini nakleder. (Şa'rânî)
Eshâb-ı Bedr:
İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında
Peygamber efendimiz ile birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara)
karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak şanlı bir zafer kazanan üç
yüz on üç kahraman mücâhid.
Eshâb-ı Bedr, Medîne'den ayrıldıkları gün oruçlu idiler. Sevgili
Peygamberimiz onların İslâmiyet'i yaymak uğrundaki gayretlerini görüp
şöyle duâ ettiler: "Allah'ım! Onlar yayadırlar. Sen onlara binit ver!
Allah'ım onlar açık ve çıplaktırlar. Sen onları giydir. Allah'ım onlar
açtırlar, onları doyur. Fakirdirler, fadl-ı kereminle (ihsan ve
ikrâmınla) onları zengin eyle." (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti başka peygamberlerin ümmetlerinden daha
üstündür. Bu ümmetin de üstünü O'na îmân ederek mübârek yüzünü görmekle
şereflenen, O'na tâbi olan ve O'nun uğrunda canlarını mallarını fedâ
eden Eshâb-ı kirâmdır. Bu eshâbın da ( r.anhüm) en üstünü Hudeybiye'de
O'na bîat edip (bağlanıp) O'nun için ölmeğe hazır olduklarını bildiren
kahramanlardır. Bunların da üstünü Bedr muhârebesinde bulunan Eshâb-ı
Bedr'dir. (Ahmed Fârûkî)
Eshâb-ı Ferâiz:
Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi)
olan ve Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını)
bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki kişi.
Erkekler; 1) Baba, 2) Dedeler, 3) Erkek kardeşler, 4) Zevc (koca).
Kadınlar ise şunlardır: 5) Ana bir kızkardeşler, 6) Zevce (hanım), 7)
Kızlar, 8) Oğulun kızları, 9) Ana-baba bir kız kardeşler, 10) Baba bir
kız kardeşler, 11) Anne, 12) Nineler. (Muhammed Mevkûfâtî)
Eshâb-ı Fîl:
Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için
Mekke yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl
kuşlarının üzerlerine bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla
perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin de bulunduğu ordu.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm! Kâbe'yi tahrîb etmek, yıkmak isteyen) Eshâb-ı fîl'e
Rabbinin nasıl muâmele ettiğini görmedin mi? Onların hîlelerini boşa
çıkarmadı mı? Üzerlerine sürüler hâlinde kuşlar gönderdi. O kuşların her
biri onların üzerine çamurdan yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş
atarlardı. Nihâyet Allahü teâlâ onları güve yemiş ekin yaprağı gibi, yok
ediverdi (yenik ekin yaprakları hâline getiriverdi) (Fîl sûresi)
Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'ye gelen ziyâretçileri kendi memleketine
çekmek üzere San'a şehrinde Kuleys adında bir kilise yaptırmış ve
herkesin gelip ziyâret etmesini istemişti. Fakat Kâbe'yi bırakıp oraya
giden olmadı. Üstelik kilisesi, Kâbe'ye hürmet i olanlar tarafından
kirletildi. Buna kızan Ebrehe, yanında getirdiği fillerle berâber Mekke
üzerine yürüdü. Eshâb-ı fîl Allahü teâlâ tarafından gönderilen ebâbîl
kuşlarının attığı taşlarla perişan oldu. (Savî, Süyûtî, İbn-i Hişâm)
Eshâb-ı Kehf:
Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı
kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip,
hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr
adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîm de Kehf sûresinde kıssaları uzun
bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o Eshâb-ı Kehf'in haberini (ibretli
kıssasını) doğru olarak anlatalım. Onlar, Rablerine (Allahü teâlâya)
îmân eden genç yiğitlerdi. Biz onların hidâyet (îmân ve basîretlerini)
ve sebatlarını artırmıştık. (Kehf sûresi: 13)
Eshâb-ı Kehf, Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm)
bunun zamânında gökten inecektir. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Eshâb-ı Kehf, Allahü teâlânın düşmanları her tarafı kapladığı zaman,
îmân nûru ile hicret eylemeleri sebebiyle yüksek derecelere
kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Eshâb-ı Kehf'in isimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş,
Şâzenûş, Kefeştatayyûş'tur. Bir kimse Eshâb-ı Kehf'in isimleri yazılı
kâğıdı evinde, üstünde bulundurursa kazâ ve belâdan korunur, bereket
hâsıl olur. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Eshâb-ı Kirâm:
Mü'min olarak Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gören ve mü'min
olarak öldüğü bilinen mübârek insanlar ve cinler. (Bkz. Eshâb)
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât ve dört büyük melekten sonra yaratılmışların en üstünüdür. (Abdülganî
Nablüsî)
Eshâb-ı kirâmı sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden beğenilmiş,
süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip
onlar gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en büyük nîmetidir. (Eyyûb
bin Sıddık)
Eshâb-ı kirâmın herbirini büyük ve üstün bilmek, hepsine iyi gözle
bakmak, herbirinin âdil ve sâlih (iyi) olduğuna inanmak lâzımdır. Hiç
birine dil uzatmamak, lânet etmemek, düşmanlık etmemek ve bir kısmını
sevmek için başka sahâbîlere düşman olmakta n sakınmak lâzımdır. (Tâhir-i
Buhârî)
Eshâb-ı Suffa:
Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i
münevverede yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde
ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir ve kimsesiz müslümanlar. (Bkz. Ehli
Suffa)
Eshâb-ı Şimâl:
Cehennem ehli. Âhirette amel defterleri sol ve arka tarafından verilecek
olanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eshâb-ı şimâl; (Vücûdun derinliklerine işliyen pek şiddetli bir) sıcak,
kaynar su ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. (Vâkıa sûresi:
41-42)
Eshâb-ı şimâl, amel defterlerini alınca, hâllerini anlayıp, büyük
felâket, korkunç azâb, sonsuz tehlike, bitmeyen elem, acı ve üzüntüye
tutulacaklarını, elleri ve boğazları zincir ve bukağılar ile bağlanıp,
pek çirkin arkadaş olan şeytanlarla berâber Cehennem'in dibine
atılacaklarını ve devamlı orada kalacaklarını bilip, kendi kendine,
eyvâh helâk oldum, eyvâh mahv oldum! diye feryâd ederler. (Kâdızâde
Ahmed Efendi)
Eshâb-ı Tahrîc:
Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen
hükümleri açıklayarak bir mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.
Ebû Bekr Ahmed Râzî ve Ebû Abdullah El-Cürcânî gibi âlimler, eshâb-ı
tahrîcdendirler. (İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Temyîz:
Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli
hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî
mezhebinin temeli olan meşhûr altı kitâbında bildirdiği haberleri),
nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İ mâm-ı a'zâm ve talebelerinin
diğer kitâblarda bildirdiği haberlerden) ayıran mukallid âlimler.
Ebü'l-Berekât en-Nesefî, Abdullah-ı Mûsulî ve Tâc-üş-Şerîa gibi âlimler,
eshâb-ı temyîzdendirler. (İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Tercîh:
Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd
gücüne sâhib olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin
ictihadları (verdikleri hükümleri) arasından delili kuvvetli olan
ictihâdı seçen âlimlerdir.
Kudûrî ve Burhâneddîn Mergînânî gibi âlimler, eshâb-ı tercîhdendirler.
Eshâb-ı tercîh, tercih ettikleri kaviller (hükümler) için; "Bu evlâdır
(en iyidir).", "Bu daha sahîhdir (doğrudur).", "Bu daha açıktır" gibi
terimleri kullanır. (İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Yemîn:
Cennet ehli. Âhirette amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan
mü'minler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eshâb-ı Yemîn; Onlar ne mutlu Eshâb-ı Yemîndirler. Onlar dikensiz kiraz,
meyveleri tıklım tıklım muz ağaçları, yayılmış dâimî gölgeler, dâima
akan sular, kesilmeyen, yasak da edilmeyen bir çok meyveler arasında ve
kadri yükseltilmiş döşeklerdedirler. (Vâkıa sûresi: 27-34)
İbn-i Abbâs buyurdu ki: "Eshâb-ı Yemîn, Âdem aleyhisselâmın zürriyeti,
sulbünden (belinden) zerreler hâlinde çıkarıldığında sağ tarafında
olanlar, sağ tarafından çıkanlardır." (Mazhâr-ı Cân-ı Cânan)
ESÎR:
1) Köle. Savaşan iki taraftan birinin eline geçen karşı tarafa âit kimse.
İslâm hukûkunda harbde esîr alınmayan bir insanı satmak ve satın almak
câiz değildir. Esirden başkası köle olmaz. Köle âzâd etmek, serbest
bırakmak ise çok sevâbdır. (İbn-i Âbidîn)
2) Düşkün, mübtelâ, bir şeye vurgun.
Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse,
maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamayandan ne söyleyebilir?
Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne
anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekânlı olan , maddesiz, zamansız ve
mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zavallı mahlûk, kendi âleminden
dışarıya nasıl çıkabilir? (İmâm-ı Rabbânî)
3) Allahü teâlâya kul, köle olma.
Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esîri olmak şerefine kavuştursun!
Hakîkî kurtuluş O'na esîr olmak, tutulmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
ESMÂ-İ HÜSNÂ:
Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz
ism-i şerîfi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı vardır. O hâlde O'na bunlarla duâ edin. (A'râf
sûresi: 180)
Hadîs-i şerîfte bildirilen Esmâ-i hüsnâ şunlardır.
1. Allah, 2. Er-Rahmân, 3. Er-Rahîm, 4. El-Melik, 5. El-Kuddûs, 6.
Es-Selâm, 7. El-Mü'min, 8. El-Müheymin, 9. El-Azîz, 10. El-Cebbâr, 11.
El Mütekebbir, 12. El-Hâlık, 13. El-Bârî, 14. El-Musavvir, 15. El-Gaffâr,
16. El-Kahhâr, 17. El-Vehhâb, 18. Er-R ezzâk, 19. El-Fettâh, 20. El-Alîm,
21. El-Kâbid, 22. El-Bâsit, 23. El-Hâfıd, 24. Er-Râfi', 25. El-Muizz,
26. El-Müzill, 27. Es-Semî', 28. El-Basîr, 29. El-Hakem, 30. El-Adl, 31.
El-Latîf, 32. El-Habîr, 33. El-Halîm, 34. El-Azîm, 35. El-Gafûr, 36. Eş-
Şekûr, 37. El-Aliyy, 38. El-Kebîr, 39. El-Hafîz, 40. El-Mukît, 41.
El-Hasîb, 42. El-Celîl, 43. El-Kerîm, 44. Er-Rakîb, 45. El-Mucîb, 46.
El-Vâsi', 47. El-Hakîm, 48. El-Vedûd, 49. El-Mecîd, 50. El-Bâis, 51.
Eş-Şehîd, 52. El-Hakk, 53. El-Vekîl, 54. El-Kaviyy, 55. El-Metîn, 56.
El-Veliy, 57. El-Hamîd, 58. El-Muhsî, 59. El-Mübdî, 60. El-Muîd, 61.
El-Muhyî, 62. El-Mümît, 63. El-Hayy, 64. El-Kayyûm, 65. El-Vâcid, 66.
El-Mâcid, 67. El-Vâhid, (El-Ahad), 68. Es-Samed, 69. El-Kadîr, 70.
El-Muktedir, 71. El-Mukaddim, 72. El-Muahhir, 73. El-Evvel, 74. El-Âhir,
75. Ez-Zâhir, 76. El-Bâtın, 77. El-Vâlî, 78. El-Müteâlî, 79. El-Berr,
80. Et-Tevvâb, 81. El-Müntekım, 82. El-Afüvv, 83. Er-Raûf, 84.
Mâlikü'l-Mülk, 85. Zül-Celâli ve'l-İkrâm, 86. El-Muksit, 87. El-Câmi',
88. El-Ganiyy, 89. El-Muğnî, 90. El-Mâni', 91. Ed-Dârr, 92. En-Nâfi',
93. En-Nûr, 94. El-Hâdî, 95. El-Bedî', 96. El-Bâkî, 97. El-Vâris, 98.
Er-Reşîd, 99. Es-Sabûr (celle celâlüh). (Bkz. İlgili Maddeler) (Câmi-us-Sagîr)
Esmâ-i hüsnâdan her birini söyledikten sonra celle celâlüh gibi tâzim,
hürmet (saygı) ifâdesini de söylemelidir. Yoksa edebe riâyet edilmemiş
olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
ESRÂR:
Sırlar, gizli ve akıl ermeyen şeyler. (Bkz. Sır)
Bâtın (kalb, rûh, hakîkat) ilmi, Allahü teâlânın esrârından bir sırdır.
(Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Hak teâlânın bana ihsân eylediği esrârın tamâmını, Sıddîk'ın (hazret-i
Ebû Bekr) kalbine akıttım. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Resûlullah'tan iki ilim edindim ki, birini beyân eyledim (açıkladım).
Diğerini açıklasam öldürülürüm. O, esrâr ilmidir ki, herkes onu
anlayamaz. (Ebû Hüreyre)
Hadîs-i şerîfte; "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bıraktıkları ilim iki türlüdür. Biri
ahkâm, yapılacak ve sakınılacak şeyler, diğeri esrâr bilgileridir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Esrârın çoğu, kayda ve kitâba gelmez. Sohbet ve berâber bulunmağa
bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
ESTAĞFİRULLAH:
Allahü teâlâdan hatâ ve kusurlarımı bağışlamasını dilerim, mânâsına;
mübârek, kıymetli bir söz. (Bkz. İstiğfâr)
Bütün işlerde ve hâllerde istiğfârı (Allahü teâlâdan bağışlanmayı
istemeyi) elde tutmalıdır. İstiğfâr ederken, seyyid-ül istiğfâr denilen:
"Estağfirullahel azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû El-Hayyel kayyûme ve etûbu
ileyh: Azîm olan O'ndan başka ilâh bul unmayan, Hayy ve Kayyûm olan
Allahü teâlâdan günahlarımı bağışlamasını diler, O'na tövbe ederim"
demelidir. (Yûsuf Sinânüddîn)
İşlediği günâha pişmanlık duymadan ve bu günâhı bir daha yapmamaya karar
vermeden estağfirullah demeyiniz. Çünkü bu, günâh ve yalan olur. (Abdülganî
Nablüsî)
EŞ'ARÎ:
1. Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen
Ali bin İsmâil Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330)
yılında Bağdâd'da vefât etti.
İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, selef-i sâlihînin (ilk devir
müslümanlarının) bildirdikleri îtikâd (îmân) bilgilerini açıklamışlar,
kısımlara bölmüşler, insanların anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır.
İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zi ncirinde bulunmaktadır.
İmâm-ı Mâtürîdî de, İmâm-ı a'zamEbû Hanîfe'nin talebeleri zincirinin
büyük bir halkasıdır. Eş'arî ve Mâtürîdî, hocalarının îtikâddaki ortak
olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin ve
hocalarının ve dört mezheb imâmının tek bir îtikâdı vardır. Bu da Ehl-i
sünnet vel-cemâat ismi ile meşhûr olan îtikâd mezhebidir. Bu fırkada
bulunanların îtikâdları, inanışları, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve
Tebe-i tâbiînin inanışlarıdır. (Taşköprüzâde)
2. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin
açıkladığı şekilde öğrenip inanan.
ETTEHIYYÂTÜ:
Namazların birinci ve ikinci oturuşlarında okunan duâ.
Mânâsı: "Mal, beden ve dil ile yapılan ibâdet, tâat ve hamd ve
şükürlerin hepsi cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Allahü teâlânın selâmı
rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Ey Nebiyyi zîşân, dünyâ ve
âhiret selâmeti bütün peygamberler ve cenâb-ı Hakk'ın iyi, itâatkâr
kullarının üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh
yoktur. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür,
peygamberidir.
Dört rek'atli namazlarda iki ka'de (oturuş) vardır. Evvelki ka'de-i
ûlâdır ki, burada Ettehiyyatü okumak sünnet, onu okuyacak kadar oturmak
vâcibdir. İkincisi ise ka'de-i âhire olup, bunda Ettehiyyâtü okumak
vâcib, okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbrâhim Halebî)
ETBAUTEBE-İ TÂBİÎN:
Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden
üçüncüsü olan Tebe-i tâbiîni görenler.
Tebe-i tâbiînin asrı hicrî 220 (m.835)'de son bulur. Hanbelî mezhebinin
imâmı Ahmed bin Hanbel, İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim ve İmâm-ı Tirmizî,
Etba-u Tebe-i tâbiîn neslindendir. (İbn-i Salâh)
E'ÛZÜ:
E'ûzübillâhimineşşeytânirracîm sözü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Habîbim!) Kur'ân-ı kerîm okuyacağın zaman E'ûzü... söyle (Nahl
sûresi: 98)
Kur'ân-ı kerîme saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur... (Hadîs-i
şerîf-Tefsîr-i Ya'kûb-ı Çerhî)
Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E'ûzü'ye yapışmakta, O'ndan
korkanlar da, E'ûzü'ye sarılmaktadır. Günâhı çok olanlar E'ûzü'ye
sığınmıştır. E'ûzü'nün mânâsı; "Allah'ın rahmetinden uzak olan ve
gazâbına uğrayarak dünyâda ve âhirette helâk olan şey tandan, Allahü
teâlâya sığınırım, korunurum, O'ndan yardım beklerim. O'na yalvarır,
imdâd isterim" demektir. (Ya'kûb-ı Çerhî)
EVÂMİR-İAŞERE:
Allahü teâlânın Tûr dağında Mûsâ aleyhisselâma bildirdiği on emir.
Yahûdîlikte uyulması şart olan on kâide.
Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ ona
Evâmîr-i aşereyi bildirdi. O da bunları kavmine bildirdi. Onlara tek bir
Allah'a îmânın lâzım olduğunu anlattı ve Allahü teâlânın gönderdiği
Tevrât kitabını getirdi. (Sa'lebî)
Bugünkü yahûdî kitablarında ve Tevrât'ın Tesniye ve Hurûç (çıkış)
kısmında bildirilen Evâmir-i aşere şunlardır:
1) Puta tapmayacaksın, tek Allah'ın varlığına inanacaksın.
2. Allah ismini hürmet ve muhabbet ile zikredeceksin.
3) Altı gün çalışıp yedinci gün dinleneceksin. Sebt yâni Cumartesi
gününü dâimâ hatırlayıp onu kutsal tutacaksın.
4) Anne ve babana hürmet ve itâat edeceksin.
5) Adam öldürmeyeceksin.
6) Zinâ etmeyeceksin.
7) Yalan söylemeyeceksin.
8) Kimsenin malını çalmayacaksın.
9) Komşuna yalan şehâdette bulunmayacaksın. Komşunun zevcesine (hanımına),
evine, tarlasına, kölesine, câriyesine, öküzüne, eşeğine ve hiç bir
şeyine göz dikmeyeceksin.
10) Haram olan kurbânı kesmeyeceksin. (Nişâncızâde)
EVHÂM:
Vehmler, zanların esâsı olan kıyaslar. (Bkz. Vehm)
Allahü teâlâ, evhâm ve evhâm-ı beşeriyyenin çok fevkındadır (üstündedir).
(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Tasavvuf yolcularının o yolculukta gördükleri, tattıkları, hâller,
vecdler, ilim ve ma'rifetler imrenilecek, istenilecek şeyler değildir.
Hepsi evhâm ve hayâlât gibi, geçici şeylerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
EVKÂF:
Vakıflar. Sâhibi tarafından İslâmiyet'e uygun olarak bir hayır işe
tahsis edilmiş mülk veya mallar. (Bkz. Vakf)
EVLÂ:
En iyi olan.
Küçük ve büyük abdest sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak
mekruhtur (harama yakındır). Bunlar namaz arasında zorlarsa, namazı
bozmalıdır. Bozulmaz ise, günâha girilir. Cemâat kaçırılacak bile olsa,
namazı bozmak efdâldir. Çünkü kerâhetle (ib âdetin sevâbını gideren bir
hâlde) namaz kılmaktan ise, sünneti kaçırmak evlâdır. Ancak namaz
vaktini veya cenâze namazını kaçırmamak için böyle sıkışık bir hâlde
namaz kılmak mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîm okurken cim harfi bulunan yerlerde durulabilir. Fakat
evlâ olan durmamaktır. (Ahmed ibni Kemâl Paşa)
EVLİYÂ:
Velî kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Velî)
1. Dostlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mü'minler (inananlar) , mü'minleri bırakıp da kâfirleri (inanmıyanları)
evliyâ edinmesin. (Âl-i İmrân sûresi: 28)
2. Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri,
işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı
hatırlayıp, ananlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu ve nîmetlere
kavuşmamak üzüntüsü yoktur. (Yûnus sûresi: 62)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb
etmiş olur..." (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ).
Evliyânın alâmeti üçtür:Birincisi, derecesi yükseldikçe tevâzûsu, alçak
gönüllülüğü artar. İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer
vermez. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve
insaflı davranarak intikam almaz. (Ebû Abdullah Seczî)
Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun üzerine Hak teâlânın bir
perde örtmemesi, onu halkın gözünden gizlememesi mümkün değildir. "Evliyâm
kubbelerim altında (saklı) dır. Onları benden gayrısı tanıyamaz."
hadîs-i kudsîsinin mânâsı da budur. Burada bildirilen "Kubbeler",
beşeriyyet sıfatlarıdır. Pamuktan veya başka maddelerden dokunmuş perde
değildir. İnsanlık sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, Hak teâlâ
hazretleri açık bir kusur kılar veya bir hünerini ayıp sûretinde
gösterir. "Onu Allah 'tan başka kimse tanıyamaz." demek, "İçi ilâhî
irâde nûru ile dolu olmayan kimseler o velîyi anlıyamaz" demektir. Ancak
o nûr ile nurlanan kimseler anlayabilir. (Alâüddevle Semnânî)
Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü
teâlâ ile berâber olur. (Yahyâ bin Muâz)
Allahü teâlânın evliyâsı büyük günâh işlemekten mahfûzdurlar,
korunmuşlardır. (Kuşeyrî)
Evliyânın huzûruna boş olarak gelmelidir ki, dolu olarak dönülebilsin.
Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır.
Böylece feyz, ihsân yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
EVRÂD:
Îtiyâd ve vazîfe olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Vird
kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Vird)
EVTÂD:
Allahü teâlâ tarafından dünyânın nizâmiyle vazîfelendirilen dört büyük
zât. Herkes tarafından bilinmedikleri için bunlara Ricâlü'l-Gayb da
denir.
Evtâd denilen evliyâ, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri
bulunduğu yerde dünyevî bakımdan huzûr ve rahatlığı sağlamakla
vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu tarafında bulunan zâtın ismine
Abdülhayy, batıdakinin ismine Abdülalîm, kuzeydeki zâ tın ismine
Abdül-Mürîd, güneydeki zâtın ismine ise Abdülkâdir denir. (Molla Câmi)
EVVÂBÎN NAMAZI:
Akşam namazının farzından sonra kılınan altı rek'atlik namaz.
Kim ki akşam ile yatsı arasında namaz kılarsa işte o evvâbin namazıdır.
(Hadîs-i şerîf-Rekâik)
EVVEL (El-Evvelü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin
başlangıcı olan, varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken,
vâr olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O, Evvel'dir, Âhir'dir... (Hadîd sûresi: 3)
EYYÂM-I BİYD:
Ayın ışığının en aydınlık olduğu kamerî aylarının 13, 14 ve 15. günleri.
İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem Cennet'ten çıktığı zaman vücûdu
birden bire karardı. Hazret-i Cebrâil gelerek Âdem aleyhisselâma dedi ki:
"Ey Âdem! Vücûdunun eskisi gibi beyaz olmasını istersen, Eyyâm-ı Biydde
oruç tut. Hazret-i Âdem bu tavsiyeyi yerine getirmekle vücûdu eskisi
gibi büsbütün beyaz olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)
Ey Ali! Cebrâil aleyhisselâm gelip bana dedi ki: "Yâ Resûlallah! Her
ayda oruç tut." Ben dedim ki: "Ey Cebrâil kardeşim! Hangi günlerde
tutayım?" Cebrâil aleyhisselâm cevâben buyurdular ki: "Her kim eyyâm-ı
biydde oruç tutarsa, Hak teâlâ hazretleri o tuttuğu orucun birinci
gününe on yıl, ikinci gününe otuz yıl, üçüncü gününe yüz yıl oruç tutmuş
gibi sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)
EYYÂM-I NAHR:
Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci,
ikinci ve üçüncü günler.
EYYÂM-I TEŞRÎK:
Kurban bayramının 2, 3 ve 4. günleri.
Eyyâm-ı teşrîk günlerinde yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli
etmek sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)
EYYÛB ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e,
İsmâil'e, İshâk'a ve Yâkûb'a, evlâdlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a,
Hârûn'a ve Süleymân'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebûr verdiğimiz gibi
(Habîbim) şüphesiz sana da biz vahyettik. (Nisâ sûresi: 163)
Bir kimse Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mescidine girdi
veEyyûb aleyhisselâm ile ilgili bâzı sorular sordu. Peygamber efendimiz
ağladı ve buyurdu ki: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Eyyûb (aleyhisselâm)
belâdan inlemedi, sızlanmadı. Ayakta namaz kılmak istedi. Duramadı düştü.
Hizmette kusur görünce; "Bana gerçekten hastalık isâbet etti" dedi. (Hadîs-i
şerîf-Hamîd-i Tavîl)
Hazret-i Eyyûb, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını (öfkesini)
yenen idi. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hazret-i İshâk'ın oğlu Iys'ın neslindendir. Şam civârında yaşayan
İsrâiloğullarına peygamber gönderildi. Onları Allahü teâlâya îmân etmeye
ve ibâdete çağırdı. Bu uğurda çok zahmet çekti. Kendisine yedi kişi îmân
etti. Malı ve serveti çok olan Eyyûb a leyhisselâm Allahü teâlâya çok
şükrederdi. Allahü teâlâ onu imtihân etmeyi diledi. Mallarını, çeşitli
vesîlelerle elinden aldı. Oğullarının bir zelzele ile canlarını aldı.
Şeytanın değişik sûretlere girerek ona vesvese vermeye çalışması
karşısında şükür, sabır ve metânetinden hiç bir şey eksilmedi. Daha çok
sabır ve şükretmeye başladı. Allahü teâlâ onun bedenine hastalık vererek
imtihân etmeyi murâd etti. Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı gün geçtikçe
şiddetlendi. Hanımı Rahime hâtundan başka bütün yakınları ve dostları
onu terk ettiler. Hanımı onu şehrin dışına çıkararak hizmetine devâm
etti. Hazret-i Eyyûb hastalığına rağmen, gelip geçen insanlara Allahü
teâlâyı hatırlatarak sabır ve şükrü tavsiye etti. Yedi yıl dert ve belâ
içinde kaldığı h âlde, hâlinden hiç şikâyet etmedi. Sabrı darb-ı mesel
oldu. Allahü teâlâ onu tekrar sağlığına kavuşturdu. Hastalıktan
kurtulduğu gecenin seherinde âh edip ağladığında, sebebi soruldu. Her
gece seher vaktinde "Ey bizim hastamız, nasılsınız?" diyen sesi artık
duymaz oldum. Onun için ağlıyorum" buyurdu. Malları kendisine yeniden
ihsân edildi. Vefât eden çocukları kadar çocuğu oldu. Ömrünün sonunda en
olgun evlâdı olan Havmel'i vasî tâyin etti. Vefât ettiğinde techîz ve
tekfîninin (kefenleme) onun tarafından yapılmasını vasiyet etti. Yüz
kırk yaşında iken Şam civârındaki Beseniyye denilen yerde vefât etti.
Kabri oradadır. (İbn-ül-Esîr, Taberî)
EZÂN:
Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek
(çağırmak) için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile
okumak.
Her kim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet
okursa, ümmü sıbyan denilen havâle hastalığından korunmuş olur. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ)
Ezân okumak, hicretin birinci senesinde Medîne'de başladı. Eshâb-ı
kirâmdan (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarından) Abdullah bin
Zeyd bin Sa'lebe ve hazret-i Ömer rüyâda ezân okunmasını görüp Peygamber
efendimize bildirdiler. Peygamberimiz; "İnşâallah hak, gerçek bir
rüyâdır. O kelimeleri Bilâl'e öğretin okusun" buyurdu. (Serahsî, İbn-i
Âbidîn)
Ezân sesini duyduğunuzda müezzinin (ezân okuyan kimsenin) dediği gibi
siz de söyleyin. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ezânın tercemesini okumak, ezân olmaz. Manâsı anlaşılsa da başka
dillerle okunmaz. (İbn-i Âbidîn)
Ezân, câmi, fıkıh kitapları gibi İslâmiyet'in kıymet verdiği şeyleri
aşağılamak küfürdür. (M. Hâdimî)
Ezân-ı Cavk:
Bir kaç müezzinin bir ezânı birlikte okumaları.
Ezân-ı cavkta, müezzinlerin bir arada okudukları yanık, hazîn sesler
uzaktan işitildiğinde, kalblere ve rûhlara te'sir etmekte, insanları
vecde getirmekte, mânevî coşkunluk vermektedir. Asırlardan beri
yapıldığı için İslâm âdeti olmuştur. (İbn-i Âbidîn)
EZEL:
Başlangıcı olmamak, öncesizlik.
Ezelde Allahü teâlâ tarafından takdir edilen şeyler bu takdire uygun
olarak meydana gelir. (İmâm-ı Gazâlî)
EZELÎ:
Öncesi, başlangıcı olmayan.
Allahü teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Varlığının başlangıcı yoktur,
varlığından önce yok değildi. Hep var idi. Hiç bir zaman da yok olmaz.
O'ndan başka hiç bir varlık, kadîm, ezelî değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her
şey O'nun var etmesi ile olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa
gelmiştir. O, kadîmdir, ezelîdir. Hep var idi, varlığından evvel yokluk
olamaz. O'ndan başka her şey yoktu. Bu nların hepsini O sonradan yarattı.
(Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın sıfatları zâtı gibi ezelîdir, ebedîdir. Mahlûkların
sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere
benzetilerek anlaşılamazlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
EZKÂR:
Zikirler. (Bkz. Zikr)
EZLÂM:
Câhiliye devri Arablarının kullandıkları fal okları.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... ve dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanan hayvanlar ve ezlâm ile
kısmet istemeniz haram kılınmıştır. (Mâide sûresi: 3)
Ey îmân edenler! Muhakkak ki içki, kumar, (ibâdet etmek için hazırlanmış)
putlar ve ezlâm şeytanın işinden olan birer pis şeydir. Artık ondan
kaçınınız ki, felâh (kurtuluş) bulabilesiniz. (Mâide sûresi: 90)
Câhiliye devrinde, mühim bir işi yapıp yapmamak husûsunda ezlâm denilen
oklar ile kur'â çekerlerdi. Bu oklardan birinin üzerine "Rabbim bana emr
etti", diğerinin üzerine "Rabbim beni nehyetti (yasakladı)", üçüncünün
üzerine de "gaflet etti" diye yazı lırdı. Bu okları bir torba içine
korlar, putlarından en büyüğünün önüne gelerek ey tanrımız biz şöyle
şöyle istiyoruz diyerek bu oklardan rast gele birini seçip çıkarırlardı.
Eğer "Rabbim bana emr etti" yazılı ok çıkarsa, o işe başlanır, "Rabbim
beni nehyetti" yazılı ok çıkarsa, o işten vaz geçilirdi. "Gaflet etti"
diye yazılı ok çıkarsa, tekrar çekiliş yapılırdı. İşte böyle bir muâmele
ile yapılacak işi tâyin etmeye kalkışmak haramdır. (Muhammed bin Hamza,
Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs)
EZVÂC-I TÂHİRÂT:
Peygamber efendimizin temiz ve çok mübârek hanımları, mü'minlerin
anneleri.
Peygamber efendimiz, ezvâc-ı tâhirâtının ilki olan hazret-i Hadîce'nin
vefâtından bir yıl sonra, elli beş yaşında iken Allahü teâlânın emri ile
ikinci olarak hazret-i Ebû Bekr'in kızı Âişe (r.anhâ) ile evlendi.
Diğerlerini hep Âişe'den (r.anhünne) so nra dînî, siyâsî sebeplerle veyâ
merhamet ve ihsân ederek nikâh etti. Bunların hepsi dul idi. Çoğu yaşlı
idi. (Muhammed Nişancı)
Peygamber efendimiz kadınlara âit yüzlerle nâzik bilgileri müslüman
kadınlarına ezvâc-ı tâhirâtı yolu ile bildirdi. Hanımları bir olsaydı,
bütün kadınların o tek hanımından sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu.
Peygamber efendimiz Allahü teâlânın dîn ini tam olarak bildirmek için
çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı. (Muhammed Nişancı)
|