HABBÂB b. ERET
Fedakârlık Sanatının Üstadı
Kureyşlilerden bir topluluk, önceden sipariş verdikleri kılıçları
teslim almak üzere Habbâbın evine doğru hızlı adımlarla yola çıktılar.
Habbâb kılıç yapıcısıydı. Kılıç yapar
ve çarşıya gönderirdi.
Mekkelilere satardı. Evini ve
işini neredeyse hiç terk etmeyen Habbâbın âdetinin aksine Kureyşli
topluluk onu evde bulamadılar ve beklemeye başladılar. Uzun bir süre
sonra Habbâb, yüzünde sevinç gözyaşları olduğu hâlde geldi, konuklarını
selâmlayıp oturdu... Aceleci bir tavırla sordular: Kılıçları yapıp
bitirdin mi ey Habbâb!? Habbâbın gözyaşları kesildi.
Gözlerine sevinç parıltıları yerleşti.
Sanki kendi kendine söyleniyormuş gibi konuştu: Gerçekten onun işi
acayip... Topluluk sormaya başladılar: Hangi iş be adam?! Biz sana
kılıçlarımızı soruyoruz, yapıp bitirdin mi?! Habbâb dalgın, hülyalı
bakışlarıyla onları süzdükten sonra dedi ki: Onu gördünüz mü? Sözünü
dinlediniz mi? Dehşet ve hayret içinde birbirlerine bakıştılar...
İçlerinden biri sinsice sordu: Sen onu
gördün mü ey Habbâb? Habbâb, adamın alay etmek istediğini anladı ve
sordu: Kimi kastediyorsun? Adam sinirlenerek cevap verdi: Senin
kastettiğini kastediyorum! Habbâb, sinsice zarf atarak, ağzından laf
alamayacaklarını ve artık imanını açıklarsa, onların oyununa geldiği
için değil; aksine hakkı görüp kabul ettiği ve onu açıklamaya karar
verdiği için açıklayacağını onlara gösterdikten sonra şevk ve ruh
coşkusu içinde şu cevabı verdi: Evet.. Onu gördüm ve dinledim..
Onun her yanından hakikatin
fışkırdığını ve dişlerinde nurun parıldadığını gördüm...! Kureyşli
müşterileri vaziyeti anlamaya başlamışlardı. İçlerinden biri bağırdı:
Ey Ümmü Enmârın kölesi! Kimden söz ediyorsun?! Habbâb azizlerin
sükûnetiyle cevap verdi: Başka kim olabilir ey Arapların kardeşi...
Kavminde ondan başka kimin her yanından hakikat kaynar ve dişlerinde nur
ışıldar..?!
Bir başkası dehşetle haykırdı: Sanırım
Muhammedi kastediyorsun..?! Habbâb, sevgiyle başını sallayarak şöyle
dedi:
Evet
O bizi karanlıklardan kurtarıp, nura çıkaracak olan Allahın
Resûlüdür... Habbâb, bu sözlerden sonra ne dediğini hatırlamıyordu.
Kendisine neler söylendiğini de hatırlamıyordu.
Tek hatırladığı, uzun saatler sonra
uyandığında konuklarının gitmiş olduğu, vücudunun ve kemiklerinin yara
bere içinde sızlaması, elbise ve bedeninin akan kanlarıyla boyanmış
olduğuydu!.. Gözlerini iyice açarak etrafı inceledi... Mekan, gözlerinin
ufkundan daha dardı. Acılarına tahammül ederek, dışarıya çıktı.
Kapısının önünde duvara yaslanarak oturdu. Pırıl pırıl yanan gözleri
bütün ufku tarayan bir geziye çıktı. Sağa sola bakındı... Gözleri
insanların alışageldikleri boyutlarla yetinmiyordu... Kayıp bir boyutu
arıyordu
Evet... Hayatındaki kayıp boyutu arıyordu...
Mekkedeki tüm insanların hayatındaki
kayıp boyutu... Her yerdeki ve her çağdaki insanların hayatlarındaki
kayıp boyutu... Muhammed (s.a.v.)den bugün dinlediği söz, bütün
insanların hayatındaki yitik boyuta ışık tutacak nur değil miydi? Habbâb
derin düşüncelere daldı... Sonra evine girdi... Vücudundaki yaraları
ilaçlayarak, yeni bir işkenceyi ve yeni acıları karşılamaya hazırlandı!..
O günden itibaren Habbâb, işkenceye uğrayanlar ve mazlumlar arasındaki
yüksek yerini aldı...
Fakirliğine ve zayıflığına rağmen,
Kureyşin büyüklenmesine, şiddetine ve çılgınlığına karşı duranlar
arasındaki yüce mevkiini korudu... Tüm ufukları tutan yüce sancağı
göğüslerinde taşıyanlar arasındaki müstesna yerini aldı. O sancak,
putperestlik ve diktatörlük çağının ölüm haberini ilan ediyor;
insanların yalnızca Allaha kulluk ettikleri yeni bir dünyayı
muştuluyordu
Mustazaflara ve garibanlara doğan
aydınlık günü muştuluyordu. Artık onlar, şimdiye dek kendilerine
mahrumiyetin ve işkencenin her çeşidini tattıran ve onları hizmetlerinde
kullananlarla birlikte bu sancağın altında eşit olarak, yan yana
duracaklardı. Şabî diyor ki: Habbâb sabretti. Kâfirler onun bileğini
bükemediler.
Sırtına kızgın taş parçalarını
koyarlardı da etleri lime lime dökülürdü. Evet... Habbâbın işkenceden
nasibi büyüktü; fakat direnme gücü ve sabrı işkenceden de büyüktü...
Kureyş kâfirleri Habbâbın evinde ne kadar demir varsa, kılıç yapmak
için kullandığı ne kadar demir varsa, hepsini bukağılara ve zincirlere
dönüştürdüler. Ateşte kızdırılan demirlerle Habbâbın elleri, ayakları
ve bütün vücudu dağlanıyordu...
Bir gün, kendisi gibi işkence gören arkadaşlarından bir kısmıyla
birlikte fedakârlıktan kaçındığı için değil; fakat çare bulmak ümidiyle
Resûlullaha gitti. Dediler ki: Ya Resûlullah! Bizim için Allahtan
yardım dileyemez misin? Yani bizim için Allahın yardımını ve afiyetini
isteyemez misin? Bırakalım Habbâb, hadiseyi kendi dilinden anlatsın:
Resûlullah, Kâbenin gölgesinde bürdesine yaslanmış hâlde oturuyordu.
Ona şikayet ederek dedik ki: Ya Resûlullah, bizim için yardım dileyemez
misin? Resûlullah (s.a.v.) doğrularak oturdu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Buyurdular ki: Sizden önce de bir adamı yakalarlar, bir çukur kazıp
içine koyarlardı.
Sonra da bir testere getirip, kafasına
dayarlardı. Kafası ikiye ayrılırdı da, bu işkenceler yine de o zatı
dininden döndüremezdi..!! Demirden taraklarla eti kemiğinden ayrılırdı
da yine de bu işkence onu dininden döndüremezdi..!! Kuşkusuz Allah bu
işi (dini) tamamlayacaktır. Öyle ki, Sanadan yola çıkan bir kimse
Hadramevte kadar (esenlik içinde) yolculuk yapacak ve bu esnada
Allahtan ve koyunları için de kurtlar dışında hiçbir şeyden
korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz..!!
Habbâb ve yoldaşları bu sözleri işitince imanları daha bir pekişti ve
kararlılıkları arttı. Her biri, Allahı ve Resûlünü ne kadar çok
sevdiklerini, onlar için ne kadar sabredebileceklerini ve ne kadar
fedakârlıkta bulunabileceklerini göstermeye karar verdiler. Habbâb
sabrederek, direnerek, ecrini Allahtan umarak, korkunç bir kavgaya
atıldı. Kureyşliler, Habbâbın daha önce kölesi olduğu Ümmü Enmârın da
onun karşısında tavır almasını sağladılar. Ümmü Enmâr da öteki
işkencecilere katıldı.
O kadın, kızarmış demiri alarak
Habbâbın başının üstüne koyardı. Habbâb acıdan kıvranır; ama yine de
işkencecilere istedikleri zevki tattırmamak için kendini tutardı
Bir
gün Resûlullah (s.a.v.) ona uğradı. Kızgın demir yine başındaydı. Onu
yakıp kavuruyordu. Kalbi şefkat ve hüzünle çarptı; fakat o an için
elinden ne gelirdi ki? Hiçbir şey... Ancak ona sebat etmesini tavsiye
edebilir ve onun için dua edebilirdi. İşte orada Resûlullah (s.a.v.)
ellerini semaya kaldırarak şöyle niyaz etti: Allahım! Habbâba yardım
et. Allahın takdirine bakınız ki, henüz birkaç gün geçmeden Ümmü
Enmâra Hak katından peşin bir kısas geldi. Sanki kader onu ve öteki
işkencecilere bir ültimatom göndermişti.
İlginç nevrotik bir deliliğe duçar oldu.
Tarihçilerin anlattıklarına göre, köpekler gibi ulumaya başladı..! Bunun
üzerine ona deva olarak dediler ki: Bunun, başının ateşle
dağlanmasından başka çaresi yoktur! Böylece kalın kafası, kızgın
demirin dokunuşunun acısını yaşamaya başladı
Kureyş imana karşı
işkenceyle direniyordu. Müminler de işkenceye karşı fedakârlıkla karşı
koyuyorlardı.. Habbâb da takdir-i ilâhinin, fedakârlık sanatına üstad
olarak seçtiği kimselerden biriydi. Habbâb vaktini ve hayatını dini
uğruna seferber etti
İlk davet günlerinden itibaren -Allah
ondan razı olsun- sadece ibadet ve namazla yetinmedi, öğretme
konusundaki kabiliyetini de kullandı. Kureyşin baskısından çekinerek
Müslümanlıklarını gizleyen kimi mümin kardeşlerinin evlerine gizlice
gider, onlara Kurân öğretirdi... Âyet âyet, sûre sûre inen Kurânı
okuma hususunda büyük bir beceri kazanmıştı.
Hatta hakkında Resûlullahın Kim
Kurânı indirildiği gibi okumak istiyorsa, İbn Ümmü Abdin (Abdullah b.
Mesûd) kıraatiyle okusun. buyurduğu Abdullah b. Mesûd bile Kurânın
ezberlenmesi ve okunması hususunda Habbâbı referans kabul ederdi.
Fatıma binti Hattab ve kocası Saîd b. Zeydin Kurân öğretmeni de o idi.
Bir defasında onlara Kurânı talim ederken, Ömer b. Hattab onlara
baskın yapmıştı.
Ömer, İslâmla ve Resûlü ile
hesaplaşmak için yola çıkmışken, Habbâbın okutmak için getirdiği Kurân
sayfalarını okuduktan sonra o ünlü sözünü haykırmıştı: Beni Muhammede
götürün..!! Habbâb, Ömerin bu sözlerini işitince saklandığı yerden
çıkarak şöyle dedi: Ya Ömer! Vallahi, dün Resûlullahın yaptığı dua
sebebiyle Allahın seni seçmiş olmasını arzuluyorum.
Dün onun şöyle dua ettiğini işittim:
Allahım İslâmı şu iki şahıstan sana en sevimli olanıyla güçlendir:
Ebül-Hakem b. Hişam (Ebû Cehil) veya Ömer b. Hattabla... Ömer
aceleyle sordu: Peki, Resûlullahı nerede bulurum ey Habbâb? Habbâb
cevap verdi: Safa civarında, Erkam b. Ebül-Erkamın evinde... Böylece
Ömer, şansı yakalamış ve azametli akıbetine doğru yürümeye başlamıştı.
Habbâb, Resûlullahla birlikte bütün
olayları ve savaşları yaşamış, bütün ömrü boyunca imanını ve yakînini
muhafaza etmişti. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında müslümanların
beytülmali (hazinesi) dolup taştığında Hz. Habbâb, ilk muhacirlerden
olması sıfatıyla yüksek bir ödeneğe sahipti... Bu bol girdi sayesinde
Kûfede bir ev edinme imkânı bulmuştu.
Bu evin belli bir yerine bütün parasını
koyar, arkadaşları ve gelen gideni bunu bilirdi. Kimin bir ihtiyacı olsa,
oradan ihtiyacı kadar alırdı... Bununla birlikte, Resûlullahı ve
arkadaşlarını her hatırlandığında gözyaşlarını tutamazdı. Çünkü onlar,
hayatlarını Allah yolunda tüketmişler; fakat İslâmın yayılmasını ve
müslümanların zenginleşmesini görmeden Allaha kavuşmuşlardı. Şimdi de
onun, ölüm hastalığına tutulduğunda başında bulunanlara söylediklerine
kulak verelim: Ona dediler ki: Sevin ey Ebû Abdullah, yarın
kardeşlerine kavuşacaksın!.. Ağlayarak onlara cevap verdi: Ben
sızlanmıyorum... Fakat bana öyle kimseleri ve öyle kardeşleri
hatırlattınız ki, onlar kazandıkları sevapların tümünü alıp götürdüler;
fakat dünyalık hiçbir şeye nail olmadılar
Biz ise geriye kaldık ve dünyalık
birçok şeye nail olduk. Yaptığı evi işaret ediyordu
Sonra da
paralarını koyduğu yeri göstererek şöyle dedi: Vallahi onun ağzını iple
bağlamadım ve isteyenden esirgemedim. Sonra da kefenine baktı. Kefenini
lüks ve israf edilmiş buldu. Gözlerinden yaşlar süzülerek şöyle dedi: Bakınız...
Bu benim kefenim...!! Fakat Resûlullahın amcası Hamzanın, Uhudda
şehit düştüğünde kefeni yoktu... Bürdesini başına örtseler, ayakları
açıkta kalıyor, ayaklarına örtseler başı açıkta kalıyordu... Habbâb
hicretin otuz yedinci senesinde vefat etti... Câhiliyenin kılıç yapma
ustası vefat etti
İslâmın fedakârlık yapma ustası vefat etti
Haklarını savunmak için Kurân âyetleri
inen topluluğun bir ferdi vefat etti
Kureyş ulularından bazıları,
Resûlullahın kendilerine bir gün; Habbâb, Süheyb ve Bilâl gibi
fakirlere de başka bir gün ayırmasını istemişlerdi
Bunun üzerine Allah,
bu Allah adamlarının yüce şerefini dile getirerek Resûl-i Ekreme
hitaben şu âyetleri indirdi: Allahın rızasını isteyerek sabah akşam
Rablerine dua edenleri huzurundan kovma! Onların hesabından sana bir şey,
senin hesabından da onlara bir şey olmadığı (herkes hesabını kendi
vereceği) hâlde ne diye onları kovup da zalimlerden olasın?! İşte biz,
şöyle demeleri için onların kimini kimine fitne (imtihan vesilesi)
kıldık: Allah aramızdan (bula bula hidâyet) nimetini verecek bunları mı
(bulmuş)? Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi..?! Âyetlerimize iman
edenler sana geldiği zaman onlara de ki: Selâm size! Allah (sizin
gibilere) şefkât ve merhamet (göstermeyi) kendine vacip kıldı
(Enam,
52-54) İşte böyle... Bu âyetlerin nüzulundan sonra Resûlullah (s.a.v.)
onları her gördüğü yerde aşırı derecede izzet ve ikramda bulunurdu.
Oturmaları için ridasını yere serer; yahut omuzlarına mübarek elleriyle
hafıfçe vurarak şöyle derlerdi:
Hoş geldiniz, Rabbimin bana tavsiye ettikleri..!! Evet, vahiy
zamanının ve fedakârlık kuşağının hayırlı evlatlarından biri daha vefat
etmişti
Onunla vedalaşırken söyleyebileceğimiz
en hayırlı söz, belki Hz. Alinin Sıffin dönüşünde Habbâbın taze
kabrini gördüğünde ve bu kabrin Habbâba ait olduğunu öğrendiğinde
söylediği sözdür.
Hz. Alinin gözleri hüzünle dalıp
gittikten sonra dudaklarından şu cümleler dökülmüştü: Allah Habbâba
rahmet etsin
Arzuyla iman etti
Gönül hoşluğuyla hicret etti
Ve mücahid olarak yaşadı
|